
Полная версия:
Hürrem Sultan
Hasodabaşı İbrahim, hünkârın dikkatini bu mektup üzerine çevirmeye çalıştı:
“Mahmut Reis’in…” dedi. “Hakkı var. Salamon’la Almaral’ın bize yâr olduklarını kimseye sezdirmemek gerekir. Çünkü bu sır faş olursa heriflerin başına bela gelmekle kalmaz, bizim başka yerlerde casus bulmamız da güçleşir.”
Süleyman, bu mülahazanın tamamıyla zıddını ileri sürdü:
“Bence…” dedi. “Bu değersiz bir maslahattır. Casus dediğin bizim kanunnamedeki köftehordan da murdar kimselerdir.12 Bu gibilerin ademi, vücudundan evladır.
Zaruret hâlinde köftehorun hizmeti kabul olunur lakin eli öpülmez, casusların da hizmeti ödenir fakat gayreti çekilmez. Salamon’la Almaral’ın bize sözleri lazım, kendileri değil. Casuslukları duyulursa bana ne?”
Ve sonra menzil cetvelini gözden geçirdi:
“Kırk günde mi?” dedi. “Marmaris’e varacağız. Uzun, çok uzun yol. Ben şöyle bir ağışta Rodos’a ulaşmak isterdim.”
Hasodabaşı, harp yolculuğunda mesafe meselesinin bahse mevzu olamayacağını herkesten iyi bilmesi lazım gelen hünkârın şu sözünde nasıl bir hayıflanış saklı olduğunu hemen kavradı:
“Sultanım…” dedi. “Sonu hayır olsun da varsın yol uzun sürsün. Donanmayla teşrif buyurulsaydı Rodos’a daha çabuk varılırdı. Fakat karadan gidişin zevki başka. Mülkünüzün bir parçasını göreceksiniz, halkın derdi varsa dinleyeceksiniz ve her gün geriden haber alacaksınız. Valide hazretleri elbette gün başına bir ulak çıkarır, İstanbul ahvalinden size haber ulaştırır.”
Zeki nedim, parmağını hünkârın yüreğindeki sırra basmıştı. O, yolun uzunluğunu ileri sürmekle sarayda kalan Hürrem’den günlerce uzaklaşmanın elemini açığa vurmuştu. Hasodabaşı da, kara yolculuğunda gerilerden sık sık haber alacağını söylemekle o elemin merhemini müjdelemiş oluyordu. Hünkâr, bu ince düşünüşten haz aldı ve nedimini minnettar bir bakışla okşadıktan sonra en büyük takdir kelimesini sarf etti:
“Aferin!”
Şimdi sefere taalluk eden şeyler üzerine konuşuyorlar ve elde edileceğine iman besledikleri zaferden sonra yapılacak şeyleri düşünüyorlardı. Süleyman, bir aralık dalgınlaşır gibi oldu ve gamlı gamlı nedimine sordu:
“Şövalyeler üzerine şu seferi açışımın öz sebebi nedir, bilir misin İbrahim?”
“Eski bozgunluğun hıncını almak!”
“Bu, görünen sebep, sana ben görünmeyen, konuşulmayan sebebi soruyorum.”
“Rodos, Akdeniz’in kilitlerinden biridir. Bizim elimizde bulunması icap eder.”
“Bu da herkesin bildiği bir şey. Bana sen, başkalarının bilmediği sebebi söyle.”
“Başka bir sebep bulamıyorum.”
Hünkâr yerinden kalkmıştı, otağ içinde ağır ağır dolaşıyordu. Uzun müddet bu durumda gezdi, düşündü, bıyığını karıştırdı ve sonra nediminin karşısına dikildi:
“Babam…” dedi. “Yüreğinde olanı diline çıkarmazdı, kimseye sezdirmezdi. Hatta, ‘İçimdekini bıyığım sezse onu kıl kıl yakarım.’ derdi. Ben bu kadar ileri gitmek istemem, bir sırdaş tutmaktan çekinmem. Seni de kendime sır ortağı, dert ortağı yaptım. Onun için Rodos’a gidişimdeki asıl sebebi anlatacağım. Fakat bu, canın gibi gizli kalmalı.”
Ve kulağına fısıldar gibi davrandı:
“Büyük amcamın oğlu Rodos’ta! Onun bir gün olup babası Cem gibi Frengistan’a gitmesinden, başıma dert açmasından korkarım. Babam, Frenklerle hoş geçinmişse bir sebebi bu çıbanın delinmesinden korkmasıdır. Ben, onun gibi hareket etmek istemedim, yılanı saklandığı kovukta yakalamayı kurdum.”
Hasodabaşı, herkes tarafından bilinip de kimse tarafından ağza alınmayan bu sırrı yeni duyuyormuş gibi davrandı, biraz da telaş gösterdi:
“Ya şövalyeler amcanızın oğlunu kaçırırlarsa?”
“Bunu yapmazlar, yapamazlar. Çünkü bana yenileceklerini anlayınca konuklarını adayla değişmek isteyeceklerdir. Kendisini şimdiye kadar alıkoymaları, beslemeleri de hep bu düşünce yüzündendir. Onlar, amcamın oğlunun başını adaya tercih edeceğime inanırlar. Yarın bunun doğru olmadığını anlayacaklar, çünkü ada da, amcamın oğlu da elime geçecek!”
Ve birden sözü değiştirdi:
“Haydi git, validemin Üsküdar’a geçip geçmediğini öğren. Lalama kalırsa bu haberi çok geç alırız. Dönüşte sofrayı kurdur. Yola çıkmadan biraz eğlenelim, ferahlanalım.”
İbrahim, sazıyla beraber beklenen haberi de getirdi, Valide Sultan’ın Salacak yoluyla Doğancılar Sarayı’na geçtiğini “müjde”ledi. Müjde diyoruz, çünkü hünkâr, anasının Üsküdar’a gelişini bir beşaret olarak telakki ediyordu. Nitekim haber alır almaz neşelenmişti. Parlaklığı kuvvetlenen gözlerini süze süze tatlı hülyalara dalmıştı. Burnunda da garip bir hareket belirmişti, havadan bir şeyler emmek ister gibi titreyip duruyordu.
Hasodabaşı, onun Hürrem’den şemme aramakta ve bütün eşyada yine Hürrem’i yaşar görmekte olduğunu sezdi.
“Valide hazretlerine…” dedi. “Selam yollamak gerekmez mi?”
O, hülyalı bakışlarını değiştirmeden cevap verdi:
“Hele Piri Paşa gelsin, Valide’den haber getirsin. Sonra biz vazifemizi yaparız. Sen, telleri söyle de gör.”
O gece de geç vakte kadar saz ve sözle geçti, Valide Sultan’dan selamlar, dualar getiren Piri Paşa çarçabuk savuldu, efendiyle köle baş başa kaldı, kadehler boyuna dolup boşaldı, teller fasılasız inledi ve gece yarısı, feverandan otağa sığmaz hâle gelen hünkâr tarafından Valide Sultan’a uzun bir mektup yazıldı. Yeniden vedalaşmak maksadıyla kaleme alınmış gibi gösterilmeye çalışılan bu kâğıdın hemen her satırında Hürrem’e ithaf olunmuş bir kelime vardı ve sonu da onu, Hafsa Sultan’ın himayesine bırakmaktan ibaret kalıyordu. Mektubu götürmeye memur edilen hasodabaşı, üç sırmalı bohça dolusu armağanı da Doğancılar Sarayı’na taşımak emrini almıştı.
Midesini şarapla şişirmiş, kafasını dumana boğmuş, sinirlerini gerginlikten rehavete ve rehavetten gerginliğe geçirerek harap etmiş olmasına rağmen hünkâr, gün doğmadan önce ayaktaydı, gecesini yatakta sakin bir uykuyla geçirmiş gibi zinde görünüyordu. Otağ kapısına geldikleri haber verilen devlet ricalini huzuruna sokmadan iradeleriyle karşılaştırdı, ordunun hareket ettirilmesini ve kendi atının da hazırlanmasını emretti.
Biraz sonra pırıltılı bir mahşer uğultulu bir akışla harekete geçmişti, çadırlı ordugâh inanılmaz bir hız içinde atlı ve yaya fırkalara inkılap ederek Maltepe istikametinde yol almaya başlamıştı.
Bütün Üsküdar zaten ayaktaydı, İstanbul’dan da binlerce kişi orduyu uğurlamaya geldiğinden yürüyen mahşerin yanı başında sabit görünen ikinci bir mahşer daha peyda olmuşa benziyordu. Kalanlar, gidenleri alkışlarla teşyi ediyor ve avuçlarda alkış olup saygı haykıran yüreklerin sesi, yürüyen mahşerin uğultusu arasında garip bir tınnat aksettiriyordu.
İşte Türk gücünün sayısız canlı sahnelerinden biri de ordunun Üsküdar’dan bu çıkışıdır. Buna çıkış demek gerçekten ayıptır, günahtır. Ordu, bir şehirden çıkıp başka bir şehre giden veya bir noktadan kalkıp başka bir noktaya geçen askerî bir küme değildi, başka ve çok başka bir varlık olup ona yürüyen bir tarih, ayaklanmış bir cihan ve yüz bin yıldızlı bir kâinat demek hiç de mübalağa sayılmazdı. Bu yürüyen tarihin, bu ayaklanan cihanın, bu pırıl pırıl parlayan kâinatın özü Türk, dili Türk’tü. O sebeple yeri ve göğü imrendiriyordu.
Hünkâr, henüz otağındayken ordu harekete geçmişti. Fakat seyircilerden kimse hünkârı aramıyordu, aramaya lüzum görmüyordu. Çünkü her nefer, bir hünkârdı. Bu hakikat eğere şanlı bir taht yüksekliği vererek ve mesafeleri gerçekten şahane bir kudretle devirerek at süren her süvarinin muhteşem endamında, kuvvetle güzelliğin seçme bir numunesi olduklarında şüphe edilmeyen yayaların adımlarında canlanıp duruyordu.
Çamlıca, doğdu doğalı göğe dikilen başını yere eğerek; bütün Boğaz, ezelden beri derinliklere ve enginlere bakan gözlerini Üsküdar sırtlarına yükselterek ordunun bu göz kamaştırıcı yürüyüşünü temaşaya dalarken Sultan Süleyman da çadırından çıktı, sürü sürü peyklerin, solakların, baltacıların, çavuşların vücuda getirdiği bin renkli müteharrik hale içinde orduyu takibe başladı. Atlı, yaya yüz bin, hünkârın yürüyüşünü seyrederek vecde düşmüş olan halk, bütün kudretini yine o ordudan alan padişahın da geçişini alkışlıyordu. Bu alkışlar, uzaklaşmış olan orduya yollanan son selamlardı ve hünkârın şahsına ait olmaktan ziyade önde giden yüz bini hünkârın izlerine dökülüyordu.
Sultan Süleyman, başındaki miğferle üstündeki zırhından daha sert bir çehre taşıyordu. Bununla beraber gözlerinde gururun kapayamadığı bir telaş vardı. Bu peçeli iç endişesi Doğancılar Sarayı’na yaklaşınca büsbütün arttı ve o mağrur gözler, sadaka arayan keşküller gibi açık bir niyaz hâlinde sarayın duvarlarına çevrildi. Hürrem oradaydı fakat görünmüyordu. Padişah ise onu aramakta olup bulamadığı, göremediği takdirde can evinden yaralanmışa dönecekti. Hâlbuki yüksek duvarlar, ardında bulunanları kıskanç bir sertlikle gözlerden saklı tutuyorlardı. Hünkârın kaderi değiştiren, kazayı yenen kudreti şu duvarlara şeffaf bir sima veremezdi.
Süleyman, atını biraz daha yavaş sürmeye başlamış, oradan uzaklaşmamak ister gibi görünür olmuştu. İşte o sırada ve saray kapısının tam önünde ihtiyar bir kadın, kalabalık arasından fırladı, peykleri ve solakları geçerek hünkârın yanına kadar geldi, üzengisine yapıştı:
“Dur!” dedi. “Beni dinle!”
Padişahın, rikabında yürüyenler bu cüretin nasıl cezalandırılacağını tahmin etmeye çalışırlarken Süleyman, dizginleri çekti, kendini orada alıkoymakla bahtiyar eden kadının ellerini öpmek ister gibi davranarak şen şen sordu:
“Söyle anacığım, söyle. Kulağım sende, derdini sıkılmadan anlat.”
Üsküdarlı kadın, elini üzengilerden çekmedi, yanık yanık söylenmeye koyuldu:
“Bu gece yatağıma girerken üç keçim, iki koyunum, birkaç bakırım, bakracım, kilimim, minderim vardı. Uyandığım vakit bunları aşırılmış gördüm. Şimdi ne sağacak malım, ne sarınacak şalım var. Beni soydular, soğana çevirdiler, kuru hasır üzerinde bıraktılar. Elim böğrümde kaldı. Allah, diyorum başka bir şey demiyorum. Erim yok, dölüm yok. Kimsesiz bir eksik eteğim. Ne edeyim, nasıl geçineyim?”
Süleyman, bu saf şikâyeti dinlerken gözlerini saray kapısından ayırmıyordu. Bir aralık kapıdaki kafesimsi işlenmiş iki üç tarassut deliğinin kımıldanır gölgelerle kapanıp açıldığını sezdi, için için titredi. Demek ki kapının ardında insanlar vardı ve bu minimini deliklere gözler yapışıktı. Kendisi Hürrem’in -alay seyretmek üzere- bu saraya getirilmesini emrettiğine göre deliklerde oynaşan gözlerin bir çifti de onun olsa gerekti. O hâlde Hürrem, oradaydı ve kendini görüyordu, dinliyordu.
Bu seziş onu sarhoş ettiğinden şikâyetçi kadınla latife etmek istedi. Maksadı kapı önünde biraz daha gecikmek ve Hürrem’e biraz daha yakın kalmaktı. O emelin ibramiyle sordu:
“Evine giriyorlar, koyunlarını keçilerini melete melete alıp götürüyorlar, ne bulurlarsa bohçalayıp aşırıyorlar. Sen duymuyorsun? Bu kadar ağır uyku olur mu ya?”
Latifeyi tekdir olarak telakki eden bağrı yanık kadın, ellerini üzengiden çekti, gözlerini hünkârın yüzüne dikti:
“Uyuyordum.” dedi. “Çünkü seni uyanık sanıyordum!”
Sert ve yüksek bir sesle savrulan bu cevabın ağırlığı dinleyenlerin başlarını göğüslerine eğdirirken Sultan Süleyman sürekli bir kahkaha patlattı:
“Hakkın var.” dedi. “Biz uyumasak bu işler olmaz. Suç hırsızlarda değil bizdedir. Çalınan malı ödemek de bize düşer.”
Ve harem ağalarından birine emir verdi:
“Bu kadını valideme götür, bir kese altın versin, bir de ev alıp bağışlasın.”
Süleyman, Hürrem’e doya doya yüzünü göstermiş olmaktan ve minimini deliklere yapışık gözlerinden sızan ışığı ruhuna sindirmekten doğma bir inşirah içindeydi, evi soyulan kadına bir ev değil, bir ülke bağışlasa azımsayacaktı. Kadın da memnundu, dili döndüğü kadar dua ve teşekkür ediyordu. Halk ise hünkâra vazife dersi veren kadını imrene imrene alkışlıyordu.
***Ordunun Üsküdar’dan sonra ilk menzili Maltepe’ydi. Sultan Süleyman orada donanmanın Marmara’ya süzülüşünü seyretti. Üç yüz parça gemi, şişirilmiş yelkenlilerle bir sürü kuğu kuşu gibi denizi yarıp gidiyordu. Bu gidişte, yarın alev olup düşman kalelerini yakacak beyaz ve kudretli bir tebessümün uçuşu seziliyordu. Ordu, o her neferi bir hükümdar kadar heybetli görünen ordu, kendilerinin ardından koştukları zafer perisinin konakladığı bucakları denizden sarmaya giden gemileri “Yaşa!” sesleriyle Maltepe zirvelerinden teşyi ederken padişah otağına çekildi, menzil cetvelini bir daha gözden geçirdi, sonra başını ellerinin içine aldı, uzun uzun Hürrem’i düşündü ve birden vecde gelerek kaleme sarıldı, anasına heyecanlı bir mektup yazdı, küçük kıza iyi bakmasını rica etti ve kâğıdın sonuna şu satırları kondurdu:
Yeniçeri kullarım, sipahilerim, bütün askerî tayfa sevinç için de. Yarın yapılacak savaşlar bu yiğitleri şimdiden mest ediyor. Ben de sabırsızlanıyorum, bir ayak önce Rodos’a varıp düşma na saldırmak istiyorum. Fakat yarını bugüne getirmek iktidarı mız dâhilinde değil. Biz güne hâkim olamıyoruz, günler bize ta hakküm ediyor. Bundan da canım sıkılıyor, içime gazel düzmek hevesi çöküyor. Bizi duayla anmanıza vesile olsun diye kaleme aldığımız beyitlerden birini işte yazıyorum. Hürrem Türkçe öğ renmiş olsaydı sizinle bile okur ve şevke gelirdi. Bununla beraber kendisine beytimizin tadını hissettirmeniz münasip olur. Yüreği mize gaybi ilhamla sanih olan söz şudur:
Sûrei velleyl okurdum dün nemazi şâmdaZülfün andım dilberin, nittim, ne kıldım bilmedimO, dilber kelimesi yerine Hürrem kelimesini açıkça kullanamadığından dolayı enikonu hayıflanıyordu. Fakat Yavuz’un karısı olmak haysiyetiyle şiir inceliklerini kavrayabilecek kadar olgunlaşan annesinin dilberden maksat ne olduğunu anlayacağını umarak müteselli oluyordu.
Bir yükten kurtulmuş gibi seviniyordu. Çünkü yazdığı şu beyitle Hürrem’e aşkını ilan etmişti. Bir aşkın itirafı ise bir hükümdar için bile büyük bir yükten kurtuluş demekti. Söylenilmeyen, açığa vurulmayan aşk, ışığı hapsolunmuş aleve benzer. O alevin hür bir inkişafla yanması ve bulunduğu yeri yakması için mahpusluktan kurtulması gerekir. Aşkların itirafı işte bu neticeyi verir ve sevgilisine aşkını itiraf edebilen adam, bir yükten kurtulmuş gibi sevinir.
Süleyman da seviniyordu, hürriyete kavuşmuş gönül alevinin yaktıkça bahtiyarlık doğuran ateşini doya doya duyarak tatlı bir ızdırabın zevkini yaşıyordu. Annesinin, kendi hislerine tercüman olacağına ve mektuba sarılı iştiyaklarını Hürrem’e katre katre tattıracağına emindi ve bu emniyetle müphem hülyalara doğru kollarını açarak geriniyor, geriniyordu.
Bununla beraber üzerinde yürüdüğü yolun kendisine tahmil ettiği vazifeleri de unutmuyordu. Her gün Piri Paşa’yı huzuruna kabul ederek ordu işleri hakkında görüşüyor, en basit meselelere kadar malumat alıyor ve zapturapta taalluk eden önemli emirler veriyordu. Yine her gün köylülerle temas ediyor, onların dertlerini dinliyor ve bol bol para dağıtıyordu. Saray adamları, biraz fazlaca yapılan bu bahşişleri onun cömertliğine, fukara severliğine hamlederek taaccüple karışık bir sevinç duyuyorlardı. Hâlbuki o, eski Süleyman’dı, para işlerinde muvazeneli davranmayı ihmal etmezdi. Fakat: “Hürrem’in sıhhati, kalbinin saadeti” için müstesna bir semahat gösteriyordu.
İşte bu suretle Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçesi aşıldı, Kütahya ovasına konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri tayyolunuyor ve iki menzil bir ediliyordu.
Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçmak iştiyakı ve istidadı görünüyordu. Bundan ötürü hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen iştirak olunuyordu.
Kütahya ovasında geçit resmi ve zor oyunlar yapıldı, bu münasebetle bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece köyü, Sıçanlıdüzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.
Cenk eri vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini celbetmekten geri kalmadı. Hele seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir.” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati çoğalttı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan istifade etmeyi henüz düşünmediklerini anlamıştı.
Süleyman şimdi daha sabırsızdı, durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmişti, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk dilaverleri o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar, üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.
Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları terennüm etmeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca merhaleleri aşılıp Çoban ılıcasına varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bunların, bu haberlerin başında Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardoma Kalesi’ni, kanlı bir baskınla zapt etmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilaverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya? En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu hadisedeki inceliği kavradığından haklı bir gurura kapılıyordu, Dalmaçya kahramanlarına Çoban ılıcası karargâhından selamlar uçuruyordu.
Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalıdan beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.
Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz sarih bir işaret, aşka taalluk eden bir kayıt yoktur. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendinin sıhhatinden ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan alakalandığını, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve vaziyetini nasıl telakki ediyor? Valide Sultan hiç bu noktalara temas etmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde: “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi ‘efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün: ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün: ‘İyi, o çok iyi.’ diye sevinç gösteriyordu.” şeklinde bir izah yapmıştı.
Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir mana çıkarmaya savaşmıştı. Kızın kendisini anarken Valide Sultan’a karşı: “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir iştiyakla “aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe sürekli heyecanlara kapılıyordu.
Sözün kısası Hürrem ve harp, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve müteakiben susan taraf ortaya çıkarak berikini sükûta davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Lakin harp sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e tahsis edeceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir rehavet geliyordu.
Süleyman, ordu ve hükûmet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de nizam içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu muzır mahluklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan suyuna gelindi.
Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip “yârıcan” dediği kızın sıhhatini müjdeliyordu. Bozdoğan suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi değişti, tavrı değişti, hâli değişti.
İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahalar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.
Genç hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, muvaffak olamadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine emin olduğu ulağı arattı ve gidenlerin geri gelmesini ümit içinde bekleyerek oyalanmaya çalıştı, yine buhrandan sıyrılamadı. İçinde kırmak, yıkmak ve devirmek ihtiyacı hâkimdi, zincirden boşanmış fakat yine kafeste kalmış bir pars hırsıyla otağında dolaşıyor, boyuna homurdanıyordu.
İşte bu sırada Piri Paşa huzuruna geldi:
“Kocaları seferde olan eksik etekleri rüşvet alıp başkalarına nikâhlayan, akçesiz hüküm vermeyen, koca bir vilayeti haraca bağlayan Kara Kadı Konya’dan geldi. Şikâyetçileri de beraber. Ne ferman buyurulur?”
Süleyman, şöyle bir duraladı, nefsiyle mücadele eder gibi göründü ve sonra gürledi:
“As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”
“Ordu kadısından fetva alsak, münasip olmaz mı?”
“İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”
Kara Kadı’yı itham eden Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek suretiyle cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellatlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere hitap ediyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu:
“Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”
Onun bu zalim infiali, hiç şüphe yok hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi, Valide Sultan’ın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine nizamına girdi. Süleyman, Hürrem’in sıhhat haberini almadan Bozdoğan suyunu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın verdiği manayı anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu hadisede, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak vakıayı candan alkışlıyordu. Yalnız Hasodabaşı İbrahim, işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.
Yine bu Bozdoğan suyu menzilinde Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek hisarının lağımlar yürütülmek suretiyle düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk muvaffakiyet şerefine meşale yakılıp destanlar ırlanırken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı, askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği mahlukla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.
Bozdoğan suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber harp sahnesine bir ayak önce varılmak iştiyakı da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesini müteakip göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ sahrasına gelindi. Orada Menteşeoğullarından İlyas Bey, hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.
Süleyman, Belgrat seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım.” sözleriyle geri verdi. Lakin Muğla mıntıkasında bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü, tefelsüfe sevk ediyordu. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı: