Читать книгу Hürrem Sultan (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (9-ая страница книги)
bannerbanner
Hürrem Sultan
Hürrem Sultan
Оценить:
Hürrem Sultan

4

Полная версия:

Hürrem Sultan

Bununla beraber nefsini, hayrete değer, bir ısrarla zorladı, metin ve mekin görünmekte devam etti, üç beş adım ilerleyerek karşısında divan duran sevgilisinin yoluk saçlarını okşamadı, yırtık yüzünü öpmedi, ağlayan gözlerini silmedi, gamlı bir sekinete bürünerek sordu:

“Ne oldu, neler oldu, seni bu hâle kim koydu?”

Hürrem, derin ve çok derin bir bakışla efendisini süzdü, elinin tersiyle gözlerini sildi:

“Ne olacak efem…” dedi. “Aşkın cezasını çektim. Meğer size kul olmak, size gönül vermek suçmuş. Hele sizden iltifat görmek masum bir kıza ölüm getirirmiş. Bunu dün bilmiyordum, bugün öğrendim Sövülerek öğrendim, dövülerek öğrendim. Kaderimde efendimi dünya gözüyle bir daha görmek olmasaydı çoktan geberip gitmiş olacaktım. Size kulluğumu suç sayanlar yanlışlıkla canımı bağışladılar. Niyetleri beni döve döve öldürmekti. Nasılsa işi yarım bıraktılar, beni yarı ölüye çevirmeyi yeter buldular. İşte olan, biten bu!”

Hürrem bu nutku on saatten beri kelime kelime hazırlamıştı, ayna önünde okuya okuya ezber etmişti. Lakin yüreğinden taze kopmuş bir feryat gibi tabii olarak söylüyordu, dinleyenlere heyecan veriyordu. Süleyman, yumruklarını sıkarak, dişlerini dudaklarına geçirerek içinden yükselip gelmekte olan feveranı hapse çalışıyordu. Kızın sustuğunu görünce sorusunun cevapsız kalan kısmını tekrarladı:

“Kim yaptı bu işi?”

“Mahidevran!”

“Ya sen, eli kolu bağlı kurban gibi durdun mu, ona haddini bildirmedin mi?”

Hürrem, güzelliğinin en şuh silahını kullandı, dudaklarını kendine gerçekten bir sihirbaz kudreti veren biçimde büktü:

“Ben bir halayığım, o bir haseki. Üstelik oğlunuzun anası, nasıl olur da ona dil uzatırım, el kaldırırım, kendimi tutmayıp da Mahidevran’a karşılık verseydim efendimi de gücendirmiş olmaz mıydım?”

Süleyman, hükmünü ihsas etmemek isteyen bir hâkim gibi davrandı, Hürrem’e cevap vermedi, sahneyi korkak bir hayretle temaşaya dalan halayığa döndü:

“Git.” dedi. “Mahidevran’ı çağır. Fakat yanımda kimler bulunduğunu zinhar söyleme.”

Şimdi yapacağı işi kararlaştırmak için kafasını yoruyor ve yorula yorula odada dolaşıyordu. Aşkını silleleyen, aşkını tırmalayan, aşkına gözyaşı döktüren Mahidevran’ı, işlediği suça uygun düşecek biçimde cezalandırmak istiyordu. Macerayı duyar duymaz hatırına ilk gelen yol, bu yolsuz kadını zenci kölelere dövdürtmek ve onun çıplak sırtına inecek kamçıların sesiyle Hürrem’e bir tarziye teranesi dinletmek olmuştu. Lakin yıllarca sevip okşadığı ve bu suretle kıymetlendirdiği bir vücudu kölelerin gözü önünde açmak içine bulantı getirdiğinden o şekli beğenmedi, başka bir ceza tarzı aramaya koyuldu. Hürrem’in acıklı hâli hele ağlayışı ve felaketini yana yakıla anlatışı, bütün benliğini ateşli bir kızgınlığa sürüklemiş olmakla beraber tertip edeceği cezanın, mahkûm kadına şerefsizlik getirmesini istemiyordu. Çünkü mücrim; oğlunun, yarın tahta çıkması çok muhtemel bir şehzadenin anasıydı. Onu şerefsizlendirmek oğlunu da kirletirdi. Bu sebeple muzdarip bir asabiyetle zihnini zorluyordu. Hürrem’le beraber kendi vicdanını da memnun edecek bir hâl sureti arıyordu.

Bir aralık gözünün önüne oğlu Mustafa geldi. Bu tecellide çocuk, anasına şefaat eder gibi yalvaran bir sima taşıyordu ve o hâliyle padişaha hiç tanımadığı, daha doğrusu tatmadığı bir duygu aşılıyordu: Evlat sevgisi! Birinci Murat’ın oğlu Savcı Bey’i öldürdüğü günden beri Osmanoğulları sarayında evlat muhabbeti, çekinilecek, ihtiraz olunacak bir afet gibi telakki olunuyordu. Kardeş katilliği kanun hâline konulduktan sonra evlat sevgisi dahi kayda, şarta bağlandı. Padişahlar, kardeşleri kadar evlatlarından da kuşkulanıyorlardı. Yavuz, babasına karşı silah çekmekle ve onu tahtından, hayatından mahrum etmekle bu kuşkunun boş olmadığını ispat ettiğinde Süleyman, evlat sevgisini hesaplı ve ihtiyatlı olarak yaşatmayı şiar edinmişti. Ölen çocuklarını yaşayanlardan daha çok severdi. Mustafa’yı ise kendi yerine geçmeye namzet olduğu için hiç sevmezdi.

Onun minimini şahsiyetinde Yavuz gibi davranması muhtemel bir ihtilalci evlat hüviyeti düşünmemek için çocuğu sık görmekten çekinirdi. Makul ve insaflı düşündüğü zamanlarda da Mustafa’nın varlığında kendi ölümünü ve saltanatın ona geçişini gördüğünden yine huylanırdı, babalık şefkatine kapılmaktan uzak kalırdı.

Fakat ömrünün en ızdıraplı ve belki en heyecanlı dakikasını yaşarken gözlerinin önüne dikilen çocuk hayali, kendine çok sevimli geldi, saltanat hırsıyla uyutulan babalık şefkati ayaklandı ve içine bir rikkat yayıldı. Şimdi Mahidevran’ı oğluna bağışlamak istiyordu.

İşte bu sırada mücrim haseki odaya girdi. Hürrem’in darmadağın bir kılıkla ve ağlayan bir yüzle ayaküstü durduğunu, padişahın somurtarak dolaştığını, Valide Sultan’ın sinsi sinsi gülümsediğini gördü, hırsından kıpkırmızı kesildi, kısa bir eğilişten sonra soru beklemeden gürledi:

“Bu şıllık, bu şırfıntı, bu süprüntü beni efendime mi çekiştirdi? Eğer bunu da yaptıysa gerçekten yüzsüzmüş, hayâsızmış, yırtıkmış, kepazeymiş.”

Hünkâr hızlı hızlı yürüdü, gözü kararmış, ağzı köpürmüş olan kıskanç hasekinin bir kolunu yakaladı, kıracak kadar şiddetle sarstı.

“Kendini…” dedi. “Külhanda mı sanıyorsun kadın? Ağzını topla, edebini takın. Yoksa denizi boylarsın.”

Ölüm tehdidi değil hünkârın Hürrem’e hak verdiğini hissettirmesi Mahidevran için ruha inen bir kamçı tesiri yaptı ve rakibine karşı yenilirken azametli görünmek istedi:

“Beni…” dedi. “Denize atabilirsin. Fakat şu Urus kızı yine şırfıntı kalır, pis kalır. Beni boğacak olan deniz onun kirini yıkamış olmaz ki.”

Süleyman’ın kuvvetli eli yıkıcı bir sille olmak için kalkmak üzereydi lakin Valide Sultan araya girdi, yalvardı:

“Aslanım, bu bir deli. Hem de zırdeli. Minbere tüküren, güneşe balçık atan divanelere benziyor, ne yaptığını bilmiyor. Kendini üzme, bırak yakasını gitsin, köşesinde çırpınsın.”

Hünkâr sevgilisinin yüzünde sıralanan berelerin iki mislini Mahidevran’ın çehresinde yaratmak, onun siyah ipekten örülmüş taca benzeyen saçlarını tel tel yolmak emelinden nefsini zorlayarak vazgeçti ve biraz geri çekilerek anasına sordu:

“Ya Hürrem’e yaptığı iş bu habisin yanına mı kalsın?”

Valide Sultan, vaziyeti koruyacak birkaç tatlı söz bulmaya çalışırken kolunu cendereden kurtarmış olan çılgın haseki yine şirretliği ele aldı:

“Yaptığım azdır, çok azdır, onu ben çiğ çiğ yemeliyim, murdar vücudunu ortadan kaldırmalıyım. Fakat ben, bu can tende oldukça hıncımı unutmam, efendime göz koymanın, yerimi kapmaya çalışmanın ne demek olduğunu kendisine öğretirim.”

Sultan Süleyman, serçe yerine koyduğu ve her bakımdan o kadar cılız bulduğu eski gözdesinin kartallaştığını görünce, yalınkılıç sipahilerini saldırtmak istediği bir palankanın ansızın geniş hendek-li, yüksek burçlu, kalın duvarlı bir kaleye istihale ettiğini görmüş gibi şaşırmıştı ve o müthiş hiddetinden sıyrılıvererek hayran hayran Mahidevran’ı süzüyordu. Kadının dövülmekten ve hatta öldürülmekten perva etmeyişi hoşuna gidiyordu. Hele o anda, o tehlike anında aşkını ileri sürmesi ve yaptığı işin “yerini korumak” kaygısından ileri geldiğini söylemesi, yüreğine yumuşaklık getirmişti. Hürrem’in öcünü almak kaygısından kurtulamamakla beraber şu kadını da biraz mazur ve biraz mağdur görüyordu.

Evet, bir lahzada düşüncesi yeni bir mecra almıştı. Ortada sürünen suç, onu işleyenden ziyade kendisinin eseri gibiydi. Çünkü mücrimi tahrik eden kendiydi. Hürrem’i sevmese ve Mahidevran’ı aşk dulu, aşk yetimi hâline koymasa bu hadise vuku bulmayacaktı. Tatsızlık, kıskançlık ve rezalet evvelce Mahidevran’a verilmiş olan bir kalbin şimdi ondan alınıp başkasına verilmesinden ileri geliyordu. Gerçi kendisi, hiçbir zaman hasekiye aşktan bahsetmemişti. Lakin bu bahsolunmayan şeyi, canlı bir hakikat olarak ona hissettirmişti, tanıtmıştı, Şehzade Mustafa da bu söylenmeden verilmiş aşkın gezip dolaşan şahidi demekti.

Sultan Süleyman, bu insaflı düşüncelerle vicdanını ve irfanını hissine hâkim etmek yoluna girerken, garip bir zihin akışıyla Rodos’ta kendini aşka feda eden Rum kızını hatırladı. Sevgilisine toprak altında kavuşmak için iki kere evlat katili olmaktan çekinmeyen o kadınla Mahidevran arasında enikonu benzerlik bulunuyordu, o nasıl çocuklarını eliyle öldürmüş ve kendini öldürtmüşse Mahidevran da ikbalini ayaklar altına almaktan, aşkına ortak çıkan kızı öldürmeyi ve sonunda kendini öldürtmeyi gözüne kestirmekten çekinmiyordu. O hâlde ortada suç yoktu, gönülleri ve iradeleri altüst eden bir aşk vardı. Mahidevran’ı cezalandırmak o aşkı kısmen hırpalamak olacaktı.

İnsaflı ve “aşk”a karşı saygılı olmak kaygısı bundan sonra sersemleşiyordu. Hünkârın düşüncelerine bir sendeleyiş geliyordu. Çünkü mantık ve vicdan, seven bir kadının kıskançlığını hoş görmeyi kendine telkin ederken bizzat aşk, yüreğinde yaşayan aşk dile geliyordu ve kendini halk eden güzelliğin elemini haykırmaya başlıyordu.

Hünkâr bu karışık vaziyette Hürrem’den yardım aramak ıztırarını duydu, yavaş yavaş onun yanına gitti, ellerini avucunun içine aldı:

“Görüyorsun ya, bu kadın deli. Delilerle uğraşmak akıllılara yakışmaz. Razı olursan yüzünü öpsün, suçunun bağışlanmasını dilesin, mesele de tatlılıkla kapansın.”

Fettan Hürrem, padişahın “gayrimümkün”lerle meşgul olduğunu hemen sezdi, vaziyetini kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmadı:

“Emir…” dedi. “Sizindir. İsterseniz beni döven eli, bana söven ağzı ben öpeyim efem!”

Süleyman, sitemli bir uysallık ifade eden bu cevabın tadını ve acısını bir anda sezdi, sert bir işaret yaparak geri çekildi, homurdandı.

“O kadarı fazla, Mahidevran dediğimi yapsın yeter.”

Ve hiddetinden, hırsından, cinnetinden bir zerre kaybetmemiş olan hasekiye döndü:

“Sağırlaştın mı kadın, ne söylediğimi duymuyor musun? Haydi koş, Hürrem’e sarıl, yüzünü gözünü öp, suçunu bağışlat!”

Hünkâr, büyük bir lütufta bulunduğunu ve ağır bir cezadan kurtulan hasekinin şu şahane yiğitliği takdir ederek hemen Hürrem’e atılacağını, sarılıp öpmeye koyulacağını umuyordu. Ondan sonra sıra tabiatıyla kendi ayağına kapanmaya ve kendi anasının eteğini öpmeye gelecekti. Fakat mücrim kadın, emir edilen ve yapılması beklenen şeyi yapmadı, deli deli hünkârın yüzüne baktı ve birden gülümsedi:

“Bir dakika izin.” dedi. “Emrinizi istediğinizden daha iyi yerine getireceğim.”

Ve salonda bulunanları hayretler içinde bırakarak kapıya doğru koştu, perdeyi koparır gibi açtı. Hâlinde ölüm aramaya giden bir hayat düşmanı hâli vardı. Nitekim Süleyman da, anası da öyle anlamışlardı, düşüncelerini şaşkın bakışlarla mübadele etmişlerdi. Fakat Hürrem, hiç de onlar gibi düşünmüyordu. Rakibinin yaman bir oyun oynayacağını kavrayarak için için kıvranıyordu.

Onlar, düşündüklerini açığa vurmadan ve hele Süleyman, şu vaziyette ne yapılmak lazım geleceğini kararlaştırmaya vakit bulmadan haseki geri geldi, odadan içeri girdi. Başı dikti, boynu gergindi, gözleri sertti, gerçekten haşmetli bir edayla yürüyordu, oğlunu da elinden tutarak birlikte yürütüyordu.

Hünkâr, biraz evvel kafasında beliren hayalin şimdi hakikate çevrildiğini görerek belinlemişti ve Mahidevran’ın, oğlunu şefaate getirdiğini sanarak üzüntüye kapılmıştı. Minimini şehzadenin: “Anamı hor görme, incitme.” diyerek ellerine yapışması hâlinde vaziyetin güçleşeceğini seziyordu, önüne bakıyordu. Valide Sultan da tıpkı hünkâr gibi düşünüyordu. Mahidevran’ın zilletten kurtulmak için oğlunu ortaya koyduğunu sanarak bu zekâ cilvesine parmak ısırıyordu. Fakat Hürrem, bambaşka bir mülahaza içindeydi. Hasekinin yeni bir rezalet çıkaracağını anlıyordu ve böyle bir durumda gafil yakalanmamak için idrakini uyanık tutmaya savaşıyordu.

Mahidevran ne yapacağını tamamıyla kararlaştırmış bir adam pervasızlığıyla yürüdü, doğru Hürrem’in önüne geldi ve oğluna onu göstererek şu sözleri söyledi:

“Oğlum eğil, şu kadının ayağını öp. Çünkü şevketli baban beni ona halayık verdi. Demek ki sen de onun kölesisin.”

Ve çocuk masum bir hayretle dört yanına bakınırken yüzünü padişaha çevirdi:

“Benim başımın eğildiği yerde oğlunuzun da başının eğilmiş olacağını düşünmediniz aslanım. Bunu bari gözünüzle görün de insaf edin.”

Bardak artık taşmıştı, hünkârın sabrı, tahammülü tükenmişti, birden kızıllaşan gözlerini aça aça küstah kadının üstüne yürüyordu. Hürrem işte bu anda inanılmayacak bir hamle yaptı, yere kapanarak küçük şehzadenin ayaklarını öpmeye koyuldu. Dudaklarını hem onun sırmalı çedikleri üzerinde gezdiriyor, hem söyleniyordu:

“Haşa şehzadem, haşa sultanım. Ben senin cariyenim. Canım da, kanım da yoluna feda.”

Mahidevran, davayı kaybettiğini anlayarak ağlamaya koyulmuştu. Hünkârı mahcup, Hürrem’i mağlup etmek için ortaya attığı kozun kendi aleyhine kullanıldığını görünce tabiatın her kadına verdiği keskin silaha, gözyaşına müracaat etmişti, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Süleyman şaşkındı. Hürrem’in takındığı jest, haykırdığı söz, adımlarını sendelettiği gibi hiddetini de hayrete çevirmişti. Mahidevran’ı öldüresiye dövmek için hazırlanan elleri, şimdi okşamaya hazırlanıyordu. Kızın gösterdiği zeki kıvraklıktan sonra o kadar memnun, o kadar hoşnuttu.

O, işte bu hissi hâlet içinde hırçın hasekiyi hırpalamaktan vazgeçti ve Hürrem’e “Berhudar ol yavrum.” diye iltifat ettikten sonra Mahidevran’ın omzuna elini koydu, istinaf ve temyiz kabul etmeyen kararını bildirdi:

“Ölüme bir değil, on kere layıksın. Şu küçük kızı hakkın ve haddin değilken dövdün, incittin. Sonra karşımda densizleştin, kepaze-leştin. Üstelik oğlumu yüz tutamağı yapmaya kalktın, çirkin bir duruma sürükledin. Bunların cezası ölümdür. Fakat eski hizmetlerini düşündüm, divaneliğine acıdım, kuşça canını bağışladım. Seni öldürmüyorum, hapse mahkûm ediyorum. Odadan sofaya dahi çıkmayacaksın, mezara atılmış bir ölü gibi yaşayacaksın. Yüzünü gören sesini duyan olmayacak. Bir gün yanılır da bana yüzünü gösterir yahut sesini işittirirsen babamın ruhuna yemin ediyorum merhamet etmem seni o anda çuvala koydururum, denize attırırım. Haydi yıkıl, mezarına gir!”

Mahidevran, kasırgaya tutulmuş bir fidan gibi hıçkırıklar içinde sallanıyordu. Hünkârın susup da sırtını çevirmesi üzerine çılgın bir sayha kopardı:

“Ya oğlum? Onu da görmeyecek miyim?”

Hünkâr, yüzü Hürrem’in yüzüne ve arkası mahkûma dönük olduğu hâlde cevap verdi:

“Halayıkların ancak efendileri olur, evlatları olmaz. Mustafa da benimdir, senin değildir!”

Haseki, bu zalim hükmün ağırlığına dayanamayarak bayıldı, yere yığıldı. Valide Sultan -kendine de hakiki mevkisini hatırlatan- son hükümden hicap ve ızdırap duydu, başını önüne eğdi. Hürrem, sevincini kalbinde saklayarak gülümseyen gözlerini kapadı. Yalnız Mustafa, o küçük çocuk, anasının yanına koştu ve baygın kadının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı. Hünkâr kollarını kavuşturmuştu, düşünen anasını, bereli yüzüyle ve darmadağın saçlarıyla perişan bir güzellik temsil eden gözdesini, hüngür hüngür ağlayan oğlunu süzüyordu.

Biraz sonra bu sahnenin başka bir sahneyle değiştirilmesi vaktinin geldiğini hatırladı, yerdeki halı veya kapıdaki perde gibi cansız bir şey sayılarak kendine hiç ilgi gösterilmeyen ve bir köşeye büzülüp duran halayığa emir verdi:

“Bir iki kız çağır, şu divaneyi sırtına yükle, odasına götür.”

Annesine döndü:

“Siz de Mustafa’yı avutun, uyutun!”

Hürrem, gözlerini kaldırmadan bu emirleri dinliyor ve yine kapalı gözlerle, çok geçmeden açılacak halvet âlemini temaşa ediyordu.

O velveleli gecenin sabahı fettan Hürrem için yeni bir saadet şafağı oldu. Hünkâr, yorulmak bilmeyen bir ihtimamla onun berelerini tımar etmiş, saçlarını tarayıp örmüş, elemini gidermiş neşesini tazelemiş ve “kadın efendi” olacağını da yeni baştan müjdelemişti. Sultan Süleyman, aşk yüzünden dayak yiyen, hırpalanan sevgilisinin gönlünü hoş etmek için bu müjdeyi verirken üzüntü içindeydi. Çünkü kaynana, kaynata, kayınbirader gibi akraba vücuda gelmemesi, saltanat hanedanına yakınlık iddia edecek kimseler peyda olmaması için Türk kızı almayı yasak eden saray kanunu, Osmanoğulları sülalesini yaşatacak esir kadınlara çocuk makinesi olmaktan fazla bir kıymet vermiyordu. Makinelik rolünü iyi yapan bir halayık -bahtiyâr olursa- Valide Sultan olabilirdi, lakin padişah karısı olamazdı. Yetmiş yıllık bir teamül bu yazısız kanunu yaratmış, Fatih devrinden beri sarayda nikâh yapılmasını imkânsızlaştırmıştı. Hünkâr, işte bu sebeple üzüntü duyuyordu, babasının, dedesinin tuttukları yoldan ayrılmayı acı buluyordu fakat uğrunda oğlunun anasını kurban ettiği Hürrem için garip bir zevk duyuyordu. Onun düşünüşüne göre Hürrem, bir cennet çiçeğiydi. Böyle bir lahuti çiçeği eğilerek koklamak günahtı, yerden kaldırıp göğse iliştirmek ve kokusunu kalbe attırmak lazımdı. Nikâh, işte bu vaziyeti temin edecekti, onu halayıklıktan uzaklaştırıp padişahlığa yaklaştıracaktı.

Bununla beraber nikâh gününü tayin etmiş değildi. Yalnız söz veriyor ve ilk fırsatta sözünü yerine getireceğine ant içiyordu. Mahidevran’a karşı kazandığı zaferle sarhoş olan Hürrem, efendisinin bütün gece ibzal ettiği nüvazişlerle, çeşit çeşit iltifatlarla kendinden geçecek hâle geldiği için nikâh meselesi üzerinde ısrar edecek kudreti kaybetmişti. Padişah bu lütfu da kendiliğinden yapıyor ve istenilmeyen şeyi vermeye kalkışıyordu. Fettan kız, şöyle durumda gaflet veya müsamaha göstermenin doğru olmadığını kavradığından yorgunluğunu, ruhi hazlardan doğan sersemliğini gidererek nazlı nazlı sordu:

“O güzel gün çok uzak mı efem?”

“Değil, çok uzak değil. Ana olmadan kadın efendi olacaksın. Yalnız biraz bekleyeceksin. Çünkü yapılacak işlerim var.”

“Beni size unutturacak işler de var demek efem?”

Sultan Süleyman, kelimelerinin bir kısmını sıcak bir sokulganlıkla kalbine fısıldayan Hürrem’in saçlarını okşayarak anlattı:

“Seni ben ateş hattında unutmadım, düşündüm. Bundan sonra ateşin içinde olsam unutmam. Fakat halk bizim adımlarımızı sayar, ağzımızdan çıkan her söz teraziye vurularak miskal miskal tartılır. Hele vezir gidileri fırsat bulunca kâhya kesilir, yaptıklarımıza ve yapmak istediklerimize karışmaya kalkışır. Onun için biz, hesaplı davranmaya ve bir kanunu yıkarken yeni bir kanun kurmuş olacağımızı düşünmeye mecburuz.”

Hürrem, maddi bir varlık olmaktan çıkıp da bir tutam ışık olmak ve efendisinin yüreğine akmak istiyormuş gibi biraz daha sokuldu:

“Size…” dedi. “Kim karışır? İstemezsen güneş doğmaz, hoşlanmazsan yel esmez.”

“Öyle değil Hürrem, öyle değil. Bize gün ışığını göstermeyecek, yelin estiğini sezdirmeyecek kuvvetler var. Mesela ocaklı! Onların her biri benim kulumdur, kölemdir. Fakat hepsi bir araya gelince durum değişiyor, kuvvet bizden onlara geçiyor. Ben dilediğim işi yaparım. Hakkımdır. Lakin ocaklının hoşuna gitmeyecek bir iş yaparsam sıkıntıya düşerim. Ben sıkılırsam elbet sen de üzülürsün. Onun için ihtiyatlı davranmak gerek. Ne yaparsam ses çıkarmayacak bir vezir buluncaya kadar sabredeceksin. Öyle bir vezir, ocakları da idare eder.

“El altında böyle bir köle var mı efendim?”

“İbrahim var, hasodabaşı. Onu vezir edineceğim, ardından seni nikâhlayacağım. İbrahim, bana candan bağlıdır. Kendisini yoktan var ettiğim gibi varken yok edeceğimi de bilir, her işime göz yumar, her dedikoduya siper olur.”

“Ona çok güveniniz var efem? Sevginiz de güveniniz kadar çok mu?”

“Severim külhaniyi Hürrem çünkü akıllıdır, anlayışlı da, okuyup yazması kuvvetlidir. Birkaç dil bilir. İyi keman çalar, güzel şarkı söyler.”

Hürrem yüzünü ekşitti:

“Demek, yüreğinizde bu çalgıcıya da yer veriyorsunuz. Hani o yürek bitevi benimdi efem?”

Sultan Süleyman, bütün hassasiyetiyle sevip de riyasız ve hudutsuz bir samimiyetle okşayıp durduğu kadın tarafından şu soruyla istikbalin büyük bir faciasına temel atıldığını sezemedi, sürekli bir kahkaha kopardı:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Tâcidar: Taç sahibi, padişah. (e.n.)

2

Ağu: Zehir. (e.n.)

3

Deragûş: Düşünce. (e.n.)

4

Sehhar: Büyüleyici. (e.n.)

5

Hatve: Adım. (e.n.)

6

Bu beyit, Sirozlu olup Cem Sultan’ın kâtipliğinde ve nişancılığında bulunan, o talihsiz prensle Avrupa’da dolaşan ve bir aralık derviş kıyafetinde İstanbul’a gelmişken tanınarak Galata’da çuvala konulup denize atılan Sadi’nin bir gazelindendir, gazelin bütünü de şudur:

Eğerçi yeryüzü hurremdir ey dost

Velî sensiz gönül pür-gamdır ey dost

Gülü lâle biterse yeryüzünde

Benim kanlı yaşımdan nemdir ey dost

Bu dünyayı seninle sevmişim ben

Benim sensiz bu dünya nemdir ey dost

Senin sevgin benim canım içinde

Bilirsin kim kati muhkemdir ey dost

Perişandır firakında çü Sadi

Anınçin gözleri pûr-nemdir ey dost.

Sadi on beşinci asrın kuvvetli şairlerindendir. Veliyeddin oğlunu taklit eder gibi görünürse de üslubunda -hele sadelik ve tabiilik itibariyle- yine bir hususiyet vardır.

7

El’emrü fevkaledeb: Emir, edepten üstündür. (e.n.)

8

Kurtoğlu o sırada donanma amirali olup Sultan Süleyman’ın tahta çıkar çıkmaz başını kestirttiği Cafer Bey’in yerine bu işe tayin olunmuştu.

9

Refref, İslam ananelerine göre Peygamber Muhammet’in göğe çıkışında binmiş olduğu ilahi mahmildir, cennetten gelmiştir.

10

Eski Türk donanmasında başamiral gemisine baştarda ve onu takip eden birinci, ikinci, üçüncü amiral gemilerine kapitana, patrona, reale denirdi.

11

Fatih Sultan Mehmet’in son saltanat yıllarında yapılan Rodos muhasarasında Antuvan Meligalo adlı bir İtalyan’la Usta Jorj isimli bir Alman, Türklere casusluk etmişlerdi. Meligalo, ayağında çıkan bir yaranın kangren olmasıyla, Usta Jorj da Rodos’ta şövalyeler tarafından başının kesilmesiyle can verip gitmişlerdi.

12

Süleyman’ın “bizim kanunname” dediği, o sırada muteber tutulan ve Fatih tarafından tedvin olunan kanundur. Orada köftehor kelimesi şu ibarede görülüyor:

“Zina eden avradı eri kabul ederse köftehor kanlığı yüz akçe alına. Eğer yoksa elli akçe alına…”

13

Veyl: Yazık, vah vah. (e.n.)

14

Sultan Süleyman şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanırdı. Harp yolculuklarında beyler, paşalar tarafından çekilen peşkeşleri iade etmeyi de âdet edinmişti. Bu işi ilkin, Belgrat seferine giderken Edirne’de yaptı, orada Rumeli beylerbeyiyle sancak beyleri tarafından sunulan armağanları geri verdi ve bütün hayatında âdetini bozmadı.

15

İlk Rodos muhasarasında Türkler şanlı bayraklarını mazgallar üzerine dikmişlerdi. Hatta kalenin iç tarafında da merdivenler kurmuşlardı. Mesih Paşa işte bu nazik dakikada “Yağma yoktur!” diye tellallar haykırttığından asker kızdı ve avuçlarında bulunan zafer kuşunu bıraktı.

16

Hammer, Rodos muharebelerinde bizzat hazır bulunan Mühendis Constanus’un eserinden iktibasla bu vakıayı yazarsa da Rum kızının âşığı olan İngiliz şövalyesini kaybetmekten müteessir olan çocuklarına ve nefsine kıydığını söyler.

17

Bu hadiseyi Spandoçino adlı İtalyan tarihçi yazar Hammer da, Türk ordusunun silahsız olarak şehre girişini yağmacılığa atfederek ulvi kıymetinden tecrit etmeye yeltenir. Yağmaya silahsız mı gidilir?

18

Mütavaat: İtaat, baş eğme. (e.n.)

19

Bu gazel, Bursalı Veliyeddinzade Ahmet Paşa’nındır.

20

Caus de la creation.

21

Philosophie mystique.

22

Piri Paşa şiirlerinde “Remzi” mahlasını kullanırdı.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

1...789
bannerbanner