
Полная версия:
Hürrem Sultan
Şehzade Murat hafakanlar geçiriyordu, bayılmak üzere bulunuyordu. Kurtuluş yolunun eşiğinde ecelle karşılaştığını görerek ruhi bir sendeleyişe uğramıştı, sararıp soluyordu, iki yanına sallanıp duruyordu. Karısıyla yetişkin oğluysa feryadı koparmışlardı, kayığa binenlerin ve kıyıda kümelenenlerin gözlerini kendi üzerlerine çekecek surette haykırmıyorlardı.
Saray çavuşu, işin tatsız bir biçim alacağını anladığından yüzünü ekşitti:
“Sultanım…” dedi. “Sana telaş yakışır mı? Ağyarı hâline güldürürsen babanın ruhunu ağlatırsın, şevketli hünkârın da gazabına uğrarsın. Merdane bas, lütfedip bizimle bile gel.”
Murat’ın gözü denize dikilmişti, kayıklarla gemilere doğru açılan şövalyelerden medet umuyordu. Şuurunun o sırada tamamıyla tarumar olmasına rağmen kayıklarda geri dönmek değil, ileriye doğru çala kürek koşmak durumu sezmişti, tam bir fütura düşmüştü. Pir Ali Reis onun sezişini kuvvetlendirmekten geri kalmadı:
“Şehzadem…” dedi. “Şövalyeler senden uzaklaşmak için küreklere yelken takmışa benziyorlar. Mübarek gözünü onlara dikip durmanın ne zevki var? Yürü, şevketli hünkârın otağına. O, seni bekliyor!”
Murat kendini bekleyen bahtın huzuruna çıkamamazlık edemeyeceğini anlamıştı, füturdan tevekküle geçerek mahzun bir tebessüme bürünmüştü, karısıyla çocuklarına teselli veriyordu:
“Ömür ne azalır, ne çoğalır. Alın yazısı da bozulmaz. Boş yere çırpınmayın, cesur olun, ardımdan gelin.”
Fakat şu kılıkta koca bir ordunun önüne ve amcası oğlunun huzuruna çıkmaktan utanıyordu. Taşıdığı kıyafet, papalara kafa tutan babasının hatırasını da incitecek kadar galizdi. Bu sebeple çavuşa yalvardı:
“Şehre dönüp üstümü değiştireyim. Bu biçimde hünkârla buluşmak doğru değil.”
Çavuş, kendi mülahazasına göre yol gösterdi:
“Hanım sultanlar Pir Ali Reis’le bile saraya dönmek, cenabınız ve oğlunuz doğru otağı hümayuna gitmek gerek. Şevketli hünkâr kıyafetinizi mazur görür. Şövalyeler katında mücevveze, yahut kallavi bulunacak değildi ya. Elbet size zünnar kuşandıracaklar, katrani libas giydireceklerdi. Bunun için üzülmeyin.”
Çavuş da, Pir Ali Reis de bir şehzade huzurunda bulunduklarını unutmuyorlardı, çok hürmetli davranıyorlardı. Fakat o şehzadenin bir siyasi mücrim olduğunu da hatırlarından çıkarmıyorlardı, saygılarını açık bir huşunetle meze ediyorlardı. Murat, divan durur gibi görünen bu ellerin kelepçe olmakta gecikmeyeceklerini takdir ettiğinden yine tevekkül gösterdi:
“Elhükmülillah!” dedi. “Kazaya rızadan gayri elimizden ne gelir!”
Ve Pir Ali Reis’le şehre dönecek olan karısına, kızlarına birkaç tesliyet kelimesi fısıldadı, oğlunu yanına aldı, çavuşun önüne düştü, ordugâha doğru yürümeye koyuldu.
Sultan Süleyman, Hürrem’i kendine bir kere daha unutturan heyecanlı bir telaş içinde çavuşu bekliyordu. Onun geldiğini ve Cem-zadeyi de getirdiğini haber alınca hemen yerinden fırladı, tutsakların yanına sokulmaları emrini verdi. Üç beş saniye sonra Fatih Sultan Mehmet’in iki ayrı babadan üremiş olan üç torunu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu.
Süleyman, evvelce de işaret ettiğimiz veçhile, dedesi Beyazıt’ı kıymetsiz bulacak kadar kıymete meftun bir adamdı. Yavuz’un oğlu olmasa kendini pek bedbaht sayacaktı. Büyük amcası Cem’i de bu hissiyat dolayısıyla takdir ediyor ve hatta seviyordu. Fakat tahtın selameti uğruna babası birkaç kardeşini bir düzine yeğenini fedadan çekinmediği gibi kendisi de aynı kaygıyla aynı cinayeti işlemek ıztırarındaydı.
Yalnız utanıyordu, kolu ve kanadı kırık bir adamı yok etmek kendine çok çirkin geliyordu. Hele o adamın bir felaket destanı yaratmış, adı talihsizliğe timsal olarak dillere düşmüş biçare Cem’in oğlu olması, içine bambaşka bir rikkat veriyordu. Ordunun ve memleketin yapılacak cinayeti sükûnla telin edeceğini düşününce tahtın selameti namına cani olmak zaruretinden uzaklaşmayı kabul etmek derecelerinde zaafa düşüyordu. Rodos’u, biraz da bu amca oğlunu yakalamak için aldığını âdeta unutmak üzereydi.
Lakin Prens Murat’ı bir papaz kıyafetinde görünce bütün bu düşünceler zihninden silindi, sinirlerine ateşli bir gerginlik geldi ve amcasının oğluna ilk hitabı bir haykınş oldu:
“Bre sütü bozuk adam, nedir bu kılık, nedir bu kıyafet?”
Ve el öpmek için ilerlemeye yeltenen Murat’ı sert bir işaretle yerinde alıkoydu.
“Düşman ayağı öpen bir ağzın elime değmesini istemem.”
Beriki can havliyle kendini müdafaaya çalışıyor, muvazenesiz bir ifadeyle ayetler, hadisler okuyarak vaziyetini mazur göstermeye savaşıyordu. Pek uzun süren musibetli bir ömrün acılıklarını okumakla geçirdiği anlaşılan Cemoğlu, Tanrı ağzıyla, peygamber ağzıyla konuşarak Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu söyleyen hünkârı merhamete getirmek istiyordu. Onun bu suretle yalvarışı Süleyman’ın rikkatini celbetmekten geri kalmadı, çünkü bilgi sezdiren bir ağlayıştı ve ilmi seven Süleyman, ilmin gözyaşı oluşuna karşı kayıtsız kalamıyordu.
Murat, kudretli amcazadesinin biraz yumuşar gibi olduğunu görünce cesaretlendi:
“İnsaf et ulu hünkâr!” dedi. “İnsaf et. Tehlikeden kaçmanın peygamberler sünneti olduğunu söyleyen, halifesi olduğun zat değil midir? Musa’nın peygamberliği yurdundan firar edişinden sonra vukua gelmedi mi? Muhammed’in kızı Rukiye, damadı Osman, halazadesi Zübeyr, Habeş iline hicret etmediler mi? Halife Osman’ın katli hadisesinde ashaptan bir kısmı Medine’den savuşmadılar mı? Ceddin ve amcam Beyazıt, babamın ölüsüne saygı göstermedi mi ve bir firari olduğu hâlde bütün ülkede adı rahmetle anılmadı mı?”
Murat, ileri sürdüğü hadiselerin çoğunu ayetle veya hadisle tevsik ettiği, Arabi ve Farisi beyitler okuyarak mevzuyu heyecanlandırdığı için Süleyman tatlı tatlı dinliyordu. Fakat Cemzade yere diz çöküp, henüz bıyıkları terlememiş olan oğluna da diz çöktürtüp: “Bir lokmaya razıyım. Göstereceğin yerde yaşayayım, candan duacın olayım. Suçumu bağışla, temiz elini kirli kanıma sokma!” diye yalvarmaya başlayınca vaziyetini değiştirdi:
“İyi ama…” dedi. “Bu saydığın adamlar şerri hayra tahvil için gurbet ellere savuştular, yurtlarından uzaklaştılar. Babanın vatanından çıkışı hayrı şerre çevirmek içindi. Onun ölüsüne saygı gösterilmekle bir fitnenin sönmesi kutlulanmıştı. Sen, yirmi sekiz yıl önce sönen o fitnenin sürünür gölgesisin. Aslına kavuşmalısın ki memleketin rahatı bozulmasın, yüreklerde nifak tohumu kalmasın.”
Ve fitne gölgesi dediği sefil, zelil ve perişan varlıktan üstüne bir şey bulaşmasından korkuyormuş gibi otağın bir kenarına çekildi:
“Kalk bedbaht!” dedi. “Kalk. Boynundaki salibi at, belindeki zünnarı çıkar, ağzını bir iyi yıka, imanını tazele, babanın yanına bir Frenk şövalyesi gibi değil, bir Osmanoğlu gibi git! Tanrı yardımcın olsun.”
Murat da, oğlu da düştükleri yerden kalkabilecek durumda değillerdi. Hünkârın verdiği işaret üzerine, kendilerini otağa getirmiş olan çavuş koştu, her iki prensi ayağa kaldırdı ve dışarı çıkardı. Cellat otağın önündeydi, mahkûmları yere kadar eğilerek selâmlıyordu, “Buyurun sultanım, şu çadıra buyurun.” sözleriyle kendilerini mezara açılan kapıya doğru sürüklüyordu.
Süleyman kendini artık bahtiyar sayıyordu. İstanbul fatihinin mağlup olduğu iki mühim yerde, o galip olmuştu, muzaffer olmuştu Belgrat elinde, Rodos elindeydi. Hükümdarlığa geçer geçmez kazandığı bu iki muhteşem zafer, iki kuvvetli meşale gibi istikbal yolunu aydınlatıyor ve kendisine sayısız zaferlerin hayalini seyrettiriyordu.
Cem Sultanoğlu meselesini kökünden hallettiği, bir tarih pürüzünü temizlediği için de ayrıca memnun oluyordu. Frenkler elinde bir Osmanlı şehzadesi tahtın selâmetini gece gündüz tehdit eden bir kâbus demekti. Şimdi o kâbus, kendine peyklik eden yavrusuyla beraber mezara gömülmüştü. Artık tâcütaht emin ve müsterih yaşayabilirdi. Ne toz, ne bulut onun ışığını incitmeyecekti.
Şimdi sıra kalbin zaferine gelmişti. Rodos’u nasıl topla döve döve, burçları yıka yıka ele geçirmişse “yârican”ının da kalbini ateşli kelimelerle sara sara ve o yürekte bulunması mümkün olan her türlü mukavemet imkânlarını devire devire bir aşk zaferi elde edecekti. O, henüz on üç yaşındayken “kadın” yenmeyi sınamıştı. On dört yıldan beri aynı sınayışı tekrar ediyordu. Fakat zaman geçtikçe anlamıştı ki kadını yenmek başka, kazanmak başkadır. Sayısını pek de hatırlayamadığı mağlup kadınların hepsi kölelerin efendilerine gösterdikleri miskin mütavaatla18 boyun eğmişlerdi. Küçük bir işaret görür görmez diz çöken kadın ise muhasarasız, hücumsuz ve zahmetsiz ele geçen kale gibidir. Galibini mahzuz etmez, belki mahcup eder.
Süleyman da kadınlar üzerine on dört yıldan beri kazandığı zaferlerden haz değil, hicap duyuyordu. Onlar daima etlerini vermişler, gönüllerini kendilerine saklamışlardı. Çünkü kendisi hiçbir kadının yüreğine girmeyi denememişti ve böyle bir zahmete katlanmayı da düşünmemişti. Hürrem’i görüp beğendikten sonra ansızın “mücadele” kararı işte bu sebeplerdendi ve kadın eti üzerinde arsız bir sinek gibi dolaşmaktan artık utanç duyuşundandı.
Evet, aşk sahnesinde sinek rolü oynamaktan bıkıp usanmıştı. Şimdi heyecanlı bir pervane olup Hürrem’in yüreğine kapanmak atıyordu. Bunun için o yüreği evvela açmak lazımdı. Bir kadın yüreğini açabilmekse iyi müdafaa olunan bir kale kapısını açmaktan daha zordu. Belgrat’ı, Rodos’u düşüren genç hükümdar -belki de sınamadığı bir iş olduğu için- bu kanaatteydi ve kendini tahayyül yahut tevehhüm ettiği güçlüklere karşı hazırlamak kaygısına kapılmıştı.
Her şeyden, her hamleden önce şiiriyle Hürrem’i ateşlemek azmindeydi. Bütün şairler gibi o da şiirin sihir olduğuna inandığı için her kelimesinde gönül ateşinden bir kıvılcım yanan gazellerle sevgilisinin kalbinde sönmez yangınlar tutuşturabileceğini umuyordu. O güne kadar yendiği kadınlara yalnız elini ve ağzını uzatmıştı. Hürrem’e kalbini, ruhunu, vicdanını uzatmak ve onların sesini de şiir hâlinde kıza duyurmak istiyordu.
Fakat heyecanı daima feveran hâlindeydi, dudaklarını ve düşündüklerini bir türlü kâğıda geçiremiyordu. Bu sebeple Rodos’un alındığını, Cem Sultanzadenin -yetişkin oğluyla birlikte- giderildiğini anasına müjdelerken Hürrem’e okunmak için yepyeni bir şiir yazamamış, eski şairlerden birinin şu gazelini mektubuna ilave etmişti:
Sernamei muhabbeti cânâne yazmışamHasret risalesin varakı câne yazmışamNâlişlerini derd ile biçâre bülbülünBâdisabâ elile gülistâne yazmışamZülfün hikâyetini gönülde misal edipGam kıssasını levhi perişâne yazmışamResmetmişem gözümde hayalini güyâNakşi nigârı sağari mercane yazmışam 19Lakin kanmıyor, kanamıyordu. Gözünü kapayarak Hürrem’i, kendinden gelen mektupları dinler vaziyette tahayyül ederken onun bu şiirdeki tahassür ateşini azımsadığını, dudağını büküp durduğunu görür gibi oluyor ve bu vehmi müşahededen üzülerek hemen beraberinde taşıdığı divanları karıştırmaya, aşkını ve hicranını daha canlı surette hissettirecek şiirler aramaya koyuluyordu.
Rodos’tan sonra gemilere bindirilerek yollanan müfrezelerin Leryos, İstanköy, Gelmez, İncirli, İleki, Sombeki adalarını işgal etmeleri üzerine anasına yazdığı başka bir mektuba da, işte o arayışlar arasında beğenip seçtiği şu manzumeyi koydu:
Kıldım belâyı aşk ile ben mübtelâ seferMeşhurdur ki âşıka ya sabr, ya sefer!Hayretteyim ki böyle havadar iken sanaÇün erdi kûyine niçin ede saba sefer?Gitmez kapından ol ki görüp zülfü haddiniAkereb de olsa mâh değildir reva sefer!Katî alâyık eyleyip bizler gibi kalırSevdayi zülfuyâr ile müsgi hatâ sefer!Bunda, bu şiirde kendi dileğine uygun bir vuzuh görüyordu ve Hürrem’in maksadı sezip mütehassis olacağını umuyordu. Fakat bir yandan da sabırsızlanıyordu. Harp bitmiş, zafer kazanılmış olduğu hâlde henüz Rodos’tan ayrılmamak sinirine dokunuyordu. Gözü ve yüreği İstanbul’da, ayağı Rodos’ta olarak yaşamak neşesini kaçırıyor ve yapılması gerekli işlerin hızla görülmesi için sadrazamı boyuna sıkıştırıyordu.
Nihayet bu işler bitti, fetholunan yerlere muhafızlar konuldu, bayındırlık maslahatıyla uğraşacak memurlar seçildi, Kırım Hanı’na, Mekke Şerifi’ne, Venedik Doçi’ne zafernameler yollandı ve adadan ayrılmak zamanı geldi. Bu, bayram sevinci veren bir hadise olmakla beraber hükümdara ihmali kabil olmayan vazifeler de tahmil ediyordu. Adadan çıkmadan önce orada kalan şehitlere veda etmek lazımdı. Süleyman, bu büyük vazifeyi çok tantanalı bir rasimeyle yaptı. Zaferin bütün şerefi kendine ait olan ölülerin işgal ettiği sahaya, orduyu beraber alarak gitti, Hürrem’i kendisine bir kere daha unutturan uzun bir heyecan saati geçirdi. Sonra Cem Sultanzadeyle oğlunun mezarlarını ziyaret etti, bol bol gözyaşı döktü, avuç avuç para dağıttı ve ayağa kalkıp da ıslak mendilini koynuna koyar koymaz Marmaris’e hareket emrini verdi.
O, orduya karşı büyük bir cemile göstermek istiyordu. Bu maksatla Şehit Kara Mahmut Reis’in kadırgasına bineceğini vezirlere söyledi. Rodos’un alınması için çalışanların başında bu yiğit denizci vardı. O, tam iki yıl, dalgalar arasında mekik dokumuş ve bu adaya gidip gelerek müstakbel harbin planlarını hazırladığı gibi kanını da bu ülkü uğrunda dökmüş, düşmanla çarpışa çarpışa şehit düşmüştü. Süleyman, bu bahadır Türk’ün hatırasına hürmet göstermekle orduyu hoşnut edeceğini düşündüğünden mübarek bir yetim gibi limanda boynunu büküp duran kadırgayı hazırlattı, donattı ve onunla adadan ayrıldı.
İçinde şimdi uçmak ve orduyu da beraber uçurmak ihtiyacı tutuşmuştu. Bu ihtiyacın zoruyla menzil cetveli üzerinde boyuna düzeltmeler yapıyor ve merhalelerin çoğunu hazfederek avdet yolunu -imkân müsait olamayacağı şekilde- kısaltmaya çalışıyordu. Ordu da, kazanılan büyük zaferin şerefine, ona uysallık gösteriyor ve yorucu bir yürüyüşü kabul etmekten çekinmiyordu. Netice gerçekten parlak oldu, Rodos’a gelinirken kırk üç günde alınan yol, bu sefer yirmi günde aşıldı ve Muğla, Kuduş köyü, Alaşehir, Torasili, Torahanlı, Paşaköyü, Susığırlık, Kemede, Subaşı, Anafor, Kurşunlu, Pazarköy merhaleleri -hemen hemen hiç durmadan- geçilerek Dil iskelesine varıldı. Orada hünkârı Sarayburnu’na çıkaracak bir gemi hazırdı. Süleyman, kalbini arayan heyecanlı bir göğüs gibi çırpına çırpına gemiye atlarken bir harem ağası anasının son mektubunu sundu. Bu kâğıdın bir köşesinde şu satırlar ve altında da “Cariyeniz Hürrem” imzası vardı.
“Hoş geldiniz sultanım, velinimetim efendim”
HAVVA ROLÜNÜ DEĞİŞTİRİYOR
Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş kızıl bir iştiyak içinde yerlere kadar eğildi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz kapandıkları noktada müşterek bir heyecanla titredi: Hünkâr geçiyordu. Sarı, kumral, kıvırcık ve esmer üç yüz baş, muzdarip bir hayret içinde yükseldi; ela, mavi, yeşil ve kara üç yüz çift göz, nemli bir iştirak içinde saray dehlizlerinin loşluğuna dikildi: Hünkâr uzaklaşmıştı.
Bu üç yüz güzel baş, iki yüz otuz uzun günden beri şu gelişi bekliyordu, bu üç yüz çift göz yedi buçuk aydan beri şu mesut günün doğuşunu tahayyül ediyordu. Barut kokusu, is ve duman içinde aylar geçiren padişahın saraya adım atar atmaz yorgunluk giderici şen bir gece yaşamak ihtiyacına mağlup olarak kendilerine alaka göstereceğini uman bu başlar ve öyle bir gecenin kucağında iki bahtiyar yıldız olmak hülyasını -ayrı ayrı taşıyan bu gözler- ansızın hüsrana uğramışlardı, güzel bir şaşkınlık eseri gibi bulundukları yerde buhran geçiriyorlardı. Çünkü hünkâr, tek bir saniye bile kendileriyle alakalanmamıştı, gül ve sümbül kümelerini okşamadan geçen bir rüzgâr gibi uzaklaşıp gitmişti. O renk renk güller, zarif uğultusunu duyup da serinliğini sezmedikleri rüzgârın arkasından bükük boyunlarını uzatarak bu umulmaz kayıtsızlığın matemini yaşıyorlardı.
Elemin büyüğünü duyan Haseki Mahidevran’dı. O, renkten ve ziyadan yapılmış canlı birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek hünkârın kendi yanına gelir gelmez mücessem bir muhabbet, mücessem bir iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek -yan yana durduğu- oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmişti, dairesine kapanmıştı.
Bu, bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultan’la Hürrem’in hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyordu, tehlike hissettiren bir mahiyete sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir hicrandan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.
Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapıştı, hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş vazifelerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat, sonunu düşünmeyerek, ittihaz edivermiş olduğu bu karar da, biraz sonra kırık bir hülyaya münkalip oldu. Çünkü padişahın dairesi önünde duran iki harem ağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.
“Şevketli hünkâr halvette!”
Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı:
“Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”
Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar:
“Titizlenmeyin sultanım, soğukkanlı olun. İçeride valide hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”
O da ayak diredi:
“Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”
Münakaşa uzayıp gitmek istidadını gösteriyordu, harem ağaları da müşkül bir mevkiye düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultan’dı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de padişahın o güne kadar göz bebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya germi vermişlerdi, Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.
Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı, halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kayırışıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet harem ağalarını mağlup etmek yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi:
“Gir yavrum…” ded. “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”
Çocuk bu sözlere uyacak, iki seddi aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engellik edemezlerdi. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, hünkârın mukaddes varlığından bir parçaydı, dil ve el uzatılmaktan münezzehti.
Harem ağaları, bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı, efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felaketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.
Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler, eşik önünde eriyip gitti; Valide Sultan önlerine dikilmişti.
Mahidevran, böyle bir tecelliyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük şehzade ise büyükannesini görünce geri çekilmişti. Harem ağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlardı, kendilerini muhataradan kurtaran meleği selamlıyorlardı.
Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı:
“Burada…” dedi. “İşin ne yavrum? Çağırılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”
Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti:
“Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”
Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü:
“Düş ardıma…” dedi. “Daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”
Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber “emir kulu” olmak mevkisinden bir parmak bile yükselemediğini anladı, dilediği vakit sormadan, rızasını bile tahsile lüzum görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini -istediği şekilde- tasarruf eden, edebilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü, gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti, hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini, canını, ruhunu yakıyordu. Fakat vaziyeti olduğu gibi kabul etmek zaruretini de seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultan’ın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı:
“Haydi o padişahtır, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”
Hafsa Sultan, bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.
“Deli kız…” dedi. “Saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”
Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.
“Ya!” dedi. “Arada güller, sümbüller de var ha, demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu şevketli hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”
Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp yanına çekti:
“Aslanınıza…” dedi. “Fare kılıklı Hürrem’i peşkeş çektiniz, değil mi? Tanrı sizi amelinize göre sevindirsin, fakat ben yapacağımı bilirim.”
Salondan, oğluyla beraber uzaklaşırken Valide Sultan sordu:
“Yapacağını da söyler misin hanım sultan?”
O, başını çevirmeden cevap verdi:
“Bana yakışanı!”
Sultan Süleyman, kendini harem dairesinin ilk eşiğinde karşılamaya koşan anasının yanında Hürrem’i görünce tepeden tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde vakarına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki mühimsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir tehalükle kucaklayıverecekti, çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha hoş ve cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Kızıl Rusya dağlarından koparılıp İstanbul Sarayı’na getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir inkişaf, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi, eskisine nazaran, iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar tenasüp farkı taşıyordu. Evvelce yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi munis ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti hâlindeydi, kalkıktı ve üzerinde bulunduğu çehreye çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.
Süleyman, goncalık taravetini ve letafetini muhafaza etmekle beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in güzellik bakımından elde ettiği terakkiyi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi:
“Çok teşekkür ederim valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz bile gidelim, halvette konuşalım.”
Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilahileşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.
Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık, manevi ihtiyaçları kamçıladığından âşık hünkâr, homur-dayan bir kurt gibi görünüyordu.
Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye avdet etti. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını ulu orta koklamak hırsından uzaklaşmıştı, onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan muattar bir sevda kıvılcımı yaratmak emeline kapılmıştı.