Читать книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Оценить:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

5

Полная версия:

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-

“Başüstüne yoldaşım. Şimdi giderim, dediğini yaparım.”

Nakilci, Hüseyin’e göz koyan Haydar Baba’nın gözlerine toprak doldurmak çaresini bulmaktan doğma hazla sinirlerini yatıştırdığından gene eski durumuna büründü, Tornacı Ömer’e veda etti:

“Neredeyse gün batacak. Artık ayrılalım. Canımız sağ kalırsa yarın görüşürüz.”

Ve Gülhaneli Hüseyin’e de yeni hayatın ilk merhalesini gösterdi:

“Haydi can, evimize gidelim.”

Evimiz?.. Bu kelime Hüseyin’e ilkin manasız görünmüştü, yüzüne bir belinleme getirmişti. Üç beş saniye sonra o şaşkınlık geçti, idrakine açıklık geldi ve Enderun’daki koğuşla Nakilci’nin evi arasında talihinin bir mübadele yaptığını kavradı, zaruri bir tevekkülle mırıldandı:

“Peki ağa, gidelim.”

Saraydan onun omzuna yükletilen yatak henüz kahve kapısı dışında duruyordu. Hüseyin, saffetli bir ilgi ile eğildi, Enderun ağalığı günlerinden yadigâr kalan yükü sırtlamak istedi.

Güvercin tarassut eden şahin gibi onu gözlerinin ışığı içinde tutan Nakilci bu hareketi görünce gülümsedi.

“Ne o…” dedi. “Bu pılı pırtıyı bize mi götüreceksin?”

“Evet ağa.”

“Vazgeç çocuk, vazgeç. Bizim kulübede konuk açıkta kalmaz, içine uzanılacak döşek bulur. Kaldı ki sen konuk değilsin, evin çocuğusun. Bu paçavraları Ömer’in uşaklarına bırak.”

Şimdi yan yana yürüyorlardı, Sultanahmet Camisi’ne doğru -Çemberlitaş karşısındaki sokaktan kıvrılarak- iniyorlardı. Arkalarında -derecelerine göre kademeli nizam alarak- bir kullukçu çavuşu, iki harbeci, iki keçeli yeniçeri, üç acemi oğlanı vardı. Bunlar, şöhretli zorbanın günlük mevkibini teşkil ediyorlardı ve onun, herhangi bir taarruza karşı korumak için, daima izinde koşarlardı.

Hüseyin, ömründe ilk defa olarak böyle renkli bir cemiyetin arasına katılmış bulunuyordu. Onun için sık sık başını sağa, sola ve geriye çevirerek Nakilci’nin rikabında yürüyen ocaklıları gözden geçiriyordu. Delikanlının şaşkın bir meraka kapılmakta hakkı da yok değildi. Çünkü başında kahverengi astar,54 arkasında kırmızı salta ile siyah mintan, ayağında beyaz tozlukla kırmızı yemeni, belinde pirinç paftalı kemer bulunan karakullukçu çavuşu, o pirinç kemere soktuğu çifte bıçakla ve madenî levhacıklarla süslü önlüğüne asılı zillerle, çanlarla temaşasına doyulmaz bir manzara teşkil ettiği gibi, kaplan postuna bürünmüş, beline balta takıp eline de harbe almış olan mavi şalvarlı, kırmızı çizmeli harbeciler; dar şalvarlı, çifte tabancalı, bir eli değnekli ve bir eli yalın kılıçlı keçe külah yeniçeriler; tepesi sivri börk, kırmızı cübbe ve mavi şalvar giyinen gürbüz acemiler sokaklardan gelip geçenleri de yürümekten alıkoyan göz kamaştırıcı bir renk kümesiydi.

Hüseyin, pırıldaya pırıldaya yürüyen bu alacalı mevkibin önünde bulunmaktan enikonu gurur duyuyordu. Halktan çoğunun Nakilci’yi -boyun kırmak, rükûya varmak, yere kadar eğilip temenna savurmak suretiyle- selamlamalarında kendini de yükselten bir saygı hissesi kuruntuladığından o çocukça gurur adım başına çoğalıyordu.

Nakilci ardında yürüttüğü iri boy adamların hepsinden yüksek görünüyordu ve yaya bulunmasına rağmen alay atına binmiş bir hükümdar durumundaydı. Pek çalımlı yürüyordu, hiç konuşmuyordu. Yüzde birini bile tanımadığı adamların telaşla verdikleri selamların hepsini karşılıksız bırakan bu adamın o vecibeyi -dalgınlıkla yahut kayıtsızlıkla- yerine getirmeyen kimselere yan gözle bakışı bilhassa yamandı. O bakışı görenler, durumlarını muhafaza edemiyorlardı ve hemen telaşa düşüp kendisini -hatta uzaklaştıktan sonra- selamlamak ıstırarında kalıyorlardı.

O, çatık bir kaşın yalın bir kılıçtan -yerine göre- daha müessir olacağını bilenlerdendi. Çünkü birinde maskeli bir kudret, öbüründe çıplak bir kuvvet belirir. İnsanlar ise kapalı kudretlerden daha çok ürkerler. Gene o, vakur bir sükûtun en beliğ konuşmalardan -yerine göre- manalı düşeceğini sınamışlardandı. İnsanlardan çoğunun o manaya değer verdiklerini biliyordu.

Bununla beraber kalabalık yollardan uzaklaşılıp da Nakilbend semtinin ıssız sokaklarına varılınca çatık kaşlılığı ve sert somurtkanlığı bıraktı. Gülümseyen bir sesle konuşmaya başladı:

“Oğul!” dedi. “Bizim ev burada. Kendim Nakilci olduğum için, Nakilbend’de oturmaktan haz alıyorum.”

Ve uzun uzun anlattı:

“Evim konak yavrusudur. On on beş odası vardır. Sıkıntı, üzüntü, ezinti büzüntü bu evin eşiğinden geçemez. Taşlıkta pabuçlarımızı bırakırken, onları da içimizden sıyırıp çıkarırız, kapı dışarı ederiz. Sonra bizim evde yobazlık da yoktur. Nasıl düşünüyorsak öyle konuşuruz. Özümüzle sözümüz birdir. İkiyüzlülük yapamayız. Ne kendimizi ne başkasını aldatmayız. Dem tutarız, saz çalarız, oynarız, oynatırız. Günahımızın hem tadına hem vebaline katlanırız. Sen de kendini buna göre hazırla. ‘Ham ervahlar’ gibi soğuk olma, alık olma, tutuk olma.”

O sırada arkadaki acemi oğlanlardan biri yan yan geçti, açık adımla yürüdü, büyücek bir evin kapısı önünde durdu. Nakilci de Hüseyin’e o evi gösterdi.

“İşte…” dedi. “Bizim tekke. Sen de artık postu oraya sereceksin!”

Evin selamlık kısmına girmişler ve kölemsi bir durum taşıyan üç beş uşak tarafından karşılanmışlardı. Ocak bu evde saraylaşıyordu, ocaklı da enikonu hükümdarlaşıyordu. Orhanlar, Muratlar, Fatihler, Kanuni Süleymanlar devrinde sekiz on yara taşımak şartıyla ancak sekiz on akçe gündelik alabilen, kışla köşelerinde bir koyun postu kadar yer işgal eden eski ustalarla, İkinci Mahmut asrının bu zorba ustası arasındaki fark, o iki devri birbirinden ayıran büyüklükler ve küçüklükler kadar açıktı. Devlet küçüldükçe, ocağın nizamsızlığı genişlemiş ve büyümüş olduğundan işte, bir usta, şahinşah durumu alıyor ve nefsinde şahinşahlığa liyakat tevehhüm eden Osmanoğulları da ona boyun eğiyordu. Bu, alabildiğine miskinleşen istibdatla, alabildiğine küstahlaşan köle ruhunun yerlerini değiştirmelerinden başka bir şey değildir. Tarihi bütün incelikleriyle kavrayamayanlar, bu manzarada tırnağı dökülmüş, dişleri düşmüş bir aslanın tavşanlar tarafından ısırılışını görürler. Hâlbuki hakikat, bu zannın tamamıyla hilafınadır ve ocakla sarayın kudretlerini mübadele ederek birincisinin hâkimiyetten mahkûmiyete, ikincisinin de kölelikten efendiliğe geçmesinde yalnız kan bozukluğu amil olmuştur.

Kan, hayatın ta kendisidir. İdrak, duygu, zevk ve hayat adı altında tecelli eden her şey ondadır. Fasit tesalüplerin kana verdiği şuriş55 idraki, duyguyu, zevki ve her şeyi teşviş eder.56 Saray böyle bir şurişin -tabir caizse- mahşeriydi. Yetmiş iki buçuk milletin kanı o mahşerde damardan damara geçiyordu ve bu vaziyet cehlin karanlığı içinde tekevvün ettiği için tereddi, tefessüh, taaffün57 en koyu bir renk alıyordu.

Yeniçerilikteki kan bozukluğu ise maddi tesalüpler yüzünden değil, birbirleriyle telifi mümkün olmayan çeşit çeşit kanların bir mecrada akıp gitmeye başlamasından ileri geliyordu. İlk devirlerde ocak, genç damarların taşıdığı hayat cevherini bir renge boyayan makine rolünü oynuyordu. Kuvvetli bir terbiye ve bilhassa kuvvetli bir disiplin düşünceleri, duyguları, ülküleri birleştiriyordu. Sonra o terbiye ve o disiplin ortadan kalktı, yerine ayrı düşünceler, ayrı duygular, ayrı ülküler besleyen bir kan kalabalığı geldi. Bu vaziyette amir, menfaatti ve ocaklılar ancak menfaat kaygısıyla birbirlerine bağlanıyordu.

İşte ocağı küstah, sarayı miskin ve korkak yapan hakiki sebep. Şu hâlde Nakilci’nin yeniçeriliği kazancına alet yapması, küçük mikyasta bir saray kurup orada şahane yaşaması tabii görülmelidir. Onun nefsinden başka mabudu, zevkinden başka mescudu yoktu. Yalnız şahsına saygı besliyordu. Bunda kendisini mazur da görmek icap eder. Çünkü nefsinden başkasına hürmet göstermek için sebep göremiyordu. Padişah, amcasının parçalanmış cesedine basarak tahta çıkmış ve biraz sonra o tahtın temelini kardeş kanıyla sağlamlaştırmak zorunda kalmıştı.58 Memleketin her yanı kan ve ateş içindeydi. Fakat padişah kendi âleminde har vurup harman savuruyordu, hemen her ay bir çocuk dünyaya getirterek sülalesini genişletiyordu. Onun ne harbe gittiği ne bir isyanı bastırmaya koştuğu vardı. Kullandığı vezirler, yüz verdiği hocalar da günlerini iyi geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

Padişah kellesi düşürmeye alışkın bir ocakta seçkinleşen, zekâsına ve palasına güvenen bir adam için böyle bir durumda saraya saygı gösterip eski devirlerin vazifeye âşık, mesleğine sadık ve ulufesine kani ustaları gibi yaşaması elbette akılsızlıktı.

Nakilci ahmak olmadı, ahmak görünmedi, kuru hükümlere kulak asmadı, kuvvetini verimli biçime sokmaktan geri kalmadı.

O, nasıl yaşadığını kısa bir lahza içinde Hüseyin’e de hissettirdi, delikanlıyı o devre göre en parlak şekilde süslenmiş, büyücek bir odaya soktuktan sonra hareme geçti, elbisesini değiştirerek sade bir entari ve kısa kollu bir haydari ile geri geldi, çarçabuk kurulmuş olan mükellef sofranın başına geçti.

“Di gel can!” dedi. “Yanıma otur. Nakilci’nin ne çeşit eğlendiğini gör!”

Çifte çifte uşaklar tepeden tırnağa göz ve kulak kesilerek onun vereceği işaretleri bekliyorlardı. Hovarda zorba kimini bir göz kırpışıyla, kimini bir parmak şıkırdatışıyla harekete geçirdi, üç beş dakika içinde karşısına bir saz takımı sıraladı, etrafına bir köçek heyeti topladı ve her şey hazırlandıktan sonra, ilk emri gene Hüseyin’e verdi:

“Kızıl suyu kevser et can. Elin nur olsun.”

Ömründe şarabın ne çeşit şey olduğunu sınamamış olan Hüseyin, bu emir üzerine kalktı, bir bardak doldurarak Nakilci’ye uzattı. O, kadehi ayağından tutan ve öyle sunan delikanlının işret işinde de pek toy olduğunu anlayarak gülümsüyordu. Koca bardağı iri pençesinin içine kapadıktan, bir elini yüreğine doğru koyarak boyun kırdıktan sonra duraladı:

“Beraber içelim.” dedi. “Zevk bundadır.”

Hüseyin, biraz kızardı ve kekeledi:

“Ben bunun tadını bilmem. İznin olursa gene bilmeyeyim.”

Nakilci tek bir kelime söyledi:

“İç!”

Fakat bu bir kelime değil, bir gülleydi. Dudaktan değil, top ağzından çıkmış gibi korkunç bir tınnetle saf delikanlının idraki ve iradesi üzerinde gürlemişti. Zavallı, beht59 içinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı.

“Kadehleri…” dedi. “Değiştirecektik. Karşılıklı içecektik. Sabırsızlandın, yolsuzluk ettin. Bir dahi böyle etme, yavaş davran!”

Hüseyin ne miskin ne korkaktı. Eskilerin harp ehli, darp ehli dedikleri soydan olmamasına, dövüşme ve vuruşma terbiyesi almış bulunmamasına rağmen, bileği kuvvetli, yüreği kuvvetli bir gençti. Fakat kanına düşen aşk kıvılcımı ona bir yandan feveran, bir yandan durgunluk veriyordu. Seher’i düşündükçe benliğinde ateşli bir tuğyan husule geldiği hâlde, ona taalluk etmeyen şeylere karşı -tabir caizse- daimî bir rükudet60 duyuyordu. Aynı zamanda henüz şuurlanmamış bir izzetinefis sahibi idi. Sövülmekten, dövülmekten son derece çekiniyordu. Kendi kuvvetini denememişti. Bu sebeple bakışlarının kuvvetini gözünde büyültüyor ve bizzat taşıdığı kuvvete itimatsızlık gösteriyordu. Onu -şu tereddütlü, şüpheli durumuyla-henüz uçma ve ava atılma tecrübesi yapmamış bir kartal yavrusuna benzetmek mümkündü. Kanadı, pençesi ve gagası vardı. Lakin bunları kullanmamıştı ve kullanmak için rehbere muhtaçtı.

İşte bu toyluk kendisini Nakilci’nin önünde sessiz ve hareketsiz bırakıyordu. Korkunç zorbanın hançer gibi keskin bakışları, sert konuşması, müsellah bir kalabalığa dayanan çalımı, şahsen de silaha bürünmüş bulunması bu sessizliğe ayrıca amil oluyordu.

Bununla beraber Seher’e kavuşmak için, Nakilci’den yardım beklemese ve Seher’e layık olmak imkânını o yardıma bağlı görmese saf delikanlının şu tahakkümlerden bir mert hamle ile sıyrılıvereceğine şüphe yoktu. Lakin Seher’i düşünmekten kurtulamadığı için iradesine sahip olamıyordu, ruhi bir beht içinde yuvarlanıp gidiyordu.

Nakilci, gerçekten zarif elbiselere sardığı köçeklerden her birini sofra başına çağırarak Hüseyin’e şarap verdirdi ve buna mukabil Hüseyin’i de kendine şarap sunmak hizmetinde kullandı. Fasılasız içiriyor ve içiyordu. Bundan ötürü çabuk sarhoşlandı, başından terliğini attı, sırtından haydariyi fırlattı, göğsünde açılmadık düğme bırakmadı ve narayı bastı: “Saz başlasın, köçekler oynasın!”

Şimdi, yaman bir curcuna yüz göstermişti. Ağayı memnun etmek için mızraplar telaş gösteriyor, yaylar uzanıp çekiliyor, teller gerilip esniyor, tefler çırpınıp dövünüyor, köçekler açılıp saçılıyordu. Nakilci ne tizden peste, pestten tize koşan saz takımının feryadına ne gümüş topukları yelpazeleyen renk renk eteklilerin yarattığı kavsikuzahlara61 ilgi gösteriyordu. Bir çift karabulutu andıran gözleri beyaz bir ufukta, Hüseyin’in yüzünde geziniyordu.

Delikanlı, kendi yaşında gençlerin yırtmaçlı entariler içinde şişkin eteklerini aça aça çılgın rüzgârlara tutulmuş yapraklar gibi fırıl fırıl dönmelerini hayretle seyrediyordu ve bu dönüş sırasında uçuşan kâküllerde, seyyal bir tebessüm zehabı uyandırarak açılıp kapanan dilim dilim beyazlıklarda Seher’den parçalar, nişaneler arıyordu.

Manzaradan hoşlanmıyordu. Fakat Seher’i düşünmesinde ahenkli bir vesile teşkil ettiği için gözlerini kapamıyordu. Zaten sahne onun hayatı bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Ömründe köçek görmemiş ve raksın bu kadar renklisini, çılgınını seyretmemişti. Bu sebeple de manzaraya alakalanıyordu.

Nakilci sık sık bu alakaya fasıla veriyor ve onu sakiliğe kaldırıyordu. Hüseyin genç ve dinç kafasındaki mukavemet kabiliyeti sayesinde uzun bir zaman kadehdaşına eş olmaktan geri kalmamıştı. Onunla kadeh tokuştura tokuştura şarap içtiği hâlde henüz sarhoş değildi. Fakat alkole karşı gösterdiği mukavemet gitgide azalmaya başladı, içinde bir değişiklik yüz gösterdi. Şimdi o da dönmek, ruhunu bir kasırgaya kaptırarak şu renkli halka içinde bir yaprak olmak istiyordu. Tavana asılı bir avize gibi yükseklerden ışık püsküren Seher’e doğru uçabilmek için böyle bir dönüşe lüzum görüyordu.

Nakilci ile bir kadeh daha tokuşturduktan sonra, düşüncesini açığa vurdu:

“Ağa!” dedi. “Ben de bu alaya katılacağım.”

Sarhoş zorbanın da düşüncesi zaten buydu, onu raksa kaldırmaktı. Delikanlının kendiliğinden böyle bir dilekte bulunması üzerine geniş geniş gülümsedi, şen şen homurdandı:

“Durduğun kabahat. Dön, sen de dön. Beynim gibi dön, yüreğim gibi dön.”

Şimdi, o, bir düzine yıldız arasında tek bir güneş gibi pırıl pırıl dolaşıyor, kaidesiz sıçrayışlarla ve nizamsız süzülüşlerle durmadan dönüyor, dönüyordu. Fakat her çılgın adım onun kafasında bir hercümerç yarattığı için, çok geçmeden sendelemeye başladı, dönmek kudretini kaybederek yalpalamaya girişti.

Nakilci, tam manasıyla sarhoş bulunmasına rağmen, bu vaziyeti sezmekte gecikmediğinden müdahaleye lüzum gördü:

“Yıkılacaksın Hüseyin. Oyunu artık bırak, yanıma gel.”

Ve ona bir bardak şarap daha sunarak dizlerinin dibine oturttu.

“Bugün…” dedi. “Kahvede okuduğun nefesi üfle.”

Hüseyin, ayılır gibi oldu. Çünkü istenilen nefeste Seher’in adı vardı ve onu benliğinin bütün kudretiyle haykırabileceğini düşünmek kendisine taze bir hayat, yepyeni bir zindelik vermişti. Bununla beraber tereddütten kendini alamadı. Babaların, ağaların yanında Seher’in adını diline almak yüzünden hissetmiş olduğu nedametin hatırası alkol dumanıyla dolu kafasında kımıldanmaya başlamıştı.

Nakilci onun tereddüdünü sezmediği hâlde, başka bir mülahaza ile sabırsızlık göstermiyordu, dalgın dalgın düşünüyordu. Sarhoşluğunu sert bir irade hamlesiyle yenip gizli mülahazalar yürüten korkunç zorba, uzunca bir sükûttan sonra başını kaldırdı ve nedimlerine, musahiplerine, dalkavuklarına yol veren bir hükümdar ağzıyla gürledi:

“Halvet!..”

Bu kelime büyülü bir nefes gibi bir lahza içinde odayı ıssızlattı. Sazendeler neylerini, tamburlarını, utlarını, deflerini, şeştarlarını, kanunlarını yakalayarak, köçekler de eteklerini toplayarak sessiz bir telaşla sofaya döküldü ve Nakilci ile Hüseyin baş başa kaldı. Delikanlı “halvet”in ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple o kalabalığın silinip kayboluşunu hayretle takip ediyordu. Aynı zamanda kaçışa benzeyen şu gidişe kendinin de iştirak edip etmeyeceğini kestiremediğinden üzüntülü bakışlarla Nakilci’den işaret bekliyordu.

Sarhoş zorba, gene dalgın bir durumla, yerinden kalkmıştı. Muvazenesini toplamaya çalışıyordu. Ayaklarının alkol yüklü bedenini taşıyacağına kanaat getirdikten sonra Hüseyin’in ellerine yapıştı:

“Nefesi…” dedi. “İçeride oku. Seni dinlemesini istediğim bir kuşum var. Bu nefesten o da haz alsın.”

Delikanlıyı birlikte yürüttü, iç içe odalardan geçirerek mabeyin adı verilen aralığın eşiğine getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı:

“Gir!” dedi. “Bu yol bizi hareme götürür!”

Sonra kötü kötü güldü:

“Harem dediğime bakıp da beni evli sanma. Omzuma nikâh yükü almadım. İmam duasıyla şeriat evine girmedim. Yalnız bir kafes kurup adını harem koydum. Kafeste her cinsten kuş bulunuyor: Serçeden bülbüle kadar her kuş!.. Hele kumral bir papağanım var ki eşini ne Hint’te bulursun ne İran’da. Bana mahsus, cenabıma mahsus, zatıma mahsus, Nakilci Hazretleri’ne mahsus!..”

Ve birden vahşileşti, Hüseyin’in ellerini kıracak kadar sıktı:

“Sana yan bakanın gözünü çıkarırım, ciğerini koparıp köpeklere atarım! Eğer sen de papağanıma kem gözle bakarsan aynı şeye uğrarsın! İlkin kör olursun, sonra kara toprağa gömülürsün! Nakilci’nin şakası yoktur! Bunu bil, ayağını denk al.”

O aralığın ilerisinden cıvıltılar duyuluyordu ve Hüseyin’e gerçekten bir kafes önünde bulunulduğu zehabını veriyordu. Delikanlı, Seher’in aşkıyla iliğine kadar dolu olduğu için ne o cıvıldayan ağızları merak ediyordu ne de Nakilci’nin korkunç tehdidinden mana seziyordu. Peri padişahının kızını yanına getirseler yüzüne bakacak değildi, güneşi kadın biçimine sokup önüne atsalar, değer verecek mevkide bulunmuyordu. Bu sebeple ve çok samimi bir sesle ağaya cevap verdi:

“Ne bülbülde gözüm var ne papağanda. Bana kendi gönlümün kuşu yeter!”

Zorba yeniçeri, sesindeki vahşi ahengi bozmadan tekrar etti:

“Benden söylemek, senden dinlemek. Başın sana gerekse sözümü unutmazsın!”

Hüseyin sustu ve koluna yapışan Nakilci’nin kılavuzluğuyla kafese girdi. Selamlık gibi burası da döşeliydi ve çok aydınlıktı. Şuradan buradan körpe körpe kızlar, beyaz ve siyah çehreler görünerek kaçışıyorlardı. Zorba, ilk varılan sofanın ortasında durdu, nara atar gibi bağırdı:

“Hey kızlar, hep çıkın! Yanımdaki yabancı değil. Kaça göçe lüzum yok.”

Evvelce cıvıltılarıyla, sonra da görünüp kaçışlarıyla varlıklarını belli eden halayıklar bu sert haykırış üzerine boy gösterdiler. Yerlere kadar eğilerek efendilerini selamladılar. Sayıları bir düzineden artıktı, renkleri de o kadar çeşitliydi. Fakat beyaz, kumral, sarı, siyah ve Habeşi olsun, hiçbirisi yaşça geçkin değildi ve hepsinde körpeliğin kıvraklığı gülümsüyordu.

Nakilci bu halayık mangasını mağrur bir bakışla süzdükten sonra içlerinden birine doğru parmağını uzattı:

“Nilüfer!” dedi. “Bu gece hizmetimize sen bakacaksın. Sofrayı hazırla. Papağana da söyle, giyinip süslensin. Çağırılır çağırılmaz yanıma gelsin!”

Kız “Başüstüne efem!” deyip süzülürken o, gene Hüseyin’in koluna girdi, büyücek bir odaya götürdü.

“Burası…” dedi. “Kafesin bir köşesidir. Ben kuşlarımı burada havalandırırım, burada sevip okşarım. Sen de burada öteceksin.”

Ve sarhoş bir gevezelikle uzun uzun anlattı:

“Sofada gördüğün kızlar, kul cinsidir. Para ile alınmışlardır. Yumruk hakkı, yiğitlik hakkı olarak kafese sokulan yosmalar başkadır. Onlar ayrı ayrı odalarda yaşarlar. Ben emredince yanıma gelirler. Demin haber yolladığım papağan o yosmaların başıdır.”

Kahkahalarla güldü, kasıklarını tuta tuta güldü, gözlerinden şarap dökülünceye kadar güldü ve kendini güçlükle toplayıp ilave etti:

“Papağanım yamandır. Bu sarayın başkadın efendisidir. Anlıyorsun, değil mi?.. Şevketlu hünkârın nasıl kadın efendileri varsa benim de var. Papağan da o takımın başı. Sultanların sultanı. Canımın canı, Şevketlu Nakilci’nin cananı… Kah kah kah… Kah kah kah… Kah kah kah…”

Nilüfer çevik hareketlerle çarçabuk bir sofra hazırlamıştı ve efendisiyle arkadaşının yeni baştan demlenmelerini mümkün kılmıştı. Nakilci, civelek kızı odada alıkoyarak sakiliğe sevk etti:

“Bu gece…” dedi. “Muhtasar bir ayin-i cem var. Şu oğlanın henüz ikrarı alınmadı amma yabancılığı giderildi. Baba benim, yasacı benim, her şey benim. Sen sade sakilik edeceksin. Sema sırası gelince kimlerin döneceğini gene ben söylerim.”62

Fakat Nilüfer’in dem tablasına63 ellerini koyup boyun kestikten sonra sunduğu kadehi içmedi, gene tablaya bıraktı ve birden korkunçlaşan gözlerini Hüseyin’e çevirdi.

“Sen…” dedi. “Gündüz farkında olmadın. Haydar Baba yolsuzluk etti, cezaya hak kazandı. Ben onu ölüme mahkûm ettim. Yakında göç borusunu çalıp yürüyecek!..”

Böğürür gibi gülüyor, öğürür gibi gülüyor ve boyuna gülüyordu. Çakırkeyif olan Hüseyin, gözü kan, dudakları kahkaha savuran bu adama baktıkça yüreğine bir titreme geldiğini seziyordu. Onun -eli öpülen, eteği öpülen- bir babayı ölüme mahkûm ettiğini güle güle söylemesinden bilhassa haşyet alıyordu, iç bulantısı duyuyordu.

Nakilci, neden sonra gülmesini kesti ve gözlerindeki vahşi parıltıyı giderdi.

“Senin yoluna…” dedi. “İlk kurban o oldu. Akıllı davran ki seni de bir başkasına kurban etmeyeyim.”

Mabeyin aralığındaki ihtarı tekrar etmek istiyordu, fakat Nilüfer’in yanında bu mevzuyu açığa vurmadı, kısa bir kahkaha daha savurarak şarap kadehine yapıştı:

“Haydi Hüseyin!” dedi. “Nur olsun. Çek!”

Ve kalın eliyle gür bıyıklarını silerek bir yastığa yaslandı, homurdandı:

“Nefesi oku. Ben ‘yeter’ deyinceye kadar oku!”

Nilüfer, dem tablasının biraz gerisinde el pençe divan duruyordu, Hüseyin de alkol dumanlarıyla dolu kafasının içini buluta sarılı bir mehtap gibi kaplayan Seher’i seyrede ede okuyordu:

Gel benim sarı tamburamSen niçin inilersin?İçim oyuk, derdim büyükSeher diyu inilerim!

Nakilci, besteden ziyade güfteye alaka gösteriyordu, sesin ahenginden derin surette zevk almakla beraber kelimeleri tartar gibi görünüyordu. Hele Hüseyin’in ağzında Seher ismi belirdikçe garip bir uyanıklıkla gözlerini açıyor ve o kelimenin mefhumunu delikanlının dişlerinde arıyormuş gibi, bakışlarına avcı hassasiyeti takıyordu.

O üç kişilik mecliste şuuruna yegâne sahip kalan saki kız, efendisinin bu durumunu yan gözle murakabeden geri durmuyor ve aynı zamanda Hüseyin’in güzelliklerini derece derece ölçüyordu. Bütün ev halkını -dişili, erkekli- sarhoş etmekten zevk alan Nakilci, bu gece -pek fazla kaçırmış yahut karışık hülyalara kapılmış olmalı ki- oda hizmetine seçerek sakiliğe sevk ettiği şu körpe kıza şarap içirmemişti, öyle bir teklifte bulunmamıştı. Hâlbuki Nilüfer, ömründe belki ilk defa dumanlara bürünmek, idrakini ve iradesini kaybedip yerlerde sürünmek iştiyakındaydı. Hüseyin’in saçlarına baktıkça bu iştiyakı, ta yüreğinin içinde tel tel titremeye başlıyor; Hüseyin’in gözlerine gözleri kaydıkça, gene o iştiyak dudaklarında alevli bir iştiha hâlini alıyor; delikanlının sesi ise o iştihayı yelpazeleye yelpazeleye yangın hâline getiriyordu.

Nakilci’nin tek erkek ve sayısız kadın sistemine bağlı harem eğlenceleri iftarı kıt bir oruç hayatı yarattığından Nilüfer’le arkadaşları hep rüya ile tagaddi etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Lakin o gıda, fâni bir teselli olmaktan ileri gidemiyordu ve zevk sofrasına daima aç oturup gene aç kalkan bu kızlar, bir lokma aşk için manasız hülyalara keşkül uzata uzata ömür tüketiyorlardı.

O evde erkeklerin çoğaldığı da görülmez değildi. Babalar, ağalar ve köçekler ara sıra hareme sokularak âlemler yapılırdı. Fakat Nakilci’nin huzurunda her erkek cinsî vasıflarını inkâr eder gibi bir duruma büründüğü için tek erkek ve sayısız kadın sisteminde değişiklik hissolunmazdı. O sebeple Nilüfer ve arkadaşları misafir ağırlamayı tatsız bulurlar ve yalnız Nakilci’nin sıkletine tahammül etmeyi tercih ederlerdi.

Bu geceki konuk öbür misafirlere benzemiyordu. Güzellik bakımından taşıdığı fevkaladelikle beraber Nakilci’ye karşı serbest de bulunuyordu. Nilüfer, onun ya toyluktan ya nefsine güvenden doğan bu kayıtsızlığını sezdi, ondan bir şeyler ummaya başladı. Başka misafirler gibi cinsiyetini inkâr etmeyeceğine zahip olduğu bu delikanlıya şimdi kendini beğendirmek kaygısındaydı, buna muvaffak olursa kendini aylardan beri rahatsız eden tek erkek ve sayısız kadın sisteminden öç alabileceğini ümit ediyordu.

Bakışlarını, fakat hiçbirine sezdirmeden, iki erkek üzerinde nöbetle dolaştırarak bu hesapları yürütürken Nakilci’nin müsamaha tanımayan vahşi hiddetlerini, şiddetlerini hatırladı, bir günah saati yaratmak emelinden feragat eder gibi oldu. Nakilci, misafirlerden birine gülerek baktığı için bir genç halayığı sepete koyarak yirmi dört saat kuyuda bırakmış, kadeh sunan halayığın parmağını sıktığı için de bir köçeği hadım kılığına sokmuştu.

bannerbanner