Полная версия:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Hüseyin ne ayaklarına yapışan ipek dişleri ne kendi endamını kucaktan kucağa devreden aynaları ne yaldızlı tavanlarda gülümseyen yıldızları görüyordu. Siyah ve simsiyah bir dehlizde yuvarlandığını kuruntulayarak kılavuzlarını takip ediyordu.
Sofaları bu kör adımlarla geçti, merdivenleri bu ızdıraplı sezişle tırmandı, ne renk ve ne nur hissetmeden yürüdü, büyük bir salonun kapısına kadar cesedini sürükledi. Önünde girdaplar, uçurumlar açılsa farkında olmayacaktı ve damarları yarılıp bütün kanı akıtılsa belki duymayacaktı. Şuuru dumur hâlindeydi, beyni kurumuş gibiydi.
O büyük salonun kapısı önünde kendisine “Dur!” denildi. Bu kelime, buz üzerine düşen bir ateş damlası gibi, onun müncemit36 dimağında bir uyanıklık yarattı, kurumuş görünen hücrelere hareket geldi, korkunun perdelediği gözler açıldı ve âşık delikanlı muhitini gördü.
Nur içinde, yaldız içinde, sırma içinde, ipek içinde kurulu bir yuva!.. Fakat bu yuvada gezen, dolaşan, yatıp kalkan ve kükreyen mahluku düşündükçe gene şuurunu kaybetmeye başlıyordu, için için titriyordu.
Bir aralık göz bebeklerinde Seher belirdi, yüreğine -ölüm endişesinden de üstün görünen- bir acı çöktü. Onun sesini bir kere daha duymadan ebedî sessizliğe düşmek idrakini sarsıyor, kanına zehir bulaştırıyordu. Sevdiği kadın orada bulunup da mukadder görünen ölümü bir buse hâlinde dudaklarına bıraksa belki gençliğine acımayacak ve o busenin tadını taşıya taşıya sonsuz uykunun şafağını beklemeye dayanacaktı.
Şimdi bu hüsranın, bu mahrumiyetin de elemini yaşıyordu. Nemlenen gözlerini kalbine çevirerek yaşlarını orada oturan Seher’in gül yanaklarına akıtıyordu. İşte bu sırada bir adam geldi:
“Delikanlı!” dedi. “Ardıma düş. Şevketlu hünkârın huzuruna çıkacaksın. Alıklık edip de kelleni tehlikeye düşürme. İlkin yer öp, sonra efendimizin mübarek ayaklarına yüz sür. Kulağını da aç. Ne sorarlarsa edeple cevap ver!”
Kurtla kuzunun, şahinle serçenin, aslanla tavşanın karşılaşması neyse Hüseyin’le Sultan Mahmut’un yüz yüze gelmesi de oydu. Yahut âşık delikanlının kanaati böyleydi. Onun için bir kuzu gibi büzüldü, bir serçe gibi küçüldü, bir tavşan gibi sersemleşti, titreye titreye salona girdi.
Önüne, daha doğrusu ayaklarının dibinde derinleşe derinleşe açılan uçuruma bakıyordu, gözü karara karara adım atıyordu. Arkasında bulunan uşak “Yer öp.” diye fısıldayınca ihtiyarsız diz çöktü, kenarına çömeldiğini kuruntuladığı uçurumun kenarını öper gibi dudaklarını halıya sürdü. Sonra sendeleyerek kalktı, bir fısıltının sevkiyle ilerleyerek padişahın ayağını öptü, geri geri çekildi. Şimdi uçurumu arkasında ve kendini oraya itecek adımı önünde görerek sukut37 dakikasını bekliyordu.
Fakat bu korkular, bu endişeler, bu öldürücü telaşlar boş çıktı. Kurt, şahin ve aslan sanılan mahluk nazik bir insan ağzı kullandı, tatlı bir dille konuştu:
“Adın…” dedi. “Nedir delikanlı?”
Ensesinde dolaştığını kuruntuladığı ölümün birdenbire uzaklaştığını sezen Hüseyin, sevimli bir hayretle gözlerini açtı, mesut bir bönlükle hünkârın gülümseyen yüzüne baktı ve cevap verdi:
“Hüseyin!”
“Nerelisin?”
“Anadolu uşağıyım.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Gülhane’de bahçıvanım.”
“Şarkı okumayı kimden öğrendin?”
“Şundan bundan.”
“Demek üzerinde hoca hakkı yok. Buna acıdım. Eğer ders alıp terbiye görseydin, bu yaşta yüksek bir hanende olurdun. Çünkü sesin güzel, hem de çok güzel.”
Ve bir nebze düşündükten sonra Hüseyin’e odanın bir köşesini gösterdi.
“Bunlarla alışverişin var mı?”
İşaret ettiği yerden şahtan girifte kadar boy boy neyler, renk renk tamburlar, çeşit çeşit defler vardı. Hüseyin, başını salladı:
“Hayır efendim. Saz bilmem.”
“Bu da senin için bir eksikliktir. Tanrı’nın verdiği nimetin kadrini bilmek, üşenmeden çalışmak gerek. Saza uymayan ses, tene yakışmayan yelek gibidir. Güzel de olsa hoşa gitmez. Seni ben yetiştirmek isterim.”
Hüseyin saray âdetlerini bilmediği için bu büyük iltifata karşı usulü dairesinde teşekkür edemedi, sadece gülümsedi. Sultan Mahmut da onun masum cehlini gözden kaçırmayarak tebessüm etti ve emir verdi: “Haydi bir şarkı oku. Bakalım sesin sokaktan aksettiği gibi güzel mi?”
Delikanlı, gene göz bebeklerine yapışan Seher’i bir ruh kucaklayışıyla sarıp yüreğine yatırdıktan sonra birkaç gece evvel Kara Süleyman’ın evinde okuduğu Derviş Ömer bestesini -fakat halk şairi Âşık güftesiyle- terennüme girişti:
Kuğumu yâre gönderdimKuğum eğlendi, gelmediSelâmetle gelir, dedimMusa’m eğlendi, gelmedi.Hep kuğusun buldu ellerGözetir gözlerim yollarIssız kaldı bizim yerlerMusa’m eğlendi, gelmedi.Hünkâr hem şevkle hem hüzünle dinliyordu. Şevk, Hüseyin’in gerçekten latif olan sesinden; hüzün de okunan bestenin bir saray faciasını hatırlatmasından ileri geliyordu.
Hikâyemizin başlangıcında işaret edildiği üzere Musa Çelebi, Dördüncü Sultan Murat’ın gözdesiydi, askerî bir ayaklanma sırasında öldürtmüştü. İkinci Mahmut, ocaklının padişah yüreğindeki aşklara kadar el uzatabileceğini kanlı surette ispat eden bu vakıayı şu saf gencin ağzından canlanmış görerek elemli bir heyecana kapılmıştı. Sesin güzelliğinden aldığı hazla bu elem birbirine karışarak onu garip bir sarsıntıya uğratıyordu. Şu varsağıyı başka birisi okusaydı Sultan Mahmut, şüphe yok ki, gazaba gelirdi. Çünkü kazanın tahta tahakkümünü tevsik eden38 herhangi bir sözü ona işittirmek, kendisinin de ocaklıya mahkûmiyetini sezdirmek demekti. Padişahlık gururunun ise böyle bir telmihe, imaya ve işarete tahammül etmesi imkânsızdı.
Fakat o, sokaktan yakalatarak huzuruna getirttiği şu delikanlının Dördüncü Murat’la ocaklı arasındaki çarpışmalardan, Musa Çelebi’nin ölümünden bihaber olduğuna şüphe etmiyordu ve Hüseyin’in tekellüm değil, terennüm ettiğini apaçık görüyordu. Bununla beraber, içinde bir feveran ihtiyacı uyanmış gibiydi. Dördüncü Murat’ın kalbinden bir aşk söküp çıkaran yeniçerilerin kendi ömründen de birçok şeyler koparmaktan çekinmeyeceklerini düşünerek için için köpürüyordu.
Ses, Hüseyin’in sesi, derece derece gürleştiği için bu elemli mülahazalar da yavaş yavaş söndü ve padişah yalnız sanat sevgisinden doğan şevke mağlup kaldı.
İkinci Mahmut, sırası geldiği için söyleyelim, musikide üstat menzilesine erenlerdendi. Üçüncü Sultan Selim’den tambur, Kazasker Mustafa İzzet’ten ney çalmayı öğrenmişti. Dede Efendiler, Tellalzadeler, Müezzinbaşı Şakir Ağalar onun devrinde kıymet ve şöhret bulmuşlardı. Rahmetli Rauf Yekta, İkinci Mahmut’un musikideki mevkisini tahlil ve tespit için yazdığı uzun bir bentte onun yirmi bir bestesinden bahseder ve muhtelif makamlarda vücuda getirilmiş olan bu eserlerin – tavru seyr bakımından- çok parlak olduklarını söyler.
İşte bu sanat sevgisi yüzündendir ki o, Gülhaneli Hüseyin’i de candan bir incizap ve hakiki bir istiğrakla dinliyordu. Gene bu sevgi sebebiyle delikanlı hakkında lütufkâr olmayı tasarlayarak ilk okuduğu varsağı ile tel kırmış olmasına müsamaha gösteriyordu.
Hüseyin bir iki terennümden sonra birden hüzzam makamına geçerek kendisinin bestelediği “Gülizara gel ey servinaz / Gül koncasın açıl biraz” nakaratlı şarkıyı okumaya başlaması üzerine şevkine neşe, neşesine şetaret karıştı ve kendini tutamayarak bağırdı:
“Pir ol be çocuk, enikonu bülbülleştin, benim şarkımla beni sarhoşlattın!”
Hüseyin bu iltifatları duyacak durumda değildi. Dudağını gene Seher’in dudaklarına kapamıştı, onun nefesini içtiğini tevehhüm ederek ve her nefeste biraz daha alevlenerek boyuna beste haykırıyordu. Terennümde hiçbir usule bağlı görünmüyordu. Yerden göğe çıkar ve gökten yere iner gibi uçuşlar ve inişler ile makamdan makama geçiyordu. Fakat bu avarelikte en şuh bir kanaryanın, en aşüfte bir bülbülün kıvraklığı belli oluyordu ve İkinci Mahmut’u mest eden de onun sesindeki nizamsız ahenkti.
Delikanlı işte bu durumda birçok şeyler okudu, kana kana kalbini söyletti. Padişah da o kalbin gamlı iniltilerini sönmez bir şevk, doymak bilmez bir iştiha ile dinledi ve gencin yorulduğunu sezince yerinden kalktı.
“Bu gece için…” dedi. “Bu kadar yeter. Sesini insafsızca israf etmeyelim. Tanrı’nın günü de gecesi de çok. Seni gene getirtirim, söyletirim. Şimdi var, dinlen.”
Ve el çırparak bir harem ağası çağırdı, emir verdi:
“Ömer Ağa’yı çağır!”
Biraz sonra sert yüzlü, hoyrat bakışlı, geçkince bir adam içeri girdi. Laubalice selam verdi.
“Neredeyse…” dedi. “Horozlar ötecek. Siz gene ayaktasınız. Şarkı okutuyorsunuz. Hiç mi canınıza acımazsınız. Hiç mi vücudunuza bakmazsınız. Nedir nefsinize bu zulüm?”
Hünkâr gülümsedi, kaba adamı okşamak ister gibi davrandı, tatlı bir sesle cevap verdi:
“Eğlenmek de lazım ağa. Padişahlar dahi dünyaya bir kez geliyor. Fırsat elde iken, can tende iken biraz gülmeyelim mi?.. İşte bu geceyi de şu gencin sesine feda ettik.”
Sultan Mahmut üzerinde çok büyük nüfuz sahibi olan Başçuhadar Ömer Ağa sert gözlerini Hüseyin’in üzerine çevirdi, uzun uzun süzdükten sonra padişaha döndü:
“Sokaktan ses devşirmek bidatini de siz çıkardınız. Evvelden bu şeref has odalılara verilirdi. Şimdi dağdan gelen, bağdan gelen huzura çıkıp şarkı okumak yolunu buluyor, ağlamamak kabil mi?”
Hünkârın kaşları çatıldı, bakışı tatsızlaştı:
“Ben ne dilersem kanun odur! Sen boş lafı koy da emirlerimi dinle!
Ve Hüseyin’i göstererek sözüne devam etti:
“Bu delikanlıyı yetiştirmek isterim. Yüzü temiz, sesi temiz bir genç. İyi terbiye görürse pırlantalaşır, hizmetime layık bir kıymet alır. Onu sen, seferli koğuşuna yazdır. Ehliyetli bir eskiye yamak ver. Terbiyesine dikkat edilmesini tembih et. Ben de Dede Efendi’ye söylerim, sesini terbiye ettiririm.”
Hoşnutsuzluğunu saklayamayan başçuhadarla eğlenmek istediğinden gülümseye gülümseye ilave etti:
“Hoşuma giden şu genç, senin himmetinle yetişirse seferliden has odaya geçer, bir gün çuhadarlığa yükselir. Bu suretle kanun dediğin, usul dediğin köhnelik de bozulmamış olur. Haydi al emaneti götür!”
Bu, gerçekten umulmaz bir ikram idi. Çünkü çuhadarlar, rikaptarlar, tülbent ağaları, peşkir ağaları gibi padişahın en hususi hizmetlerini gören ve onunla gece gündüz temasta bulunan kimseler has odada yetişirlerdi. Has odaya ise sarayın seferli ve kilerli koğuşlarından terbiye görenlerin seçkinleri alınırdı. İkinci Mahmut, şu iradesiyle güzel sesli Hüseyin’i işte böyle parlak bir istikbale namzet kılıyordu ve bu lütuf, değme bahtı yâr olanlara o devirde nasip olan nimetlerden değildi.
Seher’in âşığı -Gülhane’de çalışmak dolayısıyla- seferli koğuşuna yazılmanın ne demek olduğunu bilirdi. Ondan ötürü mütehayyir bir sevinçle hünkârın iradesini dinledi, başçuhadarın gayrimemnun bir sesle “Yürü bakalım delikanlı. Seni de bir sınayalım.” diyerek kapıyı göstermesi üzerine, sessiz bir sevinç içinde ayrıldı.
Sevinç saray adamları arasına karışmasından değil, bu haysiyetle Seher’e daha hoş görüneceğini tahmin etmesindendi. Sevgilisi eski bir baştebdilin karısıydı. Yarın mabeyinci ve belki mutasarrıf, vali olabilecek bir gençle işsiz bir baştebdil arasında ise -her kadın beynini döndürecek- mesafeler vardı. Hüseyin, işte bu uzun mesafeleri şişkin bir Hint kumaşını arşın arşın çözer gibi Seher’in gözü önüne yayarak yepyeni bir kıymet ve taptaze bir ehemmiyet almak istiyordu.
Bu hülya ile hünkârın huzurundan çıktı, bu hülya ile Çırağan Köşkü’nde gösterilen köşeye büzüldü, bu hülya ile gecenin son saatlerini geçirdi ve gene bu hülya ile Topkapı Sarayı’na giderek yeni hayata atıldı.
Kendisini seferli koğuşuna yollayan Başçuhadar Ömer Ağa’dan küçük bir nezaket görmemiş, tek bir tatlı söz işitmemişti. Herif, sokaktan alınmış bir avuç toprağın asil özlü elmaslar arasına konulmak istenmesini bir türlü hazmedemeyerek boyuna homurdanmıştı. Hüseyin, hayalinde açılan ufuklara ruhunu kaptırdığı için sert ve kaba mabeyincinin bu durumuyla ilgilenmedi, hep o ufukları dolaşarak Çırağan’dan Topkapı Sarayı’na geldi.
Koğuş hayatı, başçuhadarın yüzü gibi, sertti. Orada ulu orta gülünemezdi, hatta gelişigüzel yürünemezdi. Bakmanın, konuşmanın, yürümenin, oturup kalkmanın muayyen39 usulleri, madde madde kanunlaştırılmış ve mikyasa bağlanmış şekilleri vardı.
Hüseyin daha ilk saat içinde o hayatın sertliğini anladı. Bacaklarına al çakşır, sırtına entari, onun üstüne göğsü düğmeli kaftan, başına yaldızlı takke giydirilip, beline som sırma kemer bağlanıp da koğuş eskilerinden birinin önüne oturtulduğu, saray ananelerine taalluk eden ilk dersi aldığı dakikada vaziyeti kavramıştı. Fakat memnundu, mesuttu, sevincinden kabına sığamıyordu. Çünkü Seher’ine bu yeni hayat ile mutlaka şirin görüneceğini umuyordu.
Tarih kitaplarında yazılı olduğu üzere, seferli koğuşu “Enderun” denilen saray mektebinin iptidai sınıflarını ihtiva eden bir müessese idi. Evvelce bu koğuşa küçük oda denilirken Birinci Ahmet devrinde “seferli” adı verildi. Koğuşlular, müsamahasız bir disiplin altında din dersleri alırlar ve ayrıca Arabi, Farisi okurlardı. Yazıya bilhassa ehemmiyet verilerek şakirtlerin usta bir hattat gibi yetişmesine çalışılırdı.
Seferlilere davul çalmak, sarık sarmak, eşya temizlemek, berberlik yapmak da öğretilirdi. Yere tükürenlerin, öksürürken mendillerini ağızlarına götürmeyenlerin, elbiselerini kirletenlerin cezalandırılmasında hiç ihmal edilmezdi. Bu cezalar azarlamadan başlayarak falakaya kadar çıkardı.
Hüseyin’e, mürebbi olarak seçilen ağa bütün bu esasları anlattı, bir saraylının kendinden bir derece yüksek olana karşı köle durumunda bulunduğunu -unutulmasına imkân olmayacak şekilde- öğretti, sonra elinden tutup yatacağı yere götürdü.
“Burada…” dedi. “Uyuyacaksın. Lakin biz bir anda yatar, bir anda kalkarız. Düşünmekte, duymakta, görmekte olduğu gibi, yemekte, içmekte, yatıp kalkmakta da ayrılık gayrılık yoktur. Gözlerimiz beraber kapanır, beraber açılır. Anladın mı ağa?..”
Ağa?.. Başlı başına bir kıymet ifade eden bu kelimenin kendine hitap edilerek söylendiğini ilk defa duyuyordu. Daha dün “Hüseyin” diye çağırılıyordu, eline bir bel verilerek sabahtan akşama kadar adi bir ırgat gibi çalıştırılıyordu. Cismi gibi ismi de kıymetsizdi. Fakat şimdi padişah sarayında “ağa” olarak tanılıyor ve anılıyordu.
Hüseyin bu neşe ile bütün gece uykusuz kaldı. Fakat yalnız olmadığı için neşesine öksüzlük bulaşmadı. Uzandığı yerden Kervan yıldızını seyir ile oyalandı. Bu yıldız ona Seher’in yüzüyle görünüyordu ve bir aşk tebessümü hâlinde pırıldıyordu.40
Sabah namazına kalkan koğuşlular, yeni arkadaşlarını kendilerinden daha diri, daha şen bulmuşlardı. Çünkü bütün gece batıda ışıldayan Seher yüzlü aşk tebessümü şimdi doğuda açılıp saçılıyordu ve Hüseyin, gökyüzünde dolaşarak, kendisine arkadaşlık eden bu yıldızdan aldığı şevk ile kıvrak bir kıvılcım neşesi gösteriyordu.
Hüseyin o gün yeni hayatına biraz daha ısındı. Hele öğleden sonra “gidiş” olacağı haberi gelmek yüzünden Enderun’da başlayan hummalı hazırlıkları seyre fırsat bulduğundan heyecanlı bir saat yaşadı.
O devirlerde padişahların geziye çıkmalarına “gidiş” denilmekte olup bu münasebetle tantanalı merasim yapılırdı. Enderun takımı o tantananın en canlı unsurları idi. Başlarına, tepeleri eğri ve kafaya geçecek tarafı kırmızı çuhayla kaplı, üstü dört parmak sırma işlemeli ve bir karış uzunluğunda beyaz tüylü külah, sırtlarına parlak geziden yapılma entari, ayaklarına kırmızı çakşır ve sarı çizme giyen, bellerine kırmızı poşu sarınan, omuzlarına birer yeşil şal atan solaklar; gümüşten yaldızlı taslarıyla, derviş teberleri biçimindeki iki taraflı uzun kılıçlarıyla, etekleri saçaklı telli su kaftanlarıyla, mavi çakşırlarıyla, değirmi paftalı som gümüş kemerleriyle peykler; mahrut biçiminde sivri külahlı, kırmızı dolamalı, şeştari kumaştan entarili, gümüş değnekli hasekiler ve her biri başka biçimde giyinmiş olan silahtar, rikaptar, çuhadar, hazinedar ağalar, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar, kozbekçiler, kapıcılar gidiş merasimine çeşitli bir pırıltı ve pırıltılı bir dalgalanış verirdi.
Hüseyin Topkapı’dan Çırağan’a giden bu alayı hayran hayran seyretti. Bir gün kendinin de şu yaldız seli içinde bir parlak katre, bu canlı akış arasında görülüp sezilecek bir nokta olacağını düşünerek heyecanlandı. Sonra bir yol bularak kiler ve hazine koğuşlarında ağaların yaptıkları okçuluk temrinlerini, binicilik talimlerini, testiye nişan alma hünerlerini seyretti ve mesut bir gün geçirdiğine iman getirerek, yarın için geniş ümitler besleyerek yerine döndü.
O gece Kervan yıldızını rüyada gördü. Yatağa girer girmez maddi ve manevi yorgunluktan gözleri kapanmıştı ve hemen rüya başlamıştı. Gökten yere süzülüp kendi yanına gelen ve bir çırpınışta Seher kıyafetine giren Kervan yıldızı boyuna konuşuyor ve boyuna çılgınlıklar yapıyordu.
Arkadaşlarından birinin sert bir dokunmasıyla gözünü açtığı vakit bitkin bir durumdaydı, erinip gerinerek rüyasının tenine sardığı haz zincirinden kurtulmaya çalışıyordu. Hamama güçlükle gitti, mescitte güçlükle ibadetini yaptı, sofrada güçlükle midesine ilgi gösterdi ve mürebbisinin verdiği dersi güçlükle dinledi. İdraki hep gökten yatağına düşen Kervan yıldızına bağlıydı.
Şimdi ağalık zevki, saray hayatındaki çeşitli ve haşmetli renk, yarından umduğu kademe kademe kazanç gözünden silinmişti ve bütün benliği Seher’in cazibesine kapılmıştı. Yalnız onu düşünüyor, onu özlüyor, onu istiyordu.
Öğleye kadar böyle melul ve müştak dolaştı. Üsküdar’a geçerek Seher’in kapısını çalabilmek hülyasıyla köşeden köşeye süründü, izin alabilmek için çareler aradı ve bir şeye karar veremeyince kuytu bir noktaya çekilip ağlamaya koyuldu.
Artık solaklara, peyklere, hasekilere, kapıcılara, rikap ağalarına imrenmiyordu. Dün el değdirmekten iğrendiği bahçıvan beli, şimdi kendine bu saray adamlarının taşıdıkları gümüş değneklerden, zarif kılıçlardan çok daha cazip ve tatlı görünüyordu. Enderun’da salına salına gezmektense Gülhane’de terleye terleye toprak bellemeyi nimet telakki ediyordu. Çünkü o beli bırakıp Seher’in eşiğine koşmak mümkündü, Enderun’dan çıkmak müşküldü.
Hüseyin, marazi bir teheyyüçten başka bir şey olmayan bu sinir bozukluğu içinde uzun bir müddet uğundu, bol bol gözyaşı döktü ve bir seferlinin “Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa, seni Çırağan’dan istiyorlar!” diye bağırdığını duyuncaya kadar kapandığı köşede münzevi kaldı.
Verilen haber doğruydu. Çırağan Kasrı’ndan gelen bir baltacı, Hüseyin’in hemen kendine katılarak oraya gönderilmesini söylemişti. Delikanlı, bu davetin huzurda şarkı söyletilmek için yapıldığına zahip olduğundan ilkin somurttu. Çünkü terennüm için yüreğinde küçük bir istek yoktu. Şen şen bağırmak değil, bağıra bağıra ağlamak ihtiyacı duyuyordu. Lakin padişahın önünde üç beş şarkı okuduktan sonra Üsküdar’a geçmek için izin koparabileceğini düşününce somurtkanlığı geçti, çarçabuk hazırlandı, baltacının yanına katılıp yola düzüldü.
Fakat Çırağan’da hünkârın huzuruna çıkarılmadı, Başçuhadar Ömer Ağa’nın yanına götürüldü. Sert saraylı üç gece evveline nispetle daha hoyrat görünüyordu, dudakları -kirli bir kin vesikası gibi, sırıtan deve dudaklarını andırır şekilde- sarkıktı. Hüseyin’i görür görmez çöktüğü yerden yamrı yumru bedeninin nispetsizliklerle dolu eğri büğrülüğünü çalkalandıra çalkalandıra kalkmaya çalışan bir deve gibi uzanıp kısıldı, kısalıp uzandı, sonra boynunu gerdi, böğürdü:
“Bre düztaban, beğendin mi başımıza açtığın işi?”
Delikanlı bön bön baktı, garip garip yutkundu ve sustu. Şu deve dudaklı, deve bakışlı ve deve sesli adamın böğürüşünden bir mana çıkaramamış, hakiki bir sersemliğe kapılmıştı. Ömer Ağa, üzerine yayıldığı minderde gene kıvrılıp yayılarak ve yayılıp kıvrılarak böğürmekte devam etti:
“Başı kesilecek horozlar gibi gece yarısı ciyak ciyak ötersin, şevketlu hünkâra sesini acındırırsın, saray kanunlarını bozdurup kendini Enderun’a kapılandırırsın. Bizi de derde sokarsın.”
Ve birden sesini yükseltti:
“Enderun ayaktakımı yeri değil. Oraya soyu sopu belli olanlar, kişizadeler girer. Sen dağdan inip o güzel bağa sokuldun. Ocaklıyı homurdattın. Şevketlu hünkâr senin bir pul etmeyen hatırın için kullarını gücendirecek değil a. İşte ferman buyurdu, pabucunu eline veriyoruz.”
Hüseyin yabancı bir dille konuştuğunu sandığı başçuhadarın yüzüne bakmakta ve yutkunmakta devam ediyordu. Herif, yersiz ve sebepsiz kinini doya doya tükürdüğüne kanaat getirdiği için şimdi hain bir neşe sezdiriyordu, böğürmeyi bırakarak sükûnetle konuşmaya başlamıştı. Onun, tatmin olunmuş bir hıncın hazzını sezdire sezdire anlattığına göre, yeniçeri ustaları bir bahçıvan yamağının Enderun’a alınmasını kanuna aykırı gördüklerinden padişah nezdinde teşebbüsler yapmışlar ve bu hatanın düzeltilmesini iştemişlermiş. Padişah da ocaklı kullarının dileklerini reddetmeyi şanına layık görmeyerek Hüseyin’in Enderun’dan çıkarılmasını emretmiş imiş!
Başçuhadar Ömer Ağa hikâyesinin bu noktasında gene can sıkıntısına kapıldı, yüzünü ekşitti.
“Fakat…” dedi. “Yıldızın gene uyanıkmış, şevketlu efendimiz seni bir ip, bir külah bırakmıyorlar. Merhamet buyurup sana yüz kuruş aylık bağlıyorlar. Defterdara git, dirlik tezkeresini al. Koğuştan da yatağını sırtla. Bir köşeye çekilip efendimizin sağlığına dua eyle.”
Ve eliyle kapıyı göstererek haykırdı:
“Haydi, yürü! Bir daha buralarda görünme!”41
Hüseyin sersem sersem Çırağan’dan çıktı, sersem sersem Topkapı’ya geldi, üç gün süren ağalığının yadigârı olarak ihsan olunan yatağı omuzlayarak ve bir lahzada hazırlanan aylık beratını koynuna koyarak gene sersem sersem sokağa düştü.
O sabah Enderun gözüne kasvetli görünüyor ve oradan ayrılıp Seher’e kavuşmak için yol arıyordu. Fakat şimdi elemli idi. Çünkü nefsini Seher’e şirin gösterecek ağalık elden gitmişti. Kapı dışarı edilmiş bir uşak durumundaydı. Nefsinde sönmüş bir mum, durmuş bir yürek meskeneti seziyor ve utanıyordu.
Bununla beraber, yürümek, bir yere sığınmak ihtiyacını da duymaktan geri kalamıyordu. Sırtında döşek, saray kapısı önünde direnip duramazdı. Onun için, gözleri nemlene nemlene Ayasofya istikametinde yürüdü, Divanyolu’na kıvrıldı.
Bir bekâr odası bulmak yahut bir kahve köşesi kiralamak istiyordu. Irgat pazarında böyle odalar, köşeler bulunduğunu duyduğundan yatağını, yorganını sürüye sürüye o tarafa doğru gidiyordu.
İşte bu gidiş sırasında sokakların birinden Divanyolu’na bir kalabalığın dökülmeye başladığını gördü, Firuzağa Camisi’nin dış kapısı içine yükünü bırakarak seyre daldı.
Bu bir alaydı. Lakin Hüseyin’in görmediği, adını ve mahiyetini bilmediği alaylardan olup daha dün seyrettiği gidiş mevkibine benzemiyordu. Onun gibi vakur, süslü ve tantanalı değildi. Lakin hareket ve canlılık bakımından daha üstün görünüyordu. Belki heybet itibarıyla da saraylıların cemiyetinden üstündü. Zira bu alayda ses vardı, heyecan vardı ve bilhassa silah vardı.
Delikanlı, duvar diplerine sıralanarak geçenleri seyre girişen halkın gözünde merakla korkunun iştirakini sezdiğinden alaya daha fazla ilgi gösterdi, bütün idrakini şahlandırarak kalabalıktaki sırrı keşfe savaştı. Önde, en önde iki sıra üzerine yürüyen yüz yeniçeri ona bir mana ifade etmedi. Lakin kollarında deveden file kadar birçok hayvan ve çadırdan gemiye kadar birçok eşya resmi işlenmiş olan bu adamların tepeden tırnağa silahlı bulunmaları, bakışlarında yürekler titreten bir heybet pırıldaması hoşuna gitti. Yeniçerilerin elbiseleri saraylılarınki kadar zengin ve rengin değildi. Fakat o üsküfler, o kalafatlar, o börkler, o sarıklı kavuklar, o renk renk kaftanlar, entariler, şalvarlar, saltalar, tozluklar, yemeniler bu gürbüz insanların sırtında tunçtan, çelikten dökülmüşler gibi bambaşka bir mana alıyordu.
Yeniçerilerin arkasından gene ocaklı oldukları anlaşılan dev cüsseli iki adam göründü. Bunlar, iki elinin üstünde sekiz on renge boyanmış, bol yaldıza bulanmış bir tahta taşıyan başkarakullukçu kılıklı bir adama yol açıyorlardı. Tahtanın üzerinde keskin yaldızla işlenmiş bir merdiven resmi, onun alt yanında da 50 rakamı görülüyordu.
Fakat garabet tahtada, resimde, rakamda olmayıp onu taşıyan başkarakullukçunun takındığı tavırdaydı. Herif mukaddes bir kitap veya aziz şahsiyetlere ait bir nesne götürüyormuş gibi bariz bir huşu içindeydi. Mukaddes bir emaneti gene mukaddes bir makama götürdüğünü hissettire ettire ve mabette yürüdüğü zehabını uyandıra uyandıra adım atıyordu.
Başkarakullukçuyu üç Bektaşi dedesi takip ediyordu. Bunlardan birinin öbürlerinden mertebece üstünlüğü iki adım kadar ileri yürüyüşünden, berikilerin de biraz büzülerek ve küçülerek onun arkasında bulunmalarından anlaşılıyordu. Fakat dedelerin üçü de bir tipteydi. Başlarında iki köşeli birer taş, bellerinde birer kemer, ellerinde birer teber bulunuyordu.
Babaların ardından bir düzine kadar genç geliyordu. Hepsi seçme güzel olan bu delikanlılar, kadınları imrendirecek derecede şık giyinmişlerdi. Başlarında, bellerinde çok kıymetli Kişmir şalları, sırtlarında kadife saltalar, keskin renkli ipek kumaştan kesilme yelekler ve entariler vardı. Kuşaklarının arasında kabzaları görünen hançerler elmaslıydı ve hepsi şuh bir salınışla yürüyorlardı.