Полная версия:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Fakat hangi natıra ve nasıl bir ağızla yanaşacağını kestirmeden bir kargaşalık yüz gösterdi. Kapılar, kubbeler seslerini aksettirerek birbiri ardınca açılıp kapanmaya, soğuk ve sıcak hava cereyanlarının boğuşmasından göbek taşına bir serinlik yağmaya başladı. Sofra safası yapanların ağızlarındaki lokmalar dondu, şarkı okuyanların sesleri kesildi. Suların şırıltılarına kendi tınnetlerini karıştıran taslar kurnalara gömüldü, her tarafta korkulu bir hayret belirdi ve hamama yaslı bir sima çöktü.
Ana kadın telaşla içeri girip çıkıyor, natırlar şuraya buraya koşuşuyor ve kulaktan kulağa bir şeyler fısıldanıyordu. İlkin mahrem bir dedikodu gibi cereyan eden bu kulak sohbeti kısa bir müddet içinde velvele biçimini aldı ve nihayet her dudakta aynı kelimeler inledi:
“Hamamı basmışlar!..”
Seher de yanı başındaki kadının kısa bir izahı üzerine dişlerine bu feryadı takmış ve bağıra bağıra yerinden fırlamıştı. Zaten oturan, su dökünen, taranan, lif süren, keselenen kimse kalmamıştı. Herkes ayaktaydı ve herkes haykırıyordu.
Bununla beraber vakıanın mahiyetini anlayan yoktu. Yalnız baskından bahsolunuyordu, yalnız telaş gösteriliyordu, yalnız gözyaşı dökülüyordu. Muslukların susup da gözlerin sıcak sıcak yaş dökmesi -hele bir hamam içinde- çok garip bir hâletti. Tarakların bir yana atılıp saçlarda parmakların oynaması ve o saçların düzelecek yerde tel tel yolunması ise bu garabete yaman bir acıklılık getiriyordu.
“Karılar hamamı” tabiri ancak şimdi hakiki mefhumuna kavuşmuş gibiydi. Çünkü yüzden fazla kadın şuursuz bir kaynaşma içinde manasız iniltilerle kubbeleri inletiyorlar, nemli duvarları titretiyorlardı. Kimsenin kimseye bir şey sorduğu, kimsenin kimseyi dinlediği yoktu. Şu kadın “Kocam!” diye haykırıyorsa beriki “Babam!” diye inliyordu. Beriki “Kardeşim!” diye ağlıyordu. Bir başkası oğlunu çağırıyordu. Seher de bu hengâmeye, farkında olmadan “Hüseyin’im!” feryadıyla karışmış bulunuyordu.
Onlar yangının yalnız haberini almış olmalarına rağmen alev içinde kaldıklarını sanarak çırpınmaya koyulmuş bir alay avarelerdi. Hamamı kimin bastığını, baskından maksadın ne olduğunu bilmedikleri hâlde kalçalarına kızgın nal basılmış gibi ağlaşıyorlardı. Daha doğrusu kulaklarına fısıldanan “baskın” kelimesi şuurlarını ihtilale vermişti. Çünkü hamamda basılmak, dağbaşında eşkıya eline düşmekten de ağır bir felaketti. Zavallılar bu felaketin akıbetlerini bir lahzada düşündükten sonra inleyip sızlamaya koyulmuşlar ve işin içyüzünü unutmuşlardı.
İçlerinden en zekisi yahut baskında en zarar göreceğini anlayanı -neden sonra- bu durumu kavradı, göbek taşının ortasına gelerek çıplak bir talakatle hemcinslerini hakikati görmeye davet etti:
“Yahu!” dedi. “Ayağımız kurudayken boğulduğumuzu sanıyoruz, bağırıp duruyoruz. Ne olmuş, ne oluyor, içimizde bilen yok. Biraz temkinli olalım, işi anlayalım. Eğer canımız, ırzımız gerçekten tehlikedeyse baş başa verip kurtuluş yolu arayalım. Böyle kör körüne ağlamaktan ne çıkar?”
Çıplak hatip, kadınların şuurundan ziyade merakını tahrik ettiğinden ağlamalar kesilmiş ve yerine çeşit çeşit suallerin doğurduğu yeni bir velvele gelmişti. Şimdi herkes soruyordu:
“Hamamı kim bastı?”
“Niçin basıldık?”
“Basanlar kaç kişi?”
“Nerede bu haydutlar?”
“Kolluklara haber uçurulmamış mı?”
Baskının duyuluşundan beri hayli zaman geçtiği hâlde, içeriye hayırlı ve hayırsız bir kimsenin girmemesi de yürekleri kuvvetlendirdiğinden kadınlar soğukkanlılıklarını ele alarak natırları sorguya çekmişlerdi, kendilerine sunulan ızdırabın hesabını araştırıyorlardı.
Nihayet ana kadın ortaya çıktı:
“Hanımlar!” dedi. “Dört yeniçeri geldi. Hamamı tutan Hafız’ı külhandan alıp köşe başına götürdü. Bunların meramı hamamcıyı sızdırmaktı. Külhancıların dediklerine bakılırsa bin kuruş istiyorlarmış. Bu para verilmezse hamama girip birkaç kadını omuzlayacaklarmış. Hamamcının da kulağını burnunu keseceklermiş. İşte baskın dediğimiz budur. Biz belki acele edip sırrı faş eyledik, sizi vakitsiz telaşlandırdık. Lakin yeniçerilerin bir halt etmeleri de beklenmez değil. Hafız Efendi henüz yakasını kurtaramadı, külhandaki yerine dönmedi. Onun için yüreğim hâlâ hoplamaktadır. Siz de dua edin, Allah’a yalvarın, içinizde helal süt emmişler elbet vardır. Allah, onlara acır da belki bizi şu sıkıntıdan kurtarır.”
Gözler yeni baştan nemleniyor, göğüsler bir daha kabarıp inmeye başlıyor, telaş ve yaygara tazeleniyordu. Çünkü dört yeniçerinin -istedikleri parayı alamadıkları takdirde- hamamı basacaklarını söylemiş olmaları, vaziyetin çok ciddi olduğunu herkese öğretmişti.
Yeniçeri?.. Bugün sade bir kelime olan bu sekiz harf, o devirde kışlalara, sokaklara, şehirlere, ülkelere, kıtalara değil, muhayyilelere bile sığmayan korkunç bir mefhum taşıyordu. Tarih, hikâyemizin cereyan ettiği yıllarda yeniçeriliği belki istihfaf ediyordu, küçük ve aciz bir teşekkül sayarak kendi sahifelerinde ona şerefli bir satır dahi tahsis etmiyordu. Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı.
Onlar vaktiyle şarkın ve garbın tarihini değiştiren kuvvetli bir inkılap unsuru idi. Hint Denizi’nden Azak Denizi’ne kılıçlarının parıltısı içinde selam getirip götürürlerdi. Kafkaslar’ın, Karpatlar’ın serinliğini gene kılıçlarının ucuyla hattıistiva28 halkına tattırırlardı. İran sahralarından Fas çöllerine zafer menkıbeleri taşırlardı.
Üç yüz yıl Avrupa, Asya, Afrika onların gür sesini duydu. Düzinelerle taht onların palalarına kurban oldu ve beşeriyet tarihi, o üç asır içinde yalnız yeniçeri destanlarını kaydetmekle oyalandı.
Sonra disiplin bozuldu, ahlak bozuldu. Yeniçeri palası, keçeden başka bir şeyi kesmez ve yeniçeri kurşunu testiden gayri bir nesneye işlemez oldu. Kafanın kola, nizamın anarşiye, ilmin cehle hâkimiyeti başlayınca yeniçeriler için tutulacak tek bir yol vardı: Zamana uymak!.. Fakat onlar ocak tarihinin şerefiyle tagaddi etmeyi tercih ettiler, zamana tahakküm edeceklerini sandılar, kör bir gafletle nuru kovup zulmete saldırdılar ve asırlarca yendikleri milletler tarafından yenilir oldular.
Evvelce her zafer bu büyük kütlenin gururunu artırdığı gibi, şimdi de her yeniliş, gafletini çoğaltıyordu. Niçin yenildiklerini düşünmeyerek sadece yenmek zevkini arıyorlardı. Fakat bu zevk artık sınır boylarında, yabancı ülkelerde ele geçmiyordu. Onun için, gözler içeriye, öz yurdun bağrına çevrildi ve yeniçeri palası -daha ziyade-İstanbul sokaklarında işlemeye başladı.
Saray da aynı tereddi29 içindeydi. Padişahlar, artık Viyana önlerinde, Tebriz bağlıklarında avlanamıyorlardı, kendilerinden evvel bu nimete erenlerin neşesini bulmak için öz yurdun böğründe hırslarını tatmine çalışıyorlardı.
Ocakla saray bu durumda dost olamazdı. Çünkü ikisi de aynı musluğa uzanan kör iştahlı ve rakip dudaklar gibiydi. Önlerindeki suyu birbirlerine kaptırmadan içmek istiyorlardı.
Bu vaziyetten bir saray-ocak savaşı çıktı. Fakat her kapışmada galebeyi ocak kazandı. Pala, padişah kellesi bile uçuruyordu. Hatta ölüme mahkûm ettiği tacidarlara -Genç Osman vakasında olduğu gibi- hamam oğlanı muamelesi yapmaktan da çekinmiyordu.
Saray, bu suretle teessüs eden ocak tahakkümünden öç almak için zahirî bir korku altında planlı bir tahrip politikası gütmeye koyuldu. Ocağı -bakımsız ve başıboş bırakarak- içinden yıkmaya girişti. Artık askerî bir teşekkül olmaktan çıkmış, hovardalar ve soyguncular karargâhı olmuştu.
Kuvvet, adil ve insaflı oldukça asil görünür. O sıfatlardan uzaklaştığı gün hem iğrenç hem korkunçtur. Çünkü zalim olmuştur. Yeniçeri ocağı da işte bu mahiyetteydi ve vatanı korumak, vatandaşların malını, ırzını, hayatını emniyet altında bulundurmak vazifesiyle mükellefken, bu vazifelerin tamamıyla tersini yapıyordu.
Halk bu hakikati her gün başına tazelenen kanlı ve çirkin hadiselerle çok iyi kavradığından yeniçerilikten nefret ediyordu. Ocağı sevenler, ancak halkı soymak için ocağa girenlerdi. Irz ehli takımı o nizamsız, fakat menfaatte ortaklığın doğurduğu zaruretle pek mütesanit kütlenin adını iğrenerek anardı ve yeniçeri yüzü görmektense ölümle karşılaşmayı tercih ederdi.
Hamamdaki kadınlar da bu umumi telakkiye kanaatlerini uyduran bir halk parçasıydı. Dört yeniçerinin hamamcıdan para istemelerini hiç de aykırı görmüyorlardı ve güpegündüz soygunculuğa çıkan bu adamların bir lahzada küstahlıklarını artırarak kendilerine de taarruz edebileceklerini hesaplıyorlardı. Fakat baskın haberi üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, hamamda yeniçeri narasının duyulmaması ve yeniçeri palasının görülmemesi, bu çıplak kümeye biraz geniş nefes aldırmıştı. Şimdi hepsi, kirlerini gene üstlerinde taşıyarak oradan uzaklaşmak ihtiyacını duyuyordu. Yeniçerilerle hamamcı pazarlık ederlerken onlar bohçalarını koltuklayıp ıslak ıslak evlerine kaçmak istiyorlardı.
Bu ihtiyaç kendilerini dışarıya sürüklemişti, sessiz bir telaş içinde harıl harıl giyinmeye çalışıyorlardı. Başına bir tas su dökmemiş, saç örgülerini açmamış, hatta peştamalını ıslatmamış olan Seher de aynı telaşla bohçasının başında bulunuyordu. Natırlar, kaybolmuş kazançlarının matemini yüzlerinde somurtuyorlardı. Ana kadın, hamamın adını kötüye çıkaracak olan bu hadisenin sonunu hesaplayarak sinir buhranı geçiriyordu.
İşte bu sırada hamamın dışında bir gürültü koptu, yüzlerce ağızdan çıktığı sezilen bir velvele yüz gösterdi ve kadınların heyecanı tazelendi. Sokakta yaman savaş yapılıyor gibiydi. Yakası yırtılmadık küfürler, manası anlaşılmayan sayhalar birbiri üstünde yükselerek hamamın içine bir harp ahengi sızdırıyordu.
Yarı giyinmiş, yarı giyinmemiş bir durumda bulunan kadınlar, o dakikaya kadar sade bir haber derecesini geçmeyen baskının hayat ve hareket aldığını görerek ayılıp bayılıyorlardı, feryadı ayyuka çıkarıyorlardı. İçlerinde çocuk düşürenler bile vardı. Lakin herkes nefsini düşündüğü ve nefsi için ağladığı cihetle felakete uğrayanların yardımına koşan yoktu. Kimi ölü kimi diri doğan yavrular ezelî bir öksüzlüğün sıkleti altında sürünüp gidiyordu.
Garip olan nokta, dışarıdaki gürültünün müsellah ve mütearrız bir hareket hâlinde hamam eşiğini aşmamasıydı. Cereyan ettiği, gözle görülür derecede hissolunan savaş ancak küfür, nara, sayha hâlinde kalıyordu. Hamam, sihirli bir kale gibi taarruzdan uzak duruyordu.
Kadınlar, bu garabetin farkında değillerdi. Yalnız kaçış ve kurtuluş yollarının kesildiğini anlayarak dövünüyorlardı, saçlarını yola yola bağırıyorlardı.
Nihayet dışarıdaki korkunç gürültü kesildi ve onunla muvazi olarak kadınların da vaveylasına sükûn geldi. Şimdi muzdarip kulakların hassasiyeti merak bulutlarıyla dolu gözlere geçmişti, herkes hamam kapısına şuurunu dikerek akıbetlerini tayin edecek olan haberi bekliyordu.
Haber gecikmedi ve halas müjdesi şeklinde kadınların yüreğine döküldü. Feveranlı bir heyecan ve savaştan muzaffer çıkmanın verdiği haklı bir gururla “kaçgöç” ananesini -şuursuz olarak- çiğneyip kadınların ortasına kadar giren hamamcı Hafız, terli yüzünü koca bir mendile öptüre öptüre hadiseyi anlatıyordu:
“Dört it paçama sarıldı, beni ısırmak istedi. Meramları para!.. Yalvardım olmadı, yakardım olmadı. Heriflerin gözü dönmüş. Yumuşak davransam hamama da girecekler, içinizden dişlerine uygun görünenleri omuzlayacaklar. Bu da benim ırzımı yele veren bir iş olacak. Onun için ayak diredim, sert davrandım. Onlar da seslerini perde perde yükselttiler, palaya davranacak oldular, bu durumda kan başıma sıçradı. ‘Can kurtaran yok mu, nedir bu rezillerden çektiğimiz?’ diye bir haykırdım. Konuyu komşuyu, bakkalı, çakkalı ayağa kaldırdım. Bir odun, bir sopa, bir bıçak, bir balta yakalayan Üsküdarlı sesime koşuverdi, heriflerin etrafını sarıverdi. Onlar, bu yığıntıyı mühimsemiyorlardı. Kuru bir gözdağı sanıyorlardı. Fakat küfürler başlayınca işin şaka olmadığını anladılar, can kaydına düştüler, yalın pala halkın üstüne saldırdılar. Artık kıyasıya vuruşuyorduk. Herifler ne olsa yeniçeri!.. Atılmayı da korunmayı da biliyorlardı. Bizimkileri hırpalıyorlardı. Bereket versin ki kalabalıktık, bire karşı yüz kişi idik. Bu sayede dayandık, haydutlardan ikisini geberttik. İkisini kaçırttık. Kaçanlar Atpazarı yanındaki bostana girmişlerdi. Halkın ayranlığı kabardığından aman vermediler, onları da saklandıkları yerde sardılar, tabancalarıyla ateş etmelerine aldırış etmeyip üzerlerine çullandılar, birini öldürüp öbürünü bitkin bir durumda yakaladılar. Şimdi herif kumlukta baygın yatıyor. Ben size müjde vermeye geldim. Hepimize geçmiş olsun. Haydi, rahat rahat giyinin, evinize gidin, yolunuz açık olsun!..”30
Kadınlar korkunç vakıanın hakikatini öğrendikten sonra hemen sokağa atılmışlardı, dedikodu faslını evlerinde yapmak üzere yelyeperek koşuyorlardı. Seher, tehlikenin giderilmiş olmasına kapılarak ve yıkanmadan evine dönmeyi kendince doğru bulmayarak sürüden geri kaldı, yeni baştan soyunup içeri girdi, uzun uzun sabun süründü, liflendi, keselendi, geç vakit hamamdan ayrıldı.
Bu geri kalışta natırlardan biriyle dertleşmek arzusu bilhassa amil olmuştu. Lakin onlar henüz heyecandan kurtulmadıkları gibi bayılan, çocuk düşüren müşterilerle uğraştıklarından meramına eremedi, sadece temizlenip sokağa çıktı.
Baskın heyecanından tamamıyla sıyrılmıştı. Benliğini gene aşk heyecanına vermişti. Gözü kapalı imiş gibi yürüyordu ve bu kapalı gözlerle hep Hüseyin’i görüyordu. Dökündüğü bol sıcak suyun, uzun uzun süründüğü kese ile lifin gençliğine kalın bir kir tabakası şeklinde sarıldığını kuruntuladığı evlilik alakasını silip çıkardığını sanarak derin bir haz duyuyordu.
Evet. Kocasına ilişkin her hatıranın pıhtı pıhtı kir gibi üzerinden düşerek hamamda kaldığını tevehhüm ediyor ve seviniyordu. İçinde bakir bir ruh tekevvün ettiğini seziyor ve göğsünde yepyeni bir yürek doğduğuna inanarak “Hüseyin, Hüseyin!” diye çırpınan o taze kalbin neşesine kulağını ayna yapıyordu.
Ne önünü ne yanını görüyordu. Sokakta değil de yüksek bir boşluk içinde yürüyor gibi adım atıyordu. Evinde sevgilisinin hayalini bütün incelikleriyle tecessüt ettireceğine, o hayale hayat ve lisan vereceğine inandığından bu şevk ile sık sık sendeliyordu.
Bir aralık şuurunda bir uyanıklık belirdi, gözlerini yüreğinden ayırıp etrafa çevirdi, günün bitmek ve güneşin batmak üzere bulunduğunu gördü. Geç ve çok geç kalmıştı. O devirde ve hele küçük mikyasta sokak muharebesi görmüş bir günde genç bir kadının tek başına dolaşması tehlikeli bir hareketti.
Seher de bu durumunu sezdi, bir ayak önce evine kavuşmak için adımlarını sıklaştırdı. Her yer ıssızdı, evler bile âdeta boş görünüyordu. Bu sessizlikte ve bu ıssızlıkta sabahki çarpışmaların, şüphe yok ki tesiri vardı. Çünkü halk, öldürülmüş yeniçeriler yüzünden yeni yeni baskınlar ve tecavüzler vukuya gelmesinden endişelenerek evlerine kapanmış bulunuyordu.
Seher şimdi korkuyordu, koltuğundaki bohçayı düşürecek derecede telaş içinde evine doğru koşuyordu. O ev gözüne cennet kadar güzel ve gene cennet kadar uzak geliyordu. Yirmi otuz adım daha yürüyünce sol köşeyi kıvrılacak ve bitmez görünen mesafelerin ızdırabından kurtulup rahata kavuşacaktı. Fakat o yirmi adımı atamadı, o köşeye varamadı, o cenneti göremedi, üç korkunç adamla karşılaştı. Bunlar, yeniçeri kılıklı kimselerdi, tepeden tırnağa kadar silahlı olup durumlarından yaman kişiler oldukları anlaşılıyordu.
Seher, cennet yolunu kesen cehennem zebanileri gibi birdenbire önüne çıkan bu üç adamı görünce iliğine kadar titredi, dizlerinin bağı çözülüyormuşçasına bir sarsıntı geçirdi ve şuursuz bir telaşa kapılıp geriye döndü. Onların yanından geçmemek, nefeslerini duymamak, silahlarına gözlerini kaptırmamak için -düşünmeden- böyle hareket etmişti. Onda düşmanını ve düşmanının pençesinde sırıtan ölümü görmemek kaygısıyla başını kumlara sokan bir devekuşu alıklığı vardı. Tehlikeden kaçtığını sanarak tehlikeye sırtını çeviriyordu.
Yeniçeriler, yüzü görünmemekle beraber, güzelliğine mevzun endamını tahammül olunmaz bir belagatle şahit gösteren avare yolcuyu ilk bakışta beğenmişler ve bir lahzada kararlarını vermişlerdi. Onun yüz geri etmesi üzerine içlerinden biri kötü kötü güldü:
“Bre tornacı!” dedi. “Atıl. Şu kekliği yakala!”
Kendine hitap olunan adam, gerçekten bir torna süzülüşüyle fırladı, koşar görünüp de ancak sendeleyen Seher’in koluna yapıştı ve onu serçe yakalayan hoyrat bir kartal çevikliğiyle sırtlayıp hızlı hızlı kıyıya doğru yürümeye koyuldu. Kadın, ensesinde aslan nefesi duyan bir ceylan gibi, kısa bir titremeden sonra bayılıvermişti, yükseldiği omuzlar üzerinde uyuyordu. İki yeniçeri de -elleri palalarının kabzasına dayalı olarak- çatık kaşlı bir sükût içinde onları takip ediyordu.
***Hüseyin, define davasının Kara Süleyman aleyhinde neticelendiğini görerek yola düştükten sonra garip bir iç bocalayışına tutulmuştu. Yüreği evinden fırlayıp geriye, Seher’in eşiğine doğru yuvarlanmak istiyor, ayakları da bedenini iskele tarafına sürüklüyordu. Ömrünün ilk aşkıyla idrakinin ilk sersemliği mücadele hâlindeydi. Aşk ona çılgınlıklar telkin ediyordu. Muvazenesini kaybetmeye başlayan idraki ise uçuruma gitmekten kendini alıkoymaya savaşıyordu.
Delikanlı, bu iç bocalayışı arasında sarsıla sarsıla kıyıya vardı, kollarını göğsüne kavuşturarak gamlı gamlı, denizi seyre daldı. Büyük su, çerçevesiz bir firuze ayna gibi gözünün önünde mavi bir imtidatla uzanıyor ve yer yer ona Seher’in berrak tebessümünü temaşa ettiriyordu. Onda, sabun köpüğünden yarattıkları balonu yakalamak için çırpınıp duran ve o balona parmakları değer değmez emellerinin kaybolduğunu görerek elemli bir hayrete kapılan çocukların masum saffeti vardı. Denizde teressüm ettiğini gördüğü kızıl tebessümleri tutmak iştiyakına kapılıyor, fakat onların bir ayna üzerinde gülümseyen gölgelerden başka bir şey olmadığını anlayınca hüzne kapılıp içini çekiyordu.
Fakat bir karar almak lazımdı. Üsküdar kıyılarında böyle dimdik durarak saatlerce kalamazdı. Onun için iradesini zorladı, uzun uzun düşündü, nereye gideceğini tespit etmeye savaştı.
Seher’in evine gidemezdi. Kara Süleyman’ı matemli bir gününde bir daha görmekten çekindiği gibi, onun kapı açacağını da ummuyordu. Define işinde kendisinin kabahatli olmadığına eski dostunu inandırarak eve girse bile, Seher’i göremeyeceğine emindi. O hâlde geri dönmek manasız bir iş olacaktı.
Lakin Gülhane’ye gitmeyi de istemiyordu. Seher’i düşünürken, Seher’i göz bebeklerinde ninni söyleye söyleye sallayıp uyuturken koğuş arkadaşlarının kendisiyle istihza etmelerinden korkuyordu. Onun için ıssız yerlere gitmek, Seher’le baş başa kalarak ona yanık şarkılar okumak azmine kapıldı ve başını gerilere çevirip hasretli bakışlara sardığı yürek selamını Seher’in evi istikametine uçurduktan sonra bir kayıkçıya seslendi:
“Beni Ortaköy’e ilet!”
Denizi aşarken gözleri gene gerideydi. Seher’in evleri, sokakları ve her engeli aşan bakışlarıyla kendini takip ve teşyi ettiğini sanarak oturduğu yerde duramaz oluyordu. Ortaköy’e çıkınca da bir müddet kıyıda kaldı, Üsküdar ufuklarında Seher’i aradı ve sonra sokaklara dalarak avare avare dolaşmaya koyuldu. Maksadı ortalıktan el ayak çekilinceye kadar vakit geçirmek ve her taraf ıssızlaşır ıssızlaşmaz yüreğini yıldızlara açıp Seher’i terennüm etmekti.
Midesi boştu, lakin açlık duymuyordu. Yalnız Seher’i düşünerek ve onu yanı başında bularak tepelere tırmanıp iniyordu. Sahille çıplak yamaçlar arasında mekik dokuyordu. Bu serseri gezinti kendine uygun görünen vaktin hululüne kadar sürdü ve o devirde zaten birkaç sıra evden ibaret olan köyde ışıklar sönünce Beşiktaş yolunu tuttu.
Hem yürüyor hem yıldızlara aşkını duyurmak ister gibi gür bir sesle şarkı okuyordu. Hafızasından ilk seçtiği terane kendi durumunu belirten bir Köroğlu güftesi olup şu biçimdeydi:31
Dağlar başı oldu yurdumAğlayıp gezer yürürümGünden güne arttı derdimİnleyip gezer yürürümİşte firkatinle yandımKendimi engine saldımMuhabbet suyuna daldımBoylayıp gezer yürürümBoyu uzun, ince bellimAy yüzünde çifte benlimSeninledir deli gönlümİnleyip gezer yürürümSonra kuvvetli gazeller, semailer, koşmalar, varsağılar terennüm etti. Her güfte, her beste, hatta her mısra yüreğine yeni bir kıvılcım katmış gibi ona taze bir hareket, derece derece çoğalan bir alevlenme verdiğinden sesine mütezayit32 bir dokunaklık, bir yanıklık geliyordu.
Dünyayı unutmuştu, yıldızlarla konuşuyordu, yeşil örtülerine bürünerek uyuyan yamaçları uyandırmak ister gibi davranıyordu, ara sıra denize hitap ediyordu. Fakat göğe baktıkça, yere baktıkça, denize baktıkça hep Seher’i görüyordu.
Böyle yanıp tutuşarak, coşup kabararak, inleyip haykırarak yürüye yürüye Çırağan Köşkü’nün önüne gelmişti. Bu köşk Lale Devri’nden kalma çiçeklerden biri olup henüz zarif rengini ve kıvrak ıtırını muhafaza ediyordu. Ohrili Hüseyin Paşa’nın Mevlâna Celaleddin’e armağan ettiği büyük mevlevihanenin yanı başında yükselen köşk, taç ile sikkenin biri dünyevi, biri uhrevi saltanatını temsil eden iki abide gibi birbirini manalı bakışlarla tarassut eder sanılırdı.33
Hüseyin ne mevlevihanenin bir yaprak Mesnevi gibi uzanan bedii üslubuna ne Çırağan Köşkü’nün elmaslı bir sorgucu andıran o kıvrım kıvrım pırıltılarına alaka gösterdi, yüreğini gene hançeresine getirerek Hümayun Kasrı’nın tam önünde avaz avaz şu şarkıyı haykırdı:
Çözülme zülfüne ey dürüba dil bağlayanlardanKaçınma âteşi aşkınla bağrın dağlayanlardanDüşer mi böyle yan çizmek seninçün ağlayanlardanBu kanlı yaşların bak farkı var mı çağlayanlardan 34Farkında olmadan orada durmuştu, elini kulağına koyarak kalbini söyletiyordu ve kendi zu’münce35 feryadını Seher’e dinletiyordu. Bu hâl ve bu vehmî visal ile kendinden o kadar geçmişti ki, köşkün içinde ışıklı bir hareket uyandığını görmüyordu. Bu hareket, nurlu bir kaynayış hâlindeydi ve şamdanların şuradan buradan taşınmasından ileri geliyordu.
Hüseyin gözlerini yıldızlardan, idrakini Seher’in hayalinden ayırmayarak beş on adım daha attı, köşkün biraz ilerisinde durup Şeyh Galip’in meşhur şiirini terennüme girişti:
Döktü omuzdun puşu saçağınıAçtı gönüller deli bayrağınıGök sürünüp gözlemişken özleyüpAyağının izinin toprağınıGene yürüyecek, gene durarak inleyecekti. Fakat şarkıyı henüz bitirmeden birkaç ayak sesinin birbirini sendeleterek karanlığa karıştığını duydu, korku ile karışık bir hayretle terennümü yarı bıraktı ve… bekledi. Devletlilerden yahut heybetlilerden birinin uykusunu rahatsız etmiş olacağını ve şu koskoca ayakların kendini tekmelemeye geldiğini sanarak endişeleniyordu.
Ayak seslerini sokağa bırakan kapı ile kendi arasındaki mesafe azdı. O sebeple çok beklemedi ve bir iki dakika geçmeden yarım düzine kadar adamın çizdiği müsellah halka ortasında kaldı.
Bunlar saray bostancıları olup sakin bir hiddetle kendini süzüyorlardı. Durumundan baş olduğu anlaşılan biri nihayet dile geldi:
“Delikanlı!” dedi. “Burada ne dolaşıyorsun?”
O, korka korka cevap verdi: “Hiç, havalanıyorum.”
“Havalandığın belli amma sebep ne?”
“Canım sıkıldı. Şöyle bir dolaşayım dedim.”
“Neye bar bar bağırıyorsun?”
“Şarkı söylüyorum.”
“Şevketlu hünkârın sarayı önünde şarkı söylenir mi?.. Gençliğine yazık değil mi?”
Hüseyin’in rengi sarardı, eli ayağı buz kesildi, aynı zamanda göz bebeklerinde Seher’in hayali titredi. Bilmeyerek büyük bir suç işlediğini anlıyor ve oracıkta kurban edileceğini düşünerek hafakanlar geçiriyordu.
Ölüm, o dakikada kendine ansızın ihtiyar olmak, çirkinleşmek kadar korkunç geliyordu. Çünkü ölümde tıpkı ihtiyarlık gibi nefsini Seher’e uzak bırakacak bir mahiyet görüyordu. Hâlbuki o, Seher’e hoş görünmek için nasıl genç kalmaya muhtaç ise ona kavuşmak, ona tasarruf etmek, onun gül yüzüne baka baka bahtiyar olmak için de yaşamak ıztırarındaydı. Bu sebeple müthiş ızdıraplar duyuyor ve beyninin altüst olduğunu seziyordu.
Fakat ne yapabilirdi?.. Ömrünün en taze deminde, yüreğine ilk şafak ışıkları yayıldığı sırada, işte ölümle yüz yüze geliyordu. Kasabına tüküremeyen ve boğazını parçalayacak bıçağı ısıramayan bir kuzu acziyle bu felakete boyun eğecekti.
Hüseyin muzdarip bir teslimiyetle ruhunu Seher’e açıp, gözlerini hayata yummaya hazırlanırken saray uşaklarının başı halkadan ayrıldı, yanına sokuldu.
“Arayan…” dedi. “Mevla’sını da bulur, belasını da. Senin neyi arayıp neyi bulduğun biraz sonra belli olacak. Haydi, bizimle bile yürü. Şevketlu hünkâr seni istiyor.”
Delikanlının ilikleri şimdi buz kesilmişti. Padişahın yanına götürülmeyi mezbahaya götürülmekten daha korkunç buluyordu. Ölmek, bütün acılığına rağmen, ona böyle bir şereften çok tatlı geliyordu. Çünkü hünkârın, ölümü işkenceye sararak sunacağını kuruntuluyordu.
Bununla beraber yürüdü. Her adımında şuurundan bir zerre kaybederek saray uşaklarının izinde ilerledi, köşke girdi. Toprak, birdenbire ipeğe, karanlık da göz kamaştırıcı bir aydınlığa munkalip olmuştu. Ayakları halıların yumuşaklığını okşuyordu; gözleri sayısız avizelerin, şamdanların ışığını öpüyordu. Ceviz tavanlarda yaldızlı bir sema hâli vardı. Duvarlar, şeffaf kadın göğüslerinden yapılmış gibi sıra sıra aynaydı.