Полная версия:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
“Be oğlum!” dedi. “Tutkuna benziyorsun. Yalnız sesin değil, her yanın ağlıyor!”
Heyecanını damla damla gül yanaklarında şebnemleştiren Seher de Hüseyin’in boşluklarda avare avare dolaşan gözlerini, ara sıra eşiğe dökülen bakışlarını görerek buhranlar geçirmekte idi. İçinden yükselip gelen bir ses ona “Gir, odaya gir. Bu yetim bakışları okşa!” diyor ve kadınlığının bütün ihtirasları ayağa kalkarak kendisine çılgınlıklar teklif ediyor gibiydi.
Bu hâl, belki bir saat, belki iki saat sürdü. Hüseyin’in hançeresi yoruldu, sesine mecalsizlik geldi ve ırlama faslı kendiliğinden kesildi.
Kara Süleyman da karısı da uzun süren bir yürek kasırgasından kurtulmuş gibi, sersem bir haz ve mahzuz bir hayret içinde idraklerini toplamaya çalışıyorlardı. Yorgun yorgun, bulundukları yerde düşünüyorlardı. Süleyman, uzun bir sükûttan sonra, derlenip toplandı:
“Eh!” dedi. “Hakkın varmış. Sesin Davut Peygamber’inki kadar güzel. Hocalar o ırlarken demirin eridiğini söylüyorlar. Sen, adamın yüreğini eritiyorsun. Tanrı kem nazardan esirgesin. Bir gün bu sesle sen saraya meyzinbaşı olursun!”
Ve Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden ilave etti:
“Beni şevke getirdin amma yoruldun. Döşeğini sereyim de yat. Yarın gene görüşürüz.”
Seher, yüreğini eşikte bırakarak ve genç misafirin hayalini kucaklayarak başka bir odaya kaçarken Hüseyin ev sahibine cevap verdi:
“Yatalım ağa. Uyumak, uyanık durmaktan iyi. Çünkü bahtı kara olanlar yalnız uyurken gülerler!”
Kara Süleyman, alık bir tebessüm içinde hayretini haykırdı:
“Neler de biliyorsun, neler, seni dinleyenler Gülhane’de bel sallayan toy bir delikanlı değil de güngörmüş müderrislerle konuştuklarını sanacaklar. Şu küçük ağıza bu büyük sözler hiç yakışmıyor!”
Biraz sonra güzel sesli misafir, temiz bir yatağın içinde mışıl mışıl uyuyor, Seher de kocasının horultuları arasında sevimli konuğun hayaline yüreğinin bestelediği ninnileri fısıldıyordu.
***Seher, şafağı yüreğinde bularak uyandı, geceyi yatağında uyur bırakarak sofaya çıktı, ayağının ucuna basa basa beriki odanın eşiğine yanaştı, gözlerini mahut deliğe yapıştırdı, içeriyi görmeye çalıştı. Onun uykuda nasıl göründüğünü anlamak ve mehtabın yatağa nasıl uzandığını seyretmek istiyordu. Fakat misafiri uyanmış ve giyinip kuşanmış gördü. Telaşa düşerek hemen merdivene atıldı, koşar gibi inerek mutfağa girdi, bir sabah çorbası hazırlamaya koyuldu. Eli işte, kulağı kirişte, gözü ise hep onun hayalindeydi.
Sabahın serin beyazlığından bir göl okşayışı sezinsiyordu ve ruhunun bu gölde yıkandığını kuruntulayarak tatlı ürpermeler geçiriyordu. Fakat içinde anlaşılmaz bir kaynayış, bir yanış vardı. Ziyayla, seherî serinlikle yıkanmak, o iç ateşine sükûn veriyordu. Hüseyin’in, o genç kudretin kollarında sallana sallana serinlemek için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu.
Kocasının kalın sesi, bu dalaletli kuruntulardan onu çekip çıkardı. Herif, merdiven başından emirlerini haykırıyordu:
“Hu, küldöken.7 Sofrayı bahçeye kur. Biz bir ağaç altı sohbeti yapacağız.”
Yüreğini yakan güneşi doya doya seyredebilmek ümidiyle hırslanan kadın, bu emri çarçabuk yerine getirdi, bir badem ağacının altına iki minder koydu, Eyüp işi sofra altlığı üzerine siniyi yerleştirdi, uçları işlemeli kenar havlusunu fırdolayı siniye iliştirdi, un çorbasıyla baldan, kaymaktan ibaret olan kahvaltıyı ayrı bir tepsi içinde sofranın yanına bıraktı, kahve takımını ve küme küme ateş dolu mangalı bahçeye indirdi, sonra yukarı çıktı, kocasıyla konuğun oturdukları odanın önüne geldi, kapıya üç fiske vurdu. Bu, kadın sesinin yabancılara duyurulmasına müsaade edilmeyen bir devirde o sese vekâlet eden işaretlerdendi. Fakat Seher o gülünç âdete uyarak sofranın hazır bulunduğunu hafif üç fiske ile kocasına haber verirken tabii olmaktan çok uzaktı. Parmaklarının kapıya değil, genç misafirin tenine temas ettiğini zannederek titriyordu ve o işaretten bir gönül selamı sezinseneceğini kuruntulayarak mahzuz bir sarsıntı geçiriyordu.
Erkekler bahçeye inerken o, içine kapandığı odanın kapısını aralık bırakarak Hüseyin’i uzun uzun teşyi etti. Sonra kafesin arkasına oturup delikanlıyı -ferih ve fahur- temaşaya daldı. Sofrayı böyle bir seyre müsait olacak yere kurduğu için dilediği kadar ve doya doya genç konuğu tetkik edebiliyordu.
Onlar neşeli bir iştiha içinde çorbalarını içerken, genç ömrünü sızılı bir çift bacağa bakıcı yapmak felaketiyle iki üç yıldan beri inleyip duran kadın, karmakarışık düşünceler geçirip duruyordu. Güzelliklere alışıldığı gibi, çirkinliklerle de ülfet husule gelir. Seher, bu tabiat kaidesi dışında kalmış değildi. İlk izdivaç günlerinde tiksine tiksine yanına yaklaştığı geçkin ve hasta kocasına yavaş yavaş alışmış bulunuyordu. Evvelce onun sızılarını avuçlarında dindirmeye uğraşırken parmaklarının, kalbinin ve gözlerinin sızladığını hissederdi. Gene evvelce onun yorgun gözlerine bakarken içine elem dolar ve ömründen parça parça bir şeyler döküldüğünü sanarak ağlamak ihtiyacını duyardı. Sonraları bunlar, bu demlenmeler geçmiş ve kocasıyla münasebeti tabiileşmişti.
Fakat şimdi ilk günlerin tiksintileri, acıları -hem de toplu olarak-içinde şahlanıyordu. Hatta eşinin bacaklarındaki o dinmek bilmez sızıları da kendi parmaklarında -sabunla yıkanmaz, dağlanmakla çıkmaz bir kir gibi- kümelenmiş görüyordu.
Bu hissî değişikliği yapan, kocasıyla konuğunun yan yana bulunuşuydu. Seher, kendine tasarruf eden erkekle, kendisinin tasarruf etmek istediği erkeği mukayese ettikçe fenalaşıyor ve ömrünün nasıl heder olduğunu bütün fecaatiyle kavrayarak için için ağlıyordu.
Onu, en ziyade üzen ümitsizlikti. Düşünde görüp de ruhi bir ızdırapla kalbine geçirdiği erkeğin yerini şimdi şu delikanlıya vermişti. Lakin ona ne kucağında ne dudağında bir yer veremeyeceğini biliyordu. Biraz sonra genç adam, talihsiz bir kadın kalbinde nasıl bir yangın tutuşturduğunu sezmeden, hatta böyle bir kadın bulunduğunu anlamadan ayrılıp gidecekti ve o yanık kalp, gene beriki hasta adamın sızılı bacaklarına takılı kalacaktı.
Seher bir yandan Hüseyin’in olgun güzelliğinden aldığı hazzı iliklerine nakşederken, öbür yandan da bu düşünceyle elemleniyordu, bahtına lanet okumak zorunda kalıyordu.
Düşüncesi garipti: Saçları dökük, göğüs düğmeleri çözük bir vaziyette aşağı inmeyi tasarlıyordu. Böyle bir durumda Gülhaneli Hüseyin’e görünür görünmez vukuya gelecek şaşkınlıkları düşündükçe iradesi sarsılıyor, yerinde duramaz oluyor ve saçlarını çözmeye, göğsünü açmaya hazırlanıyordu.
Kendi güzelliğine güveni vardı. Hüseyin’i, bir lahzada teshir edeceğine şüphe etmiyordu. Fakat kocasının böyle bir hareketi insafsızca cezalandıracağını da biliyordu. Onun için beyninde kımıldanıp duran çılgınlığı yendi, mahzun mahzun içini çekti ve gene temaşasına daldı. En nefis bir gülü, yalnız uzaktan görüp koklayamamaktan burnu sızlıyor, her şeyi vadeden şu gençlik pınarına dudağını uzatamamaktan yüreği yanıyor ve gözleri sık sık yaşlanıyordu.
İşte bu sırada kocasının gülerek bir şeyler söylediğini ve yerinden kalkıp eve doğru geldiğini gördü. Acaba gitmek üzere bulunan misafiri kıyıya kadar götüreceğini söylemeye mi geliyordu, yoksa kendisine bir emir mi verecekti?.. Muzdarip bir merakla hemen minderden fırladı, merdivene koştu, kocası da mutfağı dolaşıp merdivenin dibine gelmişti, sesleniyordu:
“Hu, Seher!.. Bizim bel nerede?”
Kadın şaşırarak sordu:
“Ne beli kişi?”
“Canım, bahçe için yeni aldığım bel!”
“Nideceksin onu?”
“Bizim Gülhanelinin adamlığı tuttu, bahçeyi belleyeyim diye tutturdu.”
“Konuğa zahmet verilir mi ağa? Bırak yakasını çocuğun!”
“Ne dedimse dinlemedi. Bahçenin bakımsız olduğunu söyledi, illa belleyeceğim diye ayak diredi. Ant da verdiği için peki dedim, varsın biraz yorulsun. Sonra da tatlı tatlı ırlayıp dinlensin.”
Seher’in gözlerinde, bir gece evvel görmüş olduğu düşün son safhaları dolaşıyor ve boğazına dizi dizi düğümler sıralanıyordu. Acaba bu güzel konuk, düşte gördüğü gibi, yerden bir şeyler çıkaracak, sonunda kendisiyle baş başa kalacak mıydı?
Kocasına belin bulunduğu yeri -boğuklaşan bir sesle- söylerken, zihninde bu düşünce vardı, eli ayağı titriyordu. Aynı zamanda kocasının tabii davranışına ve duyduğu düşü unutmuş görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Sadrazamın sürgüne gitmesiyle bir yanı doğru çıkan o düş nasıl unutulur ve bahçe bellemeye kayıtsız kayıtsız nasıl girişilirdi?..
Seher, cinsî ve dalaletli ihtiraslarına da sükûn getiren yepyeni bir merak içinde tarassut8 noktasına döndüğü vakit, güzel delikanlının saltasını atarak, kollarını sıvayarak bele yapıştığını, edalı bir tutumla toprağı kazmaya giriştiğini gördü.
Hüseyin’in kolu kalkıp indikçe Seher’in de yüreği kalkıp iniyor ve sıvalı kollarda uzanan beyaz kudretten, yarı açık göğüste gülümseyen şen gençlikten gözlerine garip bir kamaşma geliyordu. Fakat sinirleri değil, şuuru hareketteydi. Boyuna, gördüğü rüyayı düşünüyordu.
Hüseyin aşkla, şevkle çalışıyordu. Genç ruhunda kaynayan müphem ihtirasları birer ter tanesine kalbedip damla damla toprağa gömmek ister gibi davranarak bahçenin kabza kabza altını üstüne getiriyordu. Gülhane’de eline eza veren bel, şimdi parmaklarına bir altın asa tadı vermişe benziyordu. Çünkü orada ırgattı. Emir altında çalışıyordu. Burada keçeye kılıç çalan bir yeniçeri neferi durumundaydı. Pazısını hoşnut etmek, içini serinletmek düşüncesiyle bel sallıyordu.
Kara Süleyman, çubuğundan ciğerine geçirdiği dumanları öksürüklerinin yarattığı salyalara sararak buram buram savururken ve Seher, sarsak bir kucakta nazlı bir bebek olmaktansa genç bir pençede bel olup topraklara girip çıkmanın bir kadına daha tatlı geleceğini hesaplayarak sarhoşlarken Hüseyin hayli iş görmüştü, bahçenin genişçe bir kısmını nadas edilmiş tarla biçimine sokmuştu. Güçlü kuvvetli üç işçinin belki üç saatte başaramayacağı bir işi, bir saat içinde yapmasını Kara Süleyman Ağa takdire layık gördüğünden öksüre tıksıra duygusunu açığa vurdu:
“Yaşa be Hüseyin!” dedi. “Beli tırpan gibi kullanıyorsun, kuru toprağa duman attırıyorsun. Fakat yoruldun. Beli artık bırak, saltanı sırtına al, bir çubuk tüttür.”
Genç adam, sadece gülümsedi ve belin dilini gene toprağa daldırdı. Hayret!.. Onun kudretli pençesinin zoruyla yağ gibi mukavemetsizleşen toprak, o noktada sertleşmişti, bağrına sokulan demir dili geri itiyordu. Hüseyin, bir taşa tesadüf ettiğini sanarak, tazyikini çoğalttı, lakin toprağın mukavemetini kıramadığından homurdandı:
“Burada kaya var!”
Şimdi o kayayı, yanlarını açarak açığa çıkarmak istiyordu, hızlı hızlı uğraşıyordu. Kara Süleyman da ihtiyarsız bir davranışla yerinden kalkmıştı, onun yanı başına gelerek ameliyeyi tarassut ediyordu. Toprak, sinirlenen delikanlıyı pek fazla üzmedi, taşıdığı sırrı üç beş dakika içinde açığa vurdu. Bu sır, küçük bir küp hacminde iri bir bakır kavanozdan ibaretti ve ortaya çıkmasıyla beraber kafes ardında sahneyi seyreden Seher’in dudaklarına şu sayhayı getirmişti:
“Düşümün sonu, düşümün sonu!..”
Kadının hayran ve perişan bağırmakta hakkı vardı. Çünkü Hüseyin, mahut rüyanın en heyecanlı parçasını topraktan çıkarmış bulunuyordu. Nitekim Kara Süleyman da -ilk sersemliğini giderdikten sonra- bu hakikati kavramaktan geri kalmadı:
“Bre Hüseyin!” dedi. “Bu kavanozun çıkacağını biz biliyorduk. Fakat unutmuştuk.”
Delikanlı, define keşfettiğini sezinseyerek heyecana kapılmıştı. Ev sahibinin bir tekerleme ile bu keşfin temin edeceği kazancı nefsine hasretmek istediğine zahip olduğu için de sinirlenivermişti. Sert sert yanı başındaki erkeğe bakıyordu. Kara Süleyman onun bir mücadeleye hazırlandığını sezince ellerine yapıştı:
“Belinledin.” dedi. “Çünkü topraktan define çıkacağını bildiğime kolay kolay inanamazsın. Fakat üçten dokuza şart olsun ki doğru söylüyorum. Bizim küldöken, daha dün sabah böyle bir küp bulacağımızı söylemişti.”
Delikanlının cevabı kısa ve sarih oldu:
“Olabilir Süleyman Ağa. Lakin küpü ben buldum. Payımı alacağım.”
Ve ev sahibinin cevabını beklemeden kavanozu gömülü olduğu çukurdan çekip çıkardı, ağzındaki tıkacı bir hamlede söküp attı ve defineyi baş aşağı yere döktü: Seher’in düşü küme küme altın, dizi dizi inci, tutam tutam elmas hâlinde bellenmiş toprağın bir parçasını renk içinde, ışık içinde bırakmıştı ve büyük bir servet, iki adamın gözü önünde çeşitli bir tebessümle pırıldayıp duruyordu.
Onlar renk içip, nur içip sarhoşlanan iki idrak avaresi vaziyetinde bulunuyorlardı. Altınların ışığı, incilerin pırıltısı, elmasların nuru zavallıların damarlarında seyyal bir hâl alıyor ve bu akıp giden rengünur seli yavaş yavaş alevleşerek ikisinin de idrakini tutuşturuyordu.
Seher de on on beş metre geride ve iki üç metre yüksekte aynı idrak yangınına tutulmuştu. Gözleri açıla açıla, yüreği kabara kabara, toprağa serili güneş kırıntılarını, mehtap zerrelerini seyrediyordu.
Kara Süleyman, genç dostundan önce kendini topladı:
“Paylaşalım.” dedi. “Fakat hak terazisiyle.”
Dili harekete gelen genç adam sordu:
“Hak terazisi nedir?”
“Bahçe benim mülkümdür. Ağaçlarında çıkan yemişler, çiçekliğinde yetişen güller, sümbüller gibi bu define de benim mülküm sayılır. Sana elinin emeğini, gözünün hakkını veririm, üst tarafını ben alırım.”
“Ne verirsin ağa, açık söyle?”
“Mesela bin kuruş!”
Hüseyin güldü:
“Şu taşlardan biri bin kuruş eder. Beni çocuk yerine mi koyuyorsun ağa!”
“Ya ne istersin oğul?”
“Yarısını!”
Seher tehlikeli bir durum tekevvün etmek9 üzere bulunduğunu sezdi, vaziyetten kendi yüreği hesabına da istifade etmek isteyerek yerinden fırladı, yarım yamalak örtündü, bahçeye çıktı, dostlukları kırılmak ve elleri birbirinin boğazına geçmek üzere bulunan iki erkeğin arasına girdi.
“Definede…” dedi. “Benim de payım var!”
Kara Süleyman bu müdahaleden ilkin sinirlenecek, karısını yumruklaya yumruklaya geri çevirecek oldu. Fakat ortada yatan muazzam servetin cazibesinden kurtulamadığı gibi defineyi genç adamın eline bırakıp oradan uzaklaşmayı da doğru bulmadı. Izdıraplı bir tahammülle karısının -başörtüsü altında açık duran- yüzüne baktı.
“Ağzının payını…” dedi. “Almadan çekil, elinin hamuruyla er işine karışma. Biz baba oğul uzlaşırız.”
Kadın aldırış etmedi, yerdeki pırıltıları gölgede bırakacak kadar ışık püsküren gözlerini delikanlının yüzüne dikti, iki parça kızıl yakutun otuz iki inciye dayanarak dile geldiği zehabını uyandıran billur bir eda ile yalvardı:
“Dalaşmayın, anlaşın, bir dost yüreği, yerinde bin hazineden daha çok işe yarar. Siz de iki üç akçe için yüreklerinizi değiştirmeyin!”
Hüseyin, sersem ve perişan, ona bakıyordu. Hayran hayran onu dinliyordu. Genç iradesine çelik bir ihtiras işleyen define şimdi bir moloz gibi yüzüne çirkin görünüyordu ve karşısında lahuti teraneler püsküren güzellik hazinesindeki rengi, nuru, ıtırı ölçmeye savaşıp bön bön yutkunuyordu.
O, kadının bekâr erkeklere ancak rüyada göründüğü bir devre mensuptu. Henüz evlenmemiş gençler o devirde dişinin kokusunu belki alırlar, lakin bu nefis ıtırın kaynağını hep örtülü görürlerdi. Hemen her bekâr erkek, ruhunda zulümat10 âlemlerine dalıp abıhayat arayan efsanevi insanların tahassürü yaşardı. Masallarda bu tahassür, acıklı bir hüsran ile nihayetlendiği gibi hakikatte de kadın iştiyakı müspet bir netice vermezdi. Bekârların çoğu kadın elinden içilen aşk zemzeminin tadını bilmezdi. Vaizler, cehennemi ağızlarında dolaştırarak; asesler, subaşılar, kadılar baskın, tomruk, falaka ve recm cezalarını sokak sokak gezdirerek kadından aşk kevseri içmek isteyenlerin ödlerini koparırlardı. Bu yüzden memnu aşklar kahramanlık mevzusu oluyordu ve âşıkların menkıbeleri dillerde dolaşıyordu.
Hüseyin de kadını buluta sarılı meçhul bir yıldız gibi daima örtülü görenlerden biri idi. Anasının, kız kardeşlerinin ve mahremlerinin şahıslarında bir kadın simasının nasıl olabileceğini, bir kadın sesinin nasıl bir tınnet taşıdığını görmüş ve duymuştu. Lakin aşk kadınının ne yüzünü görmüş ne sesini işitmişti. Ondan ötürü Seher’e bakarken, Seher’i dinlerken beyninin bütün hücreleri yerinden oynuyor, yüreğinin altı üstüne geliyordu.
Onda, yalnızlığa mahkûm bir ömrün uzun ve yetim uykularından birini bitirip de gözünü açtığı zaman yanı başında Havva’yı görerek beşeriyetin ilk kutsi heyecanını duyan Âdem şaşkınlığı vardı. Din kitaplarında bir rivayet olarak okunan bu ezelî hayranlık Hüseyin’in masum benliğinde bir hakikat olmuştu ve genç adam, tabiatın insanlara layık gördüğü en büyük hazza -fakat şaşıra şaşıra- kavuşuyordu.
Seher, şuurlu bir ateş hâlindeydi, nereye temas ettiğini ve nasıl bir yangın tutuşturduğunu seziyordu. Aynı zamanda mesut bir gurura kapılmıştı. Genç ve bakir bir kalbe alev dökmekten sevinç duyuyordu. Lakin vaziyetinin nezaketini de unutmuyordu. Para hırsıyla kocalık duyguları arasında bocalayan eşinin bir lahzada tekevvün etmek üzere bulunan sevda âlemine karşı kayıtsız kalamayacağı belliydi. Onun için gözlerinin ışığını Hüseyin’in üzerinden çekerek Kara Süleyman’a döndü.
“Haydi…” dedi. “Paylaşın. Benim de payımı verin!”
Kadın, ortada sürünen servetin üçte ikisini eve mal etmek suretiyle kocasının emeline çok uygun ve çok yakın bir uzlaşma teklif ediyordu. Hüseyin’in bu teklife rıza göstermesi, büyük bir fedakârlık olacaktı ve Kara Süleyman böyle bir neticeyi umamıyordu. Lakin delikanlı, yaradılışındaki hovardalık seciyesine kapıldı, cenneti Havva’ya feda eden Âdem gibi davrandı:
“Hayır, hayır.” dedi. “Sizin dediğiniz gibi olmaz. Ben ağaya karşı yüzsüzlük ettim. Suçumu bağışlatmak için bölüşmeyi kendim yapacağım.”
Ve yerdeki elmasları, incileri, yakutları, zümrütleri avuç avuç ayırarak Seher’e gösterdi:
“Bunlar hep sizin. Paralardan da ağa ne verirse o kadarı benim, üst tarafı kendinin olsun!”
Çıldırasıya seven kadınların bile aşk dolu yüreklerinde satılacak ve satın alınacak köşecikler bulunur. Hüseyin, şuur ile değil, tabiatın ruhuna nakşettiği hovarda uyanıklığıyla bu hakikate uyuyordu, gençliğine gençliğini sunmaya hazır görünen kadının iradesini tamamıyla sarsmak için bu nümayişi yapıyordu.
Seher, koca bir definenin nasıl bir maksatla feda edildiğini anlamaktan geri kalmadı, bakışlarını bir şükran busesi hâline koyarak fedakâr delikanlının dudaklarına bıraktı. Kara Süleyman da gafil bir telaşla hemen altınların üzerine kapandı, üç bin kuruş kadar bir şey ayırıp Hüseyin’e verdi:
“İşte…” dedi. “Hak yerini buldu. Haydi Seher, şimdi sen mutfağa gir. Bize öğle yemeği hazırla!”
Yürekleri, ilk hicran dakikasının acısıyla burkulan gençlerin gözleri kucaklaştı ve yüzleri kızardı. Seher, bu ruhi musafaha sırasında “beklerim” diyen yanık bir bakışla yüreğini Hüseyin’e okumuş, o da gözlerine “gelirim” kelimesini söylemekte güçlük çekmemek yolunu bulmuştu!..
***O günün gecesini karı koca uykusuz geçirmişlerdi. Kara Süleyman, sadrazam kapısında baştebdillik ederek değil, kapıcıbaşılık ve hatta kâhyalık yaparak on yıl har vurup harman savursa, gümeç gümeç bal tutup gece gündüz parmak yalasa, bu mesut günde eline geçen serveti toplayamazdı ve karısına şu küme küme elmasları, incileri, zümrütleri veremezdi.
Herif, bu sebeple çılgın bir sevinç içindeydi, boyuna söyleniyordu, hiç durmadan projeler yaparak istikbalin safalı günlerini sayıklıyordu. Seher de buhranlar geçirdiğinden kocasına uykusuzlukta yoldaş oluyordu, müşterek hazinelerinin pırıltılarını seyrede ede gözlerini açık tutuyordu.
Düşünceleri ayrı idi. Erkek, tesadüfün kendisine getirdiği büyük servetle yeni bir hayat kurmak ve karısını o hayatın elmaslarla bezenmiş güneşi hâline koymak hülyasıyla uykusunu feda ediyordu. Kadın, keşfettiği gençlik hazinesindeki güzelliklerle aç yüreğini doyurmak, susuz ruhunu kanıksandırmak, yetim ömrünü sevindirip neşelendirmek kaygısındaydı. Hüseyin’ini göz bebeklerinden kaybetmemek için uykusuz kalıyordu.
Düş mevzusuna temas etmekten ikisi de çekiniyordu. Sadrazamın azlolunup sürgüne gitmesiyle, definenin meydana çıkmasıyla gerçekleşen rüyanın geri kalan kısmı üzerinde durmaktan ürküyorlardı. Bununla beraber, o mevzu kafalarında dimdik duruyordu ve hülyalarının ahengini bozmaktan geri kalmıyordu. Kara Süleyman, gelecek günlere ait düşüncelerini, emellerini sekiz on defa bozup düzelttikten sonra şuurundaki rahatsızlığın ibramına11 dayanamadı, düş meselesine temas etmek zorunda kaldı:
“Canımın içi!” dedi. “Gün doğar doğmaz Mahmut Efendi, Ceylani, Divitçioğlu, Karacaahmet, Miskinler, Şücababa tekkelerine birer kurban götürüp kestireceğim. Gördüğün düşün sadakası olsun.”12
Seher, uğrunda ömründen birçok yılları kurban etmeye hazırlandığı aziz sevgiliyi düşünerek mırıldandı:
“İyi edersin. Belki keseceğin kurbanlar makbule geçer de dileklerimiz yerini bulur.”
Bu suretle o ağır mevzunun vesvesesinden kendini kurtaran eski baştebdil, günün sevincini bir de gönül safasıyla tamamlamak istedi, bahsi aşka çevirdi ve gülünç bir gayretle gençleşmeye yeltenerek dilbazlığa girişti. Fakat ruhunu başkasına nikâhlayan Seher, meşru bir ağızdan çıkmasına rağmen, bu sözleri aşkının ismetine tecavüz saydı, pervasız bir isyanla yerinden fırladı:
“Rahat dur!” dedi. “Dilini de kes! Ben artık uyumak istiyorum!”
Uyumadı, uyuyamadı. Kendisi gibi uyanık duran kocasına sırtını çevirdi, tan yeri ağarıncaya kadar Hüseyin’i düşündü: Kocasından esirgediği tebessümleri ona sundu, kocasından bulamadığı hazları ondan aldı ve ilk ışığın kafeslerde gülümsemesiyle beraber, yataktan çıktı, Kara Süleyman’ı da çıkardı:
“Haydi…” dedi. “Abdest al da tekkeleri dolaş. Adak eskitmek iyi değil. Hocalar öyle diyor.”
Aşkını ifşa için değilse bile, ihsas13 için kalbinde dayanılmaz bir ihtiyaç vardı. Duvarlara dilini yapıştırarak “seviyorum” diye bağırmak, gül veya sümbül, eline geçecek her çiçeği derin derin koklayıp “Hüseyin, Hüseyin!” feryadıyla çırpınmak istiyordu. Kalbindeki sevgi, bir tutam su iken ilk hicran gecesinin sonunda coşkun bir ırmak hâlini almıştı. O minimini yürek, bu dalga dalga kabaran suyu, artık taşıyamıyordu, yer yer yarılıp parçalanacakmış gibi bir vaziyet hissettiriyordu.
Onun için şefkatli bir kulak arıyordu ve aşkını ona fısıldamakla kalbindeki tuğyanın14 önüne geçeceğini umuyordu. Kocası gider gitmez ilk iş olarak yük dolabına koştu, Hüseyin’in bir gece önce içinde yattığı döşeği çıkardı ve onun kokusunu bulmak iştiyakıyla burnunu yastıklara sürdü, yorganda dolaştırdı, şiltede gezdirdi.
Çılgın gibiydi, Hüseyin’den başka bir şey düşünmüyordu ve benliğini yakan hayalin gölgesini bulup kucaklayamayınca büsbütün zıvanadan çıkıyordu. Tatmin olunmayan, daima yetim bırakılan cinsî ihtiraslar, bu kanı bol genç kadını tam bir dalalete sürüklemekteydi. O, hasta bir akbaba pençesinde kıvranan bir güvercin ızdırabı yaşıyordu. Şimdi nazik fakat kudretli bir şahinin cazibesine tutulmuştu. Yüreğini onun tatlı tatlı ısırmasını istiyordu ve bu şahine bir hamlede kavuşamamak yüzünden sürekli buhranlar geçiriyordu.
Seher, işte bu hissî durum içinde bir sırdaş aradı, aşk ehli geçinen ve binbir erkekle düşüp kalktıktan sonra -kadınların kullanageldikleri tabire göre- başına kırk tas su dökerek, hoca önünde tövbe ederek havsalası geniş biriyle evlenen komşusuna içini açmaya karar verdi.
O güngörmüş kadınla evleri karşı karşıya idi. Seslerini biraz yükseltince bir odada bulunuyorlarmış gibi konuşurlardı. Dar sokak da daima ıssızdı, komşuların birbirleriyle yaptıkları çene yarışına hiçbir zaman ayak sesi karışmazdı. Seher, bu kolaylıklardan istifade ederek bir kafesi kaldırdı, şen şen seslendi:
“Hu, hu, komşu, hu!”
Kaşları rastıklı, gözleri sürmeli, yüzü düzgünlü, gerdanı altınlı, başı yemenili bir yosma eskisi, beline kadar pencereden sarkarak bu sesi karşılamakta gecikmedi ve Seher’e sordu:
“Hayır ola civanım, diyeceğin mi var?”
Âşık kadın -sağa sola bakarak, sokağın ıssızlığına emniyet hasıl ettikten sonra- hemen anlatmaya koyuldu:
“Bir değil, bin diyeceğim var. İlkin mübarek olsun de!”
“Kocan yeni bir mansıp15 mı aldı?”
“Daha iyi, çok daha iyi bir iş!”
“Herifin sızıları geçti galiba!”
“Yok canım, başka bir şey!”
Komşu kadın sinirlenir gibi oldu. Seher’i azarladı:
“Ben Hazreti Rabia mıyım be, ne bileyim sizin evinizde olup biteni imtihanı bırak da diyeceğin neyse onu söyle.”16
Kara Süleyman’ın eşi fıkır fıkır güldü:
“Zengin olduk.” dedi. “Düzoğlu kadar zengin olduk.”17
“Saraydan ihsan mı aldınız?”
“İhsan aldık amma saraydan değil, ulu Tanrı’dan!”
“Şakayı bırak Seher, doğru söyle. Nen var, ne oluyorsun, gözlerin niye gülüyor?”
“Dedim ya, zengin olduk!”
“Gökten kucağınıza altın mı yağdı?”
“Ona benzer bir şey: Define bulduk!”
Seher, kendi evlerinin köşesinden kıvrılan sokaktan bir başın uzanıp çekildiğini görseydi, şüphe yok ki susardı. Fakat heyecanından mahalle bekçisinin duvara yaslanarak kendilerini dinlemeye koyulduğunu sezmedi, hikâyesini tamamladı: