Полная версия:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Şu hâlde sesi güzel, yüzü güzel, endamı güzel delikanlıyı baştan çıkarmaya savaşmak tehlikeli bir işti. Böyle bir teşebbüs hayata mal olabilirdi. Lakin o tehlikenin yanı başında da Hüseyin’in gözlerindeki ışığı içmek, onun endamında uzanan taptaze erkek kudretini tatmak ve onun sesindeki sihri emmek zevki vardı. Nilüfer ceza endişesiyle günah cazibesi arasında bocalayan idrakine sükûn verebilmek için hayli bocaladı ve nihayet Hüseyin’in sesinden benliğine yayılan zelzele ile günah tarafına meyletti.
Artık azmi kuvvetlenmiş, kararı katileşmişti. Fakat Hüseyin’i ve nefsini korumayı da ihmal etmek istemediğinden efendisini sızdırmak yolunu arıyordu. Bu arada “Seher diyu inilerim!” nefesi belki yirmi kere okunmuş ve nefesin her tazelenişinde Nakilci ile Hüseyin birer kadeh boşaltarak sarhoşlukta yeni yeni merhaleler aşmış bulunuyordu.
Nilüfer, işte bu durumdan da istifade etti, kendiliğinden Nakilci’ye şarap sunmaya başladı. Herif hep “Seher” kelimesinin mefhumunu Hüseyin’in ağzında aramakla meşgul olduğundan bu ikramın farkında bile olmuyordu, ağzına verilen zehri şuursuz bir durumda midesine geçiriyordu.
Bu sahne, nefesi okumaktan nefesi kesilen Hüseyin’in, yorgun ve bitkin, susmasına, başını bir yastığa dayayarak dalgınlaşmasına kadar devam etti. Sarhoş delikanlı vect içinde adını haykırdığı Seher’in şimdi hayalini yanına yatırmıştı, hasta bir sükût içinde ona yüreğini seyrettiriyordu.
Nakilci onun bitkinleştiğini görünce Nilüfer’i çağırdı, peltekleşen bir dille emir verdi:
“Ben de yıkılmak istiyorum. Lakin daha vakit var. Sen birbiri ardınca bana üç kadeh sun. Sonra git papağanı çağır.”
Nilüfer üç değil, beş kadeh sundu, korkunç ayyaşın tehlikesiz bir yığın hâline gelmesi için az bir şey kaldığını anlayarak sevindi ve neşeli neşeli sordu:
“Misafiriniz sızıyor. Papağan gelmeden onu örteyim mi?”
Nakilci uzun ve bulanık bir bakışla Hüseyin’i süzdü, homurdandı:
“Sonra örtersin. Yahut örtmezsin. Bu pek gerekli iş değil. Bana papağan lazım. Haydi koş, onu getir.”
Nilüfer çıkınca o, mezeleri dökerek, şişeleri devirerek tablaya yanaştı, üst üste birkaç kadeh daha yuvarladı, beyni ile midesi arasında başlayan meddücezrin sinirlerini uyuşturmasından kurtulmak ister gibi, gözlerini sık sık açıp kapadı ve arkasını duvara dayayarak perişan bir vaziyette beklemeye koyuldu.
Papağanı bekliyordu. Onun rengiyle, sesiyle Hüseyin’in rengini, sesini karşılaştırıp karıştırmak ve kendi yüreğinde bu ameliye ile çifte bir aşkın heyecanını duymak istiyordu. Ona bu dalaletli düşünceyi, dileği Hüseyin’in “Seher, Seher!” diye okuduğu nefes ilham etmişti. Şimdi bu iki genci bir arada bulundurarak yeni ve işitilmemiş bir hazzın sekrini tadacaktı.
Afyonlu bir seyyale hâlini alarak mideden beyine doğru -sinirleri büze büze- çıkan ve orada bir hercümerç yarattıktan sonra, aynı anarşiyi bu sefer midede doğurmak için gene geri inen alkol buharı yüzünden iler tutar yeri kalmamasına rağmen düşüncesinde sabitti. Durduğu yerde sallanarak, için için yıkılarak çağırttığı kadını bekliyordu.
Papağan, beş on dakika sonra geldi. Bu, mahzun yüzlü bir kumral güzeliydi. Sendeler gibi yürüyor, ağlar gibi gülümsüyordu. Kadife yelek, bürümcük gömlek, ipek şalvar giyinmişti. Yeleğin göğsü hayli açıktı ve bu açıklıkta mahpus bir nur küresinin hür kalmış bir dilim beyazlığı pırıldıyordu. Kadın, beline sardığı şalın yana bırakılmış püsküllü ucunu parmakları arasında kıvıra kıvıra içeri girmişti. Boyun kırarak dem tablasının önüne gelip durmuştu. Bakışlarında isyan yoktu. Yalnız elemli görünüyordu. Durumu, mazlum bir tevekkül hissettiriyordu ve bu tevekkülle o, kaplan yuvasına düşmüş ahuya benziyordu.
Nakilci, bütün kuvvetini toplayarak yarı doğruldu.
“Papağan!” dedi. “Ben bir bülbül buldum, getirdim. Otur da ötüşünü dinle.”
Kadın yan gözle sızgın Hüseyin’e baktı, tepeden tırnağa kadar titredi, kızarıp sarardı, kekeledi:
“Beni her erkeğe çıkarmak şanınıza düşer mi?.. Irzımı bıçağınızla delik deşik ettiniz. Ocağımı palanızla yıktınız. Erim varken, evim varken, beni kul cinsi kadınlara benzettiniz, dilediğinizi yaptırdınız. Bari orta malı yapmayınız. Beni çamurdan çamura atmayınız.”
Nakilci duman ve buhran içindeydi. Kadının konuştuğunu -müphem surette- görüyordu. Fakat ne dediğini anlamıyordu. Kafasındaki sabit fikir ise zelzeleli bir mıntıkada dimdik ayakta kalan tek bir ağaç gibi, dumura uğramış hüceyreler arasında şahlanıp duruyordu. Bu sebeple aynı sözü tekrarladı:
“Bülbül bu, bülbül!.. Onu mutlak dinleyeceksin!..”
Ve perişan iradesini bir kere daha zorlayarak doğruldu. Kusar gibi böğürdü:
“Hüseyin, bre Hüseyin, uyuma, gözünü aç! Benim papağanı gör!..”
Delikanlı ilkin tınmadı. Lakin fırsatı ganimet bilerek onun bir yanına elini değdirmek zevkini çalmaya koşan Nilüfer’in -çimdiklemekle gıdıklamak arasında mütereddit bir temas ile- yaptığı tazyik üzerine gözlerini açtı, kör bakışla etrafına bakındı ve papağanı görünce gülümseyip mırıldandı:
“Seher, güzel Seher, canım Seher!..”
Ve gözlerini kapadı. Kadını gene hayal, gene Kervan yıldızı ve sızarken koynuna yatırdığı cesetsiz timsal sanmıştı. Onun bizzat Seher olduğunu, hele o dardağan akıl ile anlamasına imkân yoktu. Ayık bile olsa böyle bir tecelliye, böyle bir tesadüfe belki ihtimal veremeyecekti, vehme kapıldığına zahip olacaktı. Onun için idrakini hakikate yaklaştıramadı, sarhoş bir zehapla mırıldanıp sızdı.
Fakat bu mırıldanış yanı başında duran Nilüfer’le Hüseyin’i göreliden beri korkudan dokuz doğuran Seher’i başka başka ızdıraplara düşürdü. Nilüfer, güzelliğinden birçok şeyler çalmak istediği delikanlının Seher’e yakınlık göstermesinden muzdarip olmuştu. Seher de onun kendisini tanımasından elem duyuyordu. Çünkü birkaç günden beri kötü kadın mevkisindeydi. Nakilci, hamam dönüşünde kendini omuzlatıp bu eve getirdikten sonra pala kuvvetiyle ve kamçı zoruyla ismetine tasarruf ettiğinden nefsini Hüseyin’e artık layık görmüyordu. Aynı zamanda delikanlının başına bir felaket gelmesinden korkuyordu ve aralarındaki masum münasebetin anlaşılmasını istemiyordu.
Münasebet, dedik. Fakat kelimeyi yerinde kullanmadığımızı biliyoruz. Bununla beraber Hüseyin, o sızgın hâlinde tecessüt etmiş bir hayal sanarak sarf ettiği üç aşk lügatiyle Seher’e alakasını açığa vurduğundan, Seher de define hadisesine takaddüm eden geceden beri onu sayıklayıp durdurduğundan bu iki genç arasındaki durumu “masum bir münasebet” diye tarif etmeyi yanlış da bulmuyoruz.
Sadede gelelim: Nilüfer muzdaripti. Fakat Hüseyin’le Seher’in birbirini tanıdıklarından Nakilci’nin bihaber olduğunu bilmediğinden bir mesele çıkarmaya kalkışmadı. Sarhoş adam ise delikanlının ne mırıldandığını duymadı. Yalnız onun yeni baştan sızdığını görerek kızdı:
“Nilüfer!” dedi. “Bu paçavrayı ört. Beni de papağanımın koluna takıp odama yolla. Burada kalırsam ters işler yapacağım, üç buçuk kadehe yenilen şu miskin oğlanı hırpalayacağım.”
Nilüfer, Hüseyin’in dudaklarından dökülen iki üç kelime ile yüreğine açılan kıskançlık yarasını gene o dudaklardan çalacağı merhemle kapamayı tasarlamıştı, yan gözle muzdarip Seher’i süze süze planını zihninde tasnif ediyordu. Nakilci’nin emrini duyar duymaz hemen harekete geçti, sarhoş herifi koltuklayıp kaldırdı ve müstehzi bir sesle Seher’e de vazifesini gösterdi:
“Bir koluna da sen gir. Ne buyurduklarını duymadın mı hanım?”
Üçünün de gözleri Hüseyin’in şaraba mağlup güzelliğine dikilmişti. Nakilci, öfkeyle; Seher, matemî bir tahassürle; Nilüfer, feveranlı bir ihtirasla, bu uyuyan bedii abideyi seyrediyorlardı. Fakat üçü de oradan uzaklaşmak için acele gösteriyordu. Çünkü Nakilci’nin ayakta duracak hâli yoktu. Seher, sevildiğini öğrenmekle mesut ve bu saadete layık olmadığını düşünerek de mahcup olduğu için, genç adamdan uzaklaşıp heyecanını dindirmek, vaziyetini soğukkanla tahlil edip kendine bir istikamet çizmek ihtiyacındaydı. Nilüfer, fırsatın çabuk kaçacağını düşünüyor ve böyle bir ziyana uğramamak istiyordu.
Aynı neticede birleşen bu muhtelif sebepler o üç kişiyi odadan uzaklaştırdı, Hüseyin uzandığı yerde yalnız kaldı.
Ne rüya görüyordu ne bir tahassüs belirtiyordu. Ölü hâlindeydi. Nefesi bile kesilmişe benziyordu. Yoklansa, nabzı tutulsa belki de kalbi durmuş görünecekti. O kadar bitkindi ki, ilk sarhoşluk bu temiz ruhlu delikanlıyı pis bir duruma düşürmüştü. Dayandığı yastık ıslaktı. Mideye sığmayan şarap, kızıl bir köpük şeklinde kapalı dudaklarından sızıyor ve çenesine eğri büğrü hatlar çizerek yastığa dökülüyordu.
Nakilci’nin verdiği emre rağmen üstüne örtü de atılmamıştı. Kaldırımlara devrilmiş bir serseri gibi upuzun ve beyhuş64 yatıyordu. Uçları kesilmeyen mumlar, kendi böğürlerinden yana yana yükselen islerin siyahlığı içinde yavaş yavaş sönüyorlardı, odaya bir sarhoş beyni örüyorlardı.
Hüseyin, işte bu derece derece artan karanlıkta gene derece derece silikleşerek nihayet hareketsiz bir gölgeye munkalip oldu. Artık ne odada şule ne eşyada vuzuh ne onda benliğini teşhis ettirecek bir nişane seziliyordu. Her taraf karanlıktı ve Hüseyin bu karanlıkta erimişe benziyordu.
Bir ve belki iki saat böyle geçti. Hüseyin, harharasız ve tamamıyla hareketsiz kaldı. Şarap ona ölümün duygusuzluğunu tattırıyordu ve karanlık o muhite geniş bir mezar siması çiziyordu.
Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. Fakat bir gölge, beyaz bir gölge, vakitsiz peyda olan bir gün ışığı yahut yürüyen bir mum gibi o koyu karanlığı ansızın yırttı. Sonra nurani bir nefes gibi, sarhoş delikanlının ölgün dudaklarına kapandı ve… bir mucize yarattı.
Hüseyin kımıldanıyordu, konuşa konuşa uyanıyordu. O gölge şimdi bir kulak olmuştu, şarabın sinirlerine ördüğü zinciri gerine gerine kırarak uyanan delikanlının dudaklarındaki kelimeleri dinliyordu.
Dirilir gibi uyanan genç, o müşkül ve muzdarip yakaza deminde gene yârini, yâri canını sayıklıyordu; yorgun, fakat mesut bir sesle mırıldanıyordu:
“Seher, canım Seher, güzel Seher!”
Nurani gölge titredi, üzerine kapanıp da nefes nefes harekete, idrake ve belki heyecana kavuşturduğu dudaklarından uzaklaşır gibi oldu. Fakat bu durumunu uzun bir zaman muhafaza etmedi, garip bir titreyişle gene o dudakları sardı ve inledi:
“Seher benim Hüseyin. Ağzını kapa. Yüreğini aç.”
Delikanlı, mahşer arifesinde ötecek İsrafil düdüğünü duyup da binlerce, on binlerce yıl sürmüş bir uykudan bütün küreye dağılıp ve kalıptan kalıba, renkten renge munkalip uzvi zerrelerini bir anda toplayarak uyanacak ölüler gibi, bütün benliğine, bilhassa aşkına sahip bir durumda gözlerini açtı, Seher’ini görmek istedi.
Fakat onun saçları muattar bir örtü gibi gözlerini örtüyordu, onun dudakları tatlı bir kapak gibi ağzını kapıyordu, onun sıkleti kutsi bir yük gibi vücudunu hareketten alıkoyuyordu. Bu vaziyette yalnız dimağının yandığını, gözlerinin bahtiyar bir körlükle karardığını, kalbinin zelzeleye uğradığını ve iradesinin eridiğini sezdi.
Yıkılıyordu. Lakin uçmak zevki alıyordu. Boğuluyordu. Lakin hayata yeniden doğduğunu sanıyordu. Bir küme saç hâlinde başını, alevli nefese çevirip ağzını, yumuşak bir perdeye dönüp bedenini saran sevgilisini muhtelif mahiyette sezip görmemekten garip bir haz alıyordu.
Bu nefes alıp veren, bu öldürüp dirilten, bu yıkıp kaldıran, bu bayıltıp ayıltan ve bu elle tutulup dille tadılan rüya bazen biter gibi oluyor ve gene tazelenerek Hüseyin’i cinnet buhranlarına sürüklüyordu.
Delikanlı gerçekten çıldıracak bir durumdaydı. Aşkın bütün hazlarını yudum yudum değil, avuç avuç içiyordu. Lakin bu bol kevseri ruhuna döken mukaddes pınarı göremiyordu ve onun sesini de duymuyordu. Yalnız muattar bir nefes ilkin ılık, sonra serin bir su oluyor ve dudaklarından geçerek damarlarına yayılıyordu.
Hüseyin cana can katan; hayır, yudum yudum ruh olup benliğini kaplayan bu aşk şelalesinin kaynağına gözlerini secde ettirmek istiyordu ve buna imkân bulamayınca garip bir eza duyuyordu.
Bununla beraber şikâyet etmiyordu, çünkü hissettiği eza ile haz, kıyas kabul edemeyecek bir nispetteydi. Üzüntüsü nihayet bir meraktı. Sevinci ise en yüksek bir bahtiyarlığın hasılası bulunuyordu.
İşte bu vaziyette odanın iç tarafındaki kapı önünde yürüyen bir ışık belirdi ve Hüseyin’i muattar bir gaflet içinde tutan saç perde, müskir dudak, kutsi yük telaşla yerini bıraktı. Delikanlı şimdi yanı başında küçülüp büzülen Nilüfer’le çıplak ayaklarını halılara öptüre öptüre yanına yaklaşan Seher’i -uzanıp yattığı yerden- vuzuhla seyrediyordu.
Evet, delikanlının yanında oturan Nilüfer’di ve onun maskesini bir mumun yardımıyla düşüren Seher’di. Fakat bu hakikati tenvir eden mum günahkâr bir sahnenin bütün tafsilatını da hem aktörlere hem Seher’e temaşa ettirmekten geri kalmıyordu.
Üçü de şaşkın ve muzdaripti. Nilüfer, o günlerde Nakilci’nin papağan adı vererek candan ilgi gösterdiği Seher’in kendisini gamzedeceğini ve işkencelere uğratacağını kuruntulayarak -hicaptan ziyade- azap duyuyordu. Hüseyin, gökten düşer gibi gece yarısı yanı başında peyda oluveren Seher’in hakikatte canlı bir rüya olduğunu, lakin eşiğine yüz sürmek iştiyakıyla günlerden beri maceradan maceraya atıldığı kadının da aynı sakafın65 altında yaşadığını anlayarak derin bir hayret geçiriyordu. Seher, dizlerine kapanıp başına gelenleri anlatmak ve pala zoruyla kendisine irtikâp ettirilen günahlardan dolayı affedilmek için -ömrünü tehlikeye koyarak- yanına geldiği sevgilisini bir başkasına mal olmuş gördüğünden dolayı -şaşkınlıktan ızdıraba geçerek- sendeliyordu.
Tesadüf, masum bir aşkı kolay kolay tamir olunmaz şekilde tahrip etmişti. Hüseyin ile Seher bu harap olan mabedin mahzun ve muzdarip temel taşlarıydı. Gerçekten taş imişler gibi de acıklı bir sükût içinde, hedef oldukları musibetin matemini yaşıyorlardı. Nilüfer’e karşı o sırada aynı duyguyu taşıyorlardı ve ondan iğreniyorlardı. Lakin haris kadının yıktığı mabedi yeniden kurmak kudretini nefislerinde göremedikleri için de öldürücü bir elem duyuyorlardı.
Gözlerin karşılıklı incelemeleri, dudakların titrek sükûtu uzun bir zaman sürdü ve ilk kelimeli inilti Seher’in ağzında belirdi:
“Nilüfer, nedir bu hâl?.. Misafirin yanında ne arıyorsun? Başından da korkmuyor musun?.. Ağa senin şu durumunu görse ne der, ne işler?..”
Aşk hırsızı genç halayık, soğukkanlılığını elde ettiği için pervasız davrandı. Dağınık saçlarını düzeltti, göğsünün açıklıklarını kapadı, sert bir cevap verdi:
“Esir pazarından geldimse yüreğimi de satmadım, sattırmadım ya. O, yerceğizinde duruyor, harıl harıl çarpıyor, sevilmese bile sevmek istiyor. Bu gece onun sesine kulak verdim, bu delikanlının sesiyle de sarhoşladım. Bir halttır işledim. Şahlanan yürek ne ağa tanır ne paşa. Onun için hiçbir şey umurumda değil.”
Ve birden fırlayıp ayağa kalktı, diz kapaklarına kadar açık duran çıplak bacaklarına beyaz bir titreyiş çize çize tepindi:
“Ya sen!” dedi. “Ya sen burada ne arıyorsun?.. Ben ağanın halayığı isem sen de odalığısın. Halayıkların yüreğine kimse karışmaz amma odalıklarınkine efendileri pekâlâ karışır. Çünkü siz yarım nikâhlı sayılırsınız. O hâlde beni değil, kendini düşün. Çalımı bırak da yalvaragör!”
İki kadının bağırır görünüp de yavaş sesle yaptıkları bu sert muhavere, açık gözle rüya gördüğünü sanarak şaşkın ve bitkin yutkunup duran Hüseyin’e ummadığı hakikatleri öğretiyordu ve dimağına işlenen bilgiler, o dimağı kan içinde, yara içinde bırakıyordu.
İdraki gerçekten sarsılmıştı. Üsküdar’da bıraktığı kadını Nakilbend’de bulmak, Kara Süleyman’ın nikâhlısı diye tanıdığı o mahluku Nakilci’nin kapatması olmuş görmek havsalasına sığmayan, sığamayan korkunç bir hakikatti. Nilüfer’in bu hakikati haykırmasına kızıyor, Seher’in bu hakikati tekzip için ortadan kaybolmamasına kızıyor ve Seher’i bir başkasına mal olmuş gördüğü hâlde, kendisinin erimeyişine kızıyordu.
Bir aralık feveran etmek, vefasız ve günahkâr Seher’i hırpalamak istedi. Lakin Nilüfer’in yanında ve onunla birlikte yaşadığı aşk saatinin henüz pek sıcak duran hatırası arasında Seher’i sorguya çekmenin ne gülünç bir iş olacağını kavradığından bu düşünceyi bıraktı. Zaten onun üzerinde ne hakkı vardı ki?.. Kadıncağız Kara Süleyman’ın nikâhlısı idi. Bu durumda kendisine gönül vermek, kendisini düşünmek ve hele kendisini aramak Allah’ın da hoşuna gitmeyecek bir işti. Şimdi Kara Süleyman’ın nikâhlısı, Nakilci Mustafa Ağa’nın kapatması olmuştu. Bu değişiklik de nihayet Kara Süleyman’ı alakalandırabilecek bir hadise değil midir?..
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Esat Efendi tarihinden alınmış olarak Cevdet Paşa tarihi, C. 12, s. 71. (y.n.)
2
Mevzun: Biçimli, düzgün, oranlı, uyumlu. (e.n.)
3
Sakf: Dam, çatı, tavan. (e.n.)
4
“Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın rıza-yı hümayuna uymaz hareketleri yoksa da yangınlar o zaman İstanbul ahalisinin indinde sadrazamın beceriksizliğine alamet sayıldığından on yedi saat süren Tophane ve beş saat sürmüş olan Sultan Hamamı yangınları akabinde kendisi azil ve İzmit’e nefyolundu.” (Cevdet Paşa tarihi, c. 12, s. 71) (y.n.)
5
Memnu: Yasak. (e.n.)
6
Evliya Çelebi bu varsağıyı Dördüncü Murat’ın -yeniçeriler elinde can veren gözdesi Musa Çelebi için- yazdığını söyler. O çelebinin nasıl bir hilkat bediası olduğunu da şair Nefi, şu manzumesinde tebarüz ettirir:
Yusuf’u İsa şiyem Musa ağa kim tal’ati
Gün gibi bir şu’ledir gûya çırağı Tûr’dan
Tineti hâkinde yok asla kuduretten eser
Cismini halk eylemiş barî taalâ nur’dan
Böyle ziba suretü pakîze siret görmedim
Bir melektir gûyiya etmiş tevellüd Hûr’dan
Cebhei berrak ile ol gerdeni kâfûr – renk
Zahir oldukça giribani siyah sammûr’dan:
Seyreden kimse tulû etti kıyas eyler hemen
Âfitabı âlem ârâyi şebideye deycûr’dan!
7
Küldöken: Kadın, eş. (e.n.)
8
Tarassut: Gözleme, gözetleme. (e.n.)
9
Tekevvün etmek: Meydana gelmek, olmak. (e.n.)
10
Zulümat: Karanlıklar. (e.n.)
11
İbram: Zorlama. (e.n.)
12
Evliya Çelebi bu tekkelerin her biri hakkında malumat verir. (c. 1., s. 478) (y.n.)
13
İhsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima. (e.n.)
14
Tuğyan: Coşma, taşma. (e.n.)
15
Mansıp: Makam, yüksek dereceli memuriyet. (e.n.)
16
Rabia, yedinci asırda keramet sahibi olarak şöhret alan ve bu şöhretini bütün İslam kadınları arasında asırlarca muhafaza eden Basralı bir bayandır. Tacürrical unvanını almıştı. İyi bir şair olarak da meşhurdu. (y.n.)
17
Düzoğlu Kirkor, İkinci Mahmut devrinde darphane kuyumcusu idi. Müesseseyi kendi hesabına işler bir ticarethane hâline koyduğu anlaşılınca kardeşi Serkis’le beraber -kafaları kesilmek suretiyle- idam olundu. İki küçük kardeşi de Yeniköy’deki yalılarının pencerelerine asıldı. Bunların ev, yalı, dükkân, hamam vesaire olarak belki bin parçaya yakın mülkleri vardı. Tasmaları inci, zümrüt ve yakut ile süslü hamam nalını kullanırlardı. (y.n.)
18
Ateh: Bunama, bunaklık. (e.n.)
19
Defterdarlık Dairesi -Maliye Nezareti adını aldıktan sonra- 1866 yılında yandı. Kapının üzerinde bulunan ve vezne olarak kullanılan köşk daha önce yıktırılmıştı. Meşhur Nafiz Paşa’nın maliye nazırlığı sırasında bu hazine dairesinin, içindeki paraların ağırlığına dayanamayarak yıkılacağı hakkında Babıali’ye tezkere yazıldığı tarihlerde görülüyor. Fakat bu paralar beşlik ve metelikti!.. (y.n.)
20
Başbakı kulu: Maliye başmüfettişi. (e.n.)
21
Tegafül: Anlamazlıktan gelme. (e.n.)
22
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
23
Muhzır: İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli.
24
Cevdet Paşa bu define vakasını kendine has olan üslupla şu biçimde anlatıyor: “Eski Sadrazam Abdullah Paşa’nın baştebdili Kara Süleyman Medine-i Üsküdar’da Valide-i Atik Camii Şerifi civarında kain hanesinin bahçesini garsi eşçar garazile bir bağcıya belletirken bir kavanoz dolusu altın zuhur ettikte sahibi hane kavanozu ihraçta istical ve bağcı dahi hakkı sükût talebinde olarak biraz niza ve cidalden sonra üç bin kuruşa muadil altına ikna ederek bakisini alıp ve derunü haneye getirip, zevcesiyle birlikte ket-mü ihfa etmişler. Kadınlar ise ekseriya sır saklamadıklarından Kara Süleyman’ın zevcesi dahi bu sırrı ketmedemeyerek ferdası komşusu bir kadına pencereden hitap ile ‘Canım hanım, sakın kimseye söyleme. Bizim bahçeyi kazdırırken define bulduk.’ diye yüksek sesle kaziyyeyi hikâye ederken mahalle bekçisi işittikte ol bağcıyı bulup, birlikte defterdar efendiye götürmekle başbaki kulu ağa Üsküdar mahkemesine varıp Kara Süleyman’ı ihzar ve iptida tenhaca ve badehu bekçi ve bağcı müvacehelerinde istintak eyledikte, inkâr eylemiş ise de hanesine varılıp, kavanoz mahalli muayene olundukta, inkâra mecali kalmadığından, kavanoz defterdar efendi huzuruna götürülerek zeri mahbup ve yaldız ve Macar cinslerinden zuhur eden altınlarla birkaç kıt’a murassa hulyi nisa tadat olundukta, yüz elli bin kuruşa (kuruş bugüne göre lira demektir) muadil gelerek darphaneye gönderildi. Bağcıya ve bekçiye münasip miktar atiyye verildi.” (Cevdet tarihi, c. 12, s. 140)
25
Natır: Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın. (e.n.)
26
Meclup: Tutkun. (e.n.)
27
Halhal, eskiden topuklara takılan bileziklerin adıdır. Şair Nedim, halhal kullanan sevgilinin ayak sesini şöyle tavsif eder:
Pür etti kûçeyi sıyti feşafeşi dâman
İrişti zirvei nahide çin çini halhal!
28
Hattıistiva: Ekvator. (e.n.)
29
Tereddi: Yozlaşma. (e.n.)
30
Cevdet tarihinde bu hadise şu suretle hikâye olunuyor: “Dört nefer şekavetpişe Üsküdar’da büyük hamamın müsteciri Hafız’a gelip bin kuruş metalibesinde tehdit ve ihafe ettiklerinde Hafız Ağa “Ümmeti Muhammed yok mu?” deyu nida etmekle bu sesi duyan ahali sopa, balta ve kazmalarla seğirdip eşkıyayı merkumeden ikisini katlettiler. Diğer ikisi Atpazarı semtine firar ve orada bir bostana girip tüfek ve tabanca ile müdafaaya iptidar ettiklerinde birini ahali orada tüfek ile urup idam ve diğerini hayyen ahz ile Üsküdar kulluğuna teslim ettikten sonra maktullerin ayaklarına ip takıp tahkir ve teşhir ederek İskele Meydanı’na nakl ile saire ibret gösterdiler.” (y.n.)
31
Bu Köroğlu, Çamlıbel kahramanı olarak halk arasında şöhret alan yarı masal şahsiyet değildir. On yedinci asırda yetişen halk şairlerinden biridir. Onu ilk tanıyan ve tanıtan Evliya Çelebi’dir. Köprülü oğlu üstat Fuat, Muallim Agâh Sırrı ve daha birkaç güzide kalem sahibimiz, ondan bahsettikleri gibi, kıymetli muharrir Sadettin Nüzhet de şairin hayatı ve eserleri hakkında bir broşür neşretmiştir. (y.n.)
32
Mütezayit: Artan, çoğalan. (e.n.)
33
1910’da yanıp da şimdi mermer bir harabe hâlinde duran Çırağan Sarayı işte bu köşk ile mevlevihanenin arsaları üzerine 1866’da yapılmıştı. (y.n.)
34
Bu şarkı Enderunlu Vasıf’ındır. Şair, o sırada henüz sağdı. (y.n.)
35
Zu’m: Batıl zan. Şüphe. Yanlış zan. (e.n.)
36
Müncemit: Buz hâlinde bulunan, donmuş, donuk. (e.n.)
37
Sukut: Düşme, düşüş. (e.n.)
38
Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)
39
Muayyen: Belirli. (e.n.)
40
Arapların Zühre, Acemlerin Nahid dedikleri yıldız. Biz Türkler Çoban veya Kervan yıldızı deriz. Malum olduğu üzere bu yıldız güneş manzumesinin ikinci seyyaresidir, aşağı yukarı bizim küremiz kadar büyüktür ve onunla güneş arasında bulunduğu için bazen batı, bazen de doğu tarafında görünür. (e.n.)