Читать книгу Cinci Hoca (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (6-ая страница книги)
bannerbanner
Cinci Hoca
Cinci Hoca
Оценить:
Cinci Hoca

5

Полная версия:

Cinci Hoca




Ve eskiden kargacık burgacık sözleriyle ifade olunan karışıklığa tam bir numune teşkil eden okunmaz yazısını valide sultanın, İbrahim’in gözlerine bir nebze tuttuktan sonra izaha girişti:

“Talihleri kötü insanlar nasıl bahtı iyi kişilere için için hınç beslerlerse cinler de hücum için yüksek burçlara mensup adamları tercih ederler. Onların aşağı tabakadakileri de çarptıkları -hem de sık sık- vakidir. Fakat asıl aradıkları yüksek mertebedeki kimselerdir. Şevketlu hünkârı da işte sarmışlar, hayli sarartmışlar. Eğer velinimet efendimizin üzerinde cinlerle arası iyi bir âlim eliyle çizilip kalıba konulmuş altın muska bulunsaydı kötü cinler kendisine güç yaklaşırlardı. Ben ilk iş olarak muskayı çizeyim, siz, yapacağım resmi kuyumcubaşıya verin, altın levha üzerine geçirsin. Efendimiz de onu boynuna takıp taşısın.”

Ve birden hatırlamış gibi duraladı. “Fakat…” dedi. “Resmin yapılabilmesi için bir şart vardır. Güneş, esed burcunun birinci yahut üçüncü derecesine girerken muska yazılabilir. Bir uşak gitsin, müneccimbaşına sorsun. Güneş şimdi nerededir. Cevap gelinceye kadar ben nefese başlayayım.”

Onun tavsiyesi mucibince hareket olunarak saray müneccimi meşhur Hüseyin Efendi’ye adam üstüne adam koşturulurken Molla Hüseyin, korkunç azametini yeni baştan takındı.

“Sen ey ulu hatun!” dedi. “Seccadeye çök, bir siyah ihrama bürün, emrim olmadan zinhar kımıldama. Yanılıp başını bizim tarafa çevirirsen ya şaşı ya çarpık ağızlı kalırsın.”

Kösem Sultan, bir köşeye çömelip tepeden tırnağa kadar sarındığı siyah örtü içinde garip ürpermeler geçirirken Molla Hüseyin yüzünü Deli İbrahim’e çevirdi ve gürledi:

“Diz çök, ey Tanrı kulu! Kalbini temiz tut, nefesimin ilahi olduğuna iman eyle, bir şey düşünme, sağına soluna bakma, kımıldama!”

Hünkâr, yine bir çocuk gibi bu emre itaat edip gözü kapalı, dudakları yumuk bir vaziyette diz üstü geldi, Molla Hüseyin de etrafa bir avuç tarçın, karabiber döktükten sonra bir kara bulut heybetiyle gürlemeye başladı:

“Herkaş, kaiş, merkaş, istinaf, hutuf, hıtaf, şefdaş, kardaş, ya tahselu, şebuh, irmeh şünuh, ermu hasisa, elkadimül ezeli, ya maşerül cin, elvufi, eddafi, nenzü minşerri areki vennua ve min şiddeti harrünnar!”50

Deli İbrahim tepesinden bir alay bulut geçiyor gibi dehşet içinde kalmakla beraber oturduğu yerde kımıldamıyordu, manasını anlayamadığı gürültüyü derin bir hareketsizlik içinde dinliyordu. Molla Hüseyin, okuduğu sara duasının hasta adam üzerinde uyuşturucu bir tesir yaptığını sezince şevke geldi, o karmakarışık kelimeleri daha tannan bir sesle on kere tekrar etti, sonra elini hünkârın başına koydu.

“Gözünü aç…” dedi. “Bana bak!..”

Gürültünün birdenbire kesilmesi, Deli İbrahim’e ağır bir yükten kurtulmuş bir adam ferahlığı getirmişti. Kulaklarında uğultu varsa da içi sakindi, güle güle Molla Hüseyin’in yüzüne bakıyordu. Hoca, inşirah sezdiren bu bakışlardan aldığı ilhamla telkini biraz daha ileri götürdü.

“Artık…” dedi. “Sıkılmıyorsun, değil mi? Öyleyse kalk, şu tespihin içinden üç kere geç.”

Belinden söküp çıkardığı bin taneli tespihi halka hâline koyup hünkârı arasından geçirirken emir veriyordu:

“Ben nasıl bu mübarek tespihten süzülüp çıkıyorsam, sıkıntılar, üzüntüler, uykusuzluklar, iştahsızlıklar da bedenimden öylece çıkıp gitsin, diyeceksin. Başla, benimle beraber söyle!..”

Daima çocuk kalmaya mahkûm bir yaradılış sahibi olan hünkâr, kaldırımlarda çember çeviren, ip atlayan miniminiler gibi sevinç içindeydi. Haz ile şevk ile tespihe girip çıkıyordu, neşesinden fıkır fıkır gülüyordu.

Molla Hüseyin bu oyunu da yaptıktan sonra elini koynuna soktu, bir parça çördük çıkardı, “Aç ağzını, bismillah!” diyerek Deli İbrahim’in ağzına soktu, bir bardak da su sunarak yavaşça mırıldandı: “Yut! Bu otu ben cinlerin en büyük padişahı Şahişahan Hazretleri’nin hazinesinden aldım. Hulusla, tam itikatla içenler yetmiş yaşında iseler yirmi yaşına dönmüş gibi kudret sahibi olurlar, tavşana benzemişlerken aslan kesilirler.”51

Bu müjde Deli İbrahim’i bir kat daha sevindirdi, parmaklarını şıkırdata şıkırdata oynayacak hâle getirdi. Fakat hocanın heybetinden ürktüğü, cinlere karşı yanlış bir harekette bulunmaktan da çekindiği için zıplama ve sıçrama hevesini içinde sakladı, suyla yuttuğu otun dimağında kalan kokusunu emmeye koyuldu.

Bu işler yapılırken Kösem Sultan, diz çöküp oturduğu yerde uyuyakalmıştı. Sıkı sıkıya örtünüş, hocanın ağzında beliren gürültü, bir sürü vehmî düşünce, birkaç gecedir başı yastık yüzü görmeyen şişman dula tatlı bir baygınlık getirdiğinden hafif bir horultu ile ımızganıyordu.

Deli İbrahim, anasının uykuya daldığını Molla Hüseyin’den önce gördü. “Hoca efendi…” dedi. “Validem uyumuş.”

Cinci, o dakikaya ve o sahneye yakışan cevabı verdi:

“Yüreğinize, göğsünüze, eteğinize musallat olan cinler kaçıp gittiler. Onların ayak yeli valide sultan hazretlerine ağırlık vermiştir. Telaş buyurmayın, şimdi uyanır. Güzel güzel düşler gördüğünü bilmesem küçük bir öksürükle kendisini ben de uyandırırdım.”

“Ay annem düş mü görüyor şimdi?”

“Belki babanızla bir aradadır. Ben öyle seziyorum.”

O sırada Sümbül Ağa içeri girerek müneccimbaşının pusulasını uzattı. Yıldızların dilini çok iyi bilmekle tanınmış olan Hüseyin Efendi, güneşin esed burcunda birinci dereceye hulul etmekte bulunduğunu yazıyordu. Cinci Hoca, pusulayı okur okumaz kaşlarını çattı.

“Âlâ!” dedi. “Hemen muskayı yazayım. Siz de kuyumcubaşına haber yollayın, hazır bulunsun, göndereceğim resmi altın bir levhaya geçirsin.”

Bu muhavere, Kösem Sultan’ı uykudan uyandırmıştı. Lakin örtüyü başından atamıyor, sesini çıkaramıyordu, geniş bir nefes alabilmek için Cinci Hoca’nın müsaadesini bekliyordu.

Molla Hüseyin, kadıncağızın uyandığını sezerek bu müsaadeyi verdi.

“Ey ulu hatun!” dedi. “Oğlun selamete çıkıyor, gözün aydın! Sen de artık serbestsin, örtüyü at, yanımıza gel.”

Ve valide sultan, havasızlıktan ter içinde kalan tombul yüzünü açarken çapkın bir tebessümle ilave etti:

“İyi bir düş gördün, rahmetli eşinle oynaştın, değil mi?.. Bu iyiliğimi unutma, beni hatırından çıkarma.”

Yirmi üç yıl süren bir dulluk devresinin her heyecanlı gecesinde kocasını rüyasında görmeyi -tabiri caizse- itiyat edinmiş olan Kösem, bir iç çekilmesinden, bir ımızganmaktan ibaret olan deminki dalgınlık sırasında da aynı düşün hazzını tatmıştı. Hocanın bu en mahrem hakikate parmak koyuvermesi kadıncağızın yüzünü pembeleştirmekle beraber Cinci Hoca hakkında henüz mütereddit duran düşüncelerini de düzeltti, içine sarsılmaz bir iman getirdi. O, düzenci mollanın çok basit bir sözden, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” meselinden ilham alarak keramet tasladığını ve keşfinin doğru çıkmaması hâlinde hiç sıkılmadan “Sen şeytani rüyalar gördün. Uyanınca unutman tabiidir!” deyip işin içinden sıyrılacağını takdir edemezdi, o sebeple herifin gaipten haber verebildiğine inanıvermişti.

Molla Hüseyin bu pek sade buluşla zeki Kösem’i de hayrete düşürdükten sonra meşhur talii esed muskasını çizmeye girişti. Cine, periye inananlarla fala, remile, cifre, havasa ait risaleleri, kitapları okuyanlarca malum olduğu üzere bu muska kuyruğu kabarmış ve bir çakıl taşını ısırarak iki parçaya ayırmış bir aslan resmini ihtiva eder. Aslanın önünde bir yılan bulunur ve yılan, o kuvvetli mahlukun ayaklarından yüzüne doğru süzülmüş, ağzını onun ağzına doğru açmış olarak tasvir olunur. Yılanın arkasında bir akrep bulunmak da şarttır.

Cinci Hoca, Rafaillerin, Leonardoların, Hansların, Peterpollerin ruhunu azaba, ızdıraba düşürecek bir liyakatsizlikle ve pis bir kâğıt üstünde bu gayritabii sahneyi çizmeye çalışıyordu. Aslan onun beceriksiz kalemiyle yarı öküz, yarı keçi gibi bir sima alıyordu. Yılan yapraksız bir dal şeklinde vücut buluyordu, akrep de sümüklü böceğe benzeyerek teressüm ediyordu.

Fakat o, vakur bir pervasızlıkla bu kepazeliği yaratmakta devam ediyordu. Bir çiçek resmi yapıp da ona “aslan” dese inandıracağına emniyeti vardı. Çünkü ecinni diyarında aslanların çiçek kılığında yaşadıklarını söylemesine mâni yoktu.

Nitekim Kösem’le oğlu da onun yarattığı aslanla yılanı ve sümüklü böcek biçimindeki akrebi, küçük bir itiraza cüret edemeden, hayran hayran seyrettiler ve lütfen yaptığı izahı da tam bir imanla dinlediler. Molla Hüseyin, muskanın manasını şöyle anlatıyordu:

“Buradaki aslan, esed burcuna giren güneşin remzidir. Şevketlu hünkârın da timsali aslandır, talihi güneştir. Yılan, insücinden velinimet efendimize düşmanlık edecekleri gösterir. Akrep, yılana zehir veren mahluktur, burada düşmanın meramı demektir. İlm-i azayime göre okuduğum dualarla yılanı aslanın karşısında felce mahkûm ettim. Akrep de can çekişmek üzeredir. Şimdi kuyumcubaşı bu resmi altın bir levhaya geçirip bana verecektir. Ben de onu kırk bir bin salavat, doksan dokuz bin İsmi Azam duası okuyarak gül suyu içinde halledilmiş zafrana sokup çıkaracağım, sarı atlasa sarıp daire-i kübranın ortasında cinnî teşrifatla şevketlu efendimizin mübarek boyunlarına asacağım. Ondan sonra yanınıza ne cin gelir ne peri!”

Resim, besmelelerle tutularak ve baş üzerinde taşınarak kuyumcubaşına götürülürken Deli İbrahim sordu:

“Ya benim odadaki cinler ne olacak hoca efendi?”

“Onları ben şimdi süpürge sopasıyla kovacağım.”

Deli İbrahim, bir iki kere yutkundu, gözlerini sağa sola çevirerek uzunca ve muzdarip bir düşünce geçirdi, sonra çekine çekine Molla Hüseyin’e sokuldu:

“Cariyeleri hizmetime çağırmaya izin var mı? Cinlerle bu işi de konuşmayacak mısınız?”

Molla Hüseyin, koynundan bir parça çördük daha çıkardı, bir bardak su ile hünkâra yutturdu ve valide sultanı “Siz taşraya buyurun.” sözüyle odadan uzaklaştırarak kadıncıl deliyi karşısına oturttu, bir sürü şeyler okuyup üfürdü, adamcağızı nefesinin kuvveti ve sıcak yeli altında bir iyi bunalttıktan sonra ellerini tuttu:

“Mehlikayi Efsuni yanımızdadır. İradene ram olacak cariyeyi benim gözümde sana gösterecektir. Sıdk ile, hulus ile gözüme bak.”

Deli İbrahim, zayıf gözlerini mollanın kıvılcımlı gözlerine dikti, orada mutlaka bir kadın yüzü göreceğine inanarak uzun uzun baktı ve birden haykırdı: “Gördüm hoca efendi, gördüm!”

“Kimi?”

“Kör Süleyman Paşa’nın yolladığı mavi gözlü kızı!”

“Adı ne bu kızın?”

“Turhan.”

“Öyle ise bu gece onu hizmetine çağır. Mehlikayi Efsuni’den söz aldım. Sana yetmiş yedi erkek kuvveti verecek. Artık merak etme.”

Cinci Hoca’nın keşfi doğru çıktı, Deli İbrahim o gece Rus güzelliğinin müstesna bir numunesi olan Turhan’la baş başa kalmaktan memnun oldu. Molla Hüseyin’in yaman bir bilgiç olduğuna inanmakla beraber oğlunun hüsrandan kurtulacağını henüz şüpheli bulan valide sultan, cin imparatoriçelerinden birinin işaretiyle sekiz yüz halayık içinden seçilip gerdeğe koydukları Turhan’ın son günlerde birçok halayığa yapıldığı gibi dayak atılarak kapı dışarı edilmesini bekliyordu. Fakat genç Rus kızı girdiği yerden kovulmadı, sabaha kadar omzuna yükletilen vazifeyi gördü ve ancak gün doğarken efendisinin yanından ayrıldı, kızıl bir yorgunluk içinde Kösem’in yanına gelip el öptü.

Bu hadise saray halkını sevinç içinde bıraktığı gibi Kubbealtı’nı da neşeye boğmuştu. Herkes cinler elinde kudretini kaybeden hünkârın selamete ermesini canla başla alkışlıyordu, samimi surette bayram yapıyordu.

İbrahim, bu umumi sevinç arasında şehrayinler tertip etmeye kalkışmış, sarayın içini dışını donatmış, çalgılar çaldırmış ve bütün saray halkını ziyafete çağırarak saadetini onlara da tattırmıştı. Fakat Cinci Hoca’yı da unutmuyordu, parlak bir ikramla onu memnun etmeyi düşünüyordu. Şu kadar ki kendine padişahlık zevklerinden en büyüğünü yeni baştan veren bu lütufkâr adama nasıl bir iyilikle mukabele edeceğini takdir edemiyordu. Anasıyla görüştükten sonra bizzat hocaya sormayı ve onun isteyeceği şeyi vermeyi kararlaştırdı, Molla Hüseyin’i çağırttı.

“Senden…” dedi. “Çok memnunum. Allah bilgini artırsın, bundan geri yârimsin, birinci adamımsın. Yanımdan ayrılmayacaksın. Yalnız bir üzüntüm var. Sana nasıl ikram edeceğimi bilemiyorum. Dile benden ne dilersen, desem darılır mısın?”

Molla Hüseyin, dünkü Cinci Hoca değildi. Cübbesinin önünü kavuşturarak edepli bir duruma bürünüyordu, padişaha son derece saygı gösteriyordu. Mazhar olduğu iltifata da yine edibane cevap verdi:

“Estağfurullah efendimiz…” dedi. “Bana ikrama mecbur değilsiniz. Ben vazifemi yaptım, sizi cinlerin şerrinden kurtardım. Bundan sonra da gözümü dört açıp hiçbir cinin size yaklaşmasına meydan vermeyeceğim. Sık sık da Şahişahan’la, Mehlikayi Efsuni’yle, Dürrüttac ile konuşup efendime yarar bir şey duyarsam hemen arz edeceğim.”

“Berhudar ol hoca efendi ama ben padişahım. Sana bir iyilik etmek isterim. Ne yaparsam memnun olacağını mutlaka söylemelisin.”

Molla Hüseyin, önünde asılı duran altın merdivenin basamaklarını hızla aşmak ve en üst basamağa ulaşıp orada yaşamak hırsıyla kıvranıp duruyordu. Bu merdiven, ulemaya mahsus mertebeleri gösteriyordu ve başında şeyhülislamlık feracesi asılı duruyordu. Fakat hırsını hissettirmek istemediğinden ağır davranıyordu. Hünkâr “Söyle hocam.” diye ısrar edince yer öptü:

“Bir müderrislik payesi ihsan buyurursanız kulunuzu ihya etmiş olursunuz.”

“Verdim hocam, hemen verdim.”

Hünkâr, müderrisliğin adını duymuş olmakla beraber bu işin ne olduğunu ve kimlerin ne suretle müderris yapılacağını bilmiyordu. O devirde yaman bir ocak zihniyeti taşıyan, aralarında kuvvetli bir tesanüt52 yaşatan hocalar da kanun ve teamüle aykırı rütbe, mevki ve hizmet verilmesine kolay kolay rıza göstermezlerdi. Bu sebeple Cinci Hoca’ya müderris payesi verildiğini bildiren emirname Şeyhülislam Yahya Efendi’ye gelir gelmez kıyamet koptu, her ağızdan bir isyan sesi yükseldi. Bütün ulema zümresi henüz mülazım bile olmayan bir üfürükçüye böyle bir paye verilmesini ilme hakaret sayıyorlardı, homur homur homurdanıyorlardı.

Şeyhülislam -idare-i maslahat politikasına pek bağlı bulunmasına rağmen- bu homurdanışlara kayıtsız kalamadı, saraya bir tezkere yolladı. Danişment Molla Hüseyin’e müderrislik payesi verilemeyeceğini anlattı.

Hünkâr birçok dileklerinin sadrazam tarafından “Kanuna uymaz, ondan ötürü de olamaz!” diye çürütülmesine alışkın olduğundan şeyhülislamın da ters davranmasına ses çıkarmayacaktı. Fakat Cinci Hoca, kırk gün nefes etmek, yeni muskalar yazmak için Şahişahan’dan ferman aldığını söyleyerek huzura çıkıp da onun şeyhülislama bir şey dememek niyetinde olduğunu görünce köpürdü.

“Ben…” dedi. “Bütün ecinni diyarına haber salıp sizin bana medresesiz kuru bir müderrislik verdiğinizi müjdelemiştim. Şahişahan başta olduğu hâlde bütün cin padişahları, vezirleri, beyleri adamlar yolladılar, rütbemi kutladılar. Hatta Maveraüşşems Hükümdarı Ezreke Banu Hazretleri sır kâtibini gönderdi: ‘Ebussuud Efendi öleli-den beri fetva alacak bir şeyhülislam bulamıyorduk, üzülüyorduk. Senin müderris oluşundan ümide düştük, inşallah Sultan İbrahim Han Hazretleri lütuf buyururlar, bizim hâlimize de merhamet ederler, seni şeyhülislamlığa çıkarırlar.’ diye iltifatta bulundu. Şimdi Yahya gibi koşma düzmekten, genç çocuklara gazel yazmaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen bunak bir yobaz, senin fermanını geri çevirerek beni bütün ecinni diyarına kepaze etti. Yarın başın ağrırsa, nefesin daralırsa, gücün kuvvetin azalırsa ben ne yüzle cinleri çağırayım. Matuh53 Yahya bende haysiyet koymadı, seni de tehlikeye attı.”

Deli İbrahim enikonu pirelenmişti, yeni baştan yetim kalmak ve kadınlardan uzak düşmek korkusuyla elemlenmişti. Cinci’ye hak veriyor, şeyhülislamla bozuşmayı ise göze alamıyordu. Bu karışık durumda yine Molla Hüseyin’den yardım aradı:

“Nidelim hoca efendi, sen onu söyle?”

“Nidelimi var mı sultanım, sen padişah değil misin?”

“Elbette padişahım.”

“Padişahların bir sözü iki olmaz, iradesi bozulmaz. Kalemi eline al, ‘Verdiğim verdük, dediğim dedüktür. Gözünüzü patlatırım sizin!’ diye bir hat çiziktir. Bak şeyhülislamın ağzı bir daha açılır mı?”

“Ya açılırsa?”

“Şahişahan’a havale ederim, herifi şebeğe çeviririm!”

Deli İbrahim işte bu telkin üzerine cüretlendi, Molla Hüseyin’in ağzından çıkan sözleri kelime kelime yazmak suretiyle bir hümayun(!) hat kaleme aldı ve ona üç derece daha yüksek bir paye verdi.

Hadise, müthiş bir infilak tesiri yapmış, hocalar âleminin altını üstüne getirmişti. Fakat işin inada bindirilmesi hâlinde Cinci Hoca’ya şeyhülislamlık bile verilebileceğini sezen ulema, böyle bir akıbetten korkarak hınçlarını zapt ediyorlardı, sırası düşünce öç almayı tasarlayarak susuyorlardı.

Cinci Hoca altın basamaklı zümrüt merdivene, ikbal yoluna sadece girmiş olmuyor, başkalarının on yılda güç aşacağı merhaleleri bir adımda geçmiş bulunuyordu. Lakin doymamıştı ve doyamıyordu. Bunda da hakkı vardı. Çünkü dilediğini yaptıracak bir kudretteydi, altmış akçe geliri olan bir müderrisliğe kanıp da oturmayı aptallık sayıyordu. Onun için bir nefes sırasında fırsatı kaçırmadı.

“Ezreke Banu…” dedi. “Galata Mahkemesinde bir dava açmak istiyor.”

“Ezreke Banu da kim?”

“Geçen gün arz etmedim mi? Maveraüşşems hükümdarı bir dişi cin!”

“Güzel bir şey mi?”

“Bir içim su. Efendimin firaşına54 layık.”

“Aman hoca efendi, kerem et. Şu dişi cini bana göster.”

“Göstermek neye yarar?.. Onu bir çalımına getirip size odalık da yapmak isterim. Çünkü hiçbir cin şehzadesini beğenmiyor, evlenmiyor. Bir efsunla onu size âşık ederim, hizmetinize koştururum.”

“Ne zaman yaparsın bu işi?”

“Açmak istediği dava görülüp bittikten sonra.”

“Neymiş davası?”

“Dalları yakut, yaprakları elmas, yemişi incir bir ağaç varmış. Ezreke Banu’nun amcası oğlu da bu ağaç benimdir diyormuş.”

“Nerede bu ağaç hoca efendi?”

“Ecinni diyarında.”

“Oradaki ağacın Galata’da davası görülür mü?”

“İbni Kemal Hazretleri’nin, Ebussuud Hazretleri’nin şeyhülislamlık ettikleri devirlerde cinlerin büyük davaları İstanbul’da görülürdü. Onun için o büyük âlimlere müftissakaleyn derlerdi.”

“Ne demek bu sakaleyn?”

“İnsücin, dünya ve ahiret, insanla hayvan demektir. İbni Kemal de Ebussuud da hem inse hem cine fetva verdikleri, onların davalarına baktıkları için böyle anılmışlardı.”

“Bizim Galata kadısı da onlar gibi mi?”

“İşte Ezreke Banu’nun üzüldüğü nokta da bu ya. O, İstanbul yakasına hiçbir cinin geçmesini istemediğimi biliyor, amcası oğluyla Galata’ya kadar gelmek istiyor. Hâlbuki kadı efendinin ilmi cinlerle görüşmeye müsait değil.”

“Seni oraya kadı yaparsam güzel cin memnun olur mu?”

“Kulun olur, cariyen olur!”

“Fakat onların davaları görülürken ben de bulunmak isterim. Bu şartla seni Galata kadısı yapıyorum.”

Cinci Molla bu suretle zümrüt merdivenin altın basamaklarından beş altısını daha aştı, kibari’l-ulema arasına karıştı. Şimdi onun sadrazamı da “resmen” ziyaret etmesi lazımdı. Kızlar ağası tarafından bu teşrifat vecibesi kendisine ihtar olunduğundan Galata kadısı hazretleri bir sabah sofunu giydi, urfünü başına geçirdi, altı muzirini ardına taktı, saray atlarından birine kurularak Kara Mustafa Paşa’nın sarayına gitti.

Heybetli vezir, divan kurarak devlet işleriyle meşgul oluyordu. Son günlerde adı dillere düşen ve her ağızda başka bir menkıbe hüviyeti alarak uzun uzun konuşulan Cinci Hoca’nın -Galata kadısı sıfatıyla-ziyarete geldiği kendisine haber verilince birden celallendi.

“O üfürükçünün…” dedi. “Burada işi ne? Yüzünü cinler, şeytanlar görsün! Hemen kovun! İnat ederse güzel bir kötek atıp sokağa sürün!”

Galata kadısı efendi bekleme salonuna alınmıştı, öbür misafirlerin üstüne geçerek kendine pek yakıştırdığı azametli tavırlarla sadrazamdan gelecek kabul haberini bekliyordu. Fakat bir uşağın istihzalı tebessümlerle içeri girip de “Sahibi devlet efendimiz, hemen geri dönmenizi irade buyuruyorlar.” demesi üzerine o azameti sarsıldı, adamcağızın kavuğu çarpıldı, yüzü sarardı, diline bir kekeleme yapıştı:

“Ya… ya… yanlış o… o… olmasın…” dedi. “Ben… ben… Galata kadısıyım.”

Uşak, sert ve korkunç vezirin emrini bu sefer harfi harfine tebliğ edecek, şaşkın cinciye kalın bir sopanın ucuyla sokak kapısını gösterecekti. Lakin misafirler arasında oturan ve sadrazamın akıl kâhyası olarak tanınan saray başmimarı Kasım Ağa atıldı, uşağın sözlerini ağzında bırakan bir sesle vaziyete müdahale etti:

“Sahibi devlet efendimizin…” dedi. “İşleri çok olsa gerek. Molla hazretleri biraz meks55 buyursunlar.”

Uşak, Mimar Kasım’ın vezir üzerindeki nüfuzunu bildiği için bir şey diyemedi, sadece kopacak fırtınanın mesuliyetini ona yükletmek ister gibi davranıp mırıldandı:

“Siz bilirsiniz. Ben aldığım emri söyledim. Daha ötesine karışmam.”

Fakat Mimar Kasım, azminden dönmedi sadrazamın huzuruna çıkarak pervasızca sordu: “Galata kadısını kovmak mı dilersiniz sultanım?”

Korkunç vezirin kaşları çatıldı. Sesi gürledi:

“Bu makule meçhul kimesneye mahkeme verip halkın üzerine taslit ne beladır?”

“Behey sultanım, niçin tehevvür edersiniz? Liyakat dedikleri padişahların, vezirlerin nazar-ı himmetleridir. Kesri hatır makul değildir. İşte padişah hazretleri o meçhul dediğiniz kimseyi çırağ etmiş, makulü, siz dahi iltifat ile mecburül hatır etmektir.”56

Kara Mustafa Paşa mantıki görünen bu ihtar üzerine başını salladı, içini çekti, ahlayıp pufladı.

“Vebali…” dedi. “Onu âleme musallat edenlerin ve senin boynuna, menhus âdemi getir. Lakin tembih eyle, el öptükten sonra bir nebze oturup gitsin, fazla eğlenmesin. Cinler bu sefer benim başıma üşüşür, elimden umulmayacak bir kaza çıkar.”

Duyduğunu saklamayan, içini dışına vuran mert bir adam olduğu için nefretini Molla Hüseyin’e karşı belli etmekten de geri kalmadı, elini öptürürken yüzüne bakmadı, hâlühatır sormadı, girişini ve çıkışını sezmemiş gibi davrandı.

Bu açık tahkir, kendini yükselmiş zanneden Cinci Hoca’nın yüreğine işlemişti ve onu ilk fırsatta sadrazamdan intikam almak kaygısına düşürmüştü.

Her gün kendi gözünde bir halayığın bakir simasını padişaha seyrettirmek ve o görünen sima sahibiyle hünkârı gerdeğe koymak suretiyle mevkisini gittikçe kuvvetlendiren Cinci Hüseyin, Ezreke Banu ile amcasının oğlunun uzlaştıklarını, Galata Mahkemesine gelmekten vazgeçtiklerini söyleyerek kadılıktan Anadolu kazaskerliğine geçmiş, şeyhülislamla bir hizaya gelmişti. Deli İbrahim ona “padişah hocalığı” payesini verdiğinden nüfuz bakımından şeyhülislamı geride bırakmıştı.

Artık “Osmanlı ülkesi” onun demekti. Padişah tarafından ihsan olunan saray kendine dar göründüğünden yeni bir kâşane kurmaya başlamıştı. Hünkâr, hazineden iki yüz kese verdirerek yeni sarayın kurulmasını kolaylaştırdığı gibi hocanın en asil, en necip bir aileye damat olmasını da arzu ederek dört yana görücüler çıkarmıştı.

Halk, danişmentlikten kazaskerliğe fırlayan, sarayın ruhu kesilen, padişahın göz bebeği sayılan bu türedinin daha neler elde edeceğini, başına konmuş olan ikbal kuşuna yapışarak daha nerelere yükseleceğini merak ediyordu ve herifin hayatını adım adım tarassuda çalışıyordu.

Fakat hoca kendine mahsus bir zekâ sahibiydi. Kadıncıl padişahın gerdekten gerdeğe geçmek yüzünden yakında yine bir derde kapılacağını ve bu sefer, cinciliğin fayda vermeyeceğini düşünerek böyle bir akıbetle karşılaşmamak yollarını araştırıyordu.

Düzenci molla bu mevzu üzerinde bir hayli düşündükten sonra hünkârı yavaş yavaş başka zevklere, başka eğlencelere alıştırmayı ve onun kadınlarla temasını mümkün olduğu kadar azaltmayı tasarladı.

Düşünce basit olmakla beraber makuldü. Hareme kapanıp sabahtan akşama kadar kadınlarla oynaşan bir delinin gözünü yeni yeni meşgalelere çevirmek, onu hızla sukut etmekten korumak demekti. Yalnız icat olunacak, yaratılacak meşgalelerin zevki, kadıncıl adamı çekecek kuvvette olmak lazımdı.

Cinci Hoca bu lüzumu temin için hünkârın çocukluktan kurtulamayan ruhunu tahlille elde ettiği neticelere göre mükemmel bir plan çizdi. İlkin Safranbolu’dan gelen anasını Kösem Sultan’a ve Deli İbrahim’e tanıttı, sabah ve akşam Defülcin duasını okumak, bir fırsat bulup saraya girmiş cinler varsa kendisine haber vermek bahanesiyle onu Topkapı’ya yerleştirdi, sadık bir casus olarak kullanmaya başladı.

Sonra çocuk ruhlu padişahı masal dinlemeye alıştırdı. Bu zevki zirzop hünkâra tattırmak için -her işte olduğu gibi- cin padişahlarından selam getirmiş ve onların “Biz gecelerimizi masal dinlemekle geçiriyoruz. Sultan İbrahim kardeşimize de tavsiye ederiz.” dediklerini haber vermişti. Deli hünkâra bir iki saat olsun kadınları unutturacak ayarda masal söylemek kolay bir iş değildi. Cinci Hoca uzun araştırmalar sonunda bu büyük vazifeyi Eyüp’te oturan Voyvoda Kızı adlı bir Çingene kadınına yükletti ve onu saraya sokabilmek için de şöyle bir yalan kıvırdı:

bannerbanner