Полная версия:
Cinci Hoca
O devirde sikke ve cübbeye çok saygı gösterilirdi, hele kitap taşıyanlara son derece ikram olunurdu. Ta Fas’tan, Yemen’den, Hint’ten, İran’dan Türkçe bilmez birtakım açıkgözlerin Anadolu içerilerine sokulup midelerini ve keselerini bol bol şişirebilmeleri, hep ilmin ve ruhi salahın kılıkta, kıyafette aranmasından, ne olduğu bilinmeyen kitaplara körü körüne hürmet edilmesindendi.
Molla Hüseyin de bu ananeden istifade ediyordu, her köyde barınacak yer bulup mükemmel surette karın doyuruyordu. Fakat o, midesinin ibramıyla, hatta para toplamak hırsıyla dolaşmıyordu. Üfürükçülük tecrübesi yapmak, hastaların muzdarip ruhları üzerinde duaların yapacağı tesiri sınayarak zekâsını istikbale hazırlamak istiyordu.
Onun için birçok çarelere başvuruyor, birçok düzenler kuruyor, halkın merakını tahrik için birçok tedbirler alıyordu. İlk planda saffetlerini meramına alet ettiği kimseler, çocuklardı. Kırlarda rast geldiği sekiz on yaşındaki yavruları babaca okşar, dağarcığında taşıdığı somunlardan bir dilim ve sahipsiz bahçelerden derleyip de sakladığı meyvelerden bir tane sunarak kendilerini sorguya çekerdi; köylerinde hasta bulunup bulunmadığını, varsa dişi mi, erkek mi olduğunu, ne vakitten beri yattığını ustalıkla öğrenip hafızasına geçirirdi.
Çocukları söyletirken bilhassa kısır kadınlar üzerinde dururdu, kocaya varıp da yıllarca ana olamayan talihsizlerin isimlerini bellemeye çalışırdı.
İşte bu usulle o, Eflani, Aktaş, Ulus, Araç, Daday mıntıkalarındaki bütün köyleri evvelden tanıyarak ziyaret etmek ve kılığına gösterilen saygıyı çarçabuk hayrete çevirmek imkânını buluyordu. Çünkü yabancısı göründüğü herhangi bir köye girip de eşraftan birinin evine yerleşir yerleşmez, hâlühatır sorulmasına meydan vermeden, ayran sunulmasını beklemeden cezbeye tutulmuş gibi bir tavır alır, başını göğsüne eğerek dalgınlaşır ve sonra iri gözlerini, ev sahibiyle odadaki hoş geldine gelmiş köylülerin üzerinde dolaştırarak gür bir sesle haykırırdı:
“Şimdi bir koyun kesin, etini köpeklere dağıtın, ikişer rekât da namaz kılıp Allah’a beni gördüğünüz için şükredin. Çünkü köyünüze cinler musallat olmuş. Daltaban oğlunun eşi Keziban, Altıparmak Hüseyin’in kızı Aşu onların şerrinden yatağa düşmüş. Saçsız Mıstık’ın karısı da gelen cinler tarafından bağlandığı için işte üç yıldır ana olamıyor.”
Ve evliyadan biriyle karşılaştıklarına hemen iman getirerek diz üstü gelen, sevinçle karışık bir hayretle ne yapacaklarını şaşıran köylülere emir verirdi: “Saçsız Mıstık’ı bana çağırın!”
Çalışmakta olduğu tarladan “Karabaş Evliya seni istiyor!” feryadıyla çalyaka edilip yanına getirilen herife sert sert çıkışırdı:
“Be gafil adam, eşini cinler kısır ederler, farkında olmazsın, Allah’tan medet aramazsın. İçin için onu boşamak yahut üstüne ortak getirmek istersin. Nedir bu gaflet, nedir bu insafsızlık?..”
Her köyde işte bu sahne tazelenirdi, Molla Hüseyin “Karabaş Evliya” diye tanılarak ve anılarak baş tacı yapılırdı. Keşfettiği hastaların tedavisi için eline ayağına düşüp yalvarırlardı. O, mide bozukluğundan vereme kadar bütün hastalıklara aynı duaları ilaç olarak kullanırdı, parmak dolamasından kansere kadar bütün yaralara da yine onları merhem niyetine ele alırdı. Mideler, bu üfürüklerle sancıdan kurtulur muydu, yaralı ciğerler kenzül’arş duasıyla sıhhate erer miydi, kanserler bu ağız merhemiyle iyi olur muydu, buralarını araştıran yoktu. Çünkü hocanın kerameti bir kere kabul edilmiş bulunuyordu ve bu itikat, hastalar dua altında ölseler bile kolay kolay sarsılmıyordu.
Bununla beraber Karabaş Evliya’nın, Safranbolulu Molla Hüseyin’in kısır kadınları analık zevkine kavuşturmakta güçlük çekmediği muhakkaktı. Kısırlık getiren cinler, ekseriya onun önünde acze düşüp savuşuyorlardı ve eşlerinin doğurmayacağına kanaat getirmiş kocaların çoğu bu hükümlerinde yanıldıklarını anlayarak Molla Hüseyin’e saygılarını çoğaltıyorlardı.
Lakin onu bilhassa kıymetlendiren bu kudret, fena bir tesadüfle felaket oldu, Molla Hüseyin bir köyde evliyalığa yakışmaz bir durumda yakalandı, babalığa namzet kılmak istediği adam tarafından öldüresiye dövüldü, yara ve bere içinde köy dışına sürüldü. Mollanın kerameti köyden köye nasıl hızla yayılmışsa bu kepazeliği de öylece yayıldığından staj devri artık kapanmış, genç üfürükçünün o mıntıkalardan uzaklaşması gerekmişti.
Hüseyin işte bu mecburiyetle Cide’ye doğru yollandı, oradan bir yelkenliye kapağı attı, İstanbul’a geldi, gerilerde, Karabaş Evliyalıktan istihale ettirilmek suretiyle Karabaş Domuz diye anılıyordu, hatırasına lanet okunuyordu.
Fakat o memnundu, altı yedi ay içinde yeni sınaatine ait birçok tecrübeler elde etmişti. Artık adımını nasıl atacağını, tanınmak için neler yapacağını, temas edeceği gafillere karşı ne yolda davranacağını, nerede cinden ve nerede perilerden dem vuracağını, hangi hastaların önünde sert ve hangilerinin önünde yumuşak davranacağını biliyordu.
Eski toyluktan kurtulmuştu. Remil atarken eli titremiyordu, rakam dökerken yüzü kızarmıyordu. Duaları, yerine göre değişen müessir bir ahenkle okuyordu. Bakışları hâkimaneydi, konuşması amiraneydi, yürümesi bile dikkat uyandıran bir şekildeydi.
Bununla beraber İstanbul, ilk günlerde onu sersemletti. Çünkü orada kimseyi tanımıyordu. Çocukları alet ederek dolap çevirmek şöyle dursun postunu serecek bir yer bulmakta da güçlük çekiyordu. Tahtakale yakınlarında bir hana inmişti, küçük bir odada pinekliyordu. Fakat abdestsiz yere basmadığı, başını seccadeden kaldırmadığı için han halkının hoşuna gitmekten de geri kalmıyordu.
O, sekiz on gün sessiz evliya vaziyetinde kaldı, sonra mesleki faaliyete girişti. Han müşterilerinden birinin kimse görmeden saatini aşırmak fırsatını buldu ve bu Piryol saati ahırın bir kovuğuna soktu.
Kendine reklam yapmak için bu hırsızlığı işledikten sonra odasına çekilip kopacak yaygarayı beklemeye koyulmuştu. İntizar31 uzun sürmedi. Han kahvesinde kıyamet koptu, hırsızı bulmak için gürültülü bir hareket başladı. Dava yakın kulluğa32 kadar aksettirildiğinden hana birkaç yeniçeri geldi, müşteriler sorguya çekildi, odalar araştırıldı, şüpheli görünenler dövülerek, sövülerek sıkıştırıldı ve hanın altı üstüne getirildi.
Saati kaybolan adam başta olmak üzere kimse genç hocadan şüphe etmiyordu. Namaz kılıp tespih çekmekle meşgul olduğuna inandıkları salih ve muttaki konuğun odasını aramak saygısızlık sayılıyordu. Fakat Molla Hüseyin, ilmine ve zühdüne hürmeten yapılan bu istisnai muameleyi kabul etmedi, sürüp giden gürültülerin sebebini anlamak ister gibi davranarak aşağı inip de kaziyeyi öğrenince ellerini yukarı kaldırdı dua ahengiyle haykırdı:
“Lanet ol nabekâra, lanet ol haramkâra! Çaldığı mal gözüne, dizine dursun inşallah!”
Ve karakullukçu neferlere yalvardı:
“Benim de üstümü başımı arayın, odamı filan arayın. Şu mağdurun içinde kuşku kalmasın.”
Hancı da saat sahibi de “Haşa hocam!” sözüyle candan, yürekten bu teklifi reddettiklerinden Molla Hüseyin onların omuzlarını sıvazladı. “Öyleyse…” dedi. “Şöyle oturun. Ağalar da otursunlar. Ben bir remil atayım, iyi saatte olsunlarla görüşeyim, âlimülgayb olan ulu Tanrı’nın kemal-i kereminden memuldür ki şu cürmün faili meydana çıksın, çalınan saat ele geçsin.”
Remilini attı, cübbesinin eteğini tersleme suretiyle başına geçirip uzun bir murakabede bulundu, sonra terli yüzünü açığa çıkarıp yorgun bir şive ile haber verdi:
“Hanın eşiğine, beneksiz üç siyah tavuk kanının dökülmesini istiyorlar. Ben, peki, dedim. Siz de kabul ediyor musunuz?”
Hancı ile saat sahibi bir ağızdan bağırdılar:
“Hayhay!”
“O hâlde aldığım haberi verebilirim: Saati aşıran kırçıl bir adamdır, sağ ayağında bıçak yarası vardır, dili biraz peltektir. Dün buradaydı, bugün yok. Kendisini bir at üzerinde batıya doğru gider görüyorum. Fakat saati handa koymuştur. Bir dahi gelişinde almak için.”
Saat sahibi, Molla Hüseyin’in eline yapışıp yalvardı:
“Hay ağzın dert görmesin! Saatim kande saklıdır şimdi? Onu da söyler misin?”
“Atlar, eşekler, develer var, gözüm fark etmiyor.”
“Ahırda olmasın?”
“Dedim ya fark etmiyorum. Belki öyledir.”
Ahır meşalelerle aydınlatılarak uzun araştırmalar yapıldı ve saat bulundu. Artık Molla Hüseyin oda kirasından istisna edilmişti, hanın ışığı ve göz bebeği olmuştu. Yalnız hanın mı ya… Bütün Tahtakale halkı onun elini öpüyordu, her derdin devası kendisinden aranıyordu.
Fakat o, basit bir oyuna istinat eden kerametinin çarçabuk iflas edeceğini bildiğinden ipliği pazara çıkmadan muhitini değiştirmek, dolabını daha kolay çevirebileceği bir yer bulmak istiyordu. Aynı zaman üfürükçülükten daha sağlam bir mesleğe intisap etmek ihtiyacını duyuyordu.
O sebeple sağa başvurdu, sola başvurdu, sonunda Süleymaniye müderrislerinden Mehmet Çelebi’ye çömez yazıldı, postunu medreseye yaydı. Artık memnundu, efendisinin kitaplarını taşıyor, çarşıdan aldığı eşyayı eve götürüyor, yemekte peşkirini veriyor ve el suyunu döküyor, bu hizmetlerdeki beceriklilikle göze girmek yolunu buluyordu.
Fakat Tahtakale’deki şöhret onu takip ettiğinden, sevdalananlardan bir baltaya sap olmak isteyenlere kadar birçok adam medreseye gelip kendisinden muska aldıklarından Süleymaniye civarında da Nefesi Keskin Molla diye tanınmakta gecikmedi, yavaş yavaş para kazanmaya başladı.
Müderris Mehmet Çelebi, bir yıl kadar onu hususi hizmetinde kullandıktan; emsileden binaya hatta biraz daha ileriye çıkmasını ve mesela Şafiye, Kafiye gibi kitapları -üstünkörü olsun- devretmesini temin ettikten sonra -büyük bir iyilik diye- danişment yapmıştı. Bu paye, naip mülazımlığı demekti ve ileride Mehmet Çelebi kadı olursa Molla Hüseyin’e de naip, yani kadı muavini olmak hakkını veriyordu.
Lakin onun tabii ve gayritabii aşkları mahzuz etmek, kocasından boşanmak isteyen kadınlara ümit vermek, kısırları doğurtmak, kudretsiz erkekleri zindeleştirmek iddiasıyla üfürükçülüğe giriştiğini, medresedeki odasında kapıyı ardından kilitleyip dua okumak, muska yazmak bahanesiyle bir sürü kepazelikler yaptığını gören müderris efendinin tavrı derece derece değişti, Molla Hüseyin’i artık sevmez oldu ve hizmetinden uzaklaştırdı.
Gerçi o yine danişmentti, fakat efendisine muavin olmak ümidini kaybetmişti. Nitekim bu hakikat biraz sonra açığa da çıktı, Molla Hüseyin’in eli böğründe kaldı.
İzah edelim: Müderris Mehmet Çelebi bir yılbaşı tevcihatı33 sırasında İzmir kadılığına tayin olmuştu. Usule göre Molla Hüseyin’in de onunla birlikte İzmir’e gitmesi lazımdı. Üfürükçü genç bu ümniyye34 ile yol hazırlığına girişmek üzereyken efendisi tarafından şöyle bir tebliğle karşılaştı:
“Sen burada kalacaksın. Yeni müderrise danişment olacaksın. İzmir’de işin yok!”
Molla Hüseyin, birçoğunu iyileştiremediği hastaların siteminden, şöhretinin sarsılmak üzere bulunmasından endişelendiği için kapağı İzmir’e atmayı nimet sayıyordu. Mehmet Çelebi’nin bu tebliği yüreğine elem verdi, beynini altüst etti ve kendisine kapı kapı gezerek bir şefaatçi aramak zorunda bıraktı.
Ağlayarak, sızlayarak şunun bunun ayağına kapanıyordu, Mehmet Çelebi’yi insafa getirmek için bütün tanıdıklarını harekete geçirmeye savaşıyordu. Nihayet emeline muvaffak oldu, yeni İzmir kadısının dostlarından birkaçını kandırarak onun yanına yolladı. Fakat Mehmet Çelebi her iltiması, her şefaati şiddetle reddetti, Molla Hüseyin’i yanına almaya yanaşmadı ve başka bir naip tedarik ederek İzmir’e yollandı.35
Genç üfürükçü bu hüsran demlerinde manevi yardımlara el açmaktan başka çare bulamadı. Aldattığı kızların, oğlanların, birer suretle dolandırdığı sıtmalıların, veremlilerin muhtemel hücumlarından yakasını kurtarmak için Hızır’ı aramaya koyuldu. Tereci, tere satmayı bırakıp tere almaya savaşıyordu.
Dillerde dönüp duran rivayet ve hikâyelere göre kırk gün Ayasofya’daki top kandil altında sabah namazı kılanlar Hızır’la yüzleşmek saadetine eriyorlardı ve bütün dertlere derman vermeye muktedir olan o her yerde hazır, her yerde nazır şahsiyetten dileklerini bol bol alıyorlardı.
Molla Hüseyin de içine düşmüş olduğu ümitsizlik çukurundan kurtulmak için bu efsaneye bel bağlamıştı. Gece yarılarında aziz uykusunu feda etmeye katlanıp yataktan çıkıyordu, hücre komşularına sezdirmeden yalın ayak medrese avlusuna koşuyordu. Tam bir hulus ve tam bir imanla abdest aldıktan sonra pabuçlarını ayağına, yamalı cübbesini sırtına geçirip Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru yola düzülüyordu.
Ticaret fikrine dayanan bu ibadet otuz dokuz gece arızasız devam etti. Molla Hüseyin, deriyi yüze yüze kuyruğuna getirdiğine inanarak sevinç içindeydi, bir gece sonra Hızır’a vereceği dilekler listesinin hayalinde son tashihlerini yapıyordu. Fakat kırkıncı gece bu tashih işiyle biraz fazla meşgul olduğundan uykuya geç daldı, tatlı rüyalar yüzünden de uykusu ağırlaştığından sabah ezanı okunmak demi yaklaşırken uyanabildi; ayağına çabuk davranmaz, imamın mihraba geçmesinden önce top kandilinin altına yetişemezse kırk günlük zahmet ve ibadet heder olup gidecekti. Hızır’la görüşüp refaha, felaha ermek için yeni baştan uzun üzüntülere katlanmak lazım gelecekti.
Molla Hüseyin böyle bir vaziyetten kurtulmak kaygısıyla kasırga kesilmişti, Süleymaniye’den Ayasofya’ya doğru uçuyordu. Telaşından abdest almayı unutmuştu, top kandilin altına -tam vaktinde-varmaktan ve Hızır’ı yakalamaktan başka bir şey düşünmüyordu.
İşte bu hızla sokakları aşarken saray hamallarından Arap Hacı Mehmet’e çarptı, herifi lağım çukuruna düşürdü. Kendisi çok kuvvetli bir adamdı.36 Müsademeden müteessir olmamıştı. Hatta bu çarpışma sırasında çukura yuvarlanan adamın elinden küçük bir yuvarlağın fırlayıp ileriye düştüğü de gözünden kaçmamıştı. O, namaz kılınmadan evvel camiye yetişmek kaygısından dolayı çukura yuvarladığı adamla alakalanmayı hatırına getirmemekle beraber uçan yuvarlağı yerde bırakacak kadar gaflet göstermedi, hızını azaltmadan eğildi, Hacı Mehmet’in kesesini aldı ve Divanyolu’na çıktı.
Yuvarlak sandığı şeyin para dolu bir kese olduğunu daha ilk temasta anlamış ve bu tesadüfün biraz sonra karşılaşacağı Hızır’dan gelme lütufkâr bir selam olduğunu kuruntulayarak büsbütün heyecanlanmıştı. Lakin bu hadise onun sabit fikre sarılı kalan beynini açtığından abdestsiz olduğunu hatırladı, sevincinden büyük bir kısmını ve hızını kaybetti. Abdest almaya kalkışırsa gecikeceğini, abdestsiz camiye girerse Hızır’ı gücendireceğini düşünüyordu.
Bu sırada Firuzağa Camisi minaresinden ezan sesi yayılmaya başladığını gördü, büsbütün elemlendi, bir dükkânın kapalı kepengine arkasını dayadı, sessiz bir ağlayışla gözyaşı dökmeye girişti.
Boş yere kırk gece uykusuz kaldığına yanıyor, Hızır’ı bulmak ümidinin suya düşmesine yanıyor, medresede geçireceği manasız ve kazançsız günlerine yanıyor, kerametinden şüphelenerek üzerine saldıracak hastaların, âşıkların, kısırların yaygaralarını düşünüp yanıyor ve bütün bu yanışları tek bir deva ile dindirmek ister gibi boyuna gözyaşı döküyordu.
Firuzağa Camisi’ndeki cemaat dağılırken onun da aklı başına geldi, işlek bir caddede şırıl şırıl yaş akıtarak dikilip durmanın biçimsizliğini kavradı, yavaş yavaş geri döndü, medresedeki hücresine kapandı. Ağlarken, düşünürken ve yürürken kırk gecelik zahmet karşılığı olarak ele geçirdiği keseyi unutmuş gibiydi. Çünkü yüzünü saklayıp da sadece selamını yollayan Hızır’ın bu iltifatını mahdut bir kıymette buluyordu. Daha doğrusu keseyi akçeyle dolu sandığından fazla sevinmeye lüzum görmüyordu. Fakat hücresine kapandıktan ve keseyi açtıktan sonra vaziyeti değişti. Ayarı tam altınların ışığı önünde elemi eridi, yüzü güldü. Açgözlü üfürükçü bir yandan altınları öpüp okşuyor, bir yandan deli deli söyleniyordu:
“Yavrularım, canlarım, ciğerlerim! Sizi ben nereye koyayım, nerede saklayayım? Sizin yeriniz canevi olmak gerek!..”
Onları, o sarı çiçekleri gerçekten kalbine sokmak istiyordu. Ömründe yirmi gülü bir demet hâlinde görmediği gibi beş altını da bir yerde temaşa etmek zevkine ermemişti. Şimdi iki yüz altını önünde kümelenmiş görüyor ve koca bir bahçenin bütün çiçekleri -o bahçenin tapu senediyle beraber- kucağına konulmuş gibi neşeleniyordu. Fazla hırs, fazla tamah onun tatmak, koklamak, okşamak hislerini teşviş ve tağşiş ettiğinden altınlarda iç gıcıklayan bir yumuşaklık, yürek bayıltan bir koku ve hatta şekerlerden leziz bir tat buluyordu.
Bu mecnun neşe, bu dalaletli tahassüs uzun bir saat sürdükten sonra sükûna erdi, sıra altınları saklamaya geldi. Genç üfürükçü, sarı çiçeklerini koynunda taşımaktan korkuyordu. Çünkü onların ilk sahibine isabet eden felaketin kendini de bir gün çarpmasını ve altınların ele geldikleri şekilde elden çıkmalarını muhtemel görüyordu. Bu sebeple muattar, rengin ve leziz çiçekleri odasının güngörmez bir kovuğuna saklamaya karar verdi; öperek, ısırarak, koklayarak birer birer istif etmeye koyuldu.
İşte bu heyecanlı tasnif sırasında eline bir bakır mühür ve bir de kâğıt geçti. Çiçekler arasına karışmış çamura benzeyen bu kıymetsiz şeyleri huşunetle bir yana fırlatmak isterken ansızın dimağında beliren bir düşünceyle, onlardan kese sahibini anlamak mümkün olacağı mülahazasıyla duraladı. İlkin mührün ve sonra kâğıdın yazılarını okudu. Mühürde şu ibare yazılıydı:
“Esseyid ve Elhac Muhammedül Yemani.”
Kâğıtta da şöyle bir satır yazılıydı:
“Saray-ı amire hammalan-ı hassasından Esseyid Hacı Mehmet Ağa’ya mahsustur!”
Molla Hüseyin, can ve ciğer yerine koyup da teker teker içine, ruhunun en derin yerine yerleştirmek istediği altınların bir saraylı hamala ait olduğunu öğrenmekle korkmuş değildi. Çünkü alaca karanlıkta eline geçen bir hazinenin saklanacağı yeri saraylı değil, cennetli de olsa ilk sahibinin keşfedemeyeceğini biliyordu. Bununla beraber, sebebini idrak edemediği bir ihtiyat düşüncesiyle o mührü, o kâğıdı atmadı, yine altınların arasına karıştırdı ve onlarla birlikte odasının köşesine gömdü.
Artık yüzü gülüyordu. Hayatın her çeşit tatsız hadiselerini metanetle karşılamaya hazırlanıyordu. Çünkü ufak bir hazinesi vardı.
***Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaranlar, bastığı yeri görmez bir sersemle değil, aklını oynatmış bir zavallı ile karşılaştıklarını sanarak büyük bir rikkat duyuyorlardı. Çünkü saray hamalı, tepeden tırnağa kadar ufunet37 kesildiği, tahammülü müşkül kokulara bulandığı, salkım salkım pisliğe büründüğü hâlde temizlenmek kaygısı göstermiyordu, kendini çukurdan kurtaranlara birkaç teşekkür kelimesi söylemiyordu, sadece “Param, param!” diye haykırıyordu ve pis elleriyle şunun bunun boynuna sarılmaya kalkışarak halaskâr halkayı hercümerç içinde bırakıyordu.
O devrin insanları düşmüşlere yardım etmekten zevk alırlardı. Hacı Mehmet’i lağım çukurundan çıkaran ve onu deli sanan kimseler de yaptıkları iyiliği yarım bırakmak istemediler, herifin el değdirilmez derecedeki pisliğinden iğrenmediler, zorla koluna girdiler, Mahmutpaşa Hamamı’na götürdüler, bağırıp çağırmasına kulak asmadan kendisini ve elbisesini yıkattılar ve aralarından iki kişi seçip Hacı Mehmet’i Süleymaniye Tımarhanesi’ne götürmeye memur ettiler.
Gerçekten delirecek derecede teessür içinde bulunan hamal, birkaç tellağın kuvvetli pençeleriyle yapılmış sürekli masajlar ve güzel bir yıkanma sonunda aklını devşirmişti; başına gelen felaketi, hikâye edebilecek hâle gelmişti. Hamamın içinden dışına, giyim yerine çıkıp da kendine deli muamelesi yapıldığını görünce saraylılık gururu da harekete geçtiğinden nemli üst havlusu ve alacalı peştamal içinde şöyle bir kabardı.
“Behey divaneler…” dedi. “Beni siz mecnun mu sanırsınız? Saray-ı amirede, şevketlu hünkârın has kulları arasında delinin işi ne? Ben bir hazine kaybettim, onun yasını tutuyorum, onun hasretini çekiyorum. Sizler beni delirmiş sanıp tepemde dua okuyorsunuz. Beni kendi hâlime koyun, yıkılıp işinize gidin!”
Onun saray adamlarından olduğunun anlaşılması, etrafındakileri şaşırttı ve vaziyet birdenbire değişti. Kendini çukurdan çıkaranlar, insani duygularla yapılan bu işi şimdi ödünç hâline koymaya çalışıyorlardı, “İlkin ağa hazretlerini ben gördüm!” iddiasıyla aralarında rekabete girişiyorlardı. Hamamcı da evvelce kirli çamaşırlar arasından çıkarıp herifin sırtına geçirdiği kötü bezi ipekli bir havlu ile değiştirmekte istical gösteriyordu, ayrandan şerbete kadar birçok şeyler getirterek ikramda mübalağa yapmak istiyordu.
Hacı Mehmet, bu değişen dekor içinde başına geleni yanık yanık anlattı, sonunda havluyu sırtından atıp kıllı göğsünü yumrukladı.
“Dert bir değil, iki!” dedi. “Sarayda nefesi keskin hoca beklerler. Eli boş gidersem gazaba gelirler. Hâlbuki ben kendim hocaya muhtacım. Kesemi bulamazsam hâlim harap. Serden mi geçmeli, yârdan mı bilmem ki?..”
Hikâyeyi dinleyenlerden biri ona tesliyet verdi:
“Tasalanmayın ağa hazretleri. Dert veren Allah dermanını da verir. Memleketimizde elhamdülillah salih kişiler çoktur. O mübarekler elden düşen keseler bir yana dursun, cinlerin yer altında sakladıkları defineleri bile keşfediyorlar. Sizin kaybınızı da ele geçirecek bir cinci buluruz.”
Ve Hacı Mehmet’in etrafında toplananların topunu birden alakalandıran bir eda ile anlattı:
“Süleymaniye Medresesi’nde bir Cinci Hüseyin Efendi var. On yıl evvel çalınan eşyayı hırsızıyla beraber bir remille meydana çıkarıyor. Tahtakale’de bir yolcunun saatini bir lahzada buluşunu gözümle görmüştüm. Yalnız remilci değil, nefesçi de. Sarılığı bir nefeste kesiyor, kara sevda çekenleri bir muska ile iyileştiriyor. Elinden gelmeyen şey yok. Hoca değil, kutup mübarek.”
Hacı Mehmet, çıplak göğsünün kıllarını sıvazlaya sıvazlaya yalvardı:
“Beni bu Cinci Hoca’nın yanına iletir misin sen?”
Bir saraylıya yoldaş olmak zevki, Molla Hüseyin’in hayranlarından olan adama kıvanç getirdiğinden tabiatıyla müspet cevap verdi:
“Hayhay, ağa hazretleri, hemen şimdi gidebiliriz.”
Saray hamalı, fütur içinde ümide kavuşmanın hazzıyla giyinmeye girişmişti. Hastalanan padişahı, kendine vazife veren eli kamçılı harem ağasını, saraya dönmekte geciktiği takdirde yiyeceği sopaları hatırına bile getirmeyerek hazinesini kendine iade edecek hocanın bir ayak önce eteğine kapanmak istiyordu.
Hamamcı ile tellakların, lağım çukurundan oraya kadar kendini getirmiş olanların yerlere eğilerek verdikleri selamları başıyla iade ederek yola çıkınca tırısa kalkmıştı, kılavuzunu nefes darlığına uğratacak bir hızla sokakları aşıyordu. Ancak medrese kapısında hızını kesti ve yanındaki adama sordu:
“Cinci Hoca’yı yerinde bulmazsak nideriz?”
“Bulmazsak bekleriz, ama bulacağımıza şüphe yok.”
“Yerinden ayrılmaz mı bu adam?”
“Hacet ehli olanlardan yakasını kurtaramaz ki ayrılsın. Günde bin kişi eşiğine başvurur.”
Herif, Molla Hüseyin’in kıymetinden ziyade kendi hizmetinin değerini yükseltmek için yalan söylüyordu. Fakat tesadüf bu yalanı kısmen doğru gösterdi ve Hacı Mehmet, Cinci Hoca’nın hücresi önünde beş on kişinin nöbet beklediğini gördü. Bunlar, kendilerine verilen muskaların para etmemesinden dolayı Molla Hüseyin’le kavga etmeye gelen safdil müşterilerdi.
Hamala kılavuzluk eden adam, ilk nümayişi onlar üzerinde yaptı.
“Savulun yoldaşlar…” dedi. “Şevketlu hünkârın başbaltacısı Hacı Mehmet Ağa Hazretleri, Cinci Hoca efendimizle görüşecek!”
Kapıda toplananlar telaşla geri çekilmişlerdi ve padişaha yol verir gibi davranıp saray hamalını selamlamışlardı. Aynı zamanda Cinci Hoca hakkındaki itimatsızlıklarından sıyrılarak herife yeni baştan bel bağlamışlardı. Çünkü hocanın saraya da kerametini kabul ettirdiği şu ziyaretle sabit oluyordu.
Hacı Mehmet, yine kılavuzunun delaletiyle odaya girdiği vakit Molla Hüseyin, yirmi yaşlarında bir genci önüne oturtmuştu, “üveysiyye, ünsiyye, kümmeliyye, haruziyye, kuşeyriye, ebheriyye” diye sonları hep “ye” ile biten bir sürü kelimeler sıralıyordu ve bir taraftan gencin yanaklarını okşayarak, gerdanını sıvazlayarak o kelimelerin ahenginde mündemiç efsunkâr manaları sanki deriden tene, tenden ruha geçirmeye savaşıyordu.
Başı açık, saçları dağınık, kaşları çatık, gözleri -garip bir şekilde- bulanıktı. Hacı Mehmet, Yemenli bulunmasına rağmen hocanın boyuna sıraladığı “ureyziyye, ukayliyye, yevessiye” gibi kelimelerden bir mana çıkarmamış ve onun derece derece korkunçlaşan gözüyle sesine kapılıp heyecanlanmaya başlamıştı.
Birer tarikat ismi olup hocanın ağzında zincirleme dua cümleleri hâline inkılap eden sert şeddelere bağlı o tuhaf kelimeler nihayet bitti. Cinci Hoca uzun bir “Ya hay, ya aşk!” çekti, hafifçe salyalanan ağzını gencin dudaklarına yaklaştırdı, gürül gürül gürledi:
“Tükürüğümü yut! Necat onda, selamet onda!”
Gözleri kapalı gencin solgun dudaklarının mariz bir buse solukluğuyla büzülüp onun sunduğu necat kevserini massetmeye38 çalışırken hoca da cezbelenmiş gibi ihtilaçlar gösteriyordu.
Bu tükürük aşısı zamanımızda yapılagelen kan verme ameliyelerinden çok uzun sürdü. Sevgilisine şirin görünmek isteyen genç salya yutmaktan, Cinci Hoca da iyi saatte olsunların ağırlığı altında kıvranmaktan yoruldu, sahne nihayet buldu. Şimdi okuyan ve okutan göz göze bakışıyorlardı, neler yapmış olduklarını bu bakışlarla konuşuyorlardı. Molla Hüseyin’de küstah bir teke neşesi, berikinde hırpalanmış bir keçi şaşkınlığı vardı.