Читать книгу Cinci Hoca (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
Cinci Hoca
Cinci Hoca
Оценить:
Cinci Hoca

5

Полная версия:

Cinci Hoca

Hacı Mehmet, perilerle fazla meşgul olmak yüzünden kendilerinin odaya girişini bile fark etmemiş görünen Cinci’nin gülümseyişinden cüret alarak sokuldu, el öpmeye davranarak heyecan içinde arzuhâlini haykırdı:

“Kerem senden, derdime derman senden hocam! Ben fakiri koru, yıkılmış ocağımı uyandır.”

Molla Hüseyin, süfli ihtiras dalgaları arasında varlıklarını gerçekten fark edemediği iki müşteriyi şöyle bir süzdü:

“İzinsiz halvete girilmez. Siz dağdan mı geldiniz, külhandan mı?.. Yoksa belinize birer kambur mu koydurmak istiyorsunuz? Hüda bilir, şimdi zebella Nasut’u çağırır, sizi Marut’un yattığı kuyuya attırırım!”

Hacı Mehmet telaşla diz çöktü. Yalvarmaya koyuldu:

“Küçüklerden hata, büyüklerden atâ.39 Bilmezlikle bir suçtur işledik, mürüvvet edip bağışla. Tut ki elemden basiretimiz bağlandı, bir günahtır işlendi. Hoş gör, bizi kapından kovma.”

Molla Hüseyin, tükürükle sarhoşlattığı gence yüzünü çevirdi:

“Şimdi git, yarın yine bu vakit gel. Bakalım ankebutü derduni ne haber getirir?”

Ve sonra iri gözlerini aça aça Hacı Mehmet’e ne istediğini sordu ve herifin o sabah eline geçen hazinenin sahibi olduğunu, aynı zamanda saray adamlarından bulunduğunu öğrenince afalladı, derin derin düşünmeye daldı.

Sarı çiçeklerini elden çıkarmaya yanaşmıyordu, lakin kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmeyeceğini de düşünmekten geri kalmıyordu. Bu sebeple uzun ve pek uzun bir mülahaza geçirdi, sonunda tesadüfün önüne çıkardığı şu fırsattan istifadeye karar verdi: Sarayda tanınmak için hazinesini -içinden kan gide gide- feda edecekti.

Fakat ihtiyatlı davranmayı da unutmuyordu, parasına kavuşturacağı şu adamın kendisine faydalı olup olamayacağını tespit etmeden fedakârlığa katlanmak istemiyordu. Ondan ötürü ustaca isticvaba40 girişti. Hacı Mehmet’in alaca karanlıkta saraydan nice çıktığını öğrendi ve padişahın keskin nefesli bir hocaya ihtiyacını anlayınca iliğine kadar neşe içinde kalıp kendi kendine mırıldandı:

“Bahtın açıldı Molla Hüseyin. Kırk gece taban tepip top kandil altında yakalamak istediğin Hızır işte önünde, aklını başına devşir, postu saraya ser, güle güle yaşa!”

Ve sonra kaşlarını çattı, gerçekten korkunç görünen suni tavrını takındı:

“Behey gafil…” dedi. “Gece cinlerinin kafile kafile tılsımlı direği tavaf edip evlerine çekildikleri sırada senin o direk yanında işin ne? Mutlak cinlerden birinin eteğine bastın, ceremeyi çektin.”

Hacı Mehmet, alık alık sordu:

“Tılsımlı direk neresi sultanım?”

“Cahillerin Çemberlitaş dedikleri alamet!”

“O taş tılsımlı mıdır sultanım? Ben kulun duymamıştım.”

“Kim duydu ki sen duyasın. Şeyhülislam dediğiniz cahil de bu hakikatlerden bihaber. Onun için İstanbul’da çarpılan çarpılana. Fakat bu gafletin zahmetini biz çekiyoruz, iyi saatte olsunlara her gün yüzsuyu döküyoruz, çarpılanları iyileştirmeye savaşıyoruz. Şimdi de senin için yalvaracağız. Bakalım dinletebilecek miyiz?”

Hacı Mehmet, telaşla, heyecanla Molla Hüseyin’in elini bırakıp ayağını öperken o, dalgınlaştı, uzun uzun düşündü, sonra gözlerini alık hamalın yüzüne dikti:

“İbni Vuhşiyye, cinlerin eline geçen paralar için bir şey yapılamayacağını söyler. Kitabı Taymavüs dahi ‘Elhazer, bu işlere karışmayın!’ der. Yalnız Kitabül’ama, iyi saatte olsunları memnun edebilmek şartıyla ricada, iltimasta bulunmak caiz olduğunu tasrih etmiştir. Kitabül Cümhüre’nin ne dediğini şimdi hatırlamıyorum. O da cevaz veriyorsa senin paranı bulmayı üzerime alırım.”

Hacı Mehmet, bu karışık sözlerden bir şey anlamamakla beraber Cinci Hoca’nın işe müdahale için tereddüt gösterdiğini sezdiğinden ağlamaya koyuldu.

“Ocağına düştüm!” dedi. “Beni boş döndürme!”

Molla Hüseyin, avaz avaz haykırdı:

“Bre gafil, bre cahil, ecinniyle görüşmek, sarayda odun taşımaya mı benzer? Kitapta yeri olmayan işler için onlara söz mü söylenir? Sıpasını kaybetmiş eşekler gibi zırlayıp da canımı sıkma! Bırak, Kitabül Cümhüre’ye bakayım, belki ruhsat kaydı bulunur da işin görülür.”41

Raftan -mahiyeti belki kendisince de meçhul- kalın ve tozlu bir kitap alarak uzun uzun sayfalarını karıştırdı, okur gibi davranıp ötesini berisini gözden geçirdi, sonra bir nokta üzerine parmağını koydu.

“Eh…” dedi. “Gözün aydın, İmam-ı Rabbani Hazretleri cevaz veriyor. Cinlerin gafillerden aldıkları cereme için de şefaat caiz. Haydi, çekil bir yana, rahat et. Ben iyi saatte olsunlarla görüşeyim.”

Şimdi gözlerini -değme ödlerin ürkünçlüğüne dayanması mümkün olmayacak biçimde- iri iri açıyor, yanına yönüne tutam tutam tarçın, karabiber, bakla, nohut ve pirinç saçıyor, bazen yere kapanıp homurdanıyor, bazen yalvarır gibi görünüp kollarını ileri uzatıyor ve bu çeşitli hareket sırasında derece derece heybet alarak Hacı Mehmet’le arkadaşını için için titretiyordu.

Çok ciddi ve çok heyecanlıydı. Bakışları, sağa sola dönüşleri, ileri atılışları, homurdanışları suni olmaktan çok uzaktı. Kendisini bu vaziyette görenler kaba bir düzen karşısında bulunduklarını zannetmekte âdeta haklı çıkacaklardı. O kadar samimi ve o kadar tabii hareket ediyordu.

Nihayet gülümser gibi oldu, çatık kaşları biraz açıldı, diken diken görünen sakalı yumuşadı ve cinci herif, birden kapıya doğru koştu, kandilli üç beş temenna çaktı, cübbesinin önünü kavuşturdu.

“Buyurun Nurülkamer Hazretleri.” dedi. “Buyurun sultanım. Duacınızı çok üzdünüz, ter içinde bıraktınız. Teşrife rağbet buyurmayacaksınız diye heyecan içindeydim. Siz sultanımı çağırdıkça karşıma Zenebüddeccac42 çıkıyor, kuyruğunu burnuma doğru sallayıp benimle eğleniyordu. Sultanımın teşrifini sezince habis kaçtı.”

Bunları söylerken mertebesi yüksek bir adamla karşılaşmış gibi bir vaziyet alıyordu. Yan yana yürüyerek o mevhum misafire yol gösteriyordu. Hacı Mehmet’le kılavuzunu enikonu ağırlık basmıştı, garabetini hissetmeyip mehabetine kapıldıkları manzaranın sıkleti altında bunalıyorlardı. Lakin işin sonunu almak kaygısı kendilerine yürek pekliği verdiğinden gözlerini açık tutmaya savaşıyorlar ve safha safha bu acip sahneyi takip ediyorlardı.

Cinci Hoca, gölgesi bile sezilmeyen misafirini, evvelce kendinin işgal etmekte bulunduğu posta oturttu, koynundan bir zerre öd ağacı çıkarıp mangala attı, muhterem konuğun şerefine hücreyi hafifçe kokulattı ve kollarını kavuşturarak postun karşısında divan durdu.

Vaziyeti köleceydi, lakin heybeti yine yerindeydi. O lüle lüle saçlar, o gür sakal, o iri ve ateşli gözler, o kalın omuz, o kuvvetli beden, kendini seyredenleri -hele öd ağacı kokusuna bulanmış, ötesine berisine biberler, tarçınlar, nohutlar saçılmış, ışığı tek ve bulanık pencereden geldiği için yarı karanlığa bürünmüş olan bu odada- garip bir haşyet içinde bırakıyordu.

Cinci’nin Nurülkamer dediği konuk galiba naz sever bir mahlukmuş ki üç beş dakika konuşmadı, Molla Hüseyin’i bütün mehabetine rağmen ayakta tuttu. Bu sessizliğin de oyunu süsleyen unsurlar cümlesinden olduğunu bilmeyen Hacı Mehmet’le kılavuzu, küçük dillerini yutmak derecelerinde korkulu bir telaş geçirirlerken Cinci’nin ağzı birden açıldı.

“Evet, sultanım!” dedi. “Sizden büyük bir niyazım var.”

Demek Nurülkamer lütfen konuşmuştu. Fakat yüzü nasıl görünmüyorsa sesi de duyulmuyordu. Yalnız Cinci’nin sözlerinden onun ne dediği biraz anlaşıldığından Hacı Mehmet bütün idrakini şaha kaldırarak muhavereyi dinlemeye koyulmuştu.

Molla Hüseyin, dinliyor gibi davranıyor ve temenna çakıp şu cevabı veriyordu:

“Hacı Mehmet, gafilin biridir, cahildir, kusuruna kalmayın.”

“…”

“Hayhay sultanım, ne emrederseniz yapar.”

“…”

“Başüstüne sultanım. Kumkapı’daki çöplüğe yedi çeşmeden birer maşrapa su alıp yedi gün alaca karanlıkta döksün.”

“…”

“Eşleri ölmüş iki siyah güvercin bulup bir kafese koysun, dişisini yumurtlatsın.”

“…”

“Ayasofya Hamamı’ndaki göbek taşında yedi çarşamba gün doğmadan üçer dakika göbek atsın.”

Ve yere diz çöküp kollarını boş posta uzatıp yalvardı:

“Fakat siz de kerem buyurun, derdimendin parasını geri verin.”

Hacı Mehmet’in yorgun gözlerinde iki yüz yıldız doğup söndü, altınlarının ışığı yüreğine yayıldı, kulakları dikildi. Olanca idrakiyle Nurülkamer Hazretleri’nin cevabını dinlemeye hazırlanmıştı.

Bu cevap yine Cinci Hoca’nın sözlerinden anlaşıldı. Düzenci molla, eğilip kalkarak ve boyuna temenna çakarak muhterem cinin emirlerini dinliyordu. Birtakım yalvarışlarla da o emirlerin müspet bir netice vadetmesini temine çalışıyordu. Nihayet oyundan kendisi de yoruldu, boş postu bir daha selamlayarak yüzünü Hacı Mehmet’e çevirdi.

“Senin paraların…” dedi. “Kırmızı atlastan bir kese içindeymiş. Nurülkamer Hazretleri iki yüz altın için benim hatırımı kırmak istemediler, keseni ve bakır mührünü geri vermeyi vadettiler. Saraylarına döner dönmez Cüce Basiret’le keseyi bana yollayacaklar. Sen cinler sultanı hazretlerinin emirlerini duydun, onları yerine getirmeye hazırlan, yarın da buraya gelip keseni al.”

Hacı Mehmet sevincinden delireyazdı. Şuursuz bir hamleyle ileri atıldı, boş postun önünde diz çöktü.

“Nurülkamer misin…” dedi. “Nesin, lütfet mübarek ayağını olsun göster. Şapır şapır öpeyim!”

Cinci Hoca onu omuzlarından tutup çekti, silleler gibi sert bir sesle ihtar etti:

“İyi saatte olsunlara ancak biz hitap ederiz ve biz cevap alırız. Onlara söz söylemek sizlerin haddi değildir. Bir yerin çarpılmamak için tez tövbe et, istiğfar et ve sus!”

Sonra boş posta dönüp yalvardı:

“Cahildir, suçunu bağışla sultanım!..”

Şimdi sıra muhterem konuğun teşyi edilmesine43 gelmişti ve Molla Hüseyin yine öd ağacı yakarak, biber ve tarçın saçarak misafirini -temennalar çaka çaka- kapıya kadar götürüyordu. Hacı Mehmet bu rasime sırasında dayanamadı, kılavuzuna sokulup fısıldadı:

“Cinci Hoca gerçek mi söyler dersin, kesemi yarın bana verecek mi?”

“Hiç şüphe etme. O, dediğini yapar.”

“Ya biz ona ne vereceğiz?”

Bu sualin cevabını bizzat Molla Hüseyin verdi:

“Biz akçe düşkünü değiliz, hayır için çalışırız! Paran senin olsun arkadaş!..”

***

Sultan İbrahim, sekiz on nefesi keskin hocanın okudukları dualara, verdikleri muskalara, içirdikleri şerbetlere, kestirdikleri kurbanlara, dağıttıkları sadakalara rağmen eski şetaretini elde edememişti, derin bir hüzün içinde kalmıştı. Gerçi yatmıyordu. Gezip dolaşıyordu. Fakat iliği kurumuş yük beygirleri gibi lagar bir durumdaydı. Şen şen kişneyemiyordu, sık sık şahlanamıyordu. İştahsız bir midenin ızdırap veren boşluğunu seze seze gamlı günler yaşıyordu.

Ona vahşi bir titizlik de gelmişti, çabuk kızıyor ve her kızışta önüne gelenleri kasıp kavuruyordu. Kadınlar, evvelki okşanmalar yerine hakaret görüyorlardı, dayak yiyorlardı. Herif öpemediği için ısırıyordu, okşayamadığı için hırpalıyordu. Odasına yine eskisi gibi halayıkların biri girip biri çıkıyordu. Bu ziyaretler evvelce neşeli bir iştiyakla yapılır ve bahtiyar hatıralarla nihayet bulurdu. Şimdi hasta delinin yanına titreye titreye giriyorlar ve oradan bere içinde ağlaya ağlaya ayrılıyorlardı.

Onun kadınlardan kâm alamaması yüzünden saray ve Kubbealtı matem içindeydi. Yemekten kaçınması, uyuyamaması, iç sıkıntısından kurtulamaması, boyuna ohlayıp puhlaması, hırçınlaşması ise bu matemi katmerleştiriyordu. Kösem Sultan, hocalardan ümidini kestikçe hekimbaşının hazakatine44 bel bağlıyor ve hazakatin aczini anlayınca yine şu dedeye, bu divaneye başvuruyordu. Lakin vaziyet değişmiyordu, hastayı iyileştirmek mümkün olmuyordu.

İbrahim, hafakanlardan aman buldukça bizzat şifa aramaya girişirdi; ata binip tekke tekke, hoca hoca dolaşırdı. Hekimbaşını ise her zaman sıkıştırmaktan geri kalmazdı. Bir gün onu yine karşısına dikmişti, azarlıyordu. Mesleğinde devrine göre ihtisas sahibi olan Hamaloğlu Mehmet Efendi bu delice tekdirlerden sinirlendi.

“Padişahım…” dedi. “Çok yiyen çatlar. Siz Allah’a şükredin ki sadece mide bozukluğuna uğradınız. Bu durumda acele etmek manasızdır. Biraz perhiz edin, oburluk hevesinden vazgeçin, kanlanıp canlanmak yollarını arayın, üç beş ay sonra yine zevke dalarsınız, istediğiniz gibi eğlenirsiniz.”

Kendini milyonla altın içine gömülüp açlıktan ölmeye mahkûm edilmiş bir adam vaziyetinde gören hünkârın müthiş bir sinir buhranına tutulması gecikmedi, pençesi hekimbaşının boynuna dolanarak ağzında bir sürü küfür belirdi ve sonra işi bir derece daha azdırarak zavallı hamalzadeyi tekmelemeye başladı.

Deli hasta bir yandan çifte savuruyor, bir yandan da bangır bangır bağırıyordu:

“Ben padişah değil miyim? Benim karşımda ağız açmak, bana öğüt vermek ne haddin?.. Altımda tahtım, başımda tacım olsun da hasta yaşayayım, kızlara uzaktan bakayım, yatakta yalnız yatayım, öyle mi?.. Bak teresin yediği halta, bak melunun bulduğu ilaca!..”

Oğluna yeniden nöbet geldiğini haber alarak başörtüsüz odaya koşan Kösem Sultan, biçare hekimbaşını çiftelenmekten güçlükle kurtardı.

“Savul be adam…” dedi. “Aslanımı celallendirme! Bilgin de bilgiçliğin de yerin dibine geçsin! Artık buraya gelme!”

Fakat İbrahim, ilaç yerine öğüt veren hekimi bırakmak istemiyordu, anasının kollarından kurtulmaya savaşarak boyuna haykırıyordu:

“Beni hâlime koy anne, şu murdar herifi tepeleyeyim! Kaç gündür beni kadından yana öksüz koydu, cennetimi cehenneme çevirtti!”

Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti.45

Bu yeni hekim, tam bir psikologdu, ruhtan anlardı, nabza göre şerbet vermeyi bilirdi. Lakin Deli İbrahim’in nabzı olur olmaz şerbetle düzelecek hâlde değildi, berbat bir durumdaydı. Onun için hasta yine iyileşmedi, melankoli ziyadeleşti, sara nöbetleri sıklaştı, sarayın düzeni temeline kadar sarsıldı.

İşte bu sırada Hamal Hacı Mehmet, Cüce Basiret adlı cin eliyle ecinni diyarından getirtilerek kendisine verilen hazinesinin hikâyesini bir dostuna fısıldadı, o da bir başkasına anlattı ve macera dilden dile, kulaktan kulağa geçerek Kösem Sultan’a kadar aksetti. Çemberlitaş yakınlarında kaybolmuş bir keseyi Süleymaniye Medresesi hücrelerinden birinde sahibine geri verdiği söylenen hocanın tam cinci olduğuna şüphe edilemezdi. Kösem Sultan da böyle düşünmekle beraber hikâyeyi tevsik46 için Hamal Mehmet’i huzuruna getirtmekten geri kalmadı, iri boy herifi uzun uzun söyletip dinledi, oğluna da dinletti ve Kızlar Ağası Sümbül’e emir verdi:

“Tez bu Cinci Hoca’yı getirin. Aslanıma nefes etsin. Belki vakti zamanı gelmiştir, aslanımın sıkıntısı bu yüzden geçecektir.”

İbrahim, bu hikâyeye anasından bin kat ziyade alaka gösteriyordu. Hatta Molla Hüseyin’i getirmek üzere adamlar çıkarıldıktan sonra dayanamadı, Hacı Mehmet’i tekrar çağırttı, Nurülkamer’in hücreye girişini, posta oturuşunu, mollayla konuşuşunu bir daha ve bir daha söyletti, Cinci’nin taklidini yaptırdı ve sonunda sordu:

“Demek herif yaman?”

“Beli padişahım, yaman. Cinlerle senli benli konuşuyor, her istediğini yaptırıyor.”

“Senin keseni de getirtiverdi değil mi?”

“Beli padişahım getirtti. Emredersen göstereyim, koynumda duruyor.”

“Lüzumu yok, yine yerinde dursun. Sen Nurülkamer’in Cinci Hoca’yla nasıl konuştuğunu bir daha anlat.”

Dört yaşındaki bir çocuk hazzıyla -belki onuncu defa- dinliyordu, heyecan içinde kalıyordu. Aynı zamanda Hamal Hacı Mehmet’ten de hoşlanmıştı. Yüz elli kiloluk yükleri taşıya taşıya nasırlanmış o kalın omuzları, orta çapta bir demir boruyu andıran o kıllı bilekleri seyretmekten, o çetrefil dili dinlemekten zevk alıyordu. Hikâyeyi kelime kelime ezber ettiği için Hacı Mehmet’le beraber kendisi de Cinci Hoca’nın sözlerini tekrar ediyor ve medresede onunla bile bulunmuş gibi teheyyüç gösteriyordu.

Başındaki ağırlık, içindeki sıkıntı biraz azalıyor, yüreğine yavaş yavaş ferahlık geliyor gibiydi. Bu değişikliği sezince yüzü de gülümsemişti, Hacı Mehmet’le şakalaşmaya başlamıştı.

“Ulan…” diyordu. “Ayıya benziyorsun. Bu ne kol, bu ne bacak? Başında bir kallavi, sırtına da seraser kaplı kürk geçirtsem lalamdan farkın kalmayacak.”

Hacı Mehmet, bu yüksek iltifat karşısında “Hay, bir günün bin olsun!” diye haykırıp yerlere kapanıyor, gülünç şivesiyle şaklabanlıklara girişiyordu:

“Vezir ile kulun boyda bosta biriz. Gelgelelim ki ona Kara Mustafa Paşa diyorlar, köleni Hamal Mehmet diye çağırıyorlar. Zalike takdirül azizül alim!”

“O ne demek ulan?”

“Kara Mustafa’nın vezir, Hacı Mehmet’in hamal oluşu Allah’ın işidir demek isterim sultanım!”

“Ben padişah değil miyim teres! İstediğim gün lalamı hamal, seni de sadrazam yaparım.”

“Hay, bir günün bin olsun sultanım!”

Deli adam, gerçekten de böyle bir iş yapmayı düşünüyordu. Fakat Hacı Mehmet’in salık verdiği Cinci’yi sınadıktan, eski neşesini bulduktan sonra böyle bir harekette bulunmayı münasip gördüğünden düşüncesini Yemenli hamala sezdirmemek istiyordu. Bununla beraber geniş omuzlarına, kalın bileklerine, karışık diline bayıldığı uşağı ümide düşürmekten de geri kalmadı.

“Haydi git!” dedi. “İşine bak. Şu sıkıntılarım geçer geçmez seni bir baltaya sap edeceğim.”

Yalnız kalınca bir mindere uzandı, derin derin düşünmeye daldı. Nurülkamerleri, Zenebüddeccacları, Cüce Basiretleri kuruntuluyor ve Süleymaniye’den gelecek Cinci’nin bu göze görünmez mahluklarla girişeceği muhavereleri tahmine çalışıp heyecanlanıyordu.

Kızlar Ağası Sümbül’ün kılavuzluğuyla odaya giren Molla Hüseyin onu işte bu vaziyette buldu. Zeki Safranbolulu, dört beş günden beri böyle bir davet beklediği, girişeceği büyük oyunun bütün hatlarını zihninde çizip hazırladığı için son derece soğukkanlıydı, heybetli bir tavır almış bulunuyordu.

Hünkâr, tahta çağrıldığı günkü durumdaydı. Bir eli bıyığına takılı, bir eli çakşırına sokulu olduğu hâlde şöhretine bel bağladığı Cinci’yi bekliyordu. Onu, son günlerde sekiz on tanesini gördüğü üfürükçüler gibi bir adam sanıyordu. Yanına gelince yer öpüp el pençe divan duracak zannediyordu. Hâlbuki Molla Hüseyin yamalı cübbesinden, kirli sarığından umulmayan bir vakarla içeri girdi ve eşiği atlar atlamaz kaşlarını çattı, Sümbül Ağa’nın omzuna elini koyarak gürledi:

“Behey gafiller, burası saray değil, ecinni yuvası, her köşede bir cin derneği kurulu! Sizin şu zavallı adama kastınız mı var ki yanını yönünü cinler sarıncaya kadar gözünüzü kapamışsınız! Burada peygamber otursa çarpılır, felakete uğrar! Tez, kapısı kıbleye açılmayan başka bir oda açın, şevketlu hünkârı oraya götürün!”

Deli İbrahim, gözleri yüz mumluk avizeler gibi ışıldayan, ağzında gök gürültüsü beliren bu güçlü kuvvetli adama hayran hayran bakıyor ve her iki elini aynı zamanda işleterek boyuna kaşınıp duruyordu. Yer öpmek şöyle dursun, selam bile vermeyen ve kızlar ağasına tam bir köle muamelesi yapan hocanın mehabeti, içine bir korku vermişti. Ellerini takılı ve sokulu oldukları yerden ayıramıyordu, ağzını açamıyordu, sadece bakınıyordu.

Molla Hüseyin, ne söyleyeceğini şaşırıp yutkunmaya başlayan Sümbül Ağa’yı eşiğe doğru sürdü.

“Tez…” dedi. “Dediğimi yap, odayı seçip bana haber ver.”

Ve herif sersem sersem çıkarken padişahın yanına gitti, aynı sertlikte emir verdi:

“Kalk, diz çök!”

İbrahim, bıyığıyla çakşırını bıraktı. Lalasının dediklerini yapan bir çocuk uysallığıyla minderin üzerinde diz çöktü, mırıldandı:

“Kalktım hoca efendi!”

“Hani senin talii esedin?”

“Talii esedim mi?”

“Evet. Resimli muskan.”

“Bende öyle muska yok hoca efendi!”

“Yok mu?”

“Yok, hoca efendi!”

“Nasıl olur şevketlu hünkâr? Bir kimse ki tac-ü taht sahibidir, ülkeler sahibidir, hazine ve kul sahibidir. Onun altın muskası bulunmaz mı?..”

“Bulunmuyor işte hoca efendi!”

“Cinler de onun için dört yanını sarıyor, seni azap içinde bırakıyor. Emin ol ki vaktinde yetişmişim. Biraz daha geç kalsaydım ecinni tayfası seni bu hâlde dahi komazlardı, ya kargaya ya serçeye çevirirlerdi, Kafdağı’nın ardına götürüp Simurg’a köle yaparlardı. Artık işin yoksa orada otur, kıyamete kadar darı taşı!”

Kara bir karga, cılız bir serçe olmak ihtimali mecnun hünkârın vahimesini şiddetle tahrik ettiğinden ihtiyarsız bir savletle Molla Hüseyin’in ellerine sarılmıştı, yanık yanık yalvarıyordu:

“Aman hocam, canım da bedenim de sana emanet! İyi saatte olsunların şerrinden beni kurtar!”

Molla Hüseyin, sesine şefkatli bir ahenk işledi, hünkârın çiçek dolu saçlarını okşadı:

“Bugüne bugün padişahımızsın. Seni ine de cine de karşı korumak borcumuzdur, gerçi sarayını cinlere kaptırmışsın, işi güçleştirmişsin, benim çok yorulmam lazım. Fakat her güçlüğü yeneceğim, seni kurtaracağım. Hiç merak etme, üzülme. Bana inan.”

“Ne yapacaksın hoca efendi?”

“İlkin söylediğim altın muskayı yazacağım.”

“Nedir bu muska?”

“Başka bir odaya gidelim de anlatayım. Burada ayağıma ecinni kedileri, köpekleri dolaşıyor. Birine basarsam kıyamet kopar.”

Kızlar Ağası Sümbül de o sırada geri gelmiş, şaşkınlıktan padişaha hitap etmeyi unutup Molla Hüseyin’i eteklemiş ve haber vermişti:

“Valide hazretleri kendi dairelerini nefes için uygun görüyorlar. Zahmet olmazsa orayı teşrif buyurun!”

Cinci, kapı ağalarının veya başkalarının icap ettikçe yaptıkları gibi hürmetle değil, yüksekten gelen bir iltifat şeklinde hünkârın koluna girdi, Sümbül’e de şu tebliğleri yaptı:

“Önümüze düş, bizi dediğin yere götür. Sonra dön, buraya gel. Köşeyi, bucağı; tavanı, yeri gül suyuyla güzel yıka, bir de mangal hazırla. Ben şevketlu hünkâra ilk nefesi yapar yapmaz gelirim, yüzsüz cinleri, yılışık perileri buradan sürüp çıkarırım.”

Onun Deli İbrahim’le kol kola sofadan geçişi, merdivenlerden inişi seyre layık bir manzaraydı. Ne yaldız ne çini ne ipek ne sırma, bütün hayatı örümcekli odalarda ve çullar arasında geçen bu Safranbolu çocuğunu hayrete düşürmüyordu. Doğuşundan beri saraylar içinde yaşamış gibi kayıtsızdı, yan yan yürüyerek önde kılavuzluk eden kızlar ağasının izinden salına salına yol alıyordu.

Deli İbrahim onun kolu altında, kartal kanadına sığınmış saksağana benziyordu. Kulağında hâlâ o korkunç sözler çınlıyor, gözünün önünde, serçeye çevrilmiş olan bedeninin bir leylek ağzında Kafdağı’na doğru götürülüşü dönüyordu. Bu vehmî müşahede, mecnun hünkârın sinirlerini altüst etmekle beraber içinde korkudan ziyade ümit vardı. Koluna girdiği heybetli adamın kendisini cinlere, perilere karşı müdafaa edeceğine inanıyor ve boyuna herife sokuluyordu.

Valide sultan, neyin nesi olduğu bilinmeyen, hırkası yamalı, sarığı kirli bir hocanın koca padişahı koluna takıp sürüye sürüye kendi yanına getirmesinden ilkin kızacak ve bir şeyler söyleyecek oldu. Fakat soyunu sopunu bilmediği şu yobazın cin padişahlarıyla senli benli konuştuğunu, onlara mühim işler gördürdüğünü ve saraya da ihtiyaç üzerine getirtildiğini düşünerek dişini sıktı, nefsini zorlayarak güler yüz gösterdi.

“Buyurun efendi!” dedi. “Aslanım her zamanki yerine otursun, siz de şöyle buyurun.”

Nezaketle onu hünkâra bitişik durmaktan ayırmak, biraz uzağa atmak istiyordu. Molla Hüseyin bir lahzada maksadı sezdi, korkunç tavrını bozmamakla beraber uysal davrandı, padişahı sırma saçaklı sedire oturttu ve Kösem’i kandilli bir temenna ile selamlayarak biraz kenara çekildi.

“Şevketlu hünkârı…” dedi. “Çok ihmal etmişsiniz. Oturduğu oda külhan cinleriyle, çöplük perileriyle dolu. Üstünde de talii esed muskası yok. Ondan ötürü uykusuz kalıyor, iştahtan kesiliyor, sararıp soluyor. Dercengievvel o muskayı yazmak, insücine karşı velinimet efendimizi şirin göstermek, kem gözler için zırhlamak lazım.”

Valide sultan da talii esed muskasını bilmediğinden Cinci, kendine has olan o heybetli talakatle anlattı:

“Padişah olsun, köle olsun; ins olsun, cin olsun, her mahlukun hayatına bir yıldız hâkimdir. İnsanların babalarıyla analarının adları cümeli sagir üzere hesap olunur, yekûndan on iki çıkarılır, elde bir kalırsa o adamın hamel burcuna47, iki kalırsa sevr burcuna,48 üç kalırsa cevza49 burcuna mensup olduğu anlaşılır. Şevketlu hünkâr talii esed burcuna mensuptur, yıldızı güneştir, harfleri M, N, S, A’dır. Kendisi âlempenah bir padişah olduğundan üstünde daima talii esed muskası taşımalıdır. Saray müneccimi nasıl olup da bunu düşünmemiş? Vallahi şaştım.”

Deli İbrahim de deli anası da bu sözlerden bir şey anlamadıkları için Cinci Hoca’ya bön bön bakıyorlardı. O, perişan saçlarıyla, gür kaşlarıyla, keskin bakışlı gözleriyle, sert kıllı sakalıyla, kuvvetli vücuduyla ve bilhassa ürkünç bir tınnet taşıyan sesiyle yaptığı tesiri, anlaşılmaz sözlerle kuvvetlendirmek fırsatını kaçırmak istemedi.

“Biz…” dedi. “Gizli kapaklı iş görmeyiz. Bildiğimizi açıkça söyleriz. Çünkü insanların da cinlerin de peygamberi olan Resul-i Ekrem ve Nebiyyi Muhterem Hazretleri ilmini saklayanlara yevm-i ahirette ateşten gem vurulacağını söylemiştir. Onun için size bir kere burçları, sonra da altın muskayı anlatayım.”

Koynundan uzun bir kâğıt, belinden de bakır bir divit çıkardı, okunmaz bir yazı ile bir cetvel karaladı:

bannerbanner