![Cengiz Han](/covers/69428026.jpg)
Полная версия:
Cengiz Han
Köşlük Han, güzel Güncü ile artık barışmış olmak şerefine tereddüt göstermedi:
“Yahşi!” dedi. “Elçileri hatırın için kovmuyorum, burada kalıp bir kere de seninle görüşmelerini kabul ediyorum. Fakat onlar da benim kim olduğumu unutmasınlar, başlarından büyük söz söylemesinler!”
Heyetin reisi, kısaca eğildi ve sordu:
“Beyimiz ulu Temuçin’in armağanları ne olacak?”
Köşlük Han’dan evvel Güncü cevap verdi:
“Naymanlar Hanı Büyük Köşlük bu armağanları, sizi ve beyinizi sevindirmek için alıyor. Atları ahıra, kılıçları çadır uşaklarınıza verin.”
Elçiler, gene eğildiler, Köşlük’le karısının yanından çıktılar. Yanlarına han tarafından bir adam katılmıştı. Bu, kendilerini güzel bir çadıra yerleştirdi. Av etlerinden ibaret yemekleriyle kımızlarının gönderileceğini söyleyerek ayrıldı. Aynı zamanda Temuçin’in hediyesi olan dokuz at da dokuz seyisle beraber Köşlük Han’ın ahırlarına götürüldü.
O devrin âdetine göre bir beyden bir beye böyle at yollandığı vakit at adedince seyis de gönderilirdi. Hediyeyi yollayan bey, bu seyisleri yanındaki tutsaklardan seçerdi. Şu hâle nazaran Temuçin’in yolladığı at uşakları da Türk yurdu dışındaki yerlerden birer suretle yakalanmış adamlar olacaktı ve hakikaten de öyle görünüyorlardı. Atları bambaşka dillerle çağırıyorlardı.
Bambaşka diller diyoruz. Çünkü dokuz uşağın hepsi ayrı bir dille konuşuyordu ve birbirleriyle anlaşamadıkları gibi Naymanlı seyislerle de hiç anlaşamıyorlardı. Yalnız, saçsız, bıyıksız ve gözü ağrılıklı biri, hepsine tercümanlık ediyordu. Sekiz ayrı dili kendi aralarında anlaşılır bir hâle koyuyordu.
Bu, Naymanlar merkezinde çarçabuk işitilen bir garibe oldu. Kadın erkek, çoluk çocuk, Köşlük Han’ın ahırları önüne doldu. Bir temaşadır başladı. Herkes dilleri ayrı ve işleri bir olan at uşaklarını konuşturmak için vesile bulmaya çalışıyordu. Onlar sunulan ekmekleri, mendilleri, çeşit çeşit yemişleri hırs ile kapışırken anlaşılmaz ve birbirine benzemez sözler söyleyip Naymanlıları güldürüyorlardı.
Fakat tercüman o sekiz ayrı dili konuşup da sekiz at uşağının birbiriyle anlaşmasını temin eden adam, seyircilere gülünç değil, büyük görünüyordu. İşte onun anlatışıyladır ki ahırlar önüne toplanan halk, bu seyislerden kiminin Çin’den, kiminin Tibet’ten, kiminin Bozkır üstlerinden, kiminin Hazar Denizi boylarından gelme olduğunu anlamışlardı. Bizzat tercüman kendisinin de on bir aylık yol tutan bir yurttan getirildiğini söylüyordu.
Bu vaziyet ve bu sözler, bir taraftan at uşaklarını Moğol elçilerinden daha cazip bir hâle getirdiği gibi Temuçin hakkında da müphem bir saygı temin ediyordu. Hemen her Nayman çocuğu, ihtiyarsız o ünlü Moğol beyinin böyle uzak yerlerden tutsaklar elde edebilmesindeki karışık sırrı düşünüyordu. Öyle ya, on bir aylık yollar aşan ve oralardan canlı, cansız ganimetler getiren bir beyin çok yüksek bir kudret sahibi olması lazım gelirdi. Gerçi o bey, daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda Naymanlarla müttefiklerinin önünden kaçmıştı. Fakat herkes, bu kaçışın gök gürültüsünden korkan Moğolların suya girmeleri yüzünden olduğunu biliyordu. Şu at uşakları ise Temuçin’in en uzak mesafeleri aşan bir kudret taşıdığını gösterdiğinden ahırlar önünde toplanan Naymanların yüreğinde onun için bir sevgi doğar gibi oluyordu.
Dokuz seyisin sekiz ayrı dil konuşması Köşlük Han’la Güncü Hatun’un da merakını gıcıklayan bir hadise olmuştu. Hele Güncü, ertesi gün elçilere yapacağı görüşmeyi bile unutacak kadar bu tuhaflığa alaka göstererek gün doğar doğmaz, dokuz at uşağını birden huzuruna getirtmişti. Bunlar, bütün tutsaklar ve bütün seyisler gibi yarı çıplak biçarelerdi. Ne başlarında börk ne sırtlarında kürk vardı. Kılsız deriden kolsuz birer gömlek ve nasıl bir kumaştan yapıldığı belirsiz kısa birer don taşıyorlardı. Ayaklarındaki çarık, parçalanmıştı.
Fakat bu acıklı kılıksızlık içinde hemen hepsi diri, dipdiri gençlerdi. Boyunlarında bir öküz boynunun bükülmez kudreti çevreleniyordu, kollarında tunç bir kuvvet geriliyordu. Dizlerinde birer çam kökü dayanıklılığı görünüyordu. Yalnız tercüman, arık bir adamdı, yaşı da geçkindi. Fakat kirli bir kırmızılıkla örtülü olan gözlerinde kudretli bir hastanın küskün bakışı yaşıyordu. Tüysüz yüzünde merak uyandırıcı bir ağırlık parlıyordu.
Güncü Hanım, Nayman merkezinde binbir hikâye yaratan bu dokuz at uşağını birer birer süzdü. Gençlerin hepsi, sağlam yapılışlarıyla dikkatini uyandırmakla beraber, bilhassa içlerinde bir tanesiyle fazlaca alakalandı. Arkadaşları gibi yarı çıplak bir kılık taşıyan bu genç, çok beyaz tenli idi. At kaşağısıyla da güç çıkacak kadar koyu bir kir tabakası bu gencin görünen yerlerini sarmıştı. Fakat tenindeki beyazlık o kir arasından da yer yer serpilmiş beyaz benler gibi göze çarpıyordu. Üstündeki kılsız deri ve ayağındaki yıpranık don çıkarılıp atılsa ortaya süt gibi beyaz bir vücut çıkacağına şüphe yoktu.
Bu gencin de başı tıraşlı idi, bıyıkları kırpıktı. Kendisini dört kaşlı bir delikanlı gibi gösteren bu kesik bıyıkların sarılığı ayrıca dikkat uyandırıyordu. Hele alnı ve burnu tam bir hususiyet taşıyordu, bakışlarında hanlarda ve hanzadelerde bulunmayan bir efendilik vardı.
Güncü, uzun bir lahza, bu genci gözden geçirdi ve ilkin de ona sordu:
“Adın ne babayiğit?”
“…”
“Sağır mısın, yoksa Türkçe bilmiyor musun?”
“…”
Sekiz at uşağına tercümanlık eden gözü ağrılıklı seyis, yerlere kadar eğildi:
“Güneşin kızı izin verirse onun adını ben söyleyeyim yahut söyleteyim.”
Güncü’nün yüzünde derin bir hayret dolaştı, bir Çin prensi gibi zarif konuşan şu çelimsiz ihtiyar bu inceliği nereden öğrenmişti ve Temuçin, böyle at uşaklarını nereden ve nasıl toplamıştı?.. Hasta gözlü uşağın kendisini güneşin kızı diye anması, onda yüksek bir terbiye bulunduğunu gösteriyordu. Temuçin, bu ayarda adamları at uşağı olarak kullanacak kadar kayıtsız mıydı, yoksa bu ayarda adamları ancak ahırda kullanmayı basit görecek derecede yüksek miydi?
Naymanların güzel kraliçesi, bir müddet şaşkın durduktan sonra, seyisler tercümanına şu emri verdi:
“Kendi adını gene kendine söylet. Dili ne çeşitmiş duyalım!..”
Tercüman, kesik sarı bıyıklı gence, Çince mi, Hintçe mi olduğu anlaşılmayan bir dille iki kelime söyledi, o da aynı dille kısa bir cevap verdi. Güncü Hatun ne söyleşildiğini anlamadığı hâlde sarışın gencin verdiği karşılıktan gene bir tat sezmişti. Sanki onun ağzından havaya düşen biricik kelimede, kendi iliğine bulaşan bir şeker tadı vardı. İşte, bu hissiyatla tercümanı söyletti:
“Ne diyor?”
“Kendi diliyle adını söylüyor!”
“Neymiş adı?”
“Sizin dilinizce Sardoğan!”
“Temuçin bunu, Sardoğan diye mi çağırırdı, yoksa öz adıyla mı?”
Tercüman gülümsedi:
“Aman ulu hatun! Temuçin Bey, bizim gibi uşakların adını ağza alacak adam mı? Biz onun sesini uzaktan duyardık, gök gürlüyor sanırdık. Hiç bulut ağzından insan ismi çıkar mı ki bizim adımız, Temuçin Bey’in dilini kirletsin!..”
Güncü Hatun, dudaklarını ısırmakla beraber, bu mevzu üzerinde durmadı, sordu:
“Senin adın ne?”
“Türkçe Tonra!”
“Şu delikanlınınki?”
“Toygar. Yanındakininki Kargın, berikininki Gücü, onun yanındakininki Yarga, berikininki Karmok, bitişiğinde duranınki Yargoçak, en sonundakinin Boğluk!”
“Tuhaf adlar, hele kendi dilinizle bu adlar büsbütün tuhaflaşıyor!”
“Ne yapalım ulu hatun. Analarımız babalarımız bizi böyle adlandırmışlar.”
“Yurdunuzdan ayrılalı çok mu oldu?”
Gözü ağrılıklı arık tercüman, bu sorguya karşılık vermek için ağzını açarken birdenbire durdu, iki eliyle başını tuttu, hasta gözlerini yumdu, ilkin kırmızılaşan ve sonra sararan bir yüzle bulunduğu yerde sallanmaya, kıvranmaya başladı. Herifin sesi çıkmıyordu, fakat ağır bir sancıya tutulmuşa benziyordu. Güncü ve sekiz at uşağı, şimdi şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı. Tercüman seyis, üç beş dakika böyle kıvrandı ve müteakiben yere yuvarlandı. Şimdi ağzından salyalar dökülüyordu. Sımsıkı kapanan yumruklarından ter sızıyordu.
Güncü, bir peri yumruğu yemiş sandığı şu çelimsiz adamın acıklı vaziyetinden merhamete gelerek kendisini kucaklayıp ahıra götürmelerini arkadaşlarına emretmek isterken onların korkulu bir telaş içinde huzurundan savuştuklarını ve kendisini ürkünç hasta ile baş başa bıraktıklarını gördü.
Evet, sekiz dil bilmez seyis, ne kendi tutsaklıklarını ve at uşaklıklarını düşünmüşlerdi ne de bir han karısı huzurunda bulunduklarını hatırlamışlardı. Arkadaşlarına yardım etmek borcunu ise yüreklerinden bile geçirmeyerek çok korkunç bir şeyle karşılaşmışlar gibi hemen savuşmuşlardı. Vaziyetin biçimsizliğinden zaten yüreği bulanan Güncü Hatun’un orada yalnız kalmak yüzünden sinirleri oynamıştı, avaz avaz haykırarak kurtarıcı arıyordu.
Sekiz seyisin önlerine gelen her şeyi devirerek kaçışları, han hanımının da haykırışları Nayman sarayını ayağa kaldırdı, kadın ve erkek uşaklar Güncü’nün bulunduğu yere saldırdı, bir kargaşalıktır yüz gösterdi. Yardıma koşanlar, ortada salyalı bir sayro (hasta) bulunduğunu görünce korkuya düşüyorlar ve oraya geldiklerine pişman olarak savuşma yolu arıyorlardı. Fakat tir tir titreyen hanımı bırakıp kaçmak da ellerinden gelmediği için ne yapacaklarını bilmeyerek alık alık sallanıyorlardı.
Onların korku içinde kararan idraklerine ve iradelerine istikamet veren yine Güncü oldu:
“Yüreksiz gidiler, saygısız kaltaklar! Yağmıcur aşı gibi iç içe ne kaynaşıyorsunuz?.. Şu sayroya bakın, su getirin, yüzünü yıkayın, ayılınca kaldırın, ahıra götürün.”
Hizmetçi kadınlar erkeklerden daha yürekli çıktılar, daha doğrusu onların ulu kadından korkuları erkeklerinkinden büyük oldu. Bu sebeple hasta adama yaklaştılar, salyasını ve terini silmek istediler. Bir kısmı da bakraçları yakalayıp hastanın başına sıralanmışlardı. Bu sırada içlerinden biri Güncü Hatun’a döndü:
“Kadınım!” dedi. “Bu er kişi uğursuz. Başında tutamak yok.”11
“Varsın olmasın. O, öz Türk değil, bir tat. Belki bir Tavgaç. Siz onu ayıltmaya, buradan aşırmaya bakın.”12
Kadınlar onlara uyarak, uşaklar su dökerek, şakaklarını, bileklerini ovarak seyisler tercümanı çelimsiz adamı o salyalı baygınlıktan ayılttılar. Herif ızdıraplı bir uykudan uyanır gibi inleye inleye gözlerini açmış, melul melul dört yana bakınıyordu. Bir aralık gözü kadın hizmetçilerden birine ilişti ve o gözler hemen manalı bir bakış aldı. Şimdi hasta, sabit, çok sabit bir bakışla o kadını süzüyordu. Öbür kadınlar ve uşaklar, perilerle alakalı bir işin içinden artık sıyrıldıkları, şu yabancı herifin uğursuzluğundan zararsız kurtuldukları için sevince kapılmışlardı ve onu yakalayıp ahıra götürmeye hazırlanmışlardı. Bu sebeple, içlerinden birine dikilen gözlerdeki manalı değişikliği göremiyorlardı. Fakat kadın, hasta adamın bakış çemberine sardığı kadın, bu sargının farkında oldu ve kendi yüzüne dikilmiş olan gözlere ihtiyarsız bir dikkatle bakar bakmaz titredi. Çünkü onları tanımıştı ve onların kendi benliğinde birkaç uzun yıl yaptığı esrarlı tesir, yeni baştan içine yayılmıştı.
Evet, Güncü Hatun’un düzinelerle hizmetçisi arasında silik bir yer tutan bu genç kadın, şu hasta ve çelimsiz adamın yakın vakte kadar Nayman hanına ve birçok Nayman beylerine el öptüren büyük papaz olduğunu tanımıştı. Kendi de kaç yıl onun dizini öpmüş ve kaç kere o mukaddes diz üstünde zevk ve esrar dolu uykular geçirmişti…
Kadın, babasız doğmuş bir peygamber namına ve o peygamberin ölünceye kadar bakir kalan anası namına kendilerine yepyeni bir din aşılayan bu kudretli adamın Naymanlar yurdundan kovulmasına için için yanmış ve gene için için ağlamıştı. Şimdi onu yanı başında görünce sevinmek, neşelenmek ve hatta herifin elini, ayağını öpmek istiyordu. Lakin o, Nayman hanına el öptüren heybetli adam kılığında değildi, yarı çıplak ve pek acıklı bir kıyafet taşıyordu. Bu sebeple sevinçle şaşkınlık arasında ne yapacağını şaşırmıştı ve bön bön herifin yüzüne bakıp duruyordu.
Uşaklar, salyası kesilmiş, teri kurumuş, inlemesi durmuş olan hastanın yerinden kımıldanamadığını görünce titizlenmişlerdi. İçlerinden biri öbürlerinden daha sabırsız çıkarak seyisler tercümanının omuzlarına yapıştı ve o cılız adamı incitecek surette sarsarak homurdandı:
“Yeri kuru buldun ya, dört ayağını uzat, yat. Burası Moğol ahırı değil, Nayman hanının otağıdır. Haydi toparlan, yerine yürü!..”
Eski papaz takatsiz görünerek şöyle bir kımıldandı. İki eliyle yere dayanıp kalkmaya savaştı ve gene olduğu yerde kaldı. Bu dermansızlık rolünü yaparken yalnız o kadının göreceği şekilde bir haç işareti yaptı ve gene kimsenin işitemeyeceği bir sesle mırıldandı:
“Seni görmek, seninle konuşmak isterim!”
Aziz okuyucular, Naymanlar diyarına gelen Moğol heyetinin Temuçin’le Ulu Gökçe arasında kararlaştırılan planı tatbik etmek ve Güncü Hatun’u kabil olursa kaçırmak için geldiklerini elbette anlamışlardır. At uşaklığı yapan sekiz delikanlıdan birinin, sarışın gencin de bizzat Temuçin olduğu anlaşılmıştır. Anlaşılmayan nokta, Nayman Hanı Köşlük’ün hanlık mevkisine geçer geçmez yurt hudutları haricine çıkardığı papazlardan birinin ve en büyüğünün bu heyet arasına nasıl karıştığıdır. Bunu da biz anlatalım:
Temuçin, Ulu Gökçe’nin fikrine uyarak ve Merkitler tarafından kaçırılan kendi karısı Börta’nın başka bir cephede öcünü almak emeline kapılarak Naymanlar diyarına gitmeyi tasarladıktan sonra çok ince düşünülmüş bir planla yola çıkmıştı. Kendisinin bu plandaki yeri at uşaklığı idi, aynı rolü yapacak diğer sekiz delikanlıyı da Moğol gençlerinin en yiğit, en kuvvetli ve en zeki olanlarından seçmişti. Diplomatlar, oynanacak acıklı komedide alelade figüran kabilinden idiler. Sadece boy gösterip ve birkaç kelime mırıldanıp sahneden çekileceklerdi.
Temuçin, böyle bir planla Nayman diyarına doğru yol alıp giderken bir dağ eteğinde sekiz on kişilik bir papaz kafilesine tesadüf etti. O, Türk elindeki kamanlara, şamanlara ve ozanlara hiç benzemeyen birtakım adamların -sövülmekten, dövülmekten ve kovulmaktan ürkmeyerek, bazen öldürülmekten de çekinmeyerek- şuraya buraya sokulduklarını, Türklerin yersularına, civilerine, tanrılarına, ödeta ve odanalarına hiç benzemeyen bir Allah namına yeni bir din propagandası yaptıklarını, Naymanlardan ve Uygurlardan bir kısmının bu yeni dine bel bağladıklarını biliyordu. Fakat Moğol topraklarına böyle bir kimse gelmediği için Hristiyanlık denilen yeni din hakkında hiçbir bilgisi yoktu.
O, küre üzerinde yetişen her büyük inkılapçı gibi, en küçük fırsatları kaçırmayan bir adamdı. Issız bir kırda böyle bir papaz kafilesine tesadüf edince kayıtsız kalmadı, onlarla görüşmek ve yeni din hakkında bir bilgi elde etmek istedi. Eğer o bilgi, kendi meramını kuvvetlendirecek bir kıymette olursa papazları da aletleri, vasıtaları ve hizmetkârları arasına sokacaktı.
İşte bu düşünce ile adam yolladı. Issız kırların ebedî bekçisi gibi yücelen o iri dağın dibinde çadırsız ve belki de aşsız, azıksız kümelenen papazları yanına çağırdı. Onlar, müsellah13 bir davete boyun eğmekte tereddüt göstermemekle beraber, topluca olarak Temuçin’in yanına gelmediler, reisleri mevkisinde olan adamı göndermek yolunu tuttular. Bu adam, eski Nayman hanını Hristiyan yapan papazdı.
Temuçin, kısa bir sorgu ile bunların Köşlük tarafından kovulmuş adamlar olduğunu ve hele karşısındaki papazın han sarayında yıllar geçirmiş bulunduğunu öğrenince son derece sevindi, kendisinden mutlaka istifade etmeyi tasarladı. Fakat ilk lahzada ne bu sevincini ne de bir şeyler tasarladığını sezdirmedi, papazla münakaşaya girişti.
Münakaşanın mevzusu, Hristiyanlığın esas umdeleri idi. Kudretli bir bey olduğu sözlerinden sezilen şu meçhul yolcuyu avlamak, yeni bir dindaş kazanmak ve Nayman diyarında kaybolan nüfuzu bu suretle başka topraklarda ele geçirmek isteyen papaz, her din adamı gibi efsunlu bir dil kullanarak Hristiyanlığın dayandığı temelleri anlatıyordu.
Temuçin, ses çıkarmadan bütün bu sözleri dinledi ve sonra şu cevabı verdi:
“Anlaşılıyor ki din, nihayet bir fikirdir. Bu fikirler ya yurttan yurda geçiyor yahut her yerde aynı boyayı taşıyor. Mesela siz, kendi din ulunuzun babasız doğduğunu söylüyorsunuz ve bunu, onun büyüklüğüne delil tutuyorsunuz. Bizim elde de böyle masallar var. Hatta benim yedi göbek yukarı atamın bile babasız doğduğu söylenir. Gene siz, insanların iyi ve kötü diye ikiye ayrılacaklarını, iyilerin öldükten sonra iyi günler göreceğini, kötülerin de ateşe atılacağını söylüyorsunuz. Bizde de buna inananlar çoktur. Naymanlar içinde yaşadığınız için elbette duydunuz, Türkler Bouddha’yı tanımazdan ve duymazdan çok evvel, ölümden sonra dirilmek olduğunu bilirlerdi. Nitekim ben de bunu bilirim. Bizim bildiğimize göre, bir çocuk doğduğu zaman, Bay Ülgen, kendi oğlu Yayık’ı yollar. Yayık, Süt Gölü’nden bir damla alır, bununla çocuğa can verir. Sonra göze görünmez bir ‘yayucu’yu bu çocuğun iyi işlerini yazmaya memur eder. Beri taraftan çok korkunç kazırganın (cehennem) kocamaz ve ölmez tanrısı Erlik Han da bir körmüz gönderir. Bunlardan yayucu çocuğun sağında, körmüz de solunda durur. Birincisi onun ölünceye kadar yapacağı iyi işleri, ikincisi de kötü işleri yazar. Çocuk büyüyüp kocar ve bir gün ölür. O vakit körmüz, onun ruhunu kapıp yer altında bir kara taht üzerinde oturan Erlik Han’ın yanına götürür. Siz, Bay Ülgen’le Erlik Han’ı birleştiriyorsunuz. Allah diyorsunuz. Yayucu gibi, körmüz gibi yazıcılara da melek adı veriyorsunuz.
Sizin cennetiniz de bizim uçmağımıza benziyor. Türk uluslarından birçoğu uçmağa ‘ak’ ve orada yaşayanlara ‘akto’ derler. Toprak üstünde iyi iş yapanları yayucusu, uçmağa götürür. Orada bu yeni aktoya ziyafetler çekilir. Bizim inandığımız cennetin yanında Süt Gölü vardır. Suyu, çok tatlıdır. Sürve Dağı da oradadır. Dünyada iyi ad bırakıp uçmağa gidenler Süt Gölü’nde altın sandallarla dolaşırlar, kıyılarındaki sedefli kumsallarda gezerler. Sürve Dağı’nda da güzel kuşlar, geyikler avlarlar. Sizin de kendi cennetinizde ırmaklar, köşkler, şaraplar, aş evleri ve aşlar olduğunu söylüyorsunuz. Cehenneminiz de aşağı yukarı bizim kazırganımızı andırıyor. Yalnız bizim Türklerin uçmağa da kazırgana da gitmesi kolay. Sizin cennetinize veya cehenneminize gitmek hayli güç!..”
Papaz, İsa dinine sokmak istediği şu çöl beyinin dinler arasında yaptığı mukayeseden şaşırıp kalmıştı. Bir aralık “ilahların çokluğu” akidesiyle “bir tanrı” akidesini karşılaştırmak ve birincinin akla uygun düşmeyeceğini ileri sürmek istedi. Fakat Temuçin buna da cevap verdi:
“Bizde sağ kol, sol kol tanrıları vardır. Yersular, civiler vardır. Bay Ülgenlerimiz, oganımız vardır. Yaz tanrımız, kış tanrımız vardır. Fakat ulu Tanrı birdir, iki olamaz. Siz de biri üç, üçü bir yapıyorsunuz ve sonunda bir Allah var diyorsunuz.”
Ve birdenbire bahsi değiştirdi:
“Toprağın altına, üstünde yaşadıktan sonra gidiliyor. Demek ki yerin altından evvel üstünü düşünmek gerek. Yerin üstü ise düz değil. Deresi var, çukuru var, tepesi var. Onun için insan güçlü, kuvvetli bulunmalıdır. Arıklar, cılızlar çabuk sendeler. Güçlüler güçsüzlerin ağzından lokmalarını, başlarından kürklerini alırlar. Dinler ve din uluları cılızlara güç, güçlülere acıyış verir mi? Sen diyeceksin ki biz, Tanrı’nın ululuğunu, ölümden sonraki cenneti, cehennemi anlatıp insanların birbirine saldırmalarının önüne geçeceğiz. Bu, kuruntudur. Sizin kendi arpağcınızı (İsa’yı demek istiyor.) bile sallandırıvermişler. Eğer onun tatlı dili kadar acı yumruğu, keskin bıçağı ve başında bir ordusu olsaydı ipe çıkmazdı.”
Temuçin, dinler hakkındaki düşüncesini bu suretle ve bu sureti andırır diğer şekillerle anlattıktan sonra papaza şu teklifi yaptı:
“Sizin dininize bel bağlayan Türk yok değil. Fakat onlar da her şeyden evvel öz yurtlarını, öz dillerini ve öz türelerini severler. Onun için sizin buralarda taban tepip dolaşmanız boştur. Yarın önünüze kurt çıkar, tepenize kartal iner. Dağlarda, derelerde Kazaklar, Kırgızlar da var. Bunlar, adam avlamayı da severler, sizi görürlerse aman vermezler. Onun için gelin, başıboş dolaşmaktan vazgeçin, benim yanımda kalın. Ben kendi yurdumda size otağ veririm, aş veririm, post ve postal (kundura) veririm. Dilinize, dininize de karışmam. Gününüzü hoş geçirip gidersiniz.”
Bu muhaverenin sonu tam bir anlaşmak oldu. Papaz, Temuçin’in kim olduğunu ve Naymanlar diyarına niçin gittiğini anladıktan sonra din propagandasını bıraktı. Köşlük Han’dan öç almak için Moğol beyiyle birleşti.
Temuçin’in planı evvelce “şahsi teşebbüs”e istinat ediyordu ve bu teşebbüsün mutlaka neticelenebilmesi için de hayli tedbirler alınmıştı. Papazla konuşup anlaştıktan sonra planda bazı değişiklikler yapıldı, papaz da Köşlük Han’ın yanında bırakılacak seyisler arasına katıldı. Onun en büyük vazifesi, Güncü Hatun’la Temuçin arasında münasebet tesis etmeye çalışmaktı. Bunun için de Köşlük Han’ın dairesinde çalışan oldukça mutaassıp ve Hristiyan dinine candan bağlı bir kadından istifade etmeyi umuyordu. Onun bu kadınla ilk temasını gördük, şimdi maceranın alt tarafını görelim.
Hizmetçi kadın, vaktiyle dizine kapanıp ruhani istiğraklar ve tatlı rüyalı uzun uykular geçirdiği papazın mırıldandığı dört beş kelimeyi duyar duymaz iliğine kadar titremişti. Uşaklar, onu koltuklayıp ahırlara doğru götürürken o titreyiş, acı veren ruhi bir sarsıntı hâlini aldı. Kadın, kendi yüreği ve kendi imanı sürükleniyormuş gibi azap ve ızdırap içinde kaldı, ihtiyarsız ağlamaya koyuldu.
Güncü Hatun, henüz kendini toplamış değildi. O salyalı ağız, o sıkılmış yumruklar, o acı acı kıvranışlar hâlâ gözünün önünde dolaşıyordu. Böyle bir sırada hizmetçilerden birinin hüngür hüngür ağlamaya başladığını görünce büsbütün sıkıldı.
“Ne o kız!” dedi. “Nen var? Çöp yutmuş cırtlak (karga) gibi ne inliyorsun?”
“A kadınım, ulu kadınım! Şu cılız tatın (yabancı) kıvranışı yüreğime dokundu.”
“Benim de dokundu amma ağlamıyorum.”
“Sen ağlayacağına gök ağlasın, gün ağlasın, yer ağlasın. Yazık değil mi güzel gözlerine!”
“Ey, sen bir yabancı için ne diye ağlıyorsun?”
“Biz kapı kuluyuz, bulaşık suyu döker gibi gözyaşı da dökeriz. Ne değeri var?”
“Anladım amma niçin ağlıyorsun?”
“Acıdım herife işte.”
“Nesine acıdın?”
“Düşündüm: Onun da bir yurdu vardır, onun da anası vardır, çoluğu çocuğu vardır. Yurdundan, evinden, eşinden, yavrusundan uzak, yarı giyimli, yarı çıplak, yarı tok, yarı aç at uşaklığı ediyor. Üstelik oğanların (ilahların) sillesini yiyor, sayro oluyor. Bakanı yok, emcisi (hekimi, bakıcısı) yok, elinden tutanı yok. Acınmaz mı hiç?”
Şimdi Güncü Hatun’un da yüreği o adama acır olmuştu. Bir hizmetçinin galeyan eden merhameti yanında bir han karısının kayıtsız kalması da zaten biçimsizdi. Bu sebeple bir el işareti yaparak gizli din taşıyan hizmetçiyi susturdu.
“Yeter, yeter, benim de içime acı düştü. Hani söz olmayacağını bilsem şimdi kalkar, ahıra giderdim, adamcağıza kımız sunardım.”
“Ayağına yazık kadınım. Bin tat senin bastığın toprağın bir tutamına değmez. Fakat buyruğun olursa ben giderim, herife aş götürürüm, senin de kendisine acıdığını söylerim. Bu sözüm onu sevindirir, diriltir.”
“Peki, yap, adamcağızı görüp gönlünü al.”
Hizmetçi, büyük bir sevinç içinde dışarı fırlarken Güncü Hatun seslendi:
“Temuçin’den gelen tutsaklardan birine aş götürüp de öbürlerini boşlamak doğru değil. Hepsini gözetmek gerek. Sen de öyle yap.”
Güncü, pek tabii olan bu noktayı hatırlarken en ziyade o sarışın genci düşünmüştü. Alelade bir tutsak, değersiz bir at uşağı olmakla beraber bu sarı bıyıklı, beyaz tenli, demir yapılı delikanlı Güncü’nün zihnine nasılsa yol bulup girmişti. Naymanlar kraliçesi, istemeye istemeye bu genci düşünüyordu ve adını ağzına almadan ona “han mutfağından” yemek ve kımız gönderiyordu.
Masallarda olduğu gibi Güncü Hatun, bir görüşte bu yarı çıplak at uşağına gönül mü vermişti?.. Hayır!.. Fakat o, dili bile anlaşılmayan bu gençte bir hususiyet seziyordu. Onun bakışını pek yüksek, yapılışını pek müstesna bulmuştu. Hele kirler içinde göze çarpan o beyaz benler, büsbütün merakını uyandırmıştı. Kabil olsa herifi suya sokup bir iyi yıkatacak ve onun taşıdığı kir tabakası altındaki beyaz kostümü açığa çıkaracaktı.
Güncü, sırf bir sezinti ve sırf bir merak ile alelade bir at uşağına zihninde yer veriyordu. Kadın değil mi ya? İşte renksiz ve temelsiz düşünceler üzerinde -kısa bir lahza süren- gülünç bir hülya bile kurmuştu. Bu tahayyül, o delikanlıyı kirden kurtardıktan sonra beyler gibi giyindirmeyi düşünmekten ibaretti. Güncü’nün, pek az devam eden, bu kuruntusuna göre Sardoğan, o sarı genç, iyi ve temiz bir kostüm içinde bambaşka bir hüviyet alacaktı!
Bununla beraber Güncü, tabii vaziyete geçmekte gecikmedi ve Moğol diplomatlarını huzuruna getirterek ciddi bir çehre ile münakaşaya girişti. İlk sözler, Moğol ve Nayman orukları arasında yapılacak barışmanın Merkitlerle Oyratlara da teşmil edilmesi üzerinde idi. Elçiler dün olduğu gibi bugün de o cihete yanaşmıyorlardı.
Güncü Hatun ise kocasının dileğini yerine getirebilmek fikriyle bu noktada ısrar gösteriyordu. Elçilerin başı, nihayet son sözü söyledi: