Читать книгу Cengiz Han (M. Turhan Tan) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Cengiz Han
Cengiz Han
Оценить:
Cengiz Han

4

Полная версия:

Cengiz Han

“İzin verirsen…” dedi. “dolaşalım, avlanalım, belki iyi bir şey vururuz da sana bir orman çevirmesi yediririz.”

“Olur amma gecikmeyin. Beni bekletmeyin. Gözüm geridedir. Çokluk duramam, tek başıma giderim!”

Bütün silahşörler, ağaçlar arasına dağıldıktan sonra Temuçin, otlar üzerine uzandı, derin bir hayale daldı. Gözünün önünde anası Ulun Hatun, karısı Börta, dört küçük kardeşi dolaşıyordu. O, anasını çıldırasıya severdi. Bu sevgide babasının ona gösterdiği büyük, çok büyük alakanın da tesiri vardı. Yesügey (Temuçin’in babası) bu kadına, bir kar borasında avlanırken rast gelmiş, âşık olmuştu. Kadın evli idi, Yesügey ne yapıp yapmıştı, sevgilisini kocasının elinden almıştı. Heyecansız bir hayattan aşkın yaptığı bir yuvaya geçen Ulun Hatun, değme erkeğin yapamayacağı işleri yapardı, herkese parmak ısırtırdı. Onun çadır önüne çömelip okla gökten kartal düşürdüğünü yahut uzun kamçısını şaklatarak birkaç yüz hayvanı kırdan önüne katıp getirdiğini gören Yesügey, ihtiyarsız haykırırdı:

“Bu kadından doğacak çocuk, eşsiz kahraman olur!..”

İşte bu aşk ve bu alaka, tamamıyla Temuçin’e intikal etmişti. Anası için sonsuz bir sevgi taşıyordu. Fakat karısı Börta için beslediği sevgi de engindi, derindi. Yaşça kendisinden büyük olan bu kız, bütün benliğinde yaşayan bir ateşti. Temuçin ancak bu ateşle ısınıyordu.

Bunlar, bu aziz sevgililer, acaba şimdi nerede idiler?.. Anasını Yilon Buldok’ta, Ulu Gökçe’nin babası Minigilik İçige’nin manevi himayesi atında bırakmıştı. Savaşı kazanan Naymanlarla müttefikleri ta oraya kadar akın etmemişlerse onun için bir tehlike yoktu. Fakat Börta’yı beraber getirmişti, ağırlıkların yanına yerleştirmişti. Bozgundan sonra kadın, acaba atlanıp Yilon Buldok’a savuşmuş muydu?.. Temuçin, kuvvetle bunu umuyordu ve kendi atını alıp savuşan Ulu Gökçe’nin, Börta’yı mutlaka yurda götürdüğüne hükmediyordu. Bununla beraber içinde anası, karısı ve kardeşleri için bir yanış vardı; onları düşündükçe burnu sızlıyordu.

O, kendi yüreğini dolduran sevgilerin kaynaklarına göz bebeklerinde hasretli birer köşe verirken gün de batmıştı. Söbütay’la arkadaşları geri dönmüşlerdi. Harp yorgunu silahşörler, çok kısa bir zaman içinde, kementle iki kurt yakalamışlardı, okla üç ceylan vurmuşlardı. Temuçin onları takdir ettikten sonra emir verdi:

“Atlanalım!”

Hepsi on iki kişi idiler. Fakat on bir atları vardı. Temuçin, atını kendine veren Cebe’ye işaretle terkisini gösterdi:

“Bin de ödeşelim. Beni getiren sendin, seni götüren de ben olayım!”

Cebe, kıpkırmızı kesildi. Bu kızarış, sevinçten ve aynı zamanda utanmaktan ileri geliyordu. Genç Türk, Temuçin gibi bir adamın terkisine binmeyi şeref biliyor ve bu şerefi kendine layık bulmuyordu. Ormanda kalmaya, yaya yürüyüp yurdunu bulmaya razı idi. Bu yükselişe girişemiyordu. Fakat Temuçin’in bir bakışı, onun tereddütlerini giderdi, sanki zorla bindiriliyormuş gibi, ihtiyarsız terkiye sıçradı.

Gidiş, bütün umuşlara rağmen, tehlikesiz oldu. Altaysu kenarına kadar tek bir adam önlerine çıkmadı, suyun berisi ise dost toprağı idi. Konkmarlar, Konkratlar ve Söbütay’la Cebe’nin avulları hep orada oturuyorlardı. Temuçin, ilkin atlılara izin verdi:

“Haydi avullarınıza gidin, yorgunluk çıkarın. Tanrı uludur, çok sürmez öcümüzü alırız.”

Onlar, ayrılmamak ve Temuçin’i Yilon Buldok’a kadar götürmek istediler. Fakat genç bey, itaat telkin eden bir tavırla şu sözleri söyledi:

“Sizi de bekleyenler, tasalananlar var. Geç kalmak doğru değil. Varın yolunuza gidin.”

Bir gün sonra Söbütay’ı, en sonra da Cebe’yi aynı suretle obalarına gönderdi, yalnız kalınca atını mahmuzladı, hızlı hızlı söylendi:

“İşte geliyorum ana, işte geliyorum Börta!”

O, bir gece yarısı kendi öz yurduna gelmişti. Kulübeler, ağıllar ve bunlardan daha çok olan kara çadırlar, daha uzaktan gözlerini okşamış, yüreğine heyecan doldurmuştu. Gerdeğe girecek toy bir delikanlı gibi iç çarpıntısı geçiriyordu.

Köpekler, at ayağı sesini daha uzaktan havlamalarıyla karşılamışlardı, biraz sonra bu havlamaya ağıllardaki köstekli atların tepinmeleri, develerin homurdanmaları karıştı.

Böyle bir gürültü, sağır toprağı bile harekete getirebilirdi. Zaten kulakları kirişte olan Yilon Buldoklular ise ilk köpek havlamasında ayağa kalkmışlardı, erkekler -ellerinde yay ve kılıç- çadırlarının kapısına çıkmışlardı, arkalarında -silahlı birer gölge gibi- kadın vücutları seziliyordu.

Temuçin atını ileriye, Yilon Buldok tepesinin eteğinde kurulu kendi çadırlarına doğru sürdü. Köpekler, sanki onu tanıyorlarmış gibi birdenbire susmuşlardı, onların susmasıyla ağıllardaki tepinmeler, böğürmeler, melemeler, homurdanmalar da kesilmişti. Çadır ağızlarında beliren erkekler ise gözlerini göğe kaldırmışlar, “Tanrı onu korumuş, gözümüz aydın olsun!” diye mırıldanarak yarım kalan uykularını tamamlamaya dönmüşlerdi.

Temuçin, atının başını anasının çadırı önünde çekti. Orada bağlı duran iki köpek, boyunlarındaki iplerin müsaadesi nispetinde sıçrayarak şen şen havlayarak yaltaklanıyorlardı. Kendi dilleriyle “Hoş geldin!” diyorlardı. Temuçin kırbacının ucuyla onları okşadı, çadırdan içeri girdi.

Bir çam çırasının isli isli ışıklattığı bu büyük çadır, ak keçe ile döşenmişti. Bir köşede, dört beş keçenin üst üste konulmasıyla yüksekçe bir yatak yapılmıştı. Ulun Hatun, Temuçin’in anası bu yatağın üstüne uzanmıştı, derin bir uykuya dalmıştı. Ayağının ucunda iki kat kıvrılmış bir keçeye başını koyarak horul horul uyuyan bir erkek vardı. Ulun Hatun da ak sakallı erkek de bütün Yilon Buldok’u ayağa kaldıran deminki havlamaları, melemeleri değil, çadır kapısındaki köpeklerin neşeli havlayışlarını da işitmemişlerdi. Hatta çadıra bir adam girdiğini duymuyorlar, uykularını bozmuyorlardı.

O sırada Ulun Hatun henüz kırk yaşına girmemişti, vaktiyle Yesügey’i çıldırtan güzelliklerini gene muhafaza ediyor gibiydi. Hele şu yatış vaziyeti bu güzelliklere başka bir inkişaf, başka bir enginlik veriyordu.

Temuçin, çadırın kapısı önünde duraklamıştı, sapsarı bir çehre ile uyuyanlara bakıyordu. Gözünün önüne küçüklüğünde gördüğü, görebildiği bazı sahneler geliyordu. Vaktiyle gene bu çadırda idraksiz gözlerine çarpan ve masum yüreğine tuhaf bir sevinç dolduran o sahnelerle şimdi gözlerini yakan, yüreğini bulandıran şu manzara arasında ne büyük bir benzeyiş vardı. Eğer, yerde ve anasının dizleri dibinde yatan şu ihtiyarın yerine babası Yesügey konsa küçüklüğünde gördüğü sahneler yeniden ve hemen hemen aynen vücut bulmuş olacaktı. Aradaki fark babasının yerinde şu ihtiyarın, Minigilik İçige’nin bulunmasından ibaretti.

Eli, kendi de farkında olmaksızın, boyuna belindeki bıçağa gidiyordu. Kafatasının içinde bir şeyler kaynıyordu. Yüreği sıkılmıştı, göğsünde bu değirmen taşı ağırlığı kalkıp iniyordu. Fakat gene içinde bir ses, bütün o kaynayışların üstüne çıkan bir ses vardı, kulağına kadar yükselerek çınlıyordu:

“Sabırlı ol Temuçin, son pişmanlık akçe etmez.”

Moğollar beyi, önündeki manzaraya değil, işte bu sese kapıldı, bıçağını okşayan elini kemerinden çekip alnına götürdü, ter içinde kalan o geniş alnı kuruttu:

“Oğlu atımı uğurlayıp beni düşmanlar önünde yaya kor. Babası anamın yatağına baş dayar. Dayanılır iş değil amma bunları yok etmek de olmaz. Ulusumun dişisi, erkeği; büyüğü küçüğü Ulu Gökçe’ye bağlı. Babasına da toz kondurmazlar. İyisi işi tatlıya bağlamak, suyu geçinceye kadar ayıya dayı demektir.”

Ve yavaşça çadırdan çıktı, atını yedeğine aldı, kendi çadırının bulunduğu yere yönelmek istedi. Fakat yürümezden evvel gözleri -ihtiyarsız- Yilon Buldok tepesine kaydı ve birdenbire duraladı. Orada, Ulu Gökçe’nin makamı olan o yüksek yamaçta bir şeyler, inanılmayacak bir şeyler vardı.

Evet, koca Temuçin gecenin koyu esmerliği içinde kendini alıklaştıran bir manzaraya şahit olmuştu. Tepede Ulu Gökçe’nin mağarası üstünde dokuz renkli bir ay parlıyordu, daha aşağıda, tepenin köye karşı düşen yamacında, kıpkırmızı bir çadır ve onun önünde devler kadar iri bir atlı vardı. O aydan bu atlının üzerine avuç avuç pırıltı dökülüyordu.

Temuçin şaşkın şaşkın, bu manzaraya baktı, ihtiyarsız uzunca bir titreyiş geçirdi, eliyle gözlerindeki hayreti silip de tekrar tepeye bakınca atlının ve kızıl çadırın kaybolduğunu, dokuz renkli ayın da bir buluta girdiğini gördü. Şimdi titremesi geçmişti, fakat yüreğinde bir çarpıntı vardı, Ulu Gökçe için fena düşünceler taşıdığına nedamet getiriyordu, anasının çadırında kanlı bir iş görmediğine de seviniyordu.

İki üç dakika sonra, atını yederek yürümeye başlamıştı. Çok dalgındı, zihninde hep o dokuz renkli ay, o kızıl çadır ve o iri atlı dolaşıyordu, sık sık da başını ardına çevirerek tepeyi gözlüyordu, lakin o yaman şeyler artık yoktu.

Temuçin, neden sonra kendini topladı, etrafına bakındı, çadırlar kümesinden ayrılıp ağılların yanına kadar geldiğini gördü. O, gözü kapalı yürüse kendi çadırını bulacağına, karısının kokusunu çok uzaklardan alacağına kaniydi. Böyle yanlış bir yürüyüş yaptığını görünce âdeta sıkıldı. Ağıllar önündeki çobanlarla yüzleşmeden de çekindi, köpekler havlarken hızlı hızlı geri döndü. Gene çadırlar arasına girdi. Kendi çadırının bulunduğu yere doğru yürüdü.

Hayret!.. Çadır yerinde yoktu ve kazık delikleri o karanlık içinde hasretli gözler gibi mahzun görünüyorlardı. Temuçin, bu ummadığı boşluk önünde ilkin sendeledi, sonra çadırının savaş yerinde düşman eline geçmiş olacağını düşündü. Kardeşlerinin sıraya dizili çadırlarına yöneldi. Güzel Börta, şüphe yok ki, bunlardan birinin içinde bulunacaktı. Çadırsız yengeyi ağırlamak kardeşlere düşeceğine göre bu tahmininde isabet görüyordu.

Birinci çadırın önüne gelince bekçi köpekler havlamış ve ilk havlayışta çadır içinden bir delikanlı dışarı fırlamıştı. Bu, Temuçin’in en sevgili kardeşi Cuci Kazar’dı, yalın bir kılıçla dışarı çıkmıştı. Lakin önünde büyük kardeşinin, ulus beyinin yüksek endamını görünce hemen kılıcını atmış, diz çökerek inlemişti:

“Tanrı uludur. Değerli bacı düşman eline düştü, ulu Temuçin kurtuldu. Yasımızı bu sevinç kapayacak!..”

Temuçin, yüreğine bıçak sokulmuş gibi sarsıldı, dudakları titreye titreye sordu:

“Hay seni ölüm alsın! Düşman eline düşen bacı, benim Börta mı?”

“Evet…”

“Kimse onun yardımına koşmadı mı, eteğime kir bulaşırken herkes öküz gibi baktı mı?”

“Bozgun sonunda ağırlıkların yanına çekilmek istedik, yol bulamadık, ırmağa sürüldük. Börta at uşaklarıyla baş başa kaldı, düşman eline düştü.”

“Naymanlar mı bu işi yaptı, Oyratlar mı?”

“Değerli bacı, Merkitler (Toguzların atıcı manasına gelen ikinci adları) elindedir. Bugün öyle salık (haber) aldık.”

Temuçin, anasının çadırında olduğu gibi gene dizi dizi ter içinde kalan alnını elinin tersiyle sildi. Birkaç kere bıyığını çekip bıraktı.

“İnandım.” dedi. “Bugün inandım. Ugan (Allah) bizi sınıyor, yüreğimizi tartıyor. Ben her şeye dayanacağım. Varsın, Börta da yok olsun. Ulusumuz yaşıyor ya, bu bize yeter!..”

Fakat içinden başka türlü söyleniyordu, bütün Merkitleri yeryüzünden kaldırmaya ant içiyordu, o büyük ulusun dere gibi akıtılacak kanıyla eteğine sürülen çamuru yıkamayı tasarlıyordu. Ancak kardeşine bu iç düşüncesini sezdirmedi, sadece emir verdi:

“Bana bir keçe ser, uyuyacağım!..

2

BİR İPTE İKİ CAMBAZ!

Yüksek kayalarla, karaçamlarla örtülü bir dağ… Bu, Yilon Buldok köyünü eteğinde saklayan ünlü ve uğurlu tepedir. Köyü baştan başa benekleyen kara çadırlar, bu tepenin dibinde dizüstü çökmüş kara külahlı birer köleye benzer. Hiçbir baş, gelişigüzel o tepeye gözünün nurunu uçuramaz, korkar. Çünkü orada Ulu Gökçe oturuyor. Moğolların, Terkinlerin bu genç ve yaman peygamberi korkunç değildir, çıplaklığından ve uzun saçlarından başka göze çarpan bir ayrılığı da yoktur. Yilon Buldokluların tepeye dönüp bakmamaları da onun şahsi heybetinden ileri gelmiyor. Gökçe’nin mağarasına gökten çeşit çeşit Tanrı misafiri geldiğine inanılmaktadır ki, köylülerin gözlerini böyle bir perhize mahkûm etmektedir.

Fakat tepe, mucizeli tepe, güzelliği sevenler için, pek cazibeli bir şiir abidesidir. Eteğindeki kayalar, tabiatın elinden dökülme birer harfi andırır ve üst üste yığılan bu her biri ayrı ayrı biçimde harflerden sevimli bir ihtişam ifade eden berrak bir mısra doğar!.. Karaçamlar kayaların üstünde bir küme tuğ gibidir: Tabiat dediğimiz ulu hünkârı temsil ederler.

Uğurlu ve mucizeli tepe, sessiz de değildir. Ta böğründen konuşur ve sesi gümüş bir akışla ovaya ve oradan uçsuz köşelere kadar gider. Bu ses onun ırmağıdır ve o diyarın saygı ile dinlediği bir teranedir. Moğol ve Terkinlerin ağıl çocukları; o pek duygulu koyunlar, inekler, develer, keçiler bile mucizeli tepenin akıp giden sesini içerken apaçık bir saygı gösterirler ve onları sıvarmak için ırmağa götüren kadınlar, hayvancıkların su içerken dudaklarında bir buse şekli belirdiğini sezerler!

Temuçin’in karısı hakkında uğursuz bir haber aldığı günün gecesinde bir adam bu tepeyi tırmanıyordu. O tepeyi Tanrı konuklarının uğrağı sayan hiçbir kimse, gecenin bu vaktinde böyle bir cesareti gösteremezdi, karanlığa bürünüp Ulu Gökçe’nin mağarasına doğru yükselmeye girişemezdi. Onun bu delice göz ve yürek pekliği göstermesine göre ya cinlerden, perilerden korkmaması, Ulu Gökçe’nin hışmından çekinmemesi lazımdı yahut tepenin esrarını bilmemesi icap ederdi.

Hâlbuki gece yolcusu şaşırmaz adımlarla ilerliyordu, keklikleri topal yapacak kadar dar yerlerden pervasız geçiyordu, keçileri düşündürecek derecede ürkünç kayalıkları durmadan aşıyordu. Demek ki yolu iyi biliyordu ve tepenin girintisini, çıkıntısını tamamıyla tanıyordu.

O, korkusuz yürüyüşüyle ilerledi, ilerledi, yamacın ortasına kadar geldi. Orada minimini bir düzlük vardı ve bu düzlüğün üst tarafında belirsiz ve bilinmez enginliklere bakar gibi görünen iri bir göz seziliyordu. Bu, Ulu Gökçe’nin içinde yaşadığı mağaranın kapısı idi.

Moğollardan ve onların avullarından (küçük kabilelerinden) biri olan Terkinlerden bir şeyler dilemek için mucizeli tepeye çıkanlar ancak bu noktaya kadar gelebilirler, orada dokuz kere yere kapandıktan sonra diz çöküp Ulu Gökçe’nin mağaradan çıkmasını ve kendilerini lütfen dinlemesini beklerlerdi.

Gece yolcusu, bu sayılı yerde de durmadı, mağaraya doğru yürüdü. Fakat kapımsı delikten içeri gireceği sırada durdu. Çünkü kulağına iki at kişnemesi birden çarpmıştı. Bunlardan, bu seslerden biri, yabancı gölgeleri haber veren bir nöbetçi haykırışına benziyordu. Öbüründe dost selamlayan sevinçli bir ahenk vardı.

Yolcu, delikten çekildi ve biraz yanda duran atların yanına gitti. Şimdi kişnemeler bir kat daha hararetlenmişti. Nöbetçi haykırışı perde perde yükseliyordu, hırçınlaşıyordu. Dost sesi, âdeta kelimeleşiyor ve sevinç döküyordu.

Yolcu, ilkin sert sert haykıran ata yaklaştı:

“Sus sayın!” dedi. “Ben yabancı değilim!”

Sonra öbür atın yelesini okşadı, alnını öptü:

“İşte geldim Akkaş, seni de buldum. Artık ayrılmayız.”

Ve gene mağaraya dönmek için adımını çevirirken Ulu Gökçe ile burun buruna geldi. Yarı çıplak aziz, at kişnemeleri üzerine dışarı çıkmıştı. Gece yolcusunun yanı başına kadar gelmişti.

Biri tam giyimli, silahlı, öbürü apaçık olan iki adam selamlaştılar.

“Tünaydın Gökçe!”

“Tünaydın Temuçin!”

“Seni Akkaş’ın üstünde hâlâ uçuyor sanıyordum. Meğer yuvana gelmişsin, tünemişsin.”

“Ben de seni atalarına kavuşmuş sanıyordum, meğer diri kalmışsın!”

Karanlığı yırtan keskin bakışlarla birbirlerini bir lahza süzdüler. İkisi de gözlerinin ışığını birbirinin ta yüreğine akıtmak, orada saklanan duyguları, dilekleri görmek istiyordu. Artık susan atlar gibi yukarıdaki karaçamlar da aşağıdan sivri kulaklarını diken kayalar da iki genci seyrediyorlardı. Biri, Tanrı’nın dostu olarak birkaç Türk ulusu üzerinde manevi bir hükûmet kurmuş, öbürü asil bir kan ve büyük bir zekâ ile silahlanarak aynı uluslara kendini bey tanıtmış olan bu iki gencin orada, o karanlık içinde karşılıklı yürek okumaya girişmeleri heyecanlı bir sahne idi.

Soğukkanlılığını ilkin Ulu Gökçe topladı:

“Tanrı…” dedi. “seni kayırıyor. Bunu çoktan biliyordum, şimdi büsbütün inandım. Buraya gelişin de Tanrı’nın işidir. Çünkü seni yürüten, yanıma ileten odur. Sen bu iyiliğin yüceliğini bil, bundan sonra ona ve bana bel bağla!..”

Temuçin’in yüzü gene sertti. Gökçe’yi dinlerken gözünün önünde birkaç levha dolaşıyordu: Çıplak azizin savaş yerinden kaçışı, onun babasının çadırdaki laubali uyuma vaziyeti ve mucizeli tepede beliren hayaletler!.. İlk iki levha, genç Moğol beyinin sinirlerini kamçılıyor, ona şu çıplak adamı hırpalamak arzuları aşılıyordu. Son levha ise bu sinirlenmeyi yatıştırıyordu, kafasına birtakım fikirler getiriyordu.

Fakat Ulu Gökçe’ye cevap vermiyordu, düşünüyordu. Çıplak aziz, iki üç saniye durduktan sonra elini onun omzuna koydu.

“Konuşulacak…” dedi. “çok şeyler var. Bunları şu atların bile duymaması lazım. Gel, benim deliğe girelim.”

Temuçin itaat etti. Ulu Gökçe’nin ardına düştü. Mağaraya girdi.

Burası, girintili, çıkıntılı uzun bir delikti. Yüksekliği gayet az olduğu için mutlaka iki büklüm olarak yürümek lazımdı. Bazı noktalarda yükseklik son derece azalıyordu ve o vakit emekler gibi yürümek icap ediyordu.

Gökçe ve Temuçin, bu karışık ve karanlık delikte bir hayli süründüler, nihayet küçük bir oda denilebilecek kadar genişçe bir yere geldiler, Gökçe gibi Temuçin de ancak burada belini doğrultabildi ve mırıldandı:

“Arpağcı (büyücü) yeri değil, düpedüz in. İn de değil, odsuz yer tamusu (cehennemi)!”

Gökçe başını çevirdi, karşılık verdi:

“Evet yerim dardır, yakışıksızdır. Fakat sizin otağlarınız gibi özünden kirli de değildir.”

“İnin sana, otaklarımız bize kalsın. Hele bir çıra parlat da konuşalım. İşim baştan aşkın, tasam her günkünden taşkın!”

Ulu Gökçe bir çıra yaktı, duvarlarında Temuçin’inkinden başka belki hiçbir insan gözünün izi bulunmayan esrarlı yuvasını aydınlattı. Minimini oda taştan bir kuyuya benziyordu. Yer, tavan ve duvarlar hep taştı. İnsanlardan çok evvel yaşayan, boş küre üzerinde gelişigüzel oynayan tabiat bu dağ kovuğunda da birçok karalamalar bırakmıştı. Şurada yarım kalmış taştan bir boynuz, beride belirsiz bir hayvan resmi, ötede -on binlerce sene sonra yetişecek sanatkârlara örnek olabilecek kadar zarif- bir avize sallanıyordu. Binbir mevzu üzerinde sınayışlar yapan o ezelî ve ebedî çocuk, bütün bu yarım eserleri bu taş duvarlara ve tavanlara hangi çivi ile asmıştı veya hangi tutkalla yapıştırmıştı, belli değildi. Fakat onlar, bir dağın ağırlığı ve asırların adımları altında işte sapasağlam duruyorlardı. Moğol peygamberinin yuvasını süslüyorlardı.

Taş odanın döşemesi de sahibinin kılığını andırıyordu, yok denilecek bir derecede idi: Bakır bir kazan, birkaç kürk ve keçe parçası!..

Ulu Gökçe işte bu dekor içinde sarışın misafirini kabul etti, altına bir keçe koyarak oturttu, kendisi de taştan bir iskemleye ilişti.

“Temuçin!” dedi. “Benimle kavgaya mı geldin?

“Evet. Sana kırgınım, içten kızgınım!”

“Niçin?”

“Beni savaş yerinde atsız kodun, karıma bile görünmeden savuştun.”

“Başka?”

“Bütün söylediklerin de ters çıktı. Yersularımız, civilerimiz, (ilahlar, ilaheler demektir) Naymanların ve Merkitlerin yersularını, civilerini alt ettiler, sen de onların çerisini yeneceksin, ordularını bozacaksın, dedin. Savaş yerinde iş ters oldu, bizim ordu bozuldu, üstelik Börta Fuçin de elden çıktı, tutsak olup gitti.”

Ulu Gökçe uzun ve kirli saçlarını bir el darbesiyle çıplak omuzlarına attı.

“Dinle Temuçin!” dedi. “İyi dinle. Ben ne at uğrusuyum (hırsız demek) ne yalancı. Atını alıp savuşmuşsam bunu, seni kaçmaktan korumak için yaptım.”

“Beni kaçmaktan korumak için mi?”

“Evet!..”

“Gülünç konuşuyorsun Gökçe. Ben kaçmayayım, kaçamayayım diye sen kaçıyorsun. Bu da bana bir iyilik oluyor, değil mi?”

“Öyle bir iyilik ki bunu öz kardeşin de sana yapamazdı. Sözümü kesmezsen anlatırım, sen de inanırsın.”

“İnanır mıyım, güler miyim bunu sonra görürüz. Hele söyle.”

“Ben, savaşın biçimsizliğini görür görmez ilkin seni düşündüm, yan gözle yüzüne baktım. Bu yüz, soluktu. Demek ki için bozuktu. Belki savaşı değil, arkadaki karını düşünüyordun. Ben bunu sezince seni kaçamayacak bir hâle koymayı tasarladım, atını alıp savuştum. Sen, atsız kaldığın ve yaya koşup karını kurtaramayacağın için ister istemez düşmanlara saldırdın. İşte bu saldırıştır ki seni dosta da düşmana da biraz daha yüksek tanıttı. Şimdi Moğollar gibi Naymanlar da Merkitler de senin yiğitliğini övüyorlar, adını saygı ile anıyorlar.”

“Atımı öldüreydin, yanımda kalaydın.”

“Bu düşünce de yanlış. Ben yanında kalaydım tutulurdum. Çünkü senin gibi kılıç eri değilim.”

“Beni de öldüremezler miydi, tutup ipe vurmazlar mıydı?”

“Seni öldürürlerse yerine geçecek kardeşlerin var. Ben ölürsem yerim boş kalır. Tutsaklık işi de öyle. Seni yakalasalardı biz çalışırdık, düzen kurardık, savaş yapardık, er geç seni kurtarırdık. Benim için kim çarpışacak?”

“Demek ki sen, kendini benden üstün tutuyorsun, kılına ilişilmemesini istiyorsun. İşte ben buna kızıyorum.”

“Sana benim Tanrı ile konuştuğumu, bu yurt için bir ışık olduğumu söylemeyeceğim. Bilirim ki inanmazsın. Gücenirsem, kızarsam atlarınıza sakağı, itlerinize uyuzluk, çocuklarınıza sıtma yağdıracağımı da söylemeyeceğim. Çünkü inanmazsın. Fakat bir şey söyleyeceğim, buna, adının Temuçin olduğuna inandığın kadar inanmalısın.”

“Nedir bu söz?”

“Sen, bensiz sürünürsün!”

“Anlamadım Gökçe. Bir daha söyle.”

“Ben senin için temiz bir kan, alevli bir can gibiyim. Ben aradan çıkayım, sen damarları boşalmış leşe dönersin, kaskatı kalırsın.”

“Neden?”

“Çünkü sen bir şeyler yapmak, yeryüzünde ululaşmak, dört bucağa ün salmak istiyorsun. İçinde bir şeyler kaynıyor, kafanda bir şeyler dolaşıyor. Gün oluyor: Kabın kabına sığmıyor. Gün oluyor: Üzerinde at oynattığın yerler sana dar geliyor. Genişlemek, şişmek, coşup taşmak ve gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ülkelere ulaşmak istiyorsun. Fakat?..”

“Ey, susma, söyle.”

“Fakat bilgin kıt. Ne geçmişi biliyorsun ne geleceği. Onun için durduğun yerde sayıyorsun, ileri gidemiyorsun. Süt emer taylar kocamış aygır olsa, beşikteki çocuklar döl verse gene yerinde sayacaksın. Taşıdığın dilekler ağu olup içini kemirecek, düşlerin gözünü yakacak. Gene sen, istediğin gibi ünlenemeyeceksin.”

“Sana bel bağlarsam?”

“O vakit iş değişecek, her şey değişecek, hatta dünya değişecek.”

“Bugün gene gökten sana at gönderilmiş olacak. Çünkü yüksekten atıyorsun, şu karanlık ininden güneşler söndürüyorsun. Bari düşündüklerini açık söyle de biraz güleyim, tasamı azaltmış olayım.”

“Gül, fakat inan!.. Sen, bensiz acınacak bir topal gibisin. Benim öğütlerimle ayağın sağa çıkacaktır.”

“Bana nasıl yardım edeceksin? Yağmur taşıyla mı, büğü davuluyla mı, uydurma tansuklarınla mı, yoksa şu uzun saçlarınla mı?”

“Aklımla!..”

“Aklın o kadar engin mi?”

“Engin olmasa on binlerce kişi bana tapınmazdı, kendini beğenen Temuçin de uykusunu bozup yanıma gelmezdi!”

“Ben kavgaya geldim!”

“Barışmak daha iyi.”

“Barışmak, anlaşmakla olur. Sözlerinden bir şey anlamadım. Hâlâ bir arpağcı gibi konuşuyorsun. O dili bırak, açık konuş.”

Ulu Gökçe, üzerinde oturduğu iskemlemsi taştan yere indi, bağdaş kurdu, heyecanlı bir sesle söze girişti:

“Dinle öyleyse, iyi dinle, ilkin senden başlıyorum: Sen kimsin? Bir Moğol beyi, değil mi?.. Atalarını say desem Hint kuşları (papağan) gibi yedi göbeğe kadar babanı, dedelerini sayacaksın. Her Moğol gibi ben de biliyorum: Baban Yesügey’dir. Onun babası Bertan Han, onunki Kabul Han, onunki Tümene Han, onunki Bay Songur Han, onunki Kaydu Han, onunki Detumenin Han, onunki Boğa Han’dır. Burciken kanı taşıyorsun. Fakat şu yaşa gelinceye kadar bir kere olsun başını göğsüne eğip ‘Moğol nedir?’ diye düşündün mü?”

Temuçin’in kaşları çatıldı, dudaklarından uzun bir kelime döküldü:

“Yo…k!”

“Şimdi düşün, hem de iyi düşün: Moğol nedir?”

“Bir ulus!”

“Ne ulusu?”

“Ne ulusu olacak! Türk ulusu!”

“Bunu bilince dileklerini tartıya vurman gerekleşir. Sen, bütün Türklere başbuğ olmak istiyorsun, değil mi?”

“Türkleri birleşmiş görmek istiyorum.”

“Onlar, kendiliğinden birleşmezler, olsa olsa birleştirilirler. Birleştirilince de başlarına -eski Koyunlularda, Tuğularda, Hünlerde olduğu gibi- bir han, bir hakan geçirmek ister. Bu han, bu hakan ise ancak birleştirme işini başaran adam olur.”

“Sözü dallandırdın, budaklandırdın. Ortaya hanlar, hakanlar çıkardın. Sözü biraz budayıver, çörden çöpten ayıkla da bana nasıl yardım edeceğini söyle.”

“Sıra ile Temuçin, sıra ile.”

“Öyleyse çabuk ol.”

“Türklere başbuğ olmak ve daha evvel onları birleştirmek için kendini tanıtmak ister. Bu da birçok düzenler kurmakla, bir yandan da güçlenip kuvvetlenmekle olur. Sen, salt kuruntu geçiriyorsun.”

bannerbanner