Полная версия:
Cengiz Han
“İşte bunda yanılıyorsun. Ben, dilimin döndüğü kadar eski günlerin parlaklığını, bugünün sönüklüğünü anlatıyorum, yüreklerde yangın yapmaya savaşıyorum.”
“Bunu ben de yapıyorum. Fakat beyler, ulus beyleri bu yangını yapmamıza göz yummazlar. Onun için bir yandan düzen, bir yandan yumruk ister. Hâlbuki sen, düzen kurmayı beceremiyorsun, yumruğun da şimdilik cılız!”
Temuçin, içini çekti:
“Doğru söyledin Gökçe. Yumruğum cılız. Bunu son savaşta ben de anladım.”
“Ben bu cılız yumruğu demir yaparım. Birkaç yıldan beri de gizli gizli çalışışım bunun içindir.”
“Darılma ama bugüne dek benim için nasıl çalıştığını, ne yaptığını bilmiyorum. Düşman karşısında atımı aşırmak, beni tek koymak sence yardım ise ben o yardımı gene sana bağışladım.”
“Kafan kuruntu dolu, gözün burnuna bağlı. Böyle olmasa sana sessiz sessiz yaptığım yardımları anlardın, yüreğini bana bağlardın.”
“Ne yaptın ki Gökçe?”
“Ne mi yaptım, birer birer sayayım mı?”
“Say da öğreneyim.”
“Sağa git, sola git, yukarı çık, aşağı in, Türk elini dört yandan dolaş, her ubada bir masal dinleyeceksin. Bu masala göre birkaç yüz yıl evvel Alageyik adlı bir dul kadın vardı. Kocasının yasını tutup kara çadırında karagözlerinin kara yaşını silip oturuyordu. Bir gece çırasız çadıra bir ışık doldu, bu ışık elle tutulmaz bir örtü gibi Alageyik’i sardı, sonra söndü. Dul kadın, ter içinde kalmıştı, korkudan tir tir titremişti. Fakat uyanıkken gördüğü bu düşü kimseye söyleyememişti. Dokuz ay on gün geçti, gene bir gece o ışık dul kadının çadırına doğdu, ter dökmeye başlayan kadıncağızı kucakladı. Bu sefer o, bayılmıştı, gözünü açınca dizlerinin arasında üç çocuk buldu.”
Temuçin, çıplak adamın sözünü kesti:
“Bunu ben de babandan dinledim. O üç çocuktan biri benim büyük dedemmiş.”
“Evet, dinlemişsin. Fakat bu masalı baba da oğul da bizim uydurduğumuzu, ağızdan ağıza bizim yaydığımızı anlamamışsınız.”
“Demek Alageyik yalan, büyük babamın ışık dölü olduğu da uydurma.”
“Alageyik yalan değil amma üst tarafı düzme!”
“Yalanlar düzmeyi niçin düşündünüz?”
“Çünkü insanlar, yalanı doğrudan daha çok severler. Sonra kafası aydınlanmamış adamlar, birine yüksek saygı göstermek için onu insanlığın üstünde doğmuş görmek isterler. Biz de seni, beylerin ve hanların üstüne çıkarmak için ışıktan üremiş gösterdik.”
“Canım sıkıldı, senden de babandan da yüreğim biraz daha ayrıldı. Ben yalan sevmem, söyleyenden de iğrenirim.”
“Yalanı sevmezsin amma dört tarafa ulak çıkarıp bu masala inanmayın diye de bağıramazsın. Böyle bir şey yaparsan seni yükseltmek için uydurduğumuz öbür masallar da suya düşer. Sonra kendin de küçülürsün, cascavlak bir Moğol beyceğizi kalırsın.”
“Başka yalanlarınız da var mı?”
“Var ya.”
“Haydi sıkılma, onları da söyle.”
“Senin doğuşunu da babam bir masal yaptı. Anan seni her kadın gibi, her kısrağın bir tay bırakması gibi sessiz, gürültüsüz doğurmuştu. Elli yıldan beri Türk elinde bir kaynaşma, bir anlaşma yapmak isteyen, bunun için de senin soyuna dayanmayı kuran babam, bu doğumu bir tutamak saydı, dört tarafa bir masal uçurdu. Sanki sen bir eli yumuk olarak doğmuşsun. Eben elini açınca bir parça pıhtı kan görmüş. Moğol ulusunun en akıllısı babam değil mi ya. Hemen o, bu kan pıhtısını alıyor, evirip çeviriyor, babana müjde veriyor; ‘Bu çocuk ulu hakan olacak, yeryüzünün hepsini alacak!’ diyor.”
“Bu da mı yalan Gökçe!”
“Yalan ya. Ana karnından yeni fırlayan tayların koşucu olup olmadıkları bile ilk günden anlaşılmaz. Nerede kaldı ki insan yavrusunun hakanlığa yükseleceği doğumunda belli olsun. Fakat dedim ya, kafası aydınlanmayan adamlar, bu masallara çabucak inanır.”
“Peki, dileğiniz neydi, baba oğul niçin yalanlar uyduruyorsunuz, hele benim adımı ne diye yalanlarınıza temel yapıyorsunuz?”
“Babam da ben de Türk elini bir beyin buyruğu, bir bayrağın gölgesi altında görmek isteriz. Türk, altından üstündür. Altın hakanları yıllarca alt etmiştir. Gene öyle olmalı, el birliğiyle yücelmelidir. Bunun için de kanı yüksek, bileği sağlam bir adam ortaya atılmalıdır. Biz, seni seçtik.”
“Diyelim ki dediğiniz oldu, dileğiniz yerini buldu. Siz, ne kazanacaksınız?”
“Onu şimdi değil, bütün Türklerin biricik hakanı olduğun gün sor.”
“O güne erişeceğinize inanıyor musun?”
“İnanmasam şu kurt inine kapanmazdım, şu kılığa girmezdim, yarı aç, yarı tok yaşamazdım. Alageyik çocuğu değilsem de çok ünlü bir kişinin oğluyum, ben de kılıç kuşanırdım, ata binerdim, uşak kullanırdım.”
“Peki, Türk birliği için çalıştığına, beni de yükseltmeye savaştığına inanayım. Bütün Türkleri kendimize nasıl uyduracağız? Daha dün üç küçük ulusun önünde bozulduk. Koca koca uluslar, bize boyun mu kırarlar?”
“Pagadurlar (bahadırın Türkçesi) yenile yenile yenmeyi öğrenirler. Karıncalar bile düşe kalka yol almayı öğreniyorlar. Onun için dünkü bozgundan içlenmeye yer yok. Elverir ki bundan sonra adımını ölçülü atmayı beceresin.”
Ve birdenbire hatırlamış gibi sordu:
“Sözü değiştirmek iyi değil amma öğrenmek istiyorum. Ben savuştuktan sonra sen, savaş yerinde ne yaptın?”
“Ne yapacaktım, ilkin sana adamakıllı atıp tuttum, sonra kılıcı çekip ileri atıldım. Delikanlı Cebe ile Söbütay karşıma çıkıp ve beni zorla alıp düşmanlar arasından çıkarmasalardı geberip gidecektim.”
“Tek başına büyük yiğitlikler gösterdiğini duydum. Nasıl kurtulduğunu ağzından işitmek istiyordum.”
“İşte onu da işittin. İçine serinlik geldi mi?”
“Serinlik gelmedi, üşümek geldi!”
“Neden?”
“Savaşlarda iyi bir başbuğ olamayacağını anladım da ondan!”
“Bunu nereden anladın?”
“İyi bir başbuğ, ordusunu kurtarmaya savaşır. Bunu yapıp yapamayacağını da bir bakışta anlar ve o vakit kendini kurtarmaya çalışır. Sen, erimiş bir ordunun yıkımı sırasında kendini ortaya atıyorsun. Bu, ölüyü diriltmek uğrunda ölüme atılmak demektir.”
“Fena mı, erlik böyle olmaz mı?”
“Erlik başka, başbuğluk başka. Sen, çok cesur bir çeri olabilirsin. Fakat şu yaptığın işe bakılırsa çok kötü bir başbuğ olacaksın. Onun için sana öğüt veriyorum: Ordular hazırla, ordular besle ve kullan. Lakin bu orduların savaşa girişinde işi, senden iyi becerenlere bırak. Varsın onlar, senin uğruna didinsinler. Ad, gene senin olacak, değil mi?.. Yeter.”
“Hem kılıç eri değilim dersin hem savaş işine karışırsın. Bana benden iyi bir başbuğ göster de ağzını öpeyim.”
“Ulus işi; komşularla yerinde bozuşmak, yerinde anlaşmak işi başka. Bunları sen, hele benimle anlaşırsan, herkesten iyi yaparsın. Çünkü sende başka bir yaratılış var. Bakışın bile adam korkutur. Fakat ordu başbuğluğuna yaramazsın, ordu bozarsın!”
“Benden üstün bir başbuğ göster diyorum! Sen sözü gene benim üstümde dolaştırıyorsun.”
“İşte Söbütay, işte Cebe!”
“Cebe’nin ağzı süt kokuyor, öbürü de aşağı yukarı toy bir yiğit. Bunların iyi başbuğ olacaklarını nereden anladın?”
“Son savaşta sana uyup da kılıç sallayacaklarına seni terkiye vurup savuşmalarından anladım. Bu, tam başbuğ görüşüdür!.. Sen, onları yanından ayırma. Birini sağ kolun, öbürünü sol kolun say!..”
“Buna da peki. Şimdi sen, Türk birliğini nasıl kuracağımızı söyle.”
Ulu Gökçe yerinden kalktı, taş odanın bir köşesinde duran kurt yenikli bir tahta sandığa yanaştı, oradan bir kitap aldı. Bu, Uygurca yazılmış bir tarihti. Gelip Temuçin’in karşısına oturduktan sonra kitabın sahifelerini karıştırdı, uzun ve çok uzun bir hikâyeye girişti. Hararetle, heyecanla, bazen gözü sulanarak, bazen yüzünde alevler dolaşarak anlatıyordu: Türk nedir, nasıl üremiştir, nerelere yayılmıştır, neler yapmıştır, ne ülkeler almıştır, ne saltanatlar devirmiştir?..
Temuçin, hazla ve coşkun bir sevinçle onu dinliyordu. Şimdiye kadar bu çıplak adamın bu kadar bilgiç olduğunu öğrenmemişti. Onun babası, Minigilik İçige, Moğol diyarının en akıllı adamı idi. Hatta kendine Türk birliği hülyasını aşılayan da o idi. Fakat Ulu Gökçe’yi, bir büyücü olarak tanıyordu ve onun Moğollar, Konkratlar, Konkmarlar üzerindeki nüfuzunu kıskanıyordu. Şimdi bu çıplak adamın çok şeyler bildiğini görerek şaşırıyordu, sözlerinden ise tatlı bir heyecan alıyordu.
Gökçe’nin belki iki saat süren millî hikâyelerinden sonra Temuçin sordu:
“Bu ulu Türk’ü, çok engin Türk elini bizim küçücük Moğol ulusu kucaklayabilecek mi?”
“Moğol, Türk denizinde bir köpüktür, efsunlu bir köpük. O deniz bu köpükle dalgalanacak. Şimdi sen, benimle antlaş.”
“Ne yapayım?”
“Benim sözümden dışarı çıkmayacaksın.”
“Peki!..”
“At karnına gir desem gireceksin.”
“Peki!..”
“Öyle ise ilk iş olarak yarın Naymanların yurduna gideceksin Köşlük Han’ın karısını kaçırıp buraya getireceksin, kendine eş yapacaksın.”
“Bu, kötü bir iş. Güçlüğü de caba.”
“Bak, ilk adımda sözüme uymamazlık gösteriyorsun. Bu, seni çıkarmak istediğim tahtı şimdiden tekmelemek demektir.”
“Sözünü tutmamazlık etmiyorum. Yalnız bu işi hem kötü hem güç buluyorum.”
“Merkitler senin karını kaçırmadılar mı, sen de Nayman beyinin karısını kaçır ki, ödeşmiş olasınız. Bunu yaparsan Nayman ulusu, Köşlük Han’dan iğrenir, sana imrenir. Bunun sonu da o büyük ulusun Moğol bayrağı altına girmesi olur.”
Temuçin, derin derin düşündü. Merkitler elinde kalan güzel Börta’nın öcünü almak için onların müttefiki olan Naymanlar beyine, aynı cinsten bir yara açmayı pek haklı buldu ve müspet cevap verdi:
“Peki. Post elden çıksa da bu işe girişeceğim. Başka ne diyorsun?”
“Şimdilik bu kadar. Umduğum gibi bu işi becerip de sapasağlam geri gelirsen Güncü ile düğününü yaparız, adını da değiştiririz. Yeni eş, yeni ad, yeni hayat!..
“Güncü, uğrulayacağım kadının adı mı?”
“Evet. Köşlük Han’ın karısının adı Güncü’dür. Sanki bilmiyorsun değil mi? Bu adı Türk elinde bilmeyen kim var?”
“Düğünden sonra benim adım da mı değişecek?”
“Evet.”
“Bunu niçin düşünüyorsun?”
“Temuçin, zaten senin ikinci adın değil mi? İlk adın ‘Tangrı Öggüksen – Allahverdi’ idi. Sonra Temuçin oldun. Naymanları yüreklerinden vurup altüst ettikten sonra daha parlak bir ad alacaksın.”
“Bu ad, ne olacak?”
“Konduğu gün anlarsın.”
Temuçin ayağa kalktı. Sihirlenmiş gibi garip bir tesir altında idi, çıra isiyle dolu olan şu taş odada bir sürü cinlerin, perilerin dolaştığını sanıyor ve bir ayak evvel oradan ayrılmayı istiyordu. Fakat Ulu Gökçe ile vedalaşacağı sırada gözünün önüne bir sahne, üşütücü bir sahne geldi: Minigilik İçige’nin çadırdaki yatış vaziyeti!.. Sarışın genç, ansızın göz bebeklerinde beliren bu sahnenin yüreğine verdiği burkuntu ile için için sarsıldı, bir duvara dayandı:
“Ulu Gökçe!” dedi. “Anlaştık ve antlaştık, değil mi?”
“Evet.”
“İnsanları birbirine anttan daha iyi ve daha sağlam birleştiren bağlar yok mu?”
“Belki var, belki yok. Bunu neden soruyorsun?”
“Seni kendime daha yakın yapmak istiyorum ve böyle bir bağ arıyorum.”
“Bulabilir misin?”
“Buldum sanıyorum, eğer sen beğenirsen.”
“Söyle Temuçin, düşünme. Bulduğun bağı hemen yüreğime sararım.”
“Anamla babanı evlendirmek!.. Bunu yaparsak sen kardeşim olursun.”
Ulu Gökçe’nin gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. O, Ulun Beyge ile babasının seviştiklerini çoktan biliyordu ve bu gizli aşkın böyle bir netice vermesini de bekliyordu. Fakat Temuçin’in kendiliğinden şöyle bir teklifte bulunacağını ummuyordu. Çünkü babasıyla onun anası arasında yapılacak bir evlenme, babasını Temuçin’in babası yerine ve kendisini de onun seviyesine çıkaracaktı. Azizlik dolayısıyla zaten sahip olduğu nüfuza bir de asalet katılınca Moğol diyarı kendi avuçlarının içine girmiş olacaktı. Bunu Temuçin’in takdir etmesi icap ederken o, büyük bir gafletle işte umulmaz bir teklifte bulunuyordu.
Ulu Gökçe sevincini sakladı.
“Ben…” dedi. “bu işe karışmam. Ananla babamın ve senin anlaşmanız lazım.”
“Hele, sen olur de. Babanı da kandır. Anamı ben yola getiririm.”
“Sen istedikten sonra ben niçin olmaz diyeyim?”
“Şimdi yüreğim sana tam bağlandı. Çünkü kardeşim oldun. Haydi kucaklaşalım.”
İki genç, sarmaş dolaş öpüşürken ayrı ayrı düşünceler geçiriyorlardı: Temuçin, anasının lekesini sildiğine memnundu, baba ile oğlun kendisine artık oyun oynayamayacaklarını düşünüyordu ve onlara sunduğu afyonun tesiri geçmeden ikisini de ortadan kaldırmaya fırsat bulacağını umuyordu. Beriki ise babasıyla kendisinin Ulun Beyge yüzünden kazanacakları yeni nüfuzla yepyeni roller oynayacaklarını tahayyül ederek tatlı bir istiğrak geçiriyordu. Antlaşan ve kardeşleşen şu iki genç, o dakikada yüksek bir ip üstünde oynayan iki cambaza benziyorlardı, birisinin yere düşmesi, parçalanması tabii idi.
3
NAYMANLAR DİYARINDA!
Naymanlar, Türk uluslarının en büyüklerindendi. “Başbaluk”un üst yanları Altay’ın mukaddes bağları ve şimdi Contuçak denilen İmil ve “İli” de onlarındı. Bir yanları Başbaluk’a dayandığı gibi bir yandan da Türk yurdunun Müslüman kısmına, Maveraünnehir’e komşu bulunuyorlardı. Yüz yüz elli seneden beri Hristiyan dinine girmişlerdi, nereden geldikleri belirsiz papazları aralarına kabul ederek kamanları, odakanları yurtlarından çıkarmışlardı.8 Hikâyemizin cereyan ettiği günlerde Naymanların başında Kayang Han adlı bir hükümdar vardı. Fakat kuvvet ve nüfuz, oğlu Köşlük’ün elinde idi. Kayang Han ihtiyarlığını ileri sürerek otağına kapanmıştı, Meryem Ana’yı anarak son günlerini ibadetle geçiriyordu.
Onun böyle bir köşeye çekilip ulus işlerini oğluna bırakması hiç de dindarlıktan değildi, gene kendi oğlunun kurduğu bir düzendendi. Bu düzen hem korkunçtu hem gülünçtü. Aynı zamanda esrarlı bir şeydi. Naymanlar arasında söylendiğine göre komşu hanlardan biri bir savaşla bozulmuş ve Kayang Han’a sığınmak için savaş yerini bırakıp savuşmuştu. Köşlük yolda bu kaçak adamla karşılaştı. Vaktiyle aralarında bir at yüzünden küçük bir kavga çıkmıştı, yüreğinde ona kin vardı, bu karşılaşmayı fırsat sayıp onunla hesaplaşmak istedi. Bir taraftan da şu kaçak adamın babasını kandırıp lüzumsuz bir savaşa sebebiyet verebileceğini düşünerek bu ihtimalin de önüne geçmeyi muvafık buluyordu. Zaten onunla Nayman toprağı dışında karşılaşmıştı. Kendisi henüz babasının sığıntısı sayılamazdı.
İşte genç Köşlük böyle düşündü ve kaçak asilzadeyi tahkir ederek, bir mübarezeye vesile yarattı, herifçeğizi alt etti, kafasını kesti, babasına götürdü. İhtiyar Kayang, bu hediyeyi beğenmedi, oğlunu azarladı, kesik başı da gümüşe kaplatıp tahtının üzerine koydu. Bir gün bu baş, ihtiyar Kayang’a dilini çıkardı, homurdandı. İhtiyar hükümdar olur olmaz şeylerden korkmazdı. Fakat kuru bir kelleden dil ve ses çıktığını görünce ürktü, hele o acayip şeyin üç defa tekerrür etmesi üzerine içine büyük bir korku yayıldı, bu hadisede manevi bir işaret gördü, tahtını oğlu Köşlük’e bırakıp beylikten çekildi.
Naymanlar bu kelle hadisesini Kayang Han gibi, Allah’la alakalı buluyorlardı. Yalnız saray papazı bıyık altından gülerek bu umumi itikatla eğleniyordu. Çünkü kelleyi dillendiren kendisi idi, Köşlük’le el birliği yapıp bu hokkabazlığı becermişlerdi. Hanzade, Hristiyanlığı komşu oruklara silah kuvvetiyle yaymayı taahhüt etmişti, papaz efendi de kelleyi dile getirmek ustalığını göstermişti.
Fakat Kayang Han’ın beylik işlerinden el çekmesini müteakip Köşlük’le papazın arası açılıvermişti. Köşlük’ün karısı Güncü, Nayman kraliçesi olur olmaz kocasını İsa’dan ve Meryem’den vazgeçirip Buda mezhebine girmeye teşvik etmeye başlamıştı. Bu teşvik, kuvvetli bir zorlayıştan farksızdı ve Köşlük’ün mukavemet kudretinin çok fevkinde idi. Çünkü eşsiz bir güzelin gözüyle ve diliyle yapılıyordu!
Evet, Güncü Hanım Altay mıntıkasının güzellik kraliçesi idi. Ne Çin dilberlerine benzerdi ne Hitay perilerine. Bütün o diyar erkeklerinden boyca yüksekti. Dişi ve erkek herkes onun önünde miniminileşirler ve Güncü, her kalabalığın arasında “kutlu dağ” gibi yüksek görünürdü. Bu boy akıllara durgunluk verecek kadar mütenasipti, bakanların gözünü kamaştırırdı. Güncü’nün yalnız boyu güzel değildi. Saçları, yürekleri allak bullak eden bir ipek ağa benziyordu. Her telinde altın bir ok kuvveti uzanıyordu ve bu saçlar, güzel kadının topuğunu öpüp duruyordu. Gözleri kara idi. Fakat bu karanlıkta en parlak ışıkları utandıran bir nur, bir pırıltı, bir ziya vardı. Burnu, bütün kadınları imrendiren bir güzellik taşıyordu. Dudakları, en ihtiyarların ağzında bir iştiyak sıtması yaratacak kadar güzeldi. Dişlerinde Hint incilerini renksizleştiren bambaşka bir renk sıralanıyordu.
Bütün o diyar, -Karluklar, Tonguzlar, Kırgızlar ve hatta Garbi Türkistan’daki uluslar ve oruklar- arasında Güncü’nün güzelliği ünlenmişti. Türk eli onun ününe kapıldıktan sonra artık Güneş Hanım, Çolpu Hanım, öksüz kız masallarını dile almaz olmuştu, her ağızda Güncü’nün adı dolaşıyordu.
Herkes Güncü’nün güzelliğini söyleyip duruyordu. Bizzat, kocası da onun endamına hayrandı, saçlarındaki ihtişama tutkundu, gözlerinin nuruna vurgundu. Başkaları gibi o da Güncü’nün içyüzünü görmüyordu, göremiyordu. Hâlbuki bu perilerden güzel kadın, çok haris bir mahluktu. Kurt postundan mantoya, çam ağacından yapılma yaldızsız bir tahta, insan sesinden ziyade koyun melemesiyle uğuldayan küçük bir ülkenin kraliçeliğine kanaat edecek takımından değildi. Onun ruhunda Mete’yi buyruğuna ram eden “Yen-Şi” Hatunların ihtirası yanıyordu ve kendi zevcinin de bir Mete olmasını istiyordu.
Güncü, han kızı idi. Uygur hocalardan ders almıştı ve hayli şey öğrenmişti. Çin, nerededir? Maçin, hangi taraftadır? Hint ellerine hangi yoldan gidilir? Bunları pek güzel bildiği gibi Çin imparatoriçelerinin kara çadırlarda ve ak keçeler üstünde oturmadıklarını da bilirdi. Yüksek kadın onun düşünüşüne göre, som altından taht üzerinde yaşayan bahtiyar mahluktu. Yüz binlerce insan, işte o tahtın önünde ve o kadının ayakları dibinde yerlere kapanacak, can ve yürekten köleliklerini haykıracaktı.
Hâlbuki Naymanlarda -bütün Türk uluslarında olduğu gibi- etek öpen ağız, topuk yalayan dudak yoktu. Türkler, hanların ve han hatunlarının önünde sadece ulcaşıyorlardı, kendi babalarına ve analarına yaptıklarından fazla bir saygı göstermiyorlardı. Güncü Hanım, bu saygısızlıktan da için için müteessirdi. Naymanları ve bütün ulusları kendi önünde diz çöker görmek istiyordu. Bunun için ise her şeyden evvel bir Mete bulmak lazımdı!..
Kocası filhakika cesurdu, yiğitti. Fakat bir Mete olmaktan, hatta Meteliği düşünmekten çok uzaktı. Salt Naymanları idare ile uğraşırdı. Engin hülyaları olmadığı gibi heyecanlı rüyalar da görmezdi. Giydiği posta kaniydi, yediği at pastırmasıyla doyuyordu.
Bunu, bu miskin kanaati yana yana sezen Güncü Hanım, bir aralık ümidini analığa bağlamıştı. Bir erkek çocuk doğurmak ve o çocuğu bir Mete olarak yetiştirmek!.. İşte onun ümidi bu idi. Lakin baht, yıllar geçtiği hâlde ona analık zevkini de tattırmıyordu. Mete’nin karısı olamayan Güncü, Mete’nin anası da olamıyordu.
Bu talihsizlik onu günlerce ve günlerce ağlatmıştı. Çok defalar loş köşelere çekilir, Kırkkızlar masalını, Çinli hiyaları ve bunlara benzer masalları imrene imrene düşünürdü. Bu masallara ve onun inanışına göre yeryüzünde yılda bir defa, aşk gecesi yaratılıyordu. Bu aşk gecesinde kadın her neye dokunsa gebe kalırdı. Fakat 360 gecenin içinde o geceyi bulup feyzinden istifade etmek müşküldü ve bütün yıl, geceleri uykusuz geçirmek de imkânsızdı.
Günler işte böyle tatsız geçerken Güncü’nün kaynatası iş başından çekildi, kocası hanlık postuna oturdu. Fakat bu değişiklik Naymanların hayatında bir yenilik yaratmadı. Gene kulaklarda çınlayan koyun melemesi, kısrak kişnemesi, deve böğürmesi idi. Gene yulaf unundan bulamaç yahut kuru et yeniyordu ve sade kımız içiliyordu. Yeni hükümdar bu değişikliğin şerefine güzel karısına bir gerdanlık bile vermemişti. O güzel gerdan, yarım ay gibi gene çıplaktı.
Güncü postuna sarılıp yaşayan kocasını biraz canlandırmak için ilk mevzu olarak din meselesini seçti ve onu, Naymanların bir türlü ısınamadıkları Hristiyanlık aleyhine teşvik etmeye başladı. Bundan sonra maksadı Budistliği o kabileye yeni baştan kabul ettirmek ve Çinlilerle din birliği kurmaktı. O, uzak bir hülya da olsa bir gün Çin ülkesine akın edileceğini, orada bir şey kazanılacağını umuyordu, bu kuruntu sebebiyle de şimdiden Çinlilerle Naymanların dindaş olmasını istiyordu.
Köşlük Han kendisiyle el birliği yaparak babasına oyun oynayan papazdan kurtulmak için karısının bu fikrini beğendi, Meryem’in ve İsa’nın resimleriyle beraber bütün papazları Nayman toprağından çıkarttı. Fakat bu hareket beş on çadırda olsun, galeyan uyandırabileceği için ulus halkını oyalamayı da ihmal etmedi, komşu bir iki kabile ile anlaşarak Moğollar aleyhine harp açtı. Çünkü Moğollar, son günlerde dikkate değer faaliyetler gösteriyorlardı. Dört tarafa baskınlar yapıyorlardı.
Kocasıyla beraber savaşa giden Güncü, Moğollarla müttefiklerinin ne yaman çarpıştıklarını görmüş ve kendi hülyasını ancak bu yiğitlerin tahakkuk ettirebileceğini için için düşünmüştü. Hatta gök gürlemesinden ürküp suya giren Moğolların bu münasebetsizliği yüzünden Temuçin ordusunun bozulması üzerine kocası sevine sevine yanına gelip de “Güncü! Yendik, savaşı kazandık!” diye bağırınca onun boynuna sarılmamış, put gibi sessiz ve hareketsiz kalmıştı. Köşlük Han ummadığı bu kayıtsızlığa karşı titizlenerek sormuştu:
“Ne o Güncü, somurtmuşsun. Yoksa yanlış bir iş mi yaptık? Yavları9 yenmek gücüne mi gitti, biz mi yenilmeliydik?”
Güzel kadın bu sitemli sözlere cevap olarak bulutla örtülü gökyüzünü göstermişti ve şu sözü söylemişti:
“Onları yenen şu bulutlardır. Gök gürlemeseydi, sen böyle övünemezdin. Beni dinlersen sus: Yenen övünsün!..”
O günden beri Köşlük’le karısı dargındı, hele Temuçin’in üç beş kişi ile koca bir ordunun arasından fırlayıp çıkmasını Güncü Hanım, kendi kazandıkları zaferden daha üstün bulduğu ve bu hükmünü de söylemekten çekinmediği için araları büsbütün açılmıştı.
İşte bu sıradadır ki Yilon Buldok’tan bir heyet çıkageldi. Moğollar beyi Temuçin’den selamlar, senalar ve hediyeler getiren bu heyet, dokuz kişiden ibaretti. Köşlük Han’a dokuz at, dokuz çadır, dokuz kılıç hediye getirmişti. Naymanlarla Moğolların sulh yapmalarını teklif ediyordu.
Son yıllarda Türk ulusları arasına anlaşılmaz bir heyecan aşılayan Moğol beyinin, Altaysu savaşından dolayı öç almayı düşünecek yerde böyle barış teklif etmesi Köşlük Han’ın hoşuna gitti. Fakat Merkitlerle, Oyratlarla da aynı zamanda sulh yapılması lazım geleceğini ileri sürdü.
Temuçin’in adamlarıyla Köşlük arasındaki müzakere ve münakaşayı, hükümdar sıfatıyla, Güncü Hanım da dinliyordu. Her iki taraf resmî ağız kullandıkları için muhavere,10 güzel kadına haz verecek mahiyette değildi. Fakat Köşlük’ün kendi fikrinde ısrar etmesi üzerine heyet reisinin söylediği bir söz, Güncü’yü tepeden tırnağa kadar titretti ve yüzünü kıpkırmızı yaptı. Moğol diplomatı şöyle demişti:
“Oyratlarla da seni kırmamak için barışırız. Lakin Merkitlerle asla! Çünkü onlar, bizim beyimizin eşini çaldılar, yurtlarına götürdüler. Şimdi biz de yüreğimizdeki yaranın eşini onların yüreğine açacağız. Başka türlü yapamayız.”
Ve sonra, Güncü Hanım’ın güzel gözlerine gözünü dikerek ilave etmişti:
“Eğer Merkitlerin han karısını veya kızını kaçırırsak onlar övünsünler. Çünkü biz Temuçin’in bir gün altın hakana da üst geleceğine inanıyoruz. O gün, kaçırdığımız kadınların da kızların da ayağını Çin hanları öpecek. Merkitler bunu düşünsünler de alacağımız öçten huylanmasınlar!..”
Köşlük Han, kendi teklifini reddetmekle kalmayarak müttefiklerinin namus evine el atacaklarını da söylemekten çekinmeyen Moğol heyetine fena hâlde kızdı. Hele onların başı olan diplomatın Temuçin için söylediği sözlerden büsbütün sinirlendi:
“Öyle ise…” dedi. “biz de sizinle yav kalalım. Çin hakanını beyinizin alt ettiği gün belki yavlıktan çıkarız; eşiğinize yüz sürüp yalvarırız, barışıklık isteriz. Şimdilik siz bildiğinizi işleyin. Biz, bildiğimizi işleyelim.”
Köşlük Han, Temuçin’in hediyelerini de geri gönderecekti. Güncü Hatun söze karıştı:
“Ulu han!” dedi. “Biraz geniş yürekli ol. Dün ünlü kılıcınla sırtına dizi dizi yara açtığın arık Moğolları kendinle bir tutma. Sen bir dağsın, Temuçin kiçik (küçük) bir kaya. Olsa olsa senin eteğine sığınabilir, tepene çıkamaz.”
Ve sonra ilave etti:
“İznin olursa yarın bu elçilerle bir de ben görüşüp konuşayım. Bizim Nayman yurdunun havasında, suyunda civilerin nefesi vardır. Elçiler hele dinlensinler, ciğerlerine yurdumuzun havası dolsun, kursaklarına suyumuz girsin. Göreceksin ki akılları başlarına gelir, dilleri değişir.”
Günlerden beri kendisine sırt çeviren, somurtan ve dargın duran güzel karısının bu sözleri, Köşlük Han’ın yüreğine sevinç, sinirlerine sükûnet getirdi. Eğer Güncü, Naymanlarla Moğolların o dakikada ittifak etmesini ve dünkü müttefiklere harp açılmasını isteseydi, Köşlük Han onun güzel yüzü suyu hürmetine hemen “Peki!” diyecekti. Hâlbuki karısı böyle ağır bir iş istemiyordu. Sadece elçileri kovmayıp alıkoymasını ve ertesi gün onlarla kendisinin görüşmesine izin verilmesini istiyordu.