Полная версия:
Cengiz Han
“Ey güneşin kızı!” dedi. “İçini temiz tut; bildiklerini hep unut; dileklerini, umuşlarını, hınçlarını uyut; şu kutlu taşa bak.”
Herifin söyleyişi o kadar kuvvetli ve o ağrılıklı gözlerin bakışı o dakikada o derece kudretli idi ki, Güncü Hatun içinde tuhaf bir küçülüş sezmekten geri kalamadı. Hatta onun dediklerine de âdeta boyun eğdi ve bir an için hiçbir şey düşünmez, hiçbir şey istemez gibi oldu. İçinde derin bir boşluk vücut bulmuşa benziyordu. Yıllardan beri yüreğinde taşıdığı saltanat emelleri, büyüklük dilekleri birdenbire sönmüş ve silinmişti. Yirmi otuz saatten beri kafasında dolaşan Temuçinler, Sardoğanlar da artık yoktu. Yüreği gibi kafası da şimdi boştu, tertemizdi.
Bu boşalışı, bu iç temizlenişini apaçık sezdiği için biraz şaşırmıştı. Fakat çelimsiz seyisin bakışına benliğini kaptırdığı için o şaşkınlık da uzun sürmemişti, tam bir incizap ve tam bir itikatla gözlerini yağmur taşına dikmişti. Derin ve sabit bakışlarla bahtını görmeye savaşıyordu.
Düzme seyisin büyü yapmak için kullandığı taş, “ak taş” denilen cinstendi, beyazdı. Bu avuç içi kadar beyazlık, kısa bir lahza içinde Güncü Hatun’un gözüne bir ak keçe kadar büyük göründü, bir saniye sonra bu büyüklük bin kat enginleşti, ortada bir Süt Gölü peyda oldu. Şimdi o, iyi insanların ölümü müteakip içinde dolaşacakları ahiret gölünü görüyordu.
Fakat bir yanında Sürve Dağı yükselen şu cennet gölünde ne sandal vardı ne kayık. Aktolar, yani cennet sakinleri de yoktu. Göl, büyük bir ıssızlığa bürünmüştü. Birer küçük kubbeye benzeyen küçük dalgalarını sedef kıyılara gönderip geri alıyordu. Güncü hayran hayran, uhrevi cilveye bakarken bir köşeden som sırmaya sarılı bir peri kızının geldiğini gördü. Daha uzaktan bu kızın gölgesi göle vuruyordu ve bu gölge Süt Gölü’nün gümüş dalgalarına bambaşka bir güzellik veriyordu.
Güncü, ömründe görmediği bir kostüm taşıyan bu boylu boslu perinin yürüyüşünü imrene imrene seyrediyordu. Az sonra onun yüzünü gördü ve irkildi. Çünkü cennet perisi, Süt Gölü’nün kızı, Sürve Dağı’nın ceylanı sandığı bu mahluk, kendisi idi.
Her kadın gibi o da kendisini çok iyi tanırdı. Endamındaki ihtişamı, saçlarındaki eşsiz güzelliği, gözlerinde yanan güneşleri, dişlerinde açılan renkleri herkesten iyi bilirdi. Fakat bu kadar seçkin bir güzel olduğunu bilmiyordu, kendi varlığında bu kadar incelikler ve haşmetler biriktiğini idrak etmiş değildi. Ancak şimdi, Tanrı meclislerine ve periler dünyasına layık bir dilber olduğunu apaçık görüyordu, kendisi gene kendisine hayran oluyordu.
Güncü’nün, büyü taşında gördüğü hayale hayranlığı devam edip giderken Sürve Dağı’nın eteğinden bir atlı göründü. Bu, bir geyik sürüsü kovalayan bir delikanlı idi. Geyikler, kurtulmak için bacaklarının olanca kuvvetiyle kaçıyorlardı, delikanlı da yaman bir hızla onları kovalıyordu. Hayvanlar arkalarındaki ölüm kemendinden kurtulmaya savaşırken, önlerine Süt Gölü’nün çıkması üzerine, acıklı bir şaşkınlık gösterdiler ve sonra kendilerini toplayarak bir yarım daire çizdiler, nemli gözlerini ışıldata ışıldata koştular, som sırmalı peri kızının, Güncü’nün timsalinin yanına geldiler, diz çöker gibi bir vaziyet alarak yanık yanık melediler.
Aynı zamanda cennet dağlarında av kovalayan delikanlı da oraya, geyiklerle Güncü’nün timsalinin kümelendiği yere gelmişti, tatlı bir sesle latife ediyordu.
“Av tutanındır güzel kız. Fakat kovalayanın da eli boş bırakılmamalı. Bunları dağdan indiren benim, tutan sensin. Ya bana bir pay ver ya saçından bir tutam tel ver. Bana sorarsan av payımı sana bağışlarım, bana saçının teli daha değerli geliyor!”
Güncü’nün timsali, ağzında sakladığı inci hazinesinin kırmızı yakuttan örtüsünü açarak delikanlıya bir şeyler söylerken bizzat Güncü o cennet avcısının Sardoğan olduğunu gördü. Evet, kendisi ve kırpık sarı bıyıklı at uşağı, Süt Gölü kenarında ve bir düzine geyik arasında yan yana gelmişlerdi. Fakat cennetteki Sardoğan, yeryüzündeki tutsak seyis gibi yarı çıplak değildi, parlak renkli ipekler ve ağır sırmalar içinde idi.
Güncü, teninin göz kamaştırıcı beyazlığı gerdanından belli olan bu şık ve güzel delikanlı ile kendi timsalinin neler konuştuğunu sezebilmek için tepeden tırnağa kadar dikkat kesilmişti. Vahşilikleri zail olmuşa benzeyen cennet geyikleri de kendisi gibi o iki gencin muhaveresini dinliyorlardı veya dinler görünüyorlardı.
Sahne birkaç saniye sabit kaldı ve Güncü’nün uhrevi timsali üç beş kelime mırıldandıktan sonra saçlarından birkaç tel kopardı, delikanlıya uzattı.
“Sen…” dedi. “geyikleri bana bağışladın, ben de sana bu armağanı verdim. Umarım ki, hoş tutarsın, saklarsın.”
Delikanlı, uzatılan telleri aldı, dudaklarına götürdü, öpüp kokladı ve heyecan içinde cevap verdi:
“Ben ava çıkmıştım, avlandım. Kemendimi kullanamadım, kemende düştüm. Şu verdiğin teller, yüreğimi sardı, beni sana bağladı.”
İşte bu sırada bir karışıklık oldu, Süt Gölü ve Sürve Dağı bir bulut içinde kaldı; delikanlı da Güncü’nün timsali de geyikler de görünmez oldu. Nayman kraliçesi, azap ve ızdırap içinde, bu yeni sahneye bakıyordu, bulutun açılması ve o güzel delikanlı ile kendi timsalinin gene görünmesi için çılgın bir iştiyak duyuyordu. Büyü taşı bu iştiyakı tatminde gecikmedi. Bir lahza sonra o bulut sıyrıldı, Süt Gölü ile Sürve Dağı gene göründü, geyiklerle Güncü’nün uhrevi eşi de meydana çıktı. Fakat delikanlının yerinde uzun bıyıklı bir erkek vardı.
Onun bindiği at gene o attı, taşıdığı kostüm deminki delikanlının kostümü idi, bakışları da öbürünün bakışından farksızdı. Gerdanından gülümseyen beyazlık bile evvelkinin aynı idi. İkisi arasındaki fark, uzun bir bıyıktan ibaretti. Daha garibi, biraz evvelki delikanlının öpüp kokladığı saç telleri de şimdi peyda olan adamın elinde idi.
Güncü, bu değişikliğin hayretini geçirirken büyü taşı üzerinde beliren bıyıklı adam, gene o taş üstünde pırıldayan güzel kadının önüne ulaştı.
“Temuçin…” dedi. “bu telleri ulu Tanrı’nın armağanı gibi, en yüce bir ongun gibi taşıyacaktır. Bir gün onunla yan yana gelirseniz bütün dünya önünüzde bir Sürve Dağı gibi eğilecektir!”
Adının Temuçin olduğunu söyleyen hayal, bu sözleri haykırırken elini de Türk cennetinin o meşhur Sürve Dağı’na doğru uzatmıştı ve hayretler veren bir şey olmak üzere de o dağ, Güncü’nün timsali önünde enikonu eğilmişti.
Nayman kraliçesi sevinç ve hayret içinde bu sahneyi temaşa ederken birdenbire o adam, göl, dağ ve geyikler kayboldu, büyü taşı bomboş kaldı. Güncü tatlı bir rüyanın tükenivermesinden müteessir, gördüğü şeylerden mütehayyir ve biraz yorgun etrafına bakındı: Yatçı gene somurtkandı, hizmetçi kadın, at üstünde dalgındı, Sardoğan yaya idi ve kendi atıyla büyücünün atını tutuyordu.
Düzme sihirbaz, yağmur taşını koynuna soktu, ağır bir seda ile sordu:
“Nasıl kadın, bahtını gördün mü?”
“Bahtımı bilmem, fakat Temuçin’i gördüm.”
“Temuçin, tanrıların bahtından yüksektir. Demek ki çok iyi şeyler gördün. Bari anlat da sevinelim.”
“Yat yapan, yaptığı yatı da bilir. Sen de ne gördüğümü elbet bilirsin.”
“Hayır, bilmem, onun için sana yalvarıyorum, gördüklerini ağzından dinlemek istiyorum.”
Büyüye inandığından mı, gördüğü şeylerin verdiği şaşkınlıktan henüz kurtulamadığından mı, yoksa Türk cennetindeki dağların kendi timsaline secde ettiğini söylemekten zevk aldığından mı, her nedense Güncü bu ricayı reddetmedi, gördüklerini birer birer söylemeye koyuldu.
Düzme sihirbaz da hizmetçi kadın da hikâyeyi dikkatle dinliyorlardı. Güncü, kendi bahtına taalluk eden bir büyü sahnesine şu yarı çıplak at uşağının karışmasından utangaçlık duymuyordu ve bunu apaçık söylemekten de çekinmiyordu. Yalnız Sardoğan’a tamamıyla benzeyen hayalin at üstünde ve geyikler ardında kendi timsaline doğru geldiklerini anlatırken biraz gülümsemişti.
“Bu arık tutsağa benziyordu, hem de çok benziyordu, bir elmanın yarısı bu miskin ise yarısı da büyü taşında gördüğüm gençti. Yalnız o, bunun gibi çıplak değildi, iyi giyimli idi. Kiri de yoktu, çok temizdi.” demişti. Son sahneyi anlattığı sırada ise içini çekmişti.
“Giyimli ve sevimli Sardoğan birdenbire Temuçin oldu. Böyle şey olmaz amma büyü taşı bu şaşırtkanlığı yaptı. Sardoğan’ın yerine Temuçin’i getirdi. Fakat onlar, birbirine benziyordu. Temuçin’in bıyığını kessen gene Sardoğan olacaktı, Sardoğan’a bir bıyık taksan Temuçin kılığını alacaktı.” diye uzun uzun izahlara girişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Eski Türklerde ilahlar, içtimai zümrelerin timsalleri idi. Bunlara “Yersu” denilirdi. (y.n.)
2
Civi yahut çiği, her kabilenin hususi ilahının adıdır. İki kabilenin harp edecekleri günden evvelki gece, civiler boy ölçüşürlerdi ve hangisi kazanırsa yapılacak savaştaki zafer de onun himaye ettiği kabileye nasip olurdu!.. (y.n.)
3
Cengiz’in bilahare tertip ettiği yasaya “Gök gürlerken suya girmek yasaktır.”diye bir madde koyması işte bu savaşın yüreğinde bıraktığı elemdendir. Büyük cihangir, bütün ömründe bu rezaleti unutmamıştı! (y.n.)
4
Yarağlanmak: Hazırlanmak. (e.n.)
5
Müessir: Etkili. (e.n.)
6
Arpağcı, efsuncu, büyücü ve sihirbaz demektir. Kaman, eski Türk dininde ruhani reis demektir. Saman kelimesi gibi Oğuzlar’daki ozan da kamandan gelme veya bozmadır. (y.n.)
7
Fermanferma: Hüküm süren, emir veren, emir buyuran, hüküm ferma. (e.n.)
8
Eski Türklerde erkek ruhanilere kaman, şaman denildiği gibi kadın ruhanilere de odakan denilirdi. Kadın şaman, halk nezdinde daha nüfuzlu olduğu için erkek şamanlar da yaptıkları dinî yahut sihrî ayinlerde saçlarını uzatırlar, kadın elbisesi giyerler, ince sesle konuşurlar, hatta kendilerinin gebe kaldıklarını, balık ve karga gibi şeyler doğurduklarını iddia ederlerdi. Bu kadınlaşma mecburiyetinin şamanları makûs cinsiyete kadar sürükledikleri söyleniyor. (y.n.)
9
Yav: Düşman. (e.n.)
10
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
11
Eski Türkler, günahkâr olarak ölen adamların yer altındaki “Kazirgan” adlı cehenneme atılacağına ve günahı kadar orada, o katran dolu cehennemde yanacağına inanılırdı. Bu akideye göre günahkâr adam yandıkça günahtan kurtulur, nihayet başını kazandan kurtarırdı. O vakit kazan başında duran bir melek, başı kazandan çıkan adamı tepesideki bir tutam saçtan tutup selamete çıkarırdı. Bütün eski Türklerin tepelerinde bir tutam saç bırakmaları bundandır. (y.n.)
12
Eski Türkler kendilerini hem lisan hem din noktasından sair milletlerden ayırırlardı ve lisanca kendilerine benzemeyenlere sümlim, dince ayrı olanlara da tat diyorlardı. Bu kullanışa göre tat yabancı demektir. Tavgaç, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir. Eski Türkler medeniyetçe kendisini Çinlilerle müsavi gördüğünden ona tat demiyor, Tavgaç diyor. Orhun Kitabeleri’nden anlaşıldığına göre Tavgaç, hilekâr demektir ve bundan Çinlileri Türklerin hilekâr tanıdıkları anlaşılıyor. (y.n.)
13
Müsellah: Silahlı, silahlanmış. (e.n.)
14
Mestur: Örtülü, kapalı, gizli. (e.n.)
15
Mukarrer: Kararlaşmış, kararlaştırılmış. (e.n.)
16
Burhan: Kanıt, delil. (e.n.)
17
Mücazat: İşlenen bir suçtan ötürü ceza verme. (e.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов