Читать книгу Kartal Pençesinde Bir Güzel (Hüseyin Yıldırım) онлайн бесплатно на Bookz (4-ая страница книги)
bannerbanner
Kartal Pençesinde Bir Güzel
Kartal Pençesinde Bir Güzel
Оценить:
Kartal Pençesinde Bir Güzel

3

Полная версия:

Kartal Pençesinde Bir Güzel

Avcının tahmini doğru çıktı. Kapana kaplan düşmüştü. Pelen Avcı çeşit çeşit hayvan avlamıştı ama dağın aslanı ile aşık atmak henüz ona kısmet olmamıştı. O, bu mağrur yırtıcının kurnazlığına, gücüne, cesaretine aşinaydı. Onun neşter gibi pençesine bir düşersen, işte o vakit canlı kurtulma şansın yoktu. Avcı böylesine tehlikeli bir girişime teşebbüs edebilir mi acaba? “Bu tehlikeli canlının gücü yerinde, yüreği ise kırk kişinin yüreğine denk olurmuş. Fakat insanda da ondan üstün bir güç olarak akıl fikir var. Ayrıca serde bir de avcı adın var ki kapanı sürükleyip giden yırtıcıya el uzatmadan, sakalını sıvazlayıp geri dönmek ölümden de beter namertliktir. Hayır, bu beklenmedik belayı basitçe savuşturmamak gerek.” Avcı derhâl kendisinin o andan itibaren nasıl hareket etmesi gerektiğini düşündü. Bir fırsatını bulup kaplanın karşısına geçmek ve onu karnından vurmak niyetiyle yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya başladı. İnsan ayağı değince kayan taşların hışırtısını mı işitti nedense, kaplan birden durdu, etrafına kulak kabarttı. Bunu gören avcı da kımıldamadan yüzüstü yattı. Kapan tekrar şakırdamaya başladı. Avcı bu şakırtılar arasından çevik bir hareketle kısa sürede yırtıcının önüne geçti. Kalın çam ağacı onu hırçın hayvanın gözünden gizledi. Böyle olsa da kurnazlığı, uyanıklığı, hassas işitme yeteneğiyle bilinen yırtıcı, her neyse, bir şeyler sezdi. Tekrar duraksayıp kulak kabarttı. Avcıya doğru tam da göğsünü dönüp durdu. O anda da tüfeğin gümbürtü sesi kayadan kayaya çarpıp bütün dağda yankılandı. Tüm canlıların kralı korkunç bir kükremeyle, dimdik gökyüzüne zıpladı ve ayakları üzerine inemeyip savruldu. Koca leşle birlikte yuvarlanan irili ufaklı taşların şakırtısı da bu korkunç kükremeye karışıp vadinin içinde büyük bir gürültü koparttı. Avcı kalpağının içinden çıkardığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu ve yuvarlanan zavallı leşe bakıyordu. Sonunda leş önüne çıkan büyük taşa sertçe çarpıp durdu. Avcı tüfeğini tekrar doldurmadı. Kaplan ile kapışma yöntemlerini iyi bildiğinden eline eski cüppesini doladı, diğer eline de keskin bıçağını alıp leşin peşinden gitti. Kaplanın ölüp ölmediği belli değildi. İki gözünün arasından kan fışkıran kaplan can çekişirken son defa yerinden kalkmak için hamle yapıp kocaman ağzını açtığı anda avcı, cüppesiyle doladığı elini ona bastırdı ve sağ eliyle de ak saplı bıçağını mümkün mertebe hızlıca batırdı. Böylece keskin bıçak yırtıcının kalbine saplandı. Hayvanın çenesi açılıp ağır kafası sertçe yere çarptı.

Mağaranın girişinde babasını uzun süre bekleyen küçük Meret’in ise artık sabrı iyiden iyiye taşıp yüreğine kuşku düşmeye başlamıştı. “Mağarada bir başıma kaldım ah!” deyip, ne yapacağını bilemez hâlde oturan çocuğun gözleri belermiş, dudakları titriyordu. Küçücük bir hışırtıda bile ürperiyor, birdenbire taşların ardından bir kaplan çıkıp üzerine atılacakmış gibi hissediyordu. Bu sırada yuvarlanan bir taşın sesi onu oldukça korkuttu. Aniden yerinden kalkıp şakırtının işitildiği tarafa baktı. O arada babası omzuna kocaman ala bele renkli bir şeyi atmış bir vaziyette geldi. Onun bu değişik yükü Meretçik’i bir an duraksattı. Avcı, oğlunun neden korktuğunu anlayıp kaplan derisini omzundan yere attı ve “Gel oğlum, korkma, işte bu kaplan derisi!” diyerek gülümsedi. Üzerinden ağır yük kalkan Meretçik fırlayıp onun kucağına atladı. Annesini bulup emen kuzu misali babasına sıkıca sarılıp başını kaldırmadan yüzünü onun göğsüne, boynuna sürttü. O anda kaplanı avlayan cesur yürek erimiş, dudakları yavaştan fısıldıyordu:

“Mert oğlum, avcı oğlum…”. İhtiyar kederli anılarına ara verip ardına baktığında, koca dağ küçücük görünüyordu.

Köye vardıktan sonra onun yüreği günlerce huzur bulamadı. Her şeyden elini eteğini çekti, ava da çıkmadı. Bir nevi hasta gibi kendi kendine konuşa konuşa gezip dolaştı. Köyün eğlencelerine gitse de bir kenarda oturup sesini çıkartmadan, geri evine döndü. Kısacası onun hayatla bağı kalmamıştı.

***

Pelen Avcı, evcil kuşunu yavruyken besleyip, büyütüp onunla sıkı dost olmuştu. Onu tıpkı kendi ailesinin bir ferdi gibi görürdü. O kuş, onun kırgın gönlünü neşelendiren tek dayanağı, tek eğlencesiydi. Her gün erkenden kalkıp onu uçururdu, köyden ses mesafesi kadar uzaklaştığında yemi havaya kaldırıp sallardı. Ete gözü ilişen kartal, sahibinin tepesinde uçup onun omzuna konardı. İyice karnını doyurduktan sonra tekrar bir müddet gökyüzünde gezinip sahibinin kapısına varırdı. Kartal, bu kalabalık köyün evcil kuşuydu, büyük küçük herkes onu severdi. Sevilmeyecek gibi mi? Daima köyün üzerinde kanat çırpıp civciv ve tavukları bozdoğanlardan korurdu. Öylesine akıllı, meziyetli bir kuştu ki “Onun insandan tek bir farkı var, maalesef konuşamıyor.” derlerdi. Onun adı Algır idi. Onun yeteneklerini tavşanın, tilkinin üzerine salındığında bir göreceksin: Avını gördüğü anda peşinden hemen saldırıya geçmez, ilk önce dimdik gökyüzüne yükselip avının tepesinden iyice bakar, sonra hangi noktaya inmesi gerektiğini gözüyle hesaplar ve aniden yayın kirişinden çıkmış ok gibi hedefine kilitlenip inişe geçerdi. Korkusundan pusan tavşan ne olup bittiğini anlayana kadar Algır çoktan ensesine vurup onu sersemletmiş olur, sonra da sahibi gelinceye dek serilip yatan tavşanın başını beklerdi. Pelen Avcı gelip tavşanın iç organlarını çıkartır, ayaklarını katlayarak torbasına atıp yola düşerdi. Hemen onun omzuna konup böbürlenen Algır da keskin gözleri ile dört bir yanı izleyerek giderdi.

Pelen Avcı bozkıra birkaç geceliğine gittiğinde onu çoğunlukla tilki ve tavşanın üzerine salardı. Kuş, biraz ufakça bir ceylan yavrusu olursa, onu da kaçırmazdı. Dağa gittiğinde ise avcı onunla bıldırcın, keklik avlardı. Ömrünün çoğunu dağda, ovada tek başına dolaşarak geçiren adam için o hem yardımcı hem de sırdaştı. İhtiyar ona, insanla konuşur gibi, akıl danışırdı; onunla sohbet ederdi. Son zamanlarda kartalıyla daha da yakın dost olmuştu. Çünkü ihtiyarlık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık dik dik yamaçları elinde tüfekle dolaşmaya dizlerinin eski mecali yoktu. Bu sebeple ihtiyar için böylesine değerli kartalın kıymeti bir başkaydı. Ancak…

Öğle vaktiydi. Hayvanlar, insanlar güneşin hararetine dayanamayıp kendini bir kıyıya atmıştı. Gün boyu kapı kapı gezip dolaşan yaşlı köpekler de evlerin kenarındaki cılız öğle gölgesine bağırlarını vermiş; uzak yoldan yorgun argın gelmiş gibi dilleri dışarıda, hırıl hırıl aralıksız soluyarak nefes alıp veriyordu. Kapılarda bağlı duran eşekler ve atlar da sıcağın bunaltıcı etkisinden dolayı başlarını öne eğmiş hâlde somurtuyorlardı.

İhtiyar avcı, kuşunu yemleyip daha yeni uykuya yatmıştı. Evin sağ yanında yuvasının üstünde pinekleyen Al-gır da gagasını açıp kapatarak gözlerini kıpırdatıyordu. Ancak birden gözlerini açıp kapıdan dışarı, başını bir gökyüzüne bir yere hızlı hızlı çevirip bakmaya başladı. O an külleri deşmekte olan gurk tavuğun peşindeki civcivlere göz koyan bozdoğan, bir fırsatını bulup onları kapmak için yukarıda kanat çırpıyordu. Algır onun niyetini anlayıp onu nasıl pençesiyle yakalayacağının hesabını yapar gibi gözlerini kıpırdatmadan aynı noktaya kilitlendi. O anda da az evvelki bozdoğan kanatlarını kapatıp civcivlerin ve tavuğun üzerine dalışa geçti. Bu esnada Algır da fırlayıp dışarıya çıktı ve ayağını yerden kesti. Bozdoğan, iki civcivi pençelerine alıp çoktan göğe yükselmişti. Fakat tabanları yağlayıp gelen kartalı gören bozdoğan kendi canını kurtarmaya razıydı. Onun açılan pençelerinden kurtulan iki biçare civciv, mavi gökyüzünde tüy gibi süzülerek yere cansız düştü. Aniden, hiç beklenmedik bir anda tüfek atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek gökyüzündeki iki kuştan biri yere paldır küldür düştü.

Yeni uykuya dalan Pelen Avcı tüfek sesine sıçrayıp nefes nefese yerinden kalktı, alelacele çarıklarını çorapsız giyip dışarıya çıktı ve “Ne oluyor, söyleyin?” diye bağırdı. Bu sırada köpeklerin havlayarak saldırdığı tarafta eli tüfekli birinin koca bir kuşu kanatlarından tutup yerden kaldırdığını gördü. Nedense ihtiyarın üzerine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hemen arkasını dönüp evin yan tarafına baktı. Algır yoktu. İhtiyar sanki ayaklarını ateşe basmış gibi birden sıçrayıp eli tüfekli kişiye doğru koşarak gitti.

O, Hesip Bey’in oğlu Gıpık’tı. Kulakları doğuştan yassı olduğu için köy ahalisi ona Gıpık diyordu. Onun asıl isminin ne olduğunu anasından babasından başka kimse bilmiyordu. Cimri Hesip malına mülküne güvenip Gıpık’ı on dört yaşını bile doldurmadan evlendirmişti. Artık evli barklı, çoluk çocuklu biri olsa da onun aklı fikri fındık kadar bile gelişmemişti. Köy içinde hâlâ onun en büyük uğraşı kavgadan bıkıp usanmış yaşlı köpekleri birbirine saldırtıp onlara sopayla vurmaktı. O da olmazsa çoluk çocuğu peşine takıp kuş tüfeğiyle serçe ve turgay vururdu. Az evvelki bozdoğan köyün üzerine geldiğinde aylak aylak iş güç bulamayıp kapı eşiğine iyice yayılmış, yanı başına topladığı tezekleri atarak, her neyse, bir şeyleri vurmaya çalışıyordu. Kendisine doğru peş peşe gelmekte olan iki kuşa gözleri iliştiğinde Gıpık derhâl içeri girdi ve tüfeğini alıp çıktı. Ömründe serçe ve turgaydan başka hiçbir av vurmayan “avcının” attığı mermi bu defa boş geçmedi…

İri gövdesini iki büklüm edip sallana sallana giden ihtiyar Pelen, her zaman başının altından şer iş çıkan bu salyalı aptaldan oğlandan hayırlı iş çıkmayacağını bilmesine rağmen o an aklından geçen kötü düşüncelere inanmak istemiyordu. Fakat eli tüfekli bu çocuğa yaklaştıkça ihtiyarın omuzlarına basan yük ağırlaşıyordu. Gıpık, kendisine doğru yaklaşıp gelen beti benzi atmış avcıyı görünce, ona yaranmak isteyen bir köpek gibi sırıtmaya başladı. Ancak birdenbire kendisinin zengin bir adamın çocuğu olduğunu hatırlayıp avcıya saygısız saygısız konuştu:

“Heyy, ben aslında bozdoğana nişan alıp atmıştım, lakin senin kuşun kendisi merminin önüne attı. Eceli yetmiş, beyim, tam da can evine denk gelmiş ya! Atış muhteşem!” deyip Algır’ın kursağını karıştırarak merminin isabet ettiği yeri Pelen Avcı’ya gösterdi. Gözü gibi bakıp kıymet verdiği evcil kuşundan, yegâne varlığından mahrum kalan ihtiyarın kalp damarları sanki yerinden kopartılıp kopartılıp atılmış gibi oldu. Boğazına kadar dolan öfkesini bastıramayıp hemen belindeki bıçağına sarıldı. Fakat kiminle aşık attığını hatırlayıp vazgeçti. Onun tüm öfkesi, nefreti gözlerinde alev topuna dönüp bir tokat olarak o ödleğin yüzünde patladı. Korkudan dili tutulan Gıpık geri geri çekilip titrek sesle “İmdat, yetişin!” diye feryat ederek bağırdı. O anda da taşa takılıp sırtüstü düştü. Sinirlenen Pelen Ağa onun elinden Algır’ın leşini çekip aldı ve bir oğlak, kuzu taşır gibi onu kucağına alıp geri döndü. Öfkeden dolayı kan çanağına dönen gözlerinin önünden Hesip Bey ile onun oğlunun iğrenç görüntüsü ta eve gelinceye dek gitmedi. Onlar, Pelen Ağa’nın eskiden beri bastırıp içinde tuttuğu intikam duygusunu körüklüyor, sönen ateşini alevlendiriyordu. İhtiyar yürüyerek gelirken derin derin nefes alıyor; sinirden dudaklarını ısırıp diş biliyor; başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdanıyordu:

“Ah, önceden bu alçağın pinti babasında kalan intikamıma hayıflanıp duruyordum. Gel, gör ki bu sümüklü de iyileşmeyen yarama tuz bastı. Ah, rezalet getiren haramzade! Niçin ben onun oracıkta karnını deşmedim ki? Kelle başına bir ölüm, değil mi? Hayır, ‘Kazana yaklaşırsan karası bulaşır.’ Ayrıca bir kuş yüzünden kan dökmek yakışık almaz. Boş ver, bu da fakir fukaranın Hesip Bey’den almak için yanıp tutuştuğu öçlerden biriymiş demek ki.”

Pelen Avcı içinden konuşa konuşa gelip evden küreğini aldı ve köyün ilerisindeki tepeye doğru yöneldi. Tepenin altında bir çukur kazdı. Sanki kuşu dirilecekmiş gibi onun yüzüne baka baka sonunda onu usulca çukurun dibine yerleştirdi. Cesedin üzerine bir an kum atmaya gönlü el vermedi, uzun süre kulak kabartıp bekledi. Birden onu tekrar kucağına aldı ve geri döndü. Güya çukur canlanıp peşine düşecekmiş gibi ardına bakıyor, kuşku içinde hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu:

“Hayır, hayır, seni köpek gömer gibi gömemem, Algır’ım. Benim için senin en yakın akrabalarımdan farkın yok neticede.”

İhtiyar, eve gelip içi eski püskü dolu çuvalı dökmeye başladı. Ancak yıpranmaya yüz tutmuş beyaz pamuk gömleğinden başka işe yarar bir şey bulamadı. Kuşu gömleğine sarıp kefen diker gibi gömleğin her yerini teyelledi. Yine her neyse bir şeylerle oyalandı. Yürekten alıştığı dostundan ayrılası gelmiyordu. “Kefenden” başı çıkan kartalın açık olan gözleri de ona sitemli bakışlarla “Bunca hizmetimden sonra şimdi beni çukura atıp dönüverecek misin?” diye yakınır gibiydi. O gözler ihtiyarı, güneş dağın ardına aşıncaya dek durdurdu.

Alacakaranlık çökmeye başlayınca avcı, tepenin dibinde dizleri üzerine çöktü. Kuşu ile son defa vedalaşıp onun açık olan gözlerini iki defa sıvazladı ve kocaman beyaz “bohçasını” titreyen ellerinden çukura bıraktı.

II

“Garibin varı yoğu, canı.” dedikleri gibi tek geçim kaynağı olan Algırını elim bir hadiseyle kaybetmesi fakir avcıya çok ağır geldi. Yıldızlı gecelerde, yıkık dökük yerlerinden Ülker yıldızının göründüğü dört direkli sıradan köhne evi, şimdi ona daha da dar gelmeye başladı. Yattı kalktı huzur bulamadı. Zaman zaman tatlı uykusundan sıçrayıp uyandığında birden gözüne, evcil kuşu kulübesinin etrafında dolaşıyormuş gibi görünürdü.

Erken kalkmak avcının mizacıydı. Bu alışkanlık, ihtiyarı tan ağarmak üzereyken uyandırdı. Dağın seher vakitlerini neredeyse bir ömür boyu göre göre bugünlere gelmiş olsa da, bu defaki seher vakti ona daha bir farklı, daha bir hoş göründü. İşte, taşların arasında rahvan yürüyüşle seke seke giden keklikler tuhaf ve kaygılı bir ötüşle aralarında bir konuyu “istişare” ediyorlar. Her biri kendine has şakıyan çeşit çeşit küçük kuşlar orkestra kurmuş, ilginç nağmeler döktürüyordu. Güneşin ışıkları, âlemin bir ucundan diğer ucuna süngü misali uzanıyordu. Işıltılı süngü ucunun değdiği dağın etekleri, rengârenk parlıyordu. İhtiyar, bu güzel manzaraya dalıp gitmişti. Seherin temiz havasını, tabiatın şirin sesli melodilerini âdeta tüm benliğine sindiriyordu.

Kuşluk vakti oldu. İhtiyarın tahmin ettiği yerde iri kuş göze ilişmedi. İhtiyar, kartalı başka yerde aramaya karar verdi ve kuş yuvalarının bulunduğu kayanın eteğinden geçip batıya doğru ilerledi. Üç dört yamacı aştı. Dağın iniş çıkışı onu oldukça yordu. Ancak kuş sevdasına düşen ihtiyar ara sıra bile durup etrafına bakınmadı, mola verip dinlenmedi. Onun tüm dikkati başı dumanlı, yüzeyi dümdüz kayanın üzerindeydi. Her ne kadar gözlerini kısarak baksa da kat kat yükselen taşların arasında bir hareketlilik görmedi.

O yine başka bir tepeye çıktı. Boz renkli taşların yüzeyine dikkatli dikkatli bakmaktan gözleri yoruldu. Hayal kırıklığına uğrayan ihtiyar, uzun süre başını öne eğip suratını astı. Sonra geri dönmek isteyip başını kaldırdığında gözüne uçup gelmekte olan küçücük bir karaltı göründü. Onun boyutu gittikçe büyüyordu. Sonunda, onun kayaya doğru gelen büyük bir kuş olduğu apaçık belli oldu. İhtiyar ilk başta onu akbaba zannetti. Ancak yanından uçup geçtiğinde bu koca boz kuşu hemen tanıdı. Gözlerini ayırmadan onun ardından baktı. Kartal, yalçın kayaların arasında kanat süzüp kendi mülkünü denetliyor gibi iki tarafa göz gezdirdi. Sonunda kondu. Koca kuş, yağmur ve karla yıkanan, rüzgâr ve güneşle ağaran taşların arasında küçücük kara bir nokta olarak zar zor görünüyordu. İhtiyar onun konduğu yeri iyice belirleyip eşyalarının bulunduğu yere geri döndü. Sabahtan beri kartalın peşinde koşturan ihtiyar bir yamacı aştı, iki yamacı aştı. Ayakları güç bela adım attı. Eşyalarını bıraktığı yerden mesafeyi oldukça açmış olduğunu şimdi fark etmişti. Durum böyle olsa da otura kalka, dinlene dinlene eşyalarına ulaştı. Çaydanlığı ateşe oturtup çay demledi, olan azığıyla akşam yemeğini yedi. Demli çay ve ateşte ısıtılmış sıcak ekmek, yorgun vücuduna uyku bastırdı. Pelen Avcı, eşeğin semerine dirseğini dayadı ve uykuya ne zaman daldığının farkına bile varmadı. O uyandığında vakit çoktan öğleyi geçmişti. İhtiyar, kartalla ilgili işini yine ertelemek zorunda kaldı.

Tan ağardıktan sonra Pelen Avcı eşeğini sıkıca bağladı. Onun koşun takımlarını ve semerini, kendisinin ufak tefek eşyalarıyla birlikte öbek hâlinde duran gür böğürtlenin üzerine bıraktı. Bir yere toplanıp bırakılan öteberinin altına yılan çıyan girebilirdi, belli mi olur! Akşamdan kalan ekmeği ve özel olarak getirdiği birkaç kulaçlık urganını yanına alıp dünkü yere gitmek üzere tekrar yola koyuldu.

İlk önce başı sivrilerek göğe doğru uzanan yüksek tepeye çıkmak zorundaydı. Oradan eşeğin sağrısı gibi duran kayaya bitişik sırta geçmek kolaydı. Ancak Pelen Avcı henüz o kuşun sadece bir kartal olduğunu biliyordu. Ama onun yuvasının olup olmadığından bihaberdi. Bu yüzden iç sesini dinleyip “Yahu, yuvası olmasa bu civarda ne işi var!” diye kendi kendine konuşarak gidiyordu.

Sonbaharın başı olmasına rağmen hâlâ güneşin sıcaklığı vardı. Gecenin serinliği yavaş yavaş kayboldu. Dik yokuşlar ihtiyarı çoktan terletmişti. En sonunda, alnındaki boncuk boncuk ter damlaları gözüne inip onu dinlenmeye mecbur etti. O “Ahh bu ihtiyarlık…” diye iç çekip başını salladı. Sonra yamaca çıkıp dizlerini büktü. Yamacın öbür yüzünde geviş getirerek güneşlenen bir grup boz geyik, yabancı karaltıyı görünce hemen kalktı ve dağılmadan sürü hâlinde kaçıp uzaklaştı. Avcının üzüntülü bakışları çekip giden güzel ceylanların ardından ok gibi atıldı.

İhtiyar, bu eşek sağrısını andıran yamacı dolanıp, tırmanarak kartalın bulunduğu kayanın zirvesine çıktı. Dağ başının temiz havasında nefes alıp duru gökyüzüne baktığında kendini sanki arşa uçup gidecekmiş gibi hissetti. Koca bir deniz gibi çalkalanan Karakum’a göz gezdirdi. Nedense ihtiyarın yüreğinin gizli bir yerinde garip bir hüzün hâli, köyünden ayrı düşmüş gibi bir duygu, hâsıl oldu. Kendi kendine konuştu:

“Bu gereksiz işten vazgeç sen, Pelen. Bu yaştan sonra evcil kuş edinip mezarının başına bekçi mi koyacaksın? Hadi, bir kuş edindin diyelim. O da Gıpık gibi densiz birinin tüfeğinin hedefine denk gelirse ya! O zaman ömrün boyunca böyle dağa taşa tırmanıp duracak mısın? Ayrıca daha da kötüsü, o korkunç canlıyla karşı karşıya kalmak. Her ne kadar uzakta olursa olsun, bir kartal yavrusunu gözünden ayırmazmış. Yuvaya ulaşmadan gelip yetişirse… Korkup geri de durmaz o. Vurur mızraklı pençesini. İşte uçup gittin, çöp misali. Bedeninden tek bir parça bile bulunmaz… Hayır, ne olursa olsun, niyetimden vazgeçmeyeceğim. Hem o biçarenin yuvası da hemen şuracıkta, el uzatıp yavrusunu almalıyım. Öküzün altında buzağı aramayayım.”

Kartal, çoktan uçup gitmişti. Yaklaşık üç dört kulaç aşağıda yuvası gözüküyordu. O yuvaya, cilalanmış gibi kaygan bir taşın üzerinden geçerek ulaşmak gerekiyordu. Yuvanın bir adam boyu kadar tam aşağısında insan eliyle özel olarak yapılmış gibi bir taş seki vardı. Bu sekinin üzerine bir inilebilirsen yuvayı avcunun içinde bil. Oraya sadece iple sarkmak mümkündü. Bu ise canını riske atmaktı. Çünkü ipten kaysan dibi görünmeyen yüksek kayanın yüzeyinde tutunacak çer çöp dahi yoktu.

İhtiyar, belinden urganını çözdü. İpi bağlamak için geniş halkalı demir kazığı, çatlamış bir taşın yarığına boylu boyunca çaktı. Onun halkasından ipi geçirip ayağını taşa diredi, iki eliyle silkelendi. Demir kazık kımıldamadı. İhtiyar boynunu uzatıp ineceği yere göz attı. Düz kayanın yüzeyindeki taş sekinin kıyısı bıçak sırtı gibi incecik göründü.

Avcı erzak torbasını, su kabını orada bırakmak istedi. Yine de kendi kendine fikir yürüttü: “Lazım olan taşın ağırlığı olmazmış. Bunları yanıma almakla ip kopacak değil ya.”

İpin bir ucunu beline bağladı, diğer ucunu da bağlamadan sadece sağ koluna doladı. Kayadan sallandıkça koluna doladığı ip çözülmeliydi. İhtiyar bu tehlikeli yolculuğuna son bir defa boynunu uzatıp baktı. Bomboş uzanan ürkütücü uçurum onu birden ürpertti. Ancak ömrünü tehlikeler içinde geçiren ihtiyar vazgeçmedi. Çaktığı kazığın sağlam olup olmadığını bir kez daha kontrol etti ve kaygan taşın yüzeyinden usul usul aşağıya sarkmaya başladı. Koluna doladığı ipin halkaları peş peşe çözülüyordu. İki üç kulaç sarktıktan sonra ihtiyarın ayakuçları el kadar bir taşa değdi. Bir müddet ona dayanıp kollarını dinlendirdi. Ağır gövdeyi ayakuçlarının üzerinde uzun süre tutamadı. O, kendisini tekrar aşağı bıraktı. Yuvanın dengine ulaştığında henüz tüyü bile bitmemiş bir çift kartal yavrusuna hevesli gözlerle baktı. Bu sırada ihtiyar, o sekinin üzerine indi. Eni boyu dört beş adım civarında olan koca taş sanki insan ağırlığından kopup düşecekmişçesine, ihtiyar onun üzerine yavaşça ağırlığını bıraktı. Nice yılların karı yağmuru, sıcağı soğuğu ile sertleşen taş zerre sarsılmadı. Eski masallardaki kanatlı insanlar gibi “gökte asılı” duran ihtiyar, yüksek kayanın eteğinden dünyayı huzurla seyretmek istedi. Geri döndü ancak deminden beri düz kayanın yüzeyinden başka hiçbir yere bakmayan gözlerinin birden uçsuz bucaksız boşluğa düşmesinden dolayı mıdır nedense ihtiyarın aniden başı dönüp sendeledi. Gövdesine hâkim olamayıp önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da ellerini sekiye dayayıp yan tarafına yığıldı. Sağ eline doladığı ipin en son iki halkası da gövdesinin ağırlığından çözüldü ve fırlayıp yukarı gitti. Bu sırada da ip yukarıdaki demir kazığın halkasından sıyrılıp düştü ve sekinin üzerine kıvrılıp uzandı. Lakin gözleri kapalı ihtiyar başına ne tür zorlu bir sınavın geldiğinden habersizdi. Bir çay içimlik süre öylece yattıktan sonra ağır ağır gözlerini açtı. Yavaş yavaş kuvveti yerine gelmeye başladı. İki eline dayanarak ayağa kalktı. Sırtını taşa yaslayıp uzun süre ufuklara baktı. Sanki nerede oturduğunun bile farkında değil gibiydi. Yan tarafında büklüm büklüm duran urgana gözü iliştiğinde bile hemen ne olduğunu anlayamadı. Birdenbire irkilip ürpermeye başladı. Çaresiz bir duruma düştüğünü anlayan avcı sanki çıyan şokmuş gibi sıçrayıp yerinden kalktı. İç çekip şaşkın gözlerini yukarı dikti. Ancak “Şimdi belaya gark oldun işte!” diye ikaz eder gibi üstüne abanıp duran kayadan başka bir şeye gözü ilişmedi. Kartal yavrusunu kafese koymaya gelen ihtiyarın kendisi, çıkar yolu olmayan ağa düşüverdi. O, ömrünün büyük bir bölümünü tamamladığını bilse de kalanını bir uçurumun üstünde geçirip emanet canını teslim edeceğini düşünmemişti. Gerçekten de bu taştan kalenin içinde yardım çığlıklarını kime ulaştırabilecek, kimden destek isteyecekti? Bağırsan da çağırsan da feryadına bir tek dağlar, vadiler cevap verecekti. Yaralı bir ceylanı kovalayıp gelen avcının biri tesadüfen halkalı demir kazığın üzerine denk gelmezse ihtiyar sanki “darağacına çekilmiş” ve “yere çivilenmiş” hâlde çürüyüp gidecekti.

İhtiyar birden daraldı, yüreğinde korkudan dolayı bir çarpıntı hâsıl oldu, avazı çıktığınca bağırası geldi. Fakat avcının panik hâli yerini, ihtiyarlığın verdiği olgunluk ferasetine bıraktı: “Eh Pelen! Başına gelen iş, sıradan bir iş değil. Kendi elinle kendini kuyuya attın. Eğer yaşamak istiyorsan çaresi ne? Şimdi kanat çırpıp uçamazsan bu kara taştan kurtulma ihtimalin de yok… Ah, dostlar! Hey, yolunu şaşırıp buralara gelen olmaz mı acaba? Belki olur, şimdilik ümidimi kesmeyeyim. Bugün yarın idare edecek ekmeğim de suyum da var.”

İhtiyar yandan askılı torbasını boynundan sıyırıp içindeki ikiye katlanmış ekmeği çıkardı ve tekrar geri koydu. Kalaydan özel olarak yapılmış mataradaki suyla kuruyan boğazını ıslattı. Yıpranmış abasını çıkartıp azık torbasının üzerine attı. Bu esnada o belalı kartal yuvası gözüne ilişti. Yuvadaki bir çift kartal yavrusu, bu yabancı canlıya gözlerini fal taşı gibi açarak baktı ve birbirlerine sokuldu. İhtiyar, bir an onlara elini uzatsa da aciz canlıları sıcak yerlerinden çekip almaya kıyamadı. Zavallı bir çocuğu görmüş gibi merhametli bakışlarını onlardan ayıramadı. Kayaya yaslanarak uzun süre durdu ancak onun hayalleri kim bilir nerelerde kanat çırpıyordu.

Nerede olduğundan bihaber ihtiyar, sonunda derin düşüncelerden sıyrılıp etrafına göz gezdirdi; baksa ki güneş çoktan dağın ardına sarkmış, alacakaranlık çökmeye başlamıştı. Şimdi boyu dört beş adım, eni ise iki kulaca yakın taraçada sabahı etmenin kaygısını gütmeliydi. O taraçanın üzerindeki irili ufaklı taşları bile temizleyip atmadı. İhtiyaç olur diye toplayıp bir kenara koydu. Ancak bu daracık yerde yatmanın korkusu ona rahat verir mi ki? Uyku sırasında yuvarlanıp kayadan uçma ihtimali de vardı neticede. O, beline ip dolayıp sımsıkı bağladı ve ipin bir ucunu başucundaki taşa geçirdi. “Ancak, anne kartal gelip gafil avlamasa iyidir. O, doğrudan insanın gözlerini gagalarmış. Sonrasında, neresini isterse kendi keyfine kalmış. Şimdi de kendi ayaklarıyla çıkagelen avını gagalar kesin.” İhtiyarın içi ürperdi.

Torbasını başının altına koyup sırtüstü uzandı, tekrar başını kaldırıp bir lokma ekmek aldı. Boğazından zar zor geçen kuru ekmeği isteksizce çiğneyerek gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü sanki sayısız yıldızlarını taşıyamayıp onun üzerine bırakıverecekmiş gibi göründü. Ancak ihtiyarın bu vaziyete gözleri alıştı, bu durumu kendine eğlence edindi. Tanıdığı yıldızları arayıp bulmaya koyuldu, onlar hakkında işittiği rivayetleri hatırlıyordu; kısacası düşüncesini başka tarafa çekmeye çalışıyordu. Her ne olursa olsun, ölümünü hatırlatan ağır endişe onu gecenin bir vaktine kadar uyutmadı. Sabaha yakın uykuya daldı…

bannerbanner