Читать книгу Kartal Pençesinde Bir Güzel (Hüseyin Yıldırım) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Kartal Pençesinde Bir Güzel
Kartal Pençesinde Bir Güzel
Оценить:
Kartal Pençesinde Bir Güzel

3

Полная версия:

Kartal Pençesinde Bir Güzel

Tuğrul Bey “Hım-m!” deyip yönünü Agöyli’ye çevirdi. Agöyli de atı da başını yere eğmiş sohbete kulak kabartıyorlardı. Nedense “Bu ikisi tek vücut, bir can, bir ten olmalı…” şeklindeki aniden aklında ortaya çıkıveren fikirler at koşturur gibi bir çırpıda Tuğrul Bey’in zihninden geçti.

Bey, Agöyli’yi ve atını bir kez daha baştan aşağı süzdükten sonra:

“Peki, sana başka hiçbir şey vermediler mi?” dedi.

“Bana başka hiçbir şey lazım değil!” deyip Agöyli, bir eliyle belindeki kılıcını tutarken diğer elini de atın yelesine götürdü. “Bize bu yeter, beyim!”

“Pekâlâ! Yeterse tamam…” diyerek Tuğrul Bey de onun konuştuğu gibi kısa ve öz konuştu; sonra da Agöyli’nin atının balık sırtı gibi parlayan gövdesine ve sağrısına baktı:

“Atına yağ falan mı sürdün?”

“Aa, hayır beyim… Yağ sürülmeden bile bunun üzerinde zor oturuyorum!” diyerek Agöyli çocuksu gülümsemesini takındı.

“Zor oturman buysa!” diyerek onun daha az evvelki fırlayıp gelişini anımsayan Tuğrul Bey de kendi kendine gülümsedi ve tekrar Agöyli’nin atına doğru işaret etti:

“Bakımını sütle, yoğurtla yapıyorsun sanırım!”

Agöyli başını salladı ve yakınmaya başladı:

“Ah, beyim, aslında ben bunu eyere, koşun takımına boyun eğdiremedim… Tay iken de kendim eyer vurmak istemedim. Artık sırtına eyer değse mecali kalmayıp da yere yıkılıncaya değin tepinip zıplıyor. Gem vursam da faydası yok, dudağı yırtılıncaya dek yuları çekiyor, asla itaat etmiyor… Ama eyer, yular falan takmaya kalkmayıp da özgür bırakırsan, ne istersen yapıyor. Ne diyeceğimi ayağımdan mı anlıyor nedir bilemem… Ben de artık mecburen onun istediği gibi yapıyorum.”

“O hâlde, sen atını değil de atın seni eğitmiş desene!”

“Evet, öyle oldu…” diyerek Agöyli yine az evvelki çocuksu gülüşünü sergiledi.

Agöyli’nin atının kulaklarını dikip, ürkerek gözlerini oynattığını gören Çağrı Bey de dayanamayıp söze karıştı:

“Bu yüzden de ‘Alma al renkliyi!’ demiş eskiler… Al renkli at kolay kolay insana alışmaz.

“Hay Maşallah! Pekâlâ… Atın sana hayırlı olsun kardeşim!” deyip Tuğrul Bey güldü.

Beyin son sözüne Agöyli de keyiflenip güldü; bu esnada onun inci gibi dizilmiş dişleri bembeyaz ortaya çıkıp parıldadı.

Bunları yan taraftan gülerek izlemekte olan Çağrı Alp içinden “Şimdi buna ‘Gül!’ desen atı da güler bunun!” diye düşündü.

Sonra Tuğrul Bey, Çağrı Alp gibi “o” ya da “sen” diye ayırt etmeden tüm kalabalığa seslenir gibi:

“O hâlde, haydi yiğitler davranın!” dedi.

Tam o sırada öteden bir yiğit atını dörtnala koşturarak geldi:

“Beyim! Pirimiz Mäne Baba özel bir ulak göndermiş. Çok acil diyor…” dedi.

Tuğrul Bey ve Çağrı Alp hemen atlarının başını ulağın geldiği tarafa çevirdiler. O esnada Tuğrul Bey, Agöyli’ye tekrar bir şey demek istedi ve başını arkasına döndü. Baksa ki çoktan Agöyli de at da yok olmuştu. Tuğrul Bey hayret edip başını iki yana salladı ve atını topukladı.

***

Öyle bir savaş oldu ki. At toynağının gümbürtüsünden yer sarsıldı; uğultu, inilti, toz duman birbirine karışıp gökyüzüne ulaştı. Bu çarpışmanın ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini, kan ter içinde dört bir yana at koşturup, her bir yanda kılıç savuran askerlerin hiçbirisi, hatta ikisi de yüksek bir alandan bu savaşı izlemekte olan iki büyük rakip, Tuğrul Bey ve Sultan Mesut da biliyor gibi değildi. Bu savaşı şu an sadece Allah-u Teâlâ kendisi müdahil olup bitirebilirdi, başka da durdurabilecek bir güç yoktu.

Allah-u Teâlâ’nın da kimin tarafında olduğunu Kudret Sahibi ancak kendisi biliyordu. Bu yüzden de kaçan da “Allah!” diyordu, kovalayan da.

Sultan Mesut’un ordusu, Türkmen asıllı komutan Beydoğdu’nun başkumandanlığında oldukça sağlam bir nizam içinde savaşsa da, dört bir yandan kurt saldırır gibi ansızın ortaya çıkıp aniden de geri çekilen Selçuk atlılarının hücumları onları sürekli huzursuz edip bunaltıyor ve gittikçe de zayıflatıyordu. Bu kesintisiz ve düzensiz hücumlar sadece atlı ordunun değil, aynı zamanda her koşula alışık olan savaş fillerinin de aklını karıştırıp feleğini şaşırtıyordu. Sultan’ın ordusu böyle bir savaşa alışkın değildi.

Bu keşmekeşin ve kargaşanın içinde ilginç bir durum Tuğrul Bey’in dikkatini çekti. Ta ufukta birçok atlı aniden bir yere toplanıyor ve tekrar dağılıyorlardı. O esnada da onların arasından eyersiz çıplak bir at ok gibi fırlayıp çıkıyor ve iki üç atlıyı yüzüstü devirip tekrar geri kaçıyordu. Diğer atlılar peş peşe onun ardına düşüyor, lakin bu kaçıp gitmekte olan at birden duruyor ve aniden geri dönüyordu. Tam bunun üzerine de birkaç defa ışık parıldıyor ve dörtnala gelen atlılardan en önde olan bir ikisi yere seriliyordu.

İşte, eyersiz çıplak at yapacağını yaptı ve tekrar kaçtı. “Vay, vay, vay!” diyen Tuğrul Bey’in keskin kartal gözleri, o eyersiz çıplak atın üstünde âdeta yapışmış gibi oturan kırmızı entarili gövdeyi tanıdı. Agöyli atın üzerine kapandığından kızıl atın rengi ile Agöyli’nin kırmızı entarisinin rengi iç içe geçmişti ve uzaktan bakıldığında Agöyli ile atı yekvücut gibi görünüyordu. Tuğrul Bey kendi kendine birden:

“Oo… ‘Bir kaftanlı, iki çıplağımız da’ savaşa girmiş ya!” diyerek sesli konuştuğunu fark etmedi.

“Onlar tan yeri ağardığından beri savaşın içindeler!” diyerek Çağrı Alp anında cevap verdi.

…Bu defa Agöyli’nin etrafını oldukça kalabalık kuşattılar. Atı ve kılıcıyla birlikte büyük bir girdabın içine çekilmiş gibi, kalabalığın arasında kayboldu.

Bu vaziyeti izlemekte olan Çağrı Bey dayanamadı:

“Ona, acaba, en azından bir yardım mı göndersek? Bunca vakittir tek başına savaşırsan, her kim olursan ol…” dedi ve sözünü tamamlamadan Tuğrul Bey’in yüzüne baktı. Tuğrul Bey de kararsız kalmış gibi bir müddet duraksayıp düşündü. Tam bu sırada, az evvelki kargaşanın ve keşmekeşin arasından o çıplak at, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılıp çıktı.

Tuğrul Bey “Oh be!” diyerek derin bir nefes aldı. “Sağ imiş, her ne olursa olsun… En iyisi, ona ayak bağı olmayalım şu an!” dedi.

***

İnsanlar yoruldu, atlar bitkin düştü. Güneş de bunca vakittir yukarıdan savaşı izlemekten yorulmuş gibi, ağır gövdesini yavaşça aşağı bırakmaya başladı. Fakat sabahın erken saatlerinde başlayan Dandanakan Muharebesi henüz duracak gibi değildi.

Yorgunluktan, susuzluktan, aldıkları yaralardan dolayı atların alt çenesi sallanmış, ağızları köpürmüş; insanların dilleri ağzında şişmeye başlamıştı.

Bu durum Selçukluların direncini kırsa da, Sultan Mesut’un çoktan beri savaşmak için talim almamış olan askerlerine daha da ağır gelmişti. Onlarda artık ilk baştaki arzu, gayret, hiddet, tertip nizam kalmamıştı. Yüzlerinde “Aman, artık ne olacaksa olsun!” der gibi umursamazlığın, boş vermişliğin ifadesi belirmeye başladı. Bunu ilk önce Sultan Mesut fark etmeliydi; ama hayır, fark edemiyor, göremiyordu. O bekliyordu, “Padişah-ı âlem, biz yendik!” haberinin gelmesini bekliyordu. Ama bu haber ise bir türlü gelmiyordu. Sultan, sakilerin doldurduğu şaraptan ara sıra bir yudum alıp yanındaki vezirlere peş peşe “Hey, ne oluyor!” diye sorup duruyordu. Onlar ise cevap vermek yerine sadece başlarını aşağı eğiyorlardı. Mesut’un sürekli kımıldayarak oturmasından mıdır yoksa konulduğu yer ince kumlu olduğundan mıdır nedendir, kısacası, altındaki taht da olduğu yerde sabit duramayıp kâh o tarafa kâh bu tarafa eğilip bükülerek iki de bir düzeltmek zorunda kalan muhafızlara iş çıkartıyordu.

Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in ise tahtı düzeltme kaygıları yoktu. Onların tahtı, atın eyeriydi. Seyisin uzattığı kan gibi sıcak sudan ara sıra bir yudum alan Çağrı Alp tekrar kalabalığın üzerine atını sürüp gidiyordu. Tuğrul Bey ise, âdeta üzerinden bulunduğu dağın bir parçasından yontularak yapılmış heykel gibi olduğu yerde kımıldamadan duruyor.

En sonunda Çağrı Alp öteden gelirken içinde bulundukları hakikati söyledi:

“Bey kardeşim, artık yardım için gönderecek tek bir adamımız bile kalmadı.”

Tuğrul Bey sakin duruşunu bozmadan Çağrı Alp’in yüzüne bakıp gülümsedi:

“Ey, ağabeyim, ikimiz neyiz, adam değil miyiz?”

Çağrı Alp önce biraz şaşırıp duraksadı ve sonra birden kardeşinin gülüşü gibi babasından sıcak bir söz işitmiş mert bir delikanlı edasıyla tatlı tatlı gülümsedi:

“Gerçekten mi?”

“İkimizin daima her şeyi gerçektir!”

Tuğrul Bey’in çenesi tam bir şey demek için kımıldadı, sonra birdenbire kilitlenmiş gibi donup kaldı; dişleri iyice sıkıldı, kaşları çatıldı. Dünyayı yönetmesi için verilen kuvvetli kollar eğri kılıcın kınını açtı; gök gürültüsü gibi, kaplanın kükremesi gibi korkunç bir ses yankılandı:

“Çağrı Beyim, bey abim! Sürelim Sultan’ın üzerine! Geri dönen namert olsun!”

…“Tuğrul Bey kendisi de bizzat savaşa girdi!” haberi Sultan Mesut’a yıldırım hızıyla gelip ulaştı. Aniden tahtından kalktı ve etrafındakilere değil de âdeta Tuğrul Bey’e söylüyormuş gibi:

“Hey, Selçuk Bey, hey çapulcu!” diye bağırdı. “Dayanamadın mı? Güçlü değilsin! Artık kendinden başka savaşacak adamın kalmamıştır! Ben biliyordum böyle olacağını…”

Sultanın etrafındakilerin hepsi “Evet, evet!” diyerek nara attılar. Aralarından özellikle belirlenip seçilen birisi, güçlü ses tonuyla bağırarak:

“Bizim Sultanımız yenilmezdir; o, yenilmez Sultan Mahmut Gazneli’nin oğludur!” diyerek çok içten haykırdı.

Bu sözler, Sultan Mesut’a gençliğini, savaş talimleri aldığı zamanlarını, rüzgârlarla yarışıp, fırtına gibi eserek at üzerinde tüm hünerlerini sergileyen oğlunu “Aferin aferin!” diyerek alkışlayan hükümdar babasını hatırlattı.

“Evet, bu tavır çapulcuların komutanının bana meydan okuma davetidir…” deyip Sultan Mesut tekrar o has kendine kinayeli kaba gülüşünü takındı ve “Sultan denince sadece yiyip içip, yüksek sesle bağırıp çağırarak dolaşan biri zannediyor olmalısın… Sultan’ın kim olduğunu bugün sana göstereceğim. Davetini kabul ediyorum, köpoğlu köpek! Senden korkan babasının dölü değildir! Gel beri!” dedi.

Sultan “Atımı getirin, pusatlarımı getirin!” diyerek hiddetle haykırdı.

Tuğrul Bey ile Sultan Mesut’un kılıçlarını kınından sıyırıp bizzat kendilerinin de çarpışmaya dâhil olması savaşın gidişatını birden değiştirdi.

İki tarafın adamları da bu Hz. Ali’nin er meydanında artık “Ya istiklal, ya ölüm!”, “Ya sen ya da ben!” vaktinin gelmiş olduğunu anladılar.

Genel savaşların bir kaidesi vardır; öncelikle üzerinize gelen komutanı haklamak gerekir! Ancak Doğu savaşlarının başka bir töresi daha vardır; rakip Sultan ya da Padişah ile başa baş savaşıp onu yaralayabilirsin veya esir alabilirsin buna hakkın vardır, fakat öldürmek yasaktır. Bu namertlik kabul edilir.

…Sultan Mesut’un askerlerinin yüzü Tuğrul Bey’in geldiği tarafa çevrildi. Ölmüşçesine bitkin düşmüş ordunun aklında artık sadece tek bir düşünce vardı: “Bunların beyinden bir kurtulursak belki o vakit bu lanet olası savaş da son bulur. Dinleniriz… suya kanarız…”

Fakat Tuğrul Bey’den kolay kolay kurtulmak mümkün mü? Hele bir varın yakınına! Başkası iki üç defa kılıç salladığında birisini alt edebilirken onun her darbesinde iki üç atlı yere yıkılıyordu. Tuğrul Bey’in arkasını ve her iki yanını kollamakta olan Çağrı Alp’in darbeleri ise onunkinden de beterdi; savurduğu darbelerle düşmanın atını bile deviriyordu.

İki kardeşin at üstünde oturuşları da bambaşkaydı. Tuğrul Bey heykel gibi dimdik, dosdoğru oturmuş sadece iki eli ve iki ayağı hareket ediyordu; Çağrı Alp’in atının üzerinde ise insan değil de sanki fırtına oturuyor gibiydi, hareketlerini takip etmeye göz yetişemiyordu. Tuğrul Beyi’n rahatlığı, sakinliği düşmanın moralini altüst ederken; Çağrı Alp çevikliği ile rakibinin gözlerini yanıltıyordu.

…O vakit “Ya Allah!” diyerek öne atılan Sultan Mesut’un etrafı fedailerle dolu iken Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in birbirlerinden ve de Allah’tan başka koruyanı yoktu. Her Türkmen tek başına! Ama hepsinin de bir gözünün ucu Tuğrul Bey tarafında. Her birinde de “Beyimiz kendisi halledip hakkından gelir!” şeklinde bir güven vardı. Askerlerinin kendilerine olan bu güvenini Tuğrul Bey de biliyordu, Çağrı Alp de. Bu sebeple de her Türkmen’in yaptığı gibi o ikisi de kendi başının çaresine kendisi bakıyordu. Ayrıca, ikisi de o an her bir Türkmen’in kendilerine baktığını, vurdukları darbelerin her birinin Türkmen’in eline, beline iki misli güç kuvvet verdiğini iyi biliyorlardı. Bu bilinç ise onların savurduğu her darbenin gücünü ikiye katlıyordu.

…Nice yıldan beridir sarhoş olarak dünyayı tek başına yöneten Sultan Mesut’u bugün onun en yakın adamları bile tanıyamadı. Sanki ağzından ateş püskürten ejderha vardı meydanda! Bir elinde aman vermez kılıcı, diğer elinde de baş kadar büyüklükte koca gürzü. Önüne çıkanın beynini dağıtıp başını yuvarlıyor, karşısındakileri ezip geçiyordu. Mesut’u çocukluğundan beri yetiştirip büyüten, bildiği bilmediği hünerlerin tümünü öğreten ihtiyar vezir de onun arkasından gözleri yaşlı gelirken, Sultanın her darbesinden sonra yumruğunu sıkıp Sultan Mahmut’un söylediği gibi “Aferin! A-fer-in! A-a-a-feri-i-in!” diye bağırıyordu.

Sultan Mesut vurduğu darbelerin sayısını da zaman mefhumunun hesabını da yitirdi. Bildiği kadarıyla Selçuklular bu kadar da kalabalık olmamalıydı. Sultan askerlerinin her birisi bir Selçukluyu bertaraf etmiş olsa, şu ana kadar bu meydanda tek bir Selçuklu kalmamalıydı. Ama neden bunlar azalmıyor? Çarpışma taktikleri mi ustaca yoksa bir yerlerden destek mi yetişti?

Bir zamanlar Sultan Mahmut Gazneli’nin ordusunda Türkmenler çoktu. Sultan, onların en yeteneklilerinden birisini talim ustası tutmuş, oğlu Mesut’a Türkmen savaşının tüm taktik ve sırlarını öğretmeye çabalıyordu. Geninde Türkmen kanı olan bir yiğit için bunları öğrenmek çok zor bir iş mi! Şehzade Mesut da hemen öğrenmişti. Ancak ne kadar öğrenmiş olsa da Türkmenlerin bazı savaş taktikleri onun için henüz bir sırdı.

Mesela, bir Türkmen karşıdan kılıcını parlatıp gelir; ne kalkanı vardır ne de mızrağı. Tam karşına geldiğinde de kılıcını tependen birden savurur, sen de o an korkup mecburen kılıcını ya da kalkanını önde tutarsın ancak Türkmen’in kılıcı tam o esnada senin açıkta kalan başka bir yerini bulur…

Bu taktik ve kurnazlıklara Mesut çok iyi aşinaydı. Fakat sadece kendisinin bilmesi ne fayda, şu ilerleyen koskoca ordu askerinin hangi birine bunları öğretmeye gücü yetebilir ki.

Ayrıca, bu usulleri sadece kendinin bilmesi yetmez, aynı zamanda altındaki atın da bilmeliydi. Yüz yüze, başa baş olduğunda Türkmen’in atı da taktiklerin tümünü bilir, her türlü kurnazlığı yapardı. Rakibe ne zaman saldırıp ne zaman geri çekileceğini; kılıçlar savrulmaya başlandığında mesafeyi ne vakit ne kadar koruması gerektiğini sahibinden iyi bilirdi. Fırsatını bulursa ağzını kocaman açıp rakibinin ya da atının uygun bir yerinden el kadar parçayı koparıp aldığını hiç fark edemezsin bile. Bu yüzden de aynı anda âdeta iki kişi ile savaşır gibi olursun.

Yaşlı bir seyisin söylediği “Türkmen’in atı bizimki gibi emanet değildir; Türkmen yiğidi atı ile birlikte doğar, birlikte koşar, birlikte büyür. Bu yüzden de ikisi birbirinin tıpkı hık demiş burnundan düşmüş gibidir.” sözleri Mesut’un kulağına çalınmıştı.

Sadece atın değil, atlı askerin de diğer atlı askerden farkı çoktur. Mesut’un atlılarının azıkları, suları hatta iğneden ipliğe kadar ne ararsan yanında her şeyi vardır. Ancak Türkmen’inki ise “Bir çakı, sadece bir çakıdır.” Koltuğunun altından bir tandır ekmeği çıksa, bu onun için beyliktir. “Geri kalanını yolda Allah verir!” derler. “Allah!” diyene Allah da Kerim’dir.

Bunlara “Haydi, yemek için neyiniz var?” diye sorsan “Azığımız var…” deyip gülerler.

Türkmen’in daima bedeninin hafif oluşu ve atının yorulmak bilmezliği de belki bu yüzdendir.

Sultan Mesut’un sadece binbaşı ya da yüzbaşılarının değil, sıradan askerlerine kadar herkesin her ay düzenli aldıkları bir ücret vardı. Türkmen’in ise beş kuruş almadan savaştığını Sultan Mesut çok iyi biliyordu.

Sultan Mesut’un ordusu eksiksiz talime, sıkı bir disiplin ve nizama alışmış ordudur. Bu sebeple komutanlarının dediği dedik, buyurduğu buyruktur.

Türkmenlerin ise her biri kendisine sultandır. Her biri istediği yerden hücum edip istediği yerden çıkar. Ama dışarıdan bakıldığında bu durum başına buyrukluk, düzensizlik gibi görünse de onlar her an birbirlerinden haberdardır. Birinin sıkıştığı yerde diğeri Hızır gibi yetişir.

Diğer bir sır ise onların eğri kılıcındadır. Ancak bu sır, eğri olmasında değil, sağlamlığındadır. Sultan Mesut, kendi askerlerinin kılıçlarını en mahir ustalara çelik suyunu verdirip yüksek kalitede biletse de, iki üç ağır savaştan sonra o kılıçlar iş görmez olup uçurumdan fırlatıp atılacak hâle geliyordu. Ama Türkmen’e bir kılıç bütün ömrü boyunca yetiyordu.

“Bunun çeliğine ne katıyorsunuz?” diye bir Türkmen ustasına sorduklarında, doğru mu yalan mı bilinmez, “Hayvanın boğaz kanı!” diyerek gülermiş. Şakadır muhtemelen!

“Türkmenler kılıcını kınında çok bekletmez. Kılıç kında durursa, hemen paslanır.” diyerek yine başka biri sohbete katılır. Söz sohbet çok da, ama…

Mesut atının başını çekti:

“Ne oluyor? Heyyy tutun onu!”

Sultan’ın etrafındakiler aniden durup hükümdarın baktığı yöne gözlerini çevirdiler.

Ta ötede, üzerindeki sahibini eyeri ile birlikte kaybedip içinde bulunduğu hengâmeden ve uğultudan dolayı kuduza dönen çıplak bir at askerlerin arasında oldukça paniklemiş, telaşlı telaşlı iki yana koşuşturuyordu. Koşuşturma bir yana, bu can alıp can verilen kanlı hengâme içinde sahipsiz kalan at az mıydı? Ama o atın hâli, sahibinin intikamını kimden alacağını bilemeden önüne çıkana saldırıyor gibiydi. Garip olanı ise, onun gittiği yerdeki atlılar da onu yakalamak ya da vurup kovalamak yerine, aksine bağrışarak kaçıyorlardı. Ardı adına attan düşenler de görünüyordu.

Bu ne böyle, acaba yine Tuğrul Bey’in bir oyunu mu? Sultan Mesut’un fillerine özenip o da atın gövdesine kılıç, mızrak vs. bağlayarak savaş meydanına salıverdi mi yoksa?

O esnada az evvelki çıplak zannedilen atın üzerinde birinin başı görünür gibi oldu. Evet, evet! At sahipsiz değildi. Üstünde tuhaf elbiseli biri vardı. İşte, kılıcını da savuruyordu.

Tuğrul da değil. Çağrı mı acaba? Çağrı Alp’in at üstünde yaptığı oyunları Sultan işitmişti.

Hangisi ise hangisi, ne fark eder! Böyle yaptığını yapmaya devam mı edecek?

Sultan öfkeyle atının böğrünü tekmeledi. Bu ani tekmeden irkilen zavallı at, ağzındaki gemi ısırarak öne fırladığında az kalsın sahibini üzerinden düşürüyordu.

Mesut kendini toparlayıp tekrar kılıç ve gürzünü hazır etti.

Ancak bir süredir kılıç sallamayıp soğuduğundan mı nedense elleri oldukça ağırlaşmış gibiydi. Ziyanı yok, tekrar ısınır.

Sultan Mesut’un öfkesi nedense özellikle bu çıplak atla kabarmıştı. Sadece ona odaklanmış gidiyordu. Kaplan gibi eğilip doğrularak Sultan’ın ordusunun kâh sağından kâh solundan kurt gibi saldıran o Türkmen’in ise şu an elindeki kılıcı ile altındaki atından başka hiçbir şeyi yoktu. Ama… bu ikisi kâfi değil miydi?

…Agöyli ve atının ise şu an tam da çarpışmaya iyice ısındığı vakitti. Sağdan soldan atılan ve az çok isabet eden okların sızısını hissetmiyorlardı bile. Aynı zamanda, birbirlerine dinlenme fırsatı da yaratıyorlardı. Bunu nasıl yapıyorlar ki!

Agöyli bazen atından sıçrayıp iniyor ve bir eliyle onun yelesine yapışmış koşarak giderken, diğer eliyle de yaya olarak savaşmaya koyuluyordu. Tehlikede kalıp savunmaya geçmesi gerektiğinde de atının altından sünüp diğer tarafa geçiyor… Çok yorulduğunda da atının üstüne kendini atıp boynuna sarılıyordu. At o anda kuş gibi uçup sahibini kargaşadan ve insanlardan uzak bir yere götürüyordu. Ölümcül bir yara almadıkça onları yorarak alt etmek mümkün değildi.

“Hey, çıplak Selçuk! Hokkabaz Türkmen! Gel bakalım, sihirbazlık nasıl olurmuş sana bir göstereyim!” deyip Sultan Mesut da dişlerini gıcırdatarak bazen kılıcının ters tarafıyla atının sağrısına vurup öne atılıyordu. Ancak Sultan’ın birkaç yıldan beri şarap bardağından ağır bir şey kaldırmamış olan elleri gittikçe takatten kesilip atı da sanki arkasından birisi asılıyormuş gibi ha bire geri çekiyordu.

Selçuk Türkmenlerinin vur kaç taktiği artık iyiden iyiye canına tak eden Sultan’ın ordusu, tüm gücünü toparlayıp kararlı bir saldırıya geçti. Bu son hücum Selçukluları geri çekilmeye mecbur bıraktı. Bundan cesaret alan Sultan’ın askerlerinin büyük bir bölümü, onları âdeta yeryüzünün sonuna dek kovalamak için peşlerine düştü.

Kendi de Türkmen olduğu için, Türkmenlerin oyununu çok iyi bilen vezir Beydoğdu “Kovalamayı bırakın! Dağılmayın!” diye emretti. Ama Sultan’ın askerleri iyiden iyiye zafer sarhoşluğu ile coşmuştu; onların üçte biri emre itaat edip geri dönse de kalan kısmı takibi sürdürdü.

Öfke ve ihtiras gözlerini bürümeyegörsün! Nefret aklın önüne geçmeyegörsün! Değilse Selçuk Türkmenlerinin kaçmasına da kovalamasına da inanmamak gerektiğini, aslında şu an kovalamakta olan askerler de çok iyi biliyordu.

Ayrıca, savaşta her şey yolunda giderken bazen birden disiplini bozup gidişatı tam tersine çevirecek durumlar da olur. Askerlerin on, on beşi kovalamaya başlarsa diğerleri de onların peşine takılır; eğer on, on beşi geri dönüp kaçarsa kalanlar da dağılıp sıvışıverir.

İşte buyurun! Atlarına kapanmış kaçmakta olan Selçuklular birden ufukta atlarının dizginini çekip kendilerini kovalamakta olanlara doğru geri dönüverdiler. Kovalamakta olanlar, onları paramparça etmek için atağa kalkmış hızla giderken bir ödleğin “Hey, pusu, kuşatıldık!” diye korkunç bir şeklinde bağırması herkesin bedenini titretti. Baksalar ki, gerçekten de etraf tıpkı yerden bitmiş gibi Selçuk atlılarıyla doluşmuştu.

Bir müddet sessizlik oldu. Birdenbire Çağrı Alp’in sesi:

“Yiğitle-e-er!!!” diyerek yankılandı. Gerisini Allah göstermesin!

Tuğrul Bey’in önderliğindeki diğer grup ise o an Sultan Mesut’un bölünmüş olan askerlerinin bir kanadından atağa kalkmış geliyordu.

Ama bu kalan askerlerin de gücü Tuğrul Bey’inkinden fazla olmasa da, az da değildi. Arkalarında da Sultan olduğu için, o an cesaretleri tamdı ve yüreklerine su serpiliyordu. Fakat yanlarındaki mataralarda bir yudum bile su yoktu.

…Agöyli iki ateşin arasında kaldı. Arkasındaki kuşatmayı bir şekilde yarıp geçen Sultan muhafız birliğinden kalabalık bir grubun güzergâh yolu da tam onun üzerine denk geldi. Sabahtan beri onlara rahat vermeyen bu eyersiz çıplak atlının etrafını çoğalarak sardılar.

İnsanın canı demirden değil ya! Bedeninde aldığı sayısız yaranın, yorgunluğun, susuzluğun sıkıntılarını Agöyli gittikçe daha şiddetli hissetmeye başladı. Ama savaşın en hararetli, en gergin anında vuruşmayı bırakmayı gururuna yediremedi; ölürse de burada, kendi atının üstünde ölmeyi yüreğine kazıdı.

Bu kuşatmada, ensesine inen kalın bir topuz mu yoksa gürz mü ne ise, Agöyli’yi sendeletip atın üzerinden yana sarkıttı. Ancak Agöyli’nin beyni bir emri: “Öldükten sonra bile birincisi atın boynunu, ikincisi de kılıcını elden bırakmamak gerektiği düsturunu” çok iyi idrak etmişti. Bu sebeple de Agöyli atın yan tarafına kayıp sarksa da, ecelin insanın boynuna yapışması gibi, bir eli atının yelesine sıkıca yapışıp tutundu.

Agöyli’nin üzerine dört bir yandan aç kurt gibi üşüştüler. Ama onu tam mızrağın ucuna takacakları esnada gökten inmiş gibi bir grup Selçuk atlısı ortaya çıktı ve çemberi yararak bu kalabalığın arasına girdi. Elbette, böylesine can alıp can verilen kanlı hengâmede kim üstün gelirse zafer onundur. Selçuklar yine galip geldi.

Bu fırsattan yararlanıp Agöyli de hemen kendine geldi. Atını gördü. Onun boynuna yapışıp “Beni bırakma, alıp götür, dostum!” diye fısıldadı. Bir bakın şuna! At, birden onun önüne deve gibi çöküverdi. Agöyli atın sırtına güçlükle ayağını atıp boynuna sıkıca sarıldı ve tekrar “Uçalım dostum!” diye fısıldadı.

Bir anda “Gitti!” oldubitti. Agöyli ile atının ardında sadece belli belirsiz bir toz kaldı. Uçmak diye işte tam da buna denir! Onların arkasından, önünden, yanından koşuşturup, sokulup kovalayan atlıların hepsinin ağzına Agöyli’nin atı tekmeyi basıp hızla uçtu. Yaşanan olayları izlemekte olan Sultan Mesut, bu durumu kötüye yordu.

Sultan’ın etrafındaki adamlar gittikçe çoğalıyordu. O, atının deminden beri bir yerde tepinip durduğunu sonradan fark etti.

Ne oldu ve ne ters gittiyse, Sultan Mesut’un ordusunda birdenbire tatsız bir ayaklanma patlak verdi. Ordunun bir ucunda başlayan isyanın tüm askerlere yayılmaya başlaması üzerine vuku bulan darbe, Sultan Mesut’un tam yüreğine saplandı. Sultan’ın yüreği sarsılsa da belli etmemeye çalıştı, onun sarsıldığını belli etmesi ayaklanan ordunun cesaretine cesaret katmak olurdu.

Sultan Mesut üzengi üzerinde doğrulup neler olduğunu görmek istedi; ancak aniden arka arkaya sıralanarak onu koruma çemberine alan etten duvar, buna fırsat vermedi. Ama gözleriyle göremese de olumsuz bir durumun yaşanmakta olduğunu, işlerin ters gittiğini yüreği çoktan sezmişti. Sultan Mesut gözlerini belertip:

bannerbanner