
Полная версия:
Kartal Pençesinde Bir Güzel
“Durun! Nereye? Durun diyorum, sizin bir…” diye bağırdı. Bununla da yetinmeyip yan tarafında duran sipahilerden birinin başına kamçıyı indirdi: “Siz neden, hepiniz bana sokulmuş duruyorsunuz, işe yaramaz beceriksizler… Gidin, varın ileri!”
Tedbir amaçlı bırakılan muhafızlar ile ihtiyar vezirin haricindekiler, atlarını dörtnala sürüp gittiler. Ama… ürkmüş bir deveyle giden servetin ve bir de rakibinden korkup paniğe kapılan ordunun önünde duran asla sen olma!
Koruma çemberi oluşturan askerler Sultan Mesut’u geriye doğru ite ite kısa süre içerisinde, o eski yerine, savaşın başında durduğu tepenin üzerine çıkarttılar. Alabildiğine genişlik içinde Sultan uzaklara baktığında, deminden beri inanası gelmeyen acı gerçeği gözleriyle gördü. Ordu büyük bir telaşla geri çekiliyordu. Orduyu kılıçla bölmüş gibi iki parçaya ayırmış gelen Selçuk atlılarının arasında at üstünde dimdik oturan bir gövde belirdi. Eğer Sultan’ın gözleri yanlış görmüyorsa bu Tuğrul Bey olmalıydı! Düşmanını gören Sultan birden irkilip güçlükle öne hamle yaptı. Ancak elleri ve ayakları artık onu dinlemiyordu…
Etrafta bağırtı, gürültü; feryat figan gittikçe artıyordu.
Sultan’ın durumunu herkesten önce yaşlı vezir fark etti. Vezir, yan yana dizilip kalkan olan sipahilerden birine işaret etti. Sultan’ı kaldırıp, alıp kaçtılar. Yaşlı vezir, Sultan’ın elinden düşen koca gürzü güçlükle yerden kaldırıp ilk gelen rakibin atının tam alnının çatına vurdu. At, üstündeki askerle birlikte tepetaklak yuvarlandı. Vezir gürzünü ikinci defa kaldırmaya yetişemedi…
Sultan kaçtı; takat kesildi. “Sultan gitti!” haberi yıldırım hızıyla askerlerinin bulunduğu her yere ulaştı. Bu haber ordunun tüm direncini kırdı. Pusatlar elden düştü.
***Davulcu, tokmağını davuluna vurdu. Tellal borazanını çaldı. Sancaktar, Tuğrul Bey’in sancağını kaldırıp rüzgârda dalgalandırarak iki yana salladı. Dandanakan Muharebesi işte şimdi son bulmuştu.
Tuğrul Bey “Toplanın!” diye emir verdi.
O an bir ulak atını kamçılayıp, hızla sürüp geldi:
“Falanca yerde bir grup düşman atlısı toplanıyor! Ellerinde beyaz bayrak sallıyorlar!” diye haber verdi.
Çağrı Alp, henüz soğumamış olan sağ elini kılıcının kınına götürdüğünde Tuğrul Bey elini onun elinin üzerine koydu:
“Onlar şehitlerini ve yaralılarını toplayacaktır. Dokunmayın…”
Ta ufukta, başını bir aşağı bir yukarı eğip kaldırarak güç bela gelmekte olan atı gören Tuğrul Bey kendi konuşmasını tam orta yerinden kesti.
Zavallı at, Tuğrul Bey’in beş on adım yakınına gelip birden durdu. Onun eyersiz çıplak sırtının iki tarafından aşağı sarkan iki el ve iki ayağı gören Tuğrul Bey:
“Ahh… Agöyli!” dediğini fark etmedi. Sonra da birden “Mää-mu-u-un!” diye bağırdı.
Tuğrul Bey’in en güvendiği hekimi ihtiyar al-Mamun derhâl Bey’in karşısında belirdi. Gelir gelmez de Tuğrul Bey’in kanamakta olan omzuna yapıştı. Ama Tuğrul Bey sağlam eli ile onu yavaşça itekleyip Agöyli’yi işaret etti.
Hekimin talebeleri hemen Agöyli’yi atın üzerinden aldılar ve yere yatırdılar.
Bu ihtiyar hekim Arap kökenli olup sonu al-Mamun ile biten uzun bir adı vardı.
Selçuklular da Türkmenceye uydurup ona “Mümin hekim” derlerdi, Tuğrul Bey ise o üzülmesin diye kendince Arapçaya yakın olarak “Mämun” derdi.
Al-Mamun denilmesinin de bir sebebi vardı. Hangi taraftan olursa olsun ağır yaralı birini gördüğünde yas tutardı. İşte, şimdi de Agöyli’nin yanına dizüstü çökmüş ağlayarak kendi dilinde bir şeyler mırıldanıyordu; kederinden göğsüne iki defa yumruğunu vurup dövündü, sonra sarığını parmaklarıyla kavrayıp buruşturdu.
Çağrı Alp:
“Vah, diyor, vah…” dedi.
Çağrı Alp’in hekimin söylediklerini tercüme etmeye başladığını Tuğrul Bey sonradan anladı ve meraklandı:
“Ne diyor?”
“Ah üzülüyor işte… ‘Böylesine güzel yiğide…’, ımm ‘ağırbaşlı yiğide kılıç vuranın eli kurusun!’ diyor. ‘Vah, buna ne yapmışlar!’ diyor. ‘Delik deşik’ diyor…”
“Peki, yeterli!” deyip Tuğrul Bey üzüntü ile derin bir iç çekti ve birdenbire omzundaki sancıdan dolayı yüzünü buruşturdu. “Hay… Gerçekten de, sağlam yerini bırakmamışlar… Başka ne diyor?”
İhtiyar hekim birden ağlamayı kesti ve dizüstü çökmüş hâlde Agöyli’nin göğsüne kulağını koydu, sonra onun bileğini tuttu ve gözkapaklarını kaldırarak gözbebeğine baktı. Birdenbire de temiz bir Türkmenceyle:
“Ya Allah’ım, medet senden! Merhamet et!” diye bağırdı. Agöyli’nin yüzünde sağ olduğuna dair bir emare olmasa da ihtiyar hekimin gözlerinde umut ışığı göründü.
“Mämun!” diyerek Tuğrul Bey seslendi. “Bu yiğit…” deyip Tuğrul Bey parmağını Agöyli’ ye doğru uzattı, “Ölmemeli, duydun mu beni? Bunun gibi yiğitlerin ardı arkası kesilmemeli, nesli tükenmemeli! İşittin mi?”
Biçare hekim, ne diyeceğini bilemeden derin bir iç çekip başını yere eğdi:
“Âmin!” dedi.
Al-Mamun, Agöyli’yi temiz bir döşeğin üzerine yatırdı. Aletlerini ve ilaçlarını alıp onun yanına çöktü. Önünü ardını çevirip yaralarının hepsini yıkadı, temizledi; merhem üstüne merhem sürdü, kanamasını durdurdu.
Yiğitlerin birkaçı ise bu esnada, al-Mamun’un buyruğu üzerine az ötede bir keçiyi kesmiş, derisini yüzüyorlardı.
Hekim, keçinin henüz buharı üstünde tüten postunu Agöyli’nin yanına serdirdi ve postun üzerine bir şeyler serpiştirip hemen Agöyli’yi derinin üzerine taşıttı. Önceki sürdüğü merhemleri temizleyip Agöyli’nin etrafını deri ile bebek kundaklar gibi sardı ve üzerine iki üç kere ip doladı. Bunu da az görmüş gibi Agöyli’nin ayaklarını da sıkıca bağladı. Başı da tamamen sargılı olduğu için Agöyli’nin artık ağzı burnu ve sımsıkı kapalı olan iki gözünden başka hiçbir yeri görünmüyordu.
Bir müddet sonra Agöyli’nin tüm bedeni aniden sarsılıp titredi ve sonra bir kez daha… Birdenbire Agöyli’nin gövdesi kıvrılıp öyle bir çırpınmaya başladı ki hekimin talebeleri iki taraftan elleriyle kavramış, onu güçlükle tutuyorlardı. Bu mücadele devam ederken, deminden beridir inlemeye bile mecali olmadan yatan Agöyli derin bir “ah” çekip can havliyle öylesine bir bağırdı ki hekimin talebeleri ne yapacaklarını bilmeyip panikle hocalarının yüzüne baktılar. Hekimin ise o an kılı bile kıpırdamıyordu; Agöyli’nin başucunda eğilip doğrularak sakin sakin kendi işiyle meşgul oluyordu.
Bu esnada beklenmedik bir olay oldu. Agöyli’nin baştan beri bir kenarda bitkin bitkin duran atı, sahibinin yürek burkan acı sesine başını kaldırdı ve birdenbire ağzını açıp hekime doğru atıldı. Üç dört yiğit birden ok gibi fırlayıp yerlerinden kalktı. Atın boynuna kement atıp onu yakalamamış olsalardı, bu olayın sonunun nasıl biteceği belli değildi.
Bir süre sonra Agöyli de sakinleşti, atı da. Agöyli’nin burnunun ucu yavaş yavaş terlemeye başladı.
Hekimin talebelerinden biri hocasının az evvel yere yuvarlanan sarığını kaldırıp ona uzattığı esnada kulağına fısıldadı:
“Bu zavallı hayvanın da yara almadık bir yeri yok gibi…”
Hekim bir yandan sarığını düzeltirken bir yandan da yürek burkan bir sesle konuştu:
“O da hiçbir yere gidemez… Onu da iyileştiririz. Dört ayağını da bağlayın hemen!
***“Babayiğit Agöyli, nasılsın?”
Üzerinin keçesi, eşiğinin halısı ve örtüsü yukarı doğru kaldırılmış olan geniş kara çadırın içinde kendisi gibi ağır yaralılar arasında yatan Agöyli, tanıdık sese gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş duran Tuğrul’un sevimli yüzünü zor bela tanıyıp “nasılsın” sorusuna karşılık olarak mecalsizce tebessüm etti.
“Padişah-ı âlem!” diyerek Tuğrul Bey’in yanındakilerden biri ona doğru seslendi ve sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.
Agöyli, biraz şaşırmış hâlde etrafına bakındı.
Dünden önceki gün, Selçukluların Merv’de yapılan kurultayında Tuğrul’un oybirliği ile sultan ilan edildiğinden Agöyli’nin henüz haberi yoktu. Tuğrul’un yüz ifadesinden ve dış kıyafetinden de bu duruma dair bir şey anlamak mümkün değildi.
“Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı, yiğidim?” deyip Tuğrul Bey, Agöyli’nin yanına tek dizinin üzerine çöktü.
Agöyli dudaklarını yavaşça kımıldattı. Hekimin talebelerinden biri ona doğru kulağını uzattı, sonra da saygı ile iki büklüm eğilerek Agöyli’nin yerine sultana cevap verdi:
“Atını soruyor, efendim!”
Tuğrul başını geri çevirip ardında duranlara baktı. Onlardan biri:
“Padişah-ı âlem, atın durumu iyi, yarışlara bile katılabilir!” dedi.
Agöyli’nin dudakları tekrar tebessüm etti.
“Vay be, cesur Agöyli, ben seni de yanıma alıp Irak’a, Şam’a doğru sefere çıkacaktım yahu… hadi bakalım hayırlısı olsun! Olmazsa arkamızdan yetişirsin!
Agöyli cevap olarak, gözlerinin içini gülümsetip yavaşça başını salladı.
“Hayır, kalırım dersen de, bak Çağrı Bey de seni dört gözle bekliyor… Her nerede olursan ol, bu mert başın sağ olsun!” dedi ve Tuğrul Bey bir elini kaldırarak arkasındakilere işaret edince, orada duranlardan biri koşarak gelip muhteşem bir kaftanı mükâfat olarak Agöyli’nin üstüne örttü. “Senin her yarana bir kaftan armağan etsek bile biz yine de borçlu kalırız.” diyerek Tuğrul sözünün devamını getirdi ve belindeki altın saplı, gümüş kınlı hançerini çözüp Agöyli’nin yastığının üzerine bıraktı. “Sen gerçek bir Agöyli imişsin. Adın yerde kalmasın, bey kardeşim!”
Arkada duranların tümü başlarını eğerek hükümdara ve de yeni beye saygı ve hürmetlerini gösterdiler.
Tuğrul, yaralıların hepsinin hâlini hatırını sorup geri çıkarken aniden durdu ve kara çadırın eşiğindeki halı örtüye baktı; sonra da ardına dönerek:
“Çağrı Bey! İkimizin arzu ettiği, hayalini kurduğu bir yurtta Agöyli gibi yiğitler kara çadırda yatıp kalkmamalı!” dedi.
Çağrı Bey başını eğdi.
KAYADAN GÜÇLÜ
Türkmen yurdunun güneyindeki, kimisi alçak kimisi yüksek kayalarla bezenmiş koca koca dağlarında kim bilir nice olaylar yaşanmıştır! Yazarların, şairlerin övgüsüne mazhar olmuş “âlemin güzelliği, dünyanın dayanağı, göğün direği” olan bu dağlar, bunca asrın çekişmeli günlerinin sağır ve dilsiz tanığıdır. Bu dağlarda insan için huzur da var korku da. Yolunu kaybetmiş susuz bir yolcu, dağın duru pınarlarından susuzluğunu gideriyor; bu dağların serin vadilerinde gölgeleniyor, türlü türlü meyveleriyle karnını doyuruyor. Bir başkası dağda bir yırtıcıya denk gelip ya da kayadan uçup helak oluyor. Yine bir diğeri ise sert kış günlerinde dağın hiçbir yerinde kendisine sığınacak bir barınak bulamayıp soğuğun acımasız pençesinde kurban oluyor… Eğer dağlarımız dile gelse belki de ömürlerinin her bir günü için bize ilginç ve eğlenceli ya da hüzünlü bir olayı anlatırdı. O zaman, belki de, biz aşağıda anlatacağımız bu hikâyeyi dağın kendi “ağzından” dinlerdik.
IKırağı kaplanmış yüce başını gökyüzüne uzatan Hasar Dağı, karanlığın muhteşem kaftanını omuzlarından yeni sıyırmaya başlamıştı. Onun bağrını mesken tutan mahlûkat da tan ağarmaya başladığında uykudan uyanmış, her biri çoktan kendine has yiyeceklerden aramaya çıkmış, her zamanki işi gücüyle meşguldü. Dağın kaygan taşları arasından doğan pınarlar, seherin nurundan güç alırcasına dörtnala koşturuyordu. Bu pınarlar, suyun çarpıp parladığı küçük taşların kulağına bir şeyler fısıldıyormuş gibi şırıl şırıl çağıldıyordu. Yılın dört mevsiminde de yemyeşil kalan muhteşem çam ağaçları, dallarının her birini seherin şirin rüzgârında hışırdatıyordu.
Yeryüzü aydınlandığında, kayanın eteğinde bir mağara karaltısı göründü. Oradan uzun boylu, iri yarı bir adam çıktı. Orta yaşı geçmiş; servi boyu cüsseli gövdesine yakışan; uzun yüzlü bu adamın sivri burnu, dolgun dudaklı kocaman ağzına doğru uzanıyordu. Gür sakalı, beyaz keten gömleğinin yakasından ve kollarından fışkıran tüyler onun kıllı bir adam olduğunu gösteriyordu. Mağaradan kanat çırparak çıkan koca kuş, adamın omzuna konup “Hadi, kahvaltımı versene!” der gibi sahibinin yüzüne gözlerini dikti. Sonra da ağzına uzatılan iki parça etin birini hemen yuttu ve diğerini de gagasıyla kavrayıp yere kondu. O adam ehlileşmiş kartalın yemeğini yemesiyle ilgilenmeyip kayalara göz gezdiriyordu. Sakince durup yavaş yavaş etrafına bakınmasından onun bu civarlarda birçok defa bulunduğu ve buraları kendine patika yaptığı anlaşılıyordu. Ancak onun derviş misali yersiz yurtsuz yaşayıp, bu mağarada yatıp kalkması nedendir acaba?…
Bu adamı, dağla arası çok da uzak olmayan berideki kalabalık köyde büyükten küçüğe herkes tanırdı. Köyde onun bilinen ismi Pelen Avcı idi. Kaplan derisini sürükleyerek geldiği zamanlar da olmuştu. Böylesine maharetli bir kişi olduğundan Nuryağdı Bey’e halk Pelen Avcı diyordu. Yirmi otuz yıldan beri avcılık onun mesleğiydi. İhtiyar avcı, elinde tüfekle bu dağın çoğu yerini adım adım gezmişti. Bu mağara da onun bozkırdaki “eviydi”. Avlanamadığı zamanlarda bu “evinde” yatar kalkardı. Bugün mağaradan çıkmasının sebebi de buydu. Ancak onun bütün geçimini avcılığa dayandırmasının da uzun bir hikâyesi vardı…
Yirmi beş yaşına kadar sekiz yıl boyunca Hesip Bey’in koyunlarının peşinde koşturmuştu. Bey, onca davar sürüsünün sayısını parmakla sayarcasına hesaplayabiliyordu; hatta yetim kuzuya kadar hepsi aklındaydı. Hesip ismi de bundan dolayı kalmıştı. Bunca zenginlik içinden bir tek hayvan bile ölse kendi canı gitmiş gibi üzülür, kızardı. Çobanın yedi sülalesini bırakmadan hakaret eder, her gördüğünün yanında yas tutar, çaresiz günlere düşmüşe dönerdi.
Bir defasında, bu civarda daha evvel hiç görülüp işitilmedik bir tufan koptu. İlk önce kara bir yel geldi, sonrasında da şakırdayıp sağanak oldu; dereler dolup taştı, sel aktı; dağdan koca koca taşlar selle devrilip sürüklendi. O tufanlı günde beyin yoz koyunlarından on on beşi kaybolmuştu. Çoban günlerce aradı, kayıp koyunların üçü dışında diğerlerini buldu; ancak üç kısır şişek ortada yoktu. Çoban ne kadar bağrını parçalasa da onlardan iz bulamadı. Üç koyunu bulamadan köye gitse oraya varır varmaz köpek gibi kendisine saldırılacağını çok iyi biliyordu. Fakat her yeri arayıp bulamayınca başka çaresi kalmadı.
Hesip Bey, çobanın korkusunu haklı çıkardı. “Üç hayvandan hiçbir iz yok, ağa!” sözlerini işitir işitmez, beyin fareninki kadar küçücük olan gözleri fal taşı gibi açılıp baykuşun gözlerine döndü; tıpkı karabasan çökmüş gibi dili tutuldu. Bir anda odun yutmuş gibi kaskatı kesildi. Sonra da öfkesini bastırıp başını salladı; bir şeyler diyecek oldu ancak yine dili dönmedi. Son nefesi boğazına gelmiş gibi aceleyle bir şeyler aradı. O an, eline ocağın başında küle bulanmış maşa ilişti. Bey tıpkı kudurmuş gibi maşayı sertçe çobana fırlattı. Maşa çobanın alnına isabet edip kapının önüne düştü. Çoban alnını tuttu, bir müddet gözünü açamadı. Başı dönüp gözü karardı. İçinden “Bu alçağın boğazına yapış da canını cehenneme gönder.” diye geçti. Ancak yine de aklını başına devşirip sakinleşti. Taş kesilmiş kurbağa misali veryansın eden bey ile aşık atamayacağını anladı. Ayrıca zamanda da hanımı ve oğlu küçük Meret gözünün önüne geldi. Bu insanlıktan çıkmış yaratık için hanımını ve tek çocuğunu sahipsiz, yetim bırakmaya gönlü el vermedi.
O sırada “Korkan üste çıkar.” misali davranan Hesip Bey, çobanın alnındaki aşık kemiği kadar şişkinliği görüp tehditler savurdu:
“Ah! Vücudunda o hayvanların her bir kılı için bir şişlik yapsam da içim soğumaz, haramzade!”
Son söz çobana maşadan da sert dokundu. Hırsından dudaklarını ısırıp derin bir nefes aldı ve birilerinden yardım bekler gibi kapıya göz gezdirdi. Ama ağzından salyalar akıtarak yatan yaşlı köpekten başka hiçbir şey görmedi. Bir kez daha dolup taşan öfkesini bastırarak aklını başına devşirdi. Onun ağzından çıkan sözler alev olup yakıyordu:
“Hesip Bey! Ben senin kendi bitini yiyecek kadar cimri olduğunu bilirdim. Ancak üç leş yüzünden böyle yüreğine kor düşeceğini tahmin etmezdim. Artık benim için senin şu kapıda yatan yaşlı köpekten zerre kadar farkın yok. Bu yüzden de sürülerini al da başına çal. Şu an seninle hesaplaşmaya gücüm yok. Ancak bir gün maşanın tadını sen de tadarsın inşallah. İnsafsız, o üç şişek yüzünden benim hakkım olan ücreti keseceğini de adım gibi biliyorum. Lakin ‘Çobanın hakkı, belanın okudur.’ er geç helalleşmek zorunda kalırsın.”
Son sözlerini söylerken gözleri fal taşı gibi açılıp dişleri sıkıldı.
Nuryağdı’nın bu çıkıp gidişi son oldu. Beyin koyunlarının peşinde çarık eskittiği son üç yılın hakkı olarak kazandığı dört zayıf koyunu da kapısına eski yamağı getirip bırakmıştı.
Bundan sonra Nuryağdı geçim sıkıntısı çekip çok düşündü. Başka bir gözü dönmüş beye çoban dursa yine önceki gibi olacaktı. “Domuzun akı ne, karası ne! Al birini vur ötekine! Hepsi de aynı!”. Çiftçilik yapayım dese tarlası yoktu, olsa bile onu sürüp işlemeye araç gereç gerekti. Ne yapmalıydı?
Günler peş peşe geçip gidiyordu. Nuryağdı yan gelip yatmaktan fayda gelmeyeceğini bilse de bir çaresini bulamıyordu. Fakat bir gün evinde sırtüstü uzanıp düşüncelere dalmış yatarken evin kirişinde asılı duran tek namlulu tüfeğine gözü ilişti. Bu tüfek ona babasından kalan yadigârdı. Meraya giderken daima yanında taşısa da onunla henüz hiç avlanmamıştı. “Boş yatacağına odun yak!” dedikleri misal “Ben de böyle kıvrılıp yatacağıma bir etrafı dolaşayım.” deyip tüfeğini sildi, namlusunu temizledi, mermi doldurdu. Yuvarlak bir tandır ekmeğini ikiye katlayıp basma mendile sararak beline bağladı ve tüfeğini omzuna asıp dışarı çıktı. Bir müddet duraksadı, sonra da “Neredesin ey başı dumanlı dağlar!” deyip güneydoğu istikametine doğru yola koyuldu.
Onun ilk avı bereketli geçti. Kurşungeçirmez kadar gür olan ormanla kaplı vadiden çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı ki sağ taraftaki yamacın üzerinde boynuzları kıvrım kıvrım yaban koçu göğüslerini kabartmış, vadinin yukarısından bakıyordu. Vadideki pınara su içmeye gelmiş olmalıydı. Ancak ansızın atılan mermi tam yanağına isabet etti. Bu dağdaki çeşit çeşit otların çiçekleriyle beslenen semiz koç, hava basılan top gibi yerden bir kulaç yukarı zıpladı ve sonra yuvarlanıp aşağıya düştü…
Böylece Nuryağdı, çobanlığın eğri değneğini tüfekle değiştirdi. Avcılık onun mesleği olarak sürüp gitti. Avı bereketli olduğu zamanlarda ailesinin ihtiyacından artakalan ceylan etini buğdayla, unla değiş tokuş ederdi. Nadir bulunan etlerden canı çekip parasını ödeyen kişi çıkarsa vurduğu geyiği bütün olarak da satardı. Böylece, kışlık erzakını da temin ederdi.
İşte, bugün de Pelen Avcı için o eski günlerden biriydi. Mağaranın önünde durup sağ elini gözlerine siper etti ve dağın eteklerine göz gezdirmeye başladı. Henüz yeni doğmuş olan parıltılı güneşin ışıkları altında, rengârenk örtüye bürünmüş yüksek dağın güzel manzarası onun gözünün önünden bir bir geçiyordu. Kıvrım kıvrım yamaçlar; elle dikilmiş gibi sıra sıra çam, meşe, incir, nar ağaçları; küme küme duran kara kütükler; dağın eteğinde koskoca mavi bir halı serilmiş misali görünen gür böğürtlenler; ucundan kopartılmış keteyi andıran kat kat kayalar, koca koca taşlar, kimi yerlerde ise çocukların sesiyle neşelenip çalmaya hazır “dutarlı” sarmaşık güller… Birden avcının gözüne, yeni emeklemeye başlamış yavrusunu peşine takmış otlamakta olan ceylan ilişti. Avcılık içgüdüsü onu hemen tüfeğine sarılmaya mecbur etti. Pelen Avcı bu iki ceylanı isabetli atış alanına sokmak için gizlice onlara doğru yöneldi. Sahibinin hünerine alışkın olan avcı kartal da özel bir işaret beklemeden onun yanında seke seke ilerledi.
Yavrusunun çabalayarak küçük otların ucunu koparmasından haz alan anne ceylan bu esnada canına kıyılacağından habersizdi. Avcı iri ağır gövdesine dayanarak çok yavaş ilerliyordu. Taştan taşa atlayıp, bazı yerlerde de tırmanıp arayı kapatıyordu. Onun niyeti, ceylanın tam karşısında duran taşı kendisine siper edip atışını gerçekleştirmekti. O taşın ardına varıp nefesini ayarladı. Taşın dibinde sahibi ile aynı anda hazır konuma geçen kartal çoktan kendi avını göz hapsine almış çırpınıyordu. Onun gözlerinde “Annesini vur da yavrusunu bana bırak!” der gibi bir ifade belirdi. Avcı, kalpağını çıkardı; taşın üzerinden fark ettirmeden sakince ceylanı gözetledi. Ceylan serbestçe otlanmaktaydı. Yeşil çimenle minik karnını şişiren yavrusu keyifli keyifli zıplayıp kendi kendine oynuyordu. Bir bakmışsın zıplayıp annesinin yanına varıyordu, ona sürtünüyordu, ayağına dolaşıyordu; bir bakmışsın koşturup otların ucunu kokluyordu, başını kaldırıp bir yerlere bakıyordu. Sonra yine gelip annesine sokuluyordu. Annesi de güya yavrusunu bağrına basıp yüzünden, gözünden öper gibi ağzını yavrusunun yüzüne, boynuna sürüyordu. Bunu ölüm öncesi, annenin yavrusuyla vedalaşması diye düşünmek de mümkündü. Çünkü namlunun ucu çoktan bu zavallı hayvana doğrultulmuş, tüfeğin tetiği de işaret parmağının tek bir hareketine bırakılmıştı. Ancak tetiğe basılmadı. Avcı neyi bekliyordu? Niçin ateş etmiyordu? O tek bir mermiyle iki hayvanı da avlayabilirdi aslında. Ama tüfekten ses çıkmadı. Aksine, avcı tüfeğini geri çekip gövdesini birden yere bıraktı ve kalın köklü koca bir peline yaslanarak derin düşüncelere daldı. Yumruğunu yanağına dayayıp, anne ceylanın oğlağını sıcak şefkatiyle doyurup onun ruhunu okşamasını taşın kıyısından izliyordu. Taşın ardında görünen insan kafasını fark edince ceylan ürküp, kaçıp gidecek oldu. Fakat birdenbire avcı ile göz göze geldi ve büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın donup kaldı. İki gözbebeği birbirinin içinde şimşek gibi çaktı, avcının tüyleri diken diken oldu, sonrasında da ter bastı. Alnını ayasıyla tutarak başını salladı. İçinden “Ey kurban olduğum Allah’ım, ne oluyor böyle acaba? Kaplan ile karşı karşıya geldiğimde bile böylesine aciz kalmamıştım? Yoksa insan yaşlandıkça yufka yürekli mi oluyor ki?” diye geçirdi. Birdenbire hançer saplanmış gibi yüreği sızladı. On iki yaşında kızamıktan ölen oğulcuğu gözlerinin önüne geldi. “Hayır, ben bunun vücuduna hançer saplamamalıyım. Bırakayım, yavrusuyla mutlu olsun. Baksın, büyütsün, yoldaş edinsin. Hem ceylan dediğin hayvan zarif, güzel, hoş bir canlıdır. Baksana, onun teninin yaldızla bezenmiş gibi parlayışına. Bugün benim elim silah tutabilecek değil.”. Talimatını sabırsızlıkla beklemekte olan kartalını yavaşça kucağına aldı ve başını, tüylerini okşayarak “Sen de, Algır’ım, beni affet. Ben senin ayağına gelen rızkını kesiyorum. Çoktan beri yoldaşım, cesur yarenim olduğundan sen benim tek bir işaretimi anlayabiliyorsun. Ama yüreğimin şu anki derdini konuşmadan sana nasıl anlatayım? Bunu sözle bile anlatmak mümkün değil. Ancak kartallar da kendi yavrularından ayrı düştüğünde sanırım keskin gözlerinin feri sönmüşe döner. Benim ise şahdamarım kesildi. Şimdi sen sahibine hiç gücenme.” dedi. İhtiyar, omzunda kartalıyla ardına baka baka, suspus olmuş hâlde kayadan indi; yola koyuldu. Onun ayakları kendiliğinden adım atıyordu, zihni ise bu dünyadan muradını alamadan göçüp giden oğulcuğu ile meşguldü. Oğlunun kısacık ömrünü tüm detaylarıyla gözlerinin önüne getirmeye çabalıyordu. Birdenbire küçük Meret ile ilgili bir anısı hatırına geldi, nedense gönlü huzur bulmuş gibi oldu. Sonra da o olayı bir bir zihninde canlandırdı.
O, her defasında ava çıkmak için sabah erkenden kalktığında Meretçik de mutlaka uyanırdı ve babasıyla birlikte gitmek isterdi. Fakat Pelen Avcı her seferinde hoş sözlerle onun gönlünü alırdı. Ama bu defa onu kandırmadı. Oğluna çamlı dağları göstermek; onu yabani yetişen nar ve üzümle, incir ve erikle doyurmak; keklik ve bıldırcınla, eğer rast gelirse tilki ve çakalla da “tanıştırmak” Pelen Avcı’nın da aklında yok değildi. Bu yüzden de hanımı “Yumruk kadar çocuğu dağda bayırda gezdirmek şart mı?” diye çıkışsa da küçük Meret’in ayağına çarığını giydirip yanında götürmüştü. Sevincinden kuş olup uçan Meretçik yolda giderlerken kaplandan korktuğunu belli etti:
“Baba, baba, kaplana rast gelirsek ne yaparız?”
“Vururuz oğlum, vururuz.”
“O bizi yemez mi?”
“Yedirmeyiz, oğlum! Tüfeğimiz var nasılsa. İki avcı bir kaplana yenilirsek hoş olmaz neticede. Öyle değil mi?”
Meretçik kendisinin de büyük adam yerine konulmasına sevindi fakat tam o esnada karşısında bir koca kaplan duruyormuş gibi korkup güçlükle “Evet ya!” dedi.
Dağdaki “evine”, mağaraya, vardıktan sonra Pelen Avcı çok geçmeden üç dört kekliği vurup meşe odununun közünde kızarttı. Dağ kuşlarının taze etini iştahla yemekte olan Meretçik mutlulukla babasının yüzüne bakıyordu:
“Bir sonraki sefer de beni alıp getirir misin, baba?”
“Yardım edersen alıp getiririm, oğlum.”
“Ben az evvel pınardan su getirdim ya… Tüfeğim olsa ben de keklik vurabilirim. Öyle değil mi, baba?”
“Vurursun, oğlum. Ama şimdilik sen biraz büyü. O zaman sana kuş tüfeği de alırım…”
O gün, Meretçik ile yemek yedikten sonra küçük avcıyı mağaranın girişinde bırakıp kendisi de bir önceki gün kurduğu kapanları kontrol etmeye gitti. Her ihtimale karşı tüfeğini de omzuna alıp vadiye yöneldi. Parıldayan, aklı karalı salkımlarını gizleyen yabani üzüm ağaçları, dikkatsiz davranırsan âdeta meyvelerinden tattırmak istemezmiş gibi “dikenli tırnaklarını batırmaya hazır” böğürtlenler kendi kendine çardak yapmış, geniş vadinin yeşil kadifesi gibi serilip gidiyordu. Kaynağını nereden aldığı bilinmeyen pınarlar da dört bir yandan şırıldayıp gür ormanın dibine cömertçe su veriyordu. Ormanın içinde suyun biriktiği açık bir alan vardı. Dağın yabani hayvanları oraya suya inerdi. Avcı kapanını oraya kurmuştu. Yakaladığını asla bırakmayan, öncesinde de birçok çakal ve tilki avlayan kapanından avcının bu defa da umudu yok değildi. O, kedi gibi sinsi sinsi yürüyerek geçidin başına vardığında kapan yerine sadece oyulmuş bir çukuru gördü. Kapanın sürüklenerek götürülen kancasının izi çok net fark ediliyordu. Avcı yakın civarlarda iz sürdü, her yerde insanın başparmağı büyüklüğündeki pençe izlerini görüp o kapanın üstünde ne tür bir toz fırtınası koptuğunu hemen anladı. Pelen Avcı tüfeğini doldurdu ve zikzak çizerek giden kapan izini takip etmeye başladı. İz onu büyük bir sırttan aşırıp koyu gölgeli yüksek bir çamın dibine ulaştırdı. Kapana düşen hayvan acıya dayanamayıp bir müddet bu ağacın altında yatıp sonra tekrar gitmişe benziyordu. Avcı kapanı sürüyerek giden mahlûkun artık çok uzakta olmadığını anlamıştı. Bu esnada da yukarı taraftan kapanın şakırtı sesi işitildi. Yuvarlanıp devrilecek gibi eğilmiş duran koca taşın arkasından alaca renkli bir mahlûk çıkıp korkutucu biçimde gerindi, ağzını kocaman açıp esnedi, sonra yavaşça yürümeye başladı.