
Полная версия:
Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat
Aradan çok geçmeden Cavit’in “Şeyh Senan” dramı da o dönemde Taşkent’in en büyük ve meşhur sahnesi olan “Kolizey” tiyatrosunda seyircilerinin hükmüne havale edilmiş ve büyük başarı elde etmiştir. Çolpan bunun hakkında “Türkistan” gazetesinin 6 Haziran 1923 yılındaki sayısında makale yayımlamıştır. Bu makalede de Çolpan eserin mazmun ve mahiyetini tahlil ettikten sonra yine sergilenmesiyle ilgili başarı ve eksiklerini kaleme almış. O şöyle yazmıştır:
“Eserin koreograf konusunda değerli Uygur’umuz çok emek sarf etti. Tüm heyetiyle 11 kişiden oluşan kara bahtlı bir tiyatro ekibiyle bu ekibin beş, on katı kadar gelen gücü sarf ederek bu kadar düzgün ve rahat bir şey ortaya çıkarmak – büyük başarıdır. “Kolizey” gibi dev bir sahnede “Şeyh Senan” gibi ağır ve çok güç gerektiren bir eseri canlandırmak Özbek tiyatrosunun gerçek aşıklarının olduğuna bir kanıttır”. Çolpan bu makalesinde piyesin başarılarını söylemesiyle yanı sıra eserin Azerbaycan Türkçesinden çevrilmesi hususunda da önemli fikirlerini ortaya koymuştur. Onun ne yazdığını özellikle belirmek lazımdır:
“Hurşit yoldaşın çevirisi abartılacak kadar övgü gerektirmez. Biz de şunu itiraf edelim ki, bunun gibi zor edebi eserleri “Özbekçeleştirebilen” bir güç yok. Bundan dolayı da çeviri çok iyi olmasa da yararlı ve idarelidir.” XX. yüzyılın başlarında Özbek çeviri mektebinin daha yeni şekillenmeye başlamasından dolayı bunun gibi eksiklikler olması kadar doğal bir şey yok. Bunu göz önünde bulunduran Çolpan “Bundan dolayı da çeviri çok iyi olmasa da yararlı ve idarelidir” demiştir. Çolpan daha sonra Özbek sahnesinin öncüleri olarak yetişen Mannan Uygur (1897-1955), Ebrar Hidayatov (1900-1958), Seyfi molla Alimov (1901-1984) ve başkalarının icralarını tahlil edip, başarı ve eksikliklerini kanıtlarıyla birlikte göstermiştir. Bu ise söz konusu oyuncuların kendi icatları için daha da azimli bir şekilde çalışmalarına sebep olduğuna şüphe yok.
Yeri gelmişken, vurgulamak gerekirki, Çolpan da, Hüseyn Cavit da milletinin hür, bağımsız oluşunu kalben iştemiş, kendilerini bu yola atamış ve onlar bu yoldaki mucade-lenin bayraktarları idiler. Çolpan Hüseyn Cavit’in her bir yeni eserini dikketle okumuş, etkilenmiş ve teşvik etmiştir. Yukarıdaki makaleler bunun bir delilidir. Bunun dışında Çolpan “Maarif ve okutucu” dergisinin 1925 yıl 7-8 sayısında şöyle yazmıştır: “Tokay’dan Kavi Necmi’ye kadar tatar edebiyatını, Hadiden Cavit’e kadar azerbaycan edebiyatını, Namık Kemaldan Ali Seyfi’ye kadar osmanlı edebiyatını okuyorum…”. Bu iki büyük Türk münevverinin yüz yüze görüştüklerine aid kayıtlar elimizde yok, ama onların bir birini tanıdıkları ve milakat ettiklerini tahmin edebiliriz. Çolpan 1920 yılında Şark halkları kurultayına katılmak için Bakıya geldiğinde Cavit’le görüşmüştür.
Hüseyin Cavit’in edebi hayatında “Topal Timur” (Amir Timur) ve “Peygamber” dramlarının ayrı yeri var. “Timur”u çağdaşları ve günümüz edebiyatçıları farklı değerlendirmişler. Hatta, Cavit bu ve “Peygamber” piyesi için kızıl mefkure taraftarları tarafından geçmişi, hanları övmekle suçlanmıştı.
“Peygamber” dramında insanları yalan, yanlış yollardan geri döndürüp, hakikat ve adalet yoluna sevk eden Hazreti Peygamberimizin karşılaştığı zorluklar kaleme alınmıştır. Hayat zor, yenilik ve hakikat hiçbir zaman kolayca karar bulmaz, onu kazanmak için inanç, itikat, sabır, dayanç sahibi olmak ve başına gelebilecek olan zorluklara hazır durmak talep edilir. Peygamber’in bu sözlerine dikkat edin:
Öyle asır içindeyim ki, cihan,Zülüm-ü vahşetle kavurulup, yanıyor.Yüz çevirmiş de Tanrıdan insan,Küfürü hak, cehli marifet sanıyor.Dinlemez kimse kalbi, vicdanı,Mehv eden haklı, mehv olan haksız…Öncüdür her halka bir sürü şeytan,Hep münafık, şerefsiz, ahlaksız.Gülüyor nura daima zülmet,Gülüyor fazla karşı fisk fücur.Ah, adalet, hukuk ve hürriyetAyaklar altında ezilir durur!…Bu sözlere Hüseyin Cavit’i endişelendiren döneminin muammaları yansımıştır. Bolşeviklerin kurduğu toplumunun yalan, fesat, fücur üzerine kurulduğunu, adalet, hürriyetin ayakaltı edildiğini şair derinlerden hissetmiş ve endişeli fikirlerini başkahramanın sözleriyle açıkça beyan etmiştir.
“Timur” dramının mahiyeti hakkında fikir bildirildiğinde Azerbaycanlı bazı araştırmacılar yazar bu eserini tiranlığın mahiyetini açıklamak için kaleme almıştır diye görüşlerini belirtmişlerdir. (Örnek olarak araştırmacılardan Gülbeniz Baba-hanlı ve Timur Kerımlı Hüseyin Cavit’in 5 ciltli eserler toplamının ön sözünde bu fikri ortaya koymuşlardır). Halbuki, bize göre Hüseyin Cavit’i Türk dünyasının dostluk ve birlik meselesi daha çok endişelendirmiştir. Eserin kahramanlarından biri Almaz’ın rus kızı Olga’ya söylediği sözler vasıtasıyla bu yoldaki esas engel – somurgeçi guçler kim olduğu gösterilmiştir: “Yeter, artık def ol! Türkistan topraklarında, Semerkand bağlarında yabancılara yer yok!” Bu sözlerde Hüseyn Cavit’in adalet gayesi sarih şeklde açığa cıkmıştır. Kızıl imperiya devrinde böyle sözleri yazmak gayet büyük bir cesaret idi.
Cavit’in edebi hayatında Türkistan, Turan birliği, dayanışma meselesi çok büyük önem arz etmiştir. Yazar Türk milletinin birliğini halklarımız ve ülkelerimizi en çok gelişen halklar ve ülkeler derecesine çıkartmanın bir yolu diye düşündüğü apaçık ortada. Hüseyin Cavit’in edebi hayatında İstanbul Türkçesini kullanması da boşuna değildi. İstanbul ve Azerbaycan Türkçesini beraber kullanarak herkesin anlayacağı ortak bir dil yaratacağı düşüncesine sahipti. Dil – birliği sağlamak için gayet güçlü bir etkenlerdendir. Geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarında Türkistan’da, özellikle Özbekistan’da da ortak Türk dilini yaratma konusunda bazı çabalar gösterildi, konferanslar gerçekleştirildi. Ama bu işte farklı lehçelerden kelimeler seçip, suni bir dil yaratmaya vurgu verildiği için bu çabalar sonuca ulaşmadı. Böyle olması belliydi, çünkü suni dil hiçbir zaman iletişime sinmemiştir. Uluslararası ilişkilerde kullanmak için bir zamanlar Esperanto dili yaratılmış ve kullanılmasına teşvik edilmişti, ama onun adı silinip gitti. Burada Hüseyin Cavit tecrübesinden doğru yararlanmak verimli olabilir, yani tüm Türk halkları kendisine mukabili olamayan kelime ve deyimleri yabancı dillerden değil, kardeş Türk halklarının lügatinden alması, benimsemesi lazım.
Hüseyin Cavit’in piyeslerinin çoğunda hadiselerin Turan’da gerçekleşmesi de tesadüf değildir. Gülbeniz Baba-hanlı ve Timur Kerimli’nin belirttiği üzere, hatta ünlü şair Samet Vurgun da işte bu yüzden üstadı eleştirip:
Neden şiirimizin baş kahramanı
Gah Turan’dan gelir, Gah da İran’dan? diye soru sormuşlar.
“Timur”da Türk dünyasının iki büyük hakanı Emir Timur ve Yıldırım Beyazit ortasındaki zıddiyetlere ve sonuçu olarak da savaşa sebep olan iç etkenler doğru ve düzgün aydınlatılmıştır. Emir Timur’un ağırbaşlılığı, zıddiyeti iyi ve sakince hal etmeye çalışması, Beyazit’in ise kibri, gurur ve benliğine teslim olup, hakaretli mektuplar yollaması, beylerin fitne ve fesatlıkları tarihsel gerçekliğe uygun bir şekilde tasvir edilmiştir. Aynı zamanda Türk dünyasını parçalamak, güçsüz kılmak, iki büyük Türk devletini birbirine kötüleyip, fitne ateşini daha da alevlendiren dış güçler yazarın dikkatinin dışında kalmıştır. Fakat iki büyük Türk hakanın savaşından kimin yararlanacağına Şeyh Buhari’nin Yıldırıma söylediği sözlerde işare edilmiştir. Şeyh Buhari Beyazite şöyle der: “Türk evlatlarının kanını bihuda tökmeyiniz, çevrenizdeki duşmanlar başınıza gelecek felaketlerden şad olmasınlar”. Tarihten malum ki, Avrupa hükümdarları Emir Timur’a mektuplar yollayıp onu Beyazit’e karşı savaşa çağırmışlar. Onlar bunda hiçbir zaman Emir Timur’un faydasını düşünmemiştir, aksine kendi çıkarlarını doğrultusunda iş yürütmüşlerdir. Bunların hepsi gelecek nesil için bir derstir. Türk dünyasının ayakta durması, hayatta kalması, gelişmesi için Türk devletlerinin birliği ve iktisadi, medeni, manevi imkanlarının birleşmesinin gerektiği hala da gündemden düşmemiştir.
Hüseyin Cavit’in eserleri de toplumsal bakış açısından, hem estetik yönden günümüzde ve gelecek için değerini yitirmez, önem arz etmeye devam eder. Bu eserler okurda adalet duygusunu uyandırır, onu iyilik, güzelliğe çağırır ve manevi dünyasını zenginleştirir.
MAKSUT ŞEYHZADE ŞAİR, DRAMATURG VE ARAŞTIRMAÇI
Maksut Şeyhzade şair, dramaturg, araştırmacı ve öğretmen olarak Özbek edebiyatı ve medeniyeti tarihinde adını sonsuza kadar yaşatabilecek büyük bir simadır. Onun “Mirza Uluğbek” trajedisi Özbek edebiyatının dram türündeki en önemli eserlerinden biridir. Bu eser edebiyatımızın gururu ve baş tacı oldu; nice yıllar boyunca sahnelerden inmedi. Olayların akışı, gerginlikler, monologlar, dramın gücü ve onun perde perde yükselmesi, bestelerin muhteşemliği, heyecan ve fikirleri barındıran ateşli mısralar, dilinin kendine özgü olması, akıcılığı – onun yetenekli bir oyun yazarı olduğunu kanıtlamaktadır. Maksut Şeyhzade bu trajedisiyle “Özbek Shakespeare” derecesine kadar çıktı.
Maksut Şeyhzade “Celaleddin Mengüberdi” dramında hürriyet, adalet, vatanın özgürlüğü için mücadele veren büyük komutan, Padişah karakterini yarattı. Bu eseriyle yazar kendisini cesaretli bir edip olduğunu göstermiştir. Dram ne kadar başarılı olmuş ve toplumun beğenisini kazanmış olsa da, dönemin zorbaları, kıskançlar tarafından gerekçesiz bir şekilde karalandı ve yazarın başına bela yağdırıldı. Şeyhzade daha 19 yaşında genç bir delikanlıyken kendi memleketinde milliyetçilikle suçlanıp sürgün edildi; daha sonra da Azerbaycan’dan Taşkent’e sürüldü. Bu süreç boyunca birçok meşakkati başından geçirdi. Onu rahat bırakmayan insanlar burada da onun peşine düştüler, Şeyhzade 1952 yılında tutuklandı ve 25 yıl Sibirya’ya sürgün edilme kararı çıkartıldı. O dönemde halkı, vatanını düşünen ve bunu kaleme alan büyük yetenek sahipleri için bu geleneksel bir kader haline dönüşmüştü. Zaten sovyetler birliğinde her bir yazar, sanat adamına gizlice cinayet dosyası açılır, sonra yıllar geçerken bu dosya doldurulur ve KGB (milli istihbarat) artık yeter kanaetini vardığında yazara çare görülürdü. O sorguya çekilir, işten azledilir, dövülür, hebsa atılır, surgun edilir, kursuna dizilirdi. O suçsuzluğunu hiç bir şekilde isbat edemez, kimse onu savuna bilmezdi. Şeyhzade de başına gelen külfet ve baskıları daha sonra “Hıyaban” şiirinde şöyle ele almıştı :
…Ama talih beni daim sevmedi,Bazen zaman yılı yıla hiç bağlamadı.Sahralara rastladım ki, ne ırmak, ne göl,Sürgünlere gönderildim, ne ufuk ve ne yol, -Lakin başına gelen külfetler Şeyhzade’nin iradesini kıramadı, o parlak geleceğe olan inancıyla yaşadı, iyimser bir şair olmaya devem etti.
Şairin geçtiğimiz yüzyılın 20’li yıllarından 60’lı yıllarına kadar olan dönemdeki edebi hayatında gündem olan konuları işleyen şiirleri daha ağır basmaktadır. 1958 yılında neşredilen “Çeyrek Asır Divanı” seçme eserler toplamına giren birçok şiiri işte bu kategorideki şiirlerdir. Ama yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir ki, şair bu dönemde yazdığı bazı şiirlerinde kendisini vatansever, hürriyet ve adaletin savunucusu olarak ortaya koymaktadır. Örneğin “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalıbında yazılan “Phenyan’ın kanı” şiirinde (1951) şairin hürriyet ve özgürlük duygularının gizlendiğini görebiliriz.
Erk aşkında kaynayan o asıl kan,O günahsız kızıl kan,Bebekler beşiğinden döküldü,Analar kalplerinden döküldü,Ve evlerin gözlerinden,aynalardan döküldü.Ah, o gün nice masum kızlarıntebessümü solmuştur!Elbet gökte inatçı katilbunu görüp gülmüştür!Bu mısraları okurken istemsizce tarihçilerin Çar hükümetinin memleketimize ettiği vahşilikler, katliamlar hakkındaki şahitlik ettikleri aklımıza gelir. Yeri gelmişken tarihçi Beyani’nin sömürgeci Çar askerlerinin Mangıt kalesindeki çocuk, yaşlı dinlemeden, hatta kedi ve köpekleri bile öldürüp, bir katliam gerçekleştirdiği aklımıza gelir. Kızıl ordu üniformasını giyip gelen Daşnakların 1918 yılında Kokand’ı kana buladığı, yağmaladığı aklımıza gelir. Bugün biz bu satırları yazarken Şeyhzade’nin bunları kastedip kastetmediğini anlamak güç. Ama şunu da söylememiz gerekiyor, şairin kalbi özgürlük ve adaleti ayakaltı eden sömürgecilere karşı nefret beslediği aşikar. Aynı zamanda şair bu kırımlar için bir gün cevap verileceğine, “Adaletin haksızlığı lanetle ateşe gömdüğü” günün, yani bağımsızlık gününün geleceğine tüm kalbiyle inanırdı:
Senin asıl ve kızılo günahsız kanların,Baskıncıyı boğacakmüthiş tufan olacak,O haykıran anaların feryadı –Çekirgeyi kovacak,Kısas – boran olacak!Bu mısraları okuyan okurun kalbinde erk, özgürlük, hürriyet duygularının uyanmaması mümkün değil.
60’lı yıllarda onun şiirleri daha da ünlendi. Şairin “Göller”, “Şiir- gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş”, “Özbekistan”, “Park” gibi şiirlerinde benzersiz teşbihlerin olması, düşüncelerinin berraklığı, tasvirli ifadeleriyle ayrı bir yere sahiptir. Şeyhzade diğerlerinin göremediği şeyleri gördü, yeni ahenkler, yeni şiirsel karakterler yarattı, akılda kalan teşbihler keşfetti. “Özbekistan” şiirinin daha ilk mısraları insanın dikkatini çekiyor:
Hep kapalı sandıkta saklanır hava,Ama o kaybetmiş hava nefesin,Ona hava demek, aslında değildir reva,Tutuklu kalmıştır arzu hevesim.İnsanın yaşaması için hava lazım, ama bu havayı sandığa hapsetmişler, bir de bunun üstüne o hava olma özelliğini de çoktan kaybetmiş, tutukluluk arzu ve hevesi boğup öldürmeye başlamıştır. Bundan anlaşılacağı üzere memlekette insanın insan gibi yaşayabilmesi için hiçbir imkân kalmamıştır. “Hâlbuki bu çağlar erkin pervazda, Halka yoldaş olup oynayıp koşan”, geçmişte hür, özgür yaşayan lirik kahraman şimdi arzu hevesten bile yoksun kalmıştır. Bu erksizlik, tutkunluk sovyetlerin hükmettiği döneminin dehşetli manzarasıdır. Bu öyle bir ortam ki, “Eskiyip, bulanıklaşan kırık aynada, Güzeller hüsnünün viranesi var”. Bu mısralarda her türlü erkinlik, hürriyete, özgür düşünceye, hatta arzuya bile kelepçe vuran totaliter sovyetler döneminin iç yüzü açıkça resmedilmiştir.
“Şiir – gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş” şiirini belli bir derecede yukarıdaki şiirin mantıksal devamı diyebiliriz. İlk bakışta şiirdeki konu poetika, sevgi ve güzellik olduğun düşünülür. Hakikaten de şair sevgiyi, güzelliği yüceltir. Övmek de, ama ne övmek; Şeyhzade güzelliği, sevgiyi öylesine övmekle yetinmiyor, mısraların içine toplumsal sorunları da anlamlı bir şekilde sindire sindire yazıyor.
Şiirsiz sokağı talih lanetlemiş,Burada sevginin menzili kapalı…Kıvanç burada gezer keyfi de kaçmış –Yaşlı müştak gibi boynu de bükük…Talihin lanetlediği sokakta sevginin menzili kapalı, mutluluğun boynu bükük olması okuru düşünceye sürükler. Anlamlı bir şekilde yazılan bu mısralardan okur adalet ve sevginin olmadığı yerde güzellik olmaz; bundan dolayı da adalet ve güzelliğin karar bulması için mücadele etmek lazım diye bir sonuca ulaşır.
Şeyhzade’nin bakış açısı, estetik dünyası onun sadece tiyatro eserleri ve şiirlerinde değil, belki edebi eleştirel makalelerinde de kendini göstermektedir. Şeyhzade’nin oyun yazarlığı, şiirleri hakkında çok yazı yazılmıştır, ama onun araştırmacılığı üzerinde yeteri kadar durulmamıştır. Bundan dolayı Şeyhzade’nin edebiyatçı bir âlim olarak yazdığı eserleri üzerinde biraz durmamız doğru olur diye düşündük.
Şeyhzade edebi tenkidi makaleleriyle kendisinin edebiyatın maksat ve vazifelerini, kanun ve kurallarını iyi anlayan ve anlatabilen, eserleri edebiyat ve içtimai düşünceyi geliştirme açısından doğru değerlendirebilen bir âlim olduğunu gösterdi. Eleştirmen birçok makalesinde öncelikle meselenin derin mahiyetine dikkat eder; yazar dönem ve cemiyet için ne kadar önemli meseleyi kaleme aldığını, hangi fikirleri öne sürdüğünü belirtir, daha sonra istediklerini bedii bir şekilde dile getirmeyi başarmış mı, başarmamış mı – işte bu yönlerini tahlil etmeye ve açıklamaya çalışır.
Şeyhzade bilimsel ilgisinin çerçevesinin geniş olduğu göze açıkça çarpar. O klasik edebiyatımızın dehaları – Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Zahiriddin Muhammed Babür, sonra Furkat ve Mukimi hakkında da, çağdaş yazarlar ve Rus edebiyatı şairlerinin edebi hayatı hakkında da kayda değer makaleler yazmıştır. Alişir Nevai ve Nizami Gencevi, Mukimi ve Furkat hakkındaki makaleleri okurken Şeyhzade’nin bu deha şairlerin edebi hayatına ait kaynakları iyice araştırıp öğrendiğini ve daha sonra kendi fikirlerini sunduğunu söyleyebiliriz.
1965 yılında yazılan “Şiir Denizinden Damlalar” makalesinde Şeyhzade Alişir Nevai’nin döneminin en arif ve danişment kişisi olduğunu belirtmiş, bunun yanı sıra onun klasik şiir sanatını çok iyi bildiğini örneklerle kanıtlamıştır. Özellikle, klasik şiirin gelişiminde büyük rol oynayan tenasüp sanatı (anlamlardaki ilişki ve yakınlığı zıddiyetle değil, uyumluluğuna göre bir yere toplamak) üzerindeki Nevai’nin yeteneğini onun bu gazelini örnek vererek kanıtlamayı başarmış:
Örtenürmen geceler hicrinde andak kim, çarağ,Revşan, öyle, rişte cismimdir, gönül ot, aşk yağ.şöyle der: “Yârinin hicrinde, yalnızlık acısını çeken şair kendisini yanan bir muma benzetir. Ama bu zor teşbih gayet katı ve muntazam kaideye – “tenasüp” sanatına boyun eğdirilmiştir. Örneğin: gecenin manzarası ve ayrılık durumu (hicran) birbirine ruh hali bakımından çok yakın. Ama gece odada ışık (mum) yanıyor. Bu da gecenin bir özelliğidir. Ama ışığın (mumun) ilişkisi (ipi) de var (şairin vücudu). Çırak ışık saçması için onun yanması lazım (onun ateşi – şairin gönlü). Mum yanarken eriyip akıp dökülür (şairin gözyaşı). Bundan görünüyor ki, burada bağlanma kuralı derin ressamlık prensibine uydurulmuştur”.
1947 yılında yazdığı “İlyas Yusuf Nizami” makalesinde eleştirmen Nizami sanatı hakkında yazarken şairin “hüsnü tehlil” (olayı bilmesine rağmen daha sade bir biçimde anlatmak) sanatını bir örnek ile açıklar. Şeyhzade bu makalesinde Nizami Azerice bilmesine rağmen eserlerini niye Farsça yazdığı konusu üzerinde de durmuştur. Eleştirmen XII yüzyıl koşullarında Kafkas, Orta ve Küçük Aysa hem de diğer Müslüman ülkelerde Farsçanın şiir dili konumuna geldiğini, bundan dolayı da Nizami kendi isteğine zıt olsa da eserlerini Farsça yazmaya mecbur kaldığını belirtir. Bunun dışında, Şeyhzade’nin kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre en önemli etkenlerden biri de eserleri sipariş eden dönemin yetkili kişileri, padişahlar Türkçeyi hor görüp, ecnebi dili olan Farsçada yazmayı şaire şart olarak koymalarıdır. Nizami “Leyla ile Mecnun”un giriş kısmında Şirvan Şah’ın böyle bir buyruğu olduğunu beyan etmiştir. Nizaminin eserlerini Farsçada yazdığından yola çıkarak onu hala Fars diye düşünenler Şeyhzade’nin bu makalesini okuyup gözleri açılacağına ne şüphe!
Şeyhzade çağdaş edebiyat konusunda da kendisini bilim sahibi bir uzman olarak gösterebildi. Zeki eleştirmen olmasının yanı sıra ilke sahibi, talepkâr, helal ekmek yiyen şefkatli biri olabilmesi lazım diye düşünüyoruz. Bu özellikleri Şeyhzade’de görebiliriz. Hâlbuki 30-50’li yıllar edebi eleştirmenlikte yazarın edebi hayatını hor gören, onun eserlerinde pislik arayan ve sonucunda şairi parmaklıklar ardına, sürgüne, hatta ölüme göndermeye sebep olan makaleler yazmak bir örf adet haline gelen zamanlardı. Ama Şeyhzade helal ekmek yiyen bir adam olduğu için de bu yollardan yürümedi. Onun Gafur Gulam, Hamid Alimcan, Samet Vurgun hakkındaki makalelerinde yazara karşı olan saygısı kendini göstermektedir. Şeyhzade yazarı ezecek, onun gururunu yere çarpacak şeyler söylememiş. Eksiklerini kibarca, kelimelerine dikkat ederek belirtmiştir. Örneğin, eleştirmen Gafur Gulam hakkındaki “Şair dili – halkın dili” makalesini 1964 yılında yazmış. Bu makalede eleştirmen Gafur Gulam “liriğinde gerçekten heyecanla üzerinde durulduğunu anlamak, fikirlerinde coşku ve ruhsal çöküşün, gazap ve şefkatin, mizah ve kederin, hatiplikle ressamlığın sentezini hissetmek zor değil” diye yazmış ve fikrini belli başlı örneklerle kanıtlamıştır. Gafur Gulam’ın hayatta olduğu zaman onun yüceltip övüldüğü, çoğu kişinin eleştirmeye korktuğu bir zamandı ve Şeyhzade “şairin tüm şiirleri başarılıdır diyemeyiz… Onda daha basit ve zayıf deyimler, boş vaaz veren unsurlara rastlayabiliriz” diye gerçek bir eleştirmenlik yaptı ve bu görüşünü de yine örneklerle kanıtladı.
Şeyhzade’nin tüm edebi eleştirel makaleleri bir seviyede, talepkarlıkla yazılmış diye düşünüyor değiliz tabi ki. Onun bazı makalelerinde talebin biraz azaldığını görebilir, zayıf olan eserleri zamaneye uyup hadden ziyade övgü yağdırdığını da söyleyebiliriz. Şeyhzade dönemin belli bir muhitinde yetiştiğinden gelen bu noksan o dönemdeki diğer yazarlarda da var. Şeyhzade’nin yazara saygı göstermesi, onun dışında şefkat ile yaklaşması, eserlerini halis değerlendirme ilkelerinin olması, Özbek edebiyatının en sağlam eleştirmenlerini şekillendiren etkenlerden biriydi. Bu da döneminin edebi hayatına büyük etki göstermiştir. Onun makaleleri günümüzde de kendi önemini yitirmemiştir. Bu eserler edebiyatı anlatmak için, ayrıca okurun zevkini terbiye etmek için hizmet etti ve halen de etmekte.
ADİL YAKUBOV ESERLERİNDE ADALET KONUSU
Özbek yazarı Adil Yakubov sadece Özbekistanda, Türk ülkelerinde değil, dünyaca meşhür edip idi. Büyük yazar Cengiz Aytmatov ona ustad diye hitap ederdi. Benim kanaatıma göre, Cengiz Aytmatov bu sözleri sadece nezakaten değil, ayni zamanda ustadın yazarlık kabiliyetine itiraf olarak de söylerdi.
Adil Yakubov 1927. yılında eski Türkistan şehri yakınındaki Karnak köyünde doğdu. Adil abi halk adamı, halktan biri idi, çocukluktan halkını çok iyi tanımıştı. Adil Yakubov köyde doğdu, köyde büyüdü, haksızlıklara çocukluktan şahit oldu, yani hayatın çetin yüzüyle, adaletsizliklerle erken yaşlarda tanıştı. Babası Egemberdi Yakubov vaktiyle yüksek devlet görevlerinde çalışmış, sonra 1937 de komünist rejim tarafından yok edilmiştir. Dört küçük çocuguyla kalan anası onları çok zor şartlar içinde buyuttu. Cahil, merhametsiz insanlar onları “halk düşmanının evlatları” diye aşağıladılar. Ama o ağır günlerde mürüvvetli insanlar öksüzlere şefkat ve yardım ettiler. 1945 den Adil bey 2. Cihan harbına katılıyor ve 1950 de askerlikten döniyör ve Taşkent Universitesinin filoloji fakultesinde okumaya başlar. Mezun olduktan sonra Moskovanın en meşhür “Literaturnaya gazetesi”nin Özbekistan muhabırı olarak on yıl çalışır. Sonra “Özbekfilim” sineme stüdyosında, Gafur Gulam yayın evinde editor, “Özbekistan Edebiyatı ve sanatı” gazetesi Başkanı, 1987 den Özbekistan Yazarlar birliği Başkanı, 1991 den Özbekistan Terminoloji komitesi Başkanı olarak çalıştı. Adil Ağa tüm Türk dünyası yazarlarının eserlerini Özbekçede yayımlamağa çok önem verdi, tercümanları destekledi, kardeş ülkelerin yazarlarının eserlerini gazete ve dergilerde, sonra kitap olarak yayınlattı. Azerbaycan, Kazak, Kırgız, Türkmen yazarlarının bür çoğuyla yakın dost idi. Ağa ağer hayatta olsa bu sene 91 yaşına girmiş olacaktı.
Adil Yakubov’u yakından bilen insan olarak, yazarın hayatı ve eserlerini oğrenerek onun karakterine özgü esas adalet için mücadale olmuştur diye kati demem mümkün. Adil Abi hayatta da, icadda da her vakit adalet için mücadele verdi, adaleti savundu, adalet taraftarı oldu. Onun Yazarlar birliğindeki toplantılarda, özellikle Moskova’da millet vekilleri kurultayında Özbek kadınının feci kismetini örnek vererek, Özbek halkını nasıl savunduğunu, o meşhür nutkunu iftiharla hatırlıyoruz. Filhakika adalet, milletinin hak ve hakikatı savunduğu için Adil Yakubov’u halkımız sevdi ve kadrını bildi diye düşünüyorum.
Adil Yakubov’un hikaye ve romanlarında adalet için mücadele, zorbalığa nefret sarih şekilde gözikiyor ki, bu boşuna değildir. Meşhur “Uluğbeyin Hazinesi”, “Köhne Dünya”, “Diyanet”, “Adalet Menzili”, “Mukaddes” ve başka romanlarında baş kahramanlar adaletsizliğe, haksızlığa baş kaldıran, insan özgürlüğü, halk erki için mücadale veren şahıslardır. Adil Yakubov sonki romanlarından birini “Adalet Menzili” diye adlandırdığının da sembolik bir anlamı vardır. Adil Abinin bir çok romanların baş kişileri cahillik, zorbalık, haksızlık, şefkatsızlık kurbanı oluyor. Ama eserler okuru kötümserliğe götürmiyor, bilakis adalet, hakikat, insan özgürlüğü için mücadaleye davet eder. Bu gayeleri sindiren okur hayata lakayt bakması asla mümkün değil. Bu milletini seven, insan özgürlüğü, kadrı, namusu, hak hukuku için mücadele veren yazar için büyük saadet!
Adil Abi için insandan öte değerli hiç bir şey yok ve olması da mümkün değildi. Onun eserlerinde toplumun insani mahiyeti insan saadeti nekadar temin edildiğine göre belirlenişi renkli bir şekilde gösterilmiştir. Zaten insani, adaletli toplum insana sevgi, onun kismeti ve istikbalı için özen göstermekle yetinmeden şahıs özgürlüğü, hukuklarının temini için lazim gelen tüm şartları da yaratır. Devlet, toplum, ülke insan hakları, özgürlüğü teminine hizmet etmesi gerekir. Adil Yakubov eserlerındeki kahramanlar iyilik, adalet için mücadele verirken, insani ideallar üzerinden ilerliyorlar. Yazar mükemmel karakterler yaratmakla zamanının hal edilmesi lazim gelen problemlerini ortaya koydu, edebiyatın hayatı değiştirici gücünden doğru istifada etti. Adalet, halk refahı, toplumun gelişmesine engel olan kusurları ortadan kaldırmak için mücadele Adil Abi yaratan olumlu kahramanların başlıca özelliğidir.