![Karnaval](/covers/69428155.jpg)
Полная версия:
Karnaval
Zekâyi henüz tecrübe etmemişti ki dünyada cariye olmayan kadınlar da bulunup karşılarındaki erkeklere köle değil sahip olmak isterler. Bunun gibi dünyada fuhuş taciri olmayan kadınlar da bulunup aşklarını az çok bir miktar paha karşılığı satmak ve en doğrusu kiraya vermek değil, belki aşkının meyvelerini doğru sözün ve vefanın mükâfatı olmak üzere kendisi bahşeyler.
Ama bu inceliklere sahip olamadığından dolayı Zekâyi’yi ayıplamamalıdır. Mazur görmelidir. Büyük bir servetten dolayı her konuda bolluk içinde büyümüş olan Zekâyi zevk ve eğlence dünyasının bazı köşelerini babasından gizlice, alelacele gezip görmekle bu inceliklere sahip olabilir mi? Düşünmelidir ki Zekâyi hiçbir arzusunu yerine getirmek için yalvarmaya mecbur olmamıştır. Emri, yani parasının kuvveti, her başvurduğu kimseleri kendisine boyun eğdirmiştir. Dünyada her şeyden yoksun olarak bununla beraber bazı arzulara mağlup da olmalıdır ve arzularının gerçekleşmesi emrinde yalvarmaktan başka gücü de bulunmamalıdır ki Zekâyi gibi kişiler için hazırda bekleyen bir nimete el uzatabilmenin değil, gözle bakabilmenin bile ne kadar zor olduğunu insan düşünüp anlayabilsin. Ya kişiliğinin gururu, kendisini yalvarmaktan yani bu dilencilikten de alıkorsa?.. Aslında her şey için ayıp olan dilenciliği, aşıkâne dilekler konusunda caiz görmüşler ise de bazı gururlu kişilik sahipleri vardır ki bundan bile utanırlar. O durumdaysa arzularını gerçekleştirmek için insan bir icat fikrine sahip olmalıdır.
İşte Zekâyi’nin eksiği bundan ibaret olup böylelikle Madam Hamparson ile iletişimini arttıra arttıra, aklınca tam gönül ve kalbinde olanları ilan etmenin zamanı geldiğinde gücü yettiği kadar Fransızca ile madama bir mektup yazmış ve bunda öyle bir şekille dil döndürmüştür ki madamı şöyle sevdiğine ve aşkıyla böyle çıldırdığına, bu sevdasında pek haklı ve mazur da olduğuna, çünkü kadının dünyada bir eşi daha bulunmaz güzellerden olup terbiyesi ve nezaketinin de güzelliğiyle orantılı bulunduğuna, özetle eğer göz ucuyla olsun merhametli bir bakışına erişemez ise dünyanın kendisine zindan kesileceğine ve buna da o güzel göğüs altındaki güzel yüreğinin merhameti razı olamayacağına ve bir anlık iltifatına erişebilmek için olanca varını feda edeceğine, falana dair ne kadar söz bulabilmiş ise hepsini yazmıştır.
Bir gün madamı odasında yalnız bularak mektubunu teslim ve takdim etmeyi başardı. Kadın mektubu baştan aşağıya kadar okudu. Aslında görünüşe göre şüphesiz fena bir aşk ilanı değil; öyle değil mi? Bir kadının güzelliğini, zarafetini, zekâsını taşkınlık derecelerine vardırmaktan çok o kadının hoşuna gidecek bir şey olabilir mi? Kendisi için yandığını, tutuştuğunu, çıldırdığını, tımarhanelere gideceğini falanı söylemek de sevgisini açığa vurmak demektir. Olanca varını meydana koymak ise fedakârlığa işaret eder. Zaten pek çok kadını çekmeye sebep olan şeyler de bunlar değil midir?
Fakat Madam Hamparson böyle pek çok kadınları çekmeye sebep olan bu şeyleri körü körüne kabul edecek seviyede olan bir kadın değildi. Zekâyi’nin mektubunu yukardan aşağıya kadar hem de hoşnut ve gülümseyen bir tavırla okuduktan sonra kendisi hakkındaki güzel düşüncelerinin bu dereceye varmasından dolayı teşekkür etti ise de bu teşekkürü takiben bir de öğüt vererek dedi ki:
“Beyefendi hazretleri! Eğer bana gösterdiğiniz bu ilgi ikiyüzlülükten arınmış, ciddi ve doğru ise herhâlde benim hakkımda bir de saygı ve hürmetiniz olması lazım gelir.”
“Şüphe mi var madam!”
“Öyle ise size rica ederim ki işlerimizi, ilişkilerimizi bir daha asla bu vadiye24 taşımayınız.”
“Gönlümün zorlamasına karşı koyamazsam ne yaparım madam? Beni mazur görünüz. Seviyorum sizi! Çıldırıyorum! Bu kadar güzellik ve zarafet sizde iken benim gibi güzellik ve zarafete tapınan bir adamın çıldırmaması mümkün olur mu?”
“Tapındığınız şey güzellik ve zarafet olup da birer miktarını da bende görüyorsanız, ben yüzüme perde çekip güzelliğimi saklamıyorum. Size kaba davranıp zarafet ve nezaketten de yoksun bırakmıyorum. Eğer güzelliğime, zarafetime tapınanların şöyle safça ve namusluca arkadaşlıklarından başka el uzatmalarını kabul edecek olursam, göğüsten göğse gezen bir çiçek olur kalırım.”
“Aman Allah aşkına Madam!..”
“Elverir25 beyefendi elverir! Artık demek istediğimi anlatmışım zannederim. Fakat verdiğim şu cevap üzerine dostluğumuza zarar gelmiştir zannetmeyiniz. Tersine hakkımdaki sevginizin sizi böyle bir şeye cesaretlendirecek kadar arttığını görmek beni memnun eder. Benden mahrum olmuyorsunuz. Fakat o sevginizi açıklama konusunda göstermek istediğiniz sonuç beni aşağılamak demek olacağından, reddettiğim şey işte yalnız bu sonuçtur. Bunu şöyle açıktan açığa reddedişim, sadece dostluğunuzu pek kıymetli sayışımdandır. Yoksa dostluğunuza önem vermemiş olsa idim, şimdi sizden yüzümü çevirip bir daha buraya ayak basmanıza izin vermemesi için kapıcıya emir verirdim.”
Anlaşıldı ya? Kadın işi kesip attı. Hem de ne fena ve acıklı bir şekilde kesti attı! Eğer bir daha oraya ayak basmaması için kocasına söyleyeceğini bildirse idi, Zekâyi için bunu daha fazla hoş karşılanmış saymak mümkündü. Fakat kapıcıya emir verecekmiş! Kapıcılar, uşaklar aracılığıyla kovdurulan bir adamın ne kadar düşük olması lazım gelir!
Zekâyi, bu inceliklere tamamıyla akıl erdirdi. Pancar kesildi! Kadından özür dilemeyi de beceremeyip hele nasılsa o aralık salona birkaç misafir daha geldi de kendisini şu zor durumdan kurtardı.
Bilemeyiz; Madam Hamparson’a hak verenler, veremeyenlerden çok mu bulunur. Fakat gerek kendisine hak verilsin gerek verilmesin, madamın yorumu başkaydı. “Filanca âşık imiş!” diye onun arzularına uyum gösterecek olursa, kendisinin o filan efendinin heveslerine eğlence etmiş olacağını düşünürdü. Ama Madam Hamparson’un bu düşüncesi, aşkın ne olduğunu bilmediğinden ve aşka hürmet etmediğinden dolayı değildi. Aslında Soeurs de Charité okulunda dinin gereklerinden başka bir eğitim almamış ve Hazreti Meryemü’l-Azrâ’yı kendisine örnek alınacak bir model sayarak hele aşk denilen şeyin Cenab-ı Hak’tan başkasına uygulanacak bir yeri olduğunu, kimse kendisine söylememiş ise de aşkın anlamını öğrenmeye fazlasıyla düşkün ve şöhret olan kızların zaten bu yolda eğitim görenler olduğu bilinir. Fırsat ele geçip de türlü türlü romanları okumaya başladıkları zaman, onlar genellikle en açık romanları tercih ederek bunca garip olayın kahramanları ile sanki beraber yaşayıp onlara eşlik etmiş olurlar.
Şu kadar ki bu durumda olan kadınların pek çoğu romanlardan genellikle pek kötü örnekler aldıkları hâlde Madam Hamparson başkalarının maceralarındaki hatalardan kendisi için bir gerçek dersi, bir selamet örneği, bir iffet ibreti alan kadınlardandır. İşte bu nedene dayalı olarak kendisine aşkını açığa vuran Zekâyi gibi bir adama uyma konusunda başkaları her ne anlam verirlerse versinler, Madam Hamparson en galiz tabirince âdeta fuhuş anlamı verirdi.
Hem Madam Hamparson’a aşk ilan edenlerin birincisinin Zekâyi olduğunu düşünmezsiniz ya? Bu kadar genç, güzel, zarif bir kadın Beyoğlu’nda tam alafranga bir hâlde yaşar da ona Avrupa’nın her milletinden güzelliğine, terbiyesine mağrur birçok adam Zekâyi’den belki daha ustalıklı bir şekilde aşk ilan etmez diye akla gelebilir mi? Madam Hamparson ise her ne zaman böyle bir durum olsa kendi kendisine derdi ki:
“Beni her arzu edenin kucaklarına atlayacak olsam, dünyanın kucağına atlamam lazım. Bana her olanca varını feda edecek olanın hevesine ayak uyduracak olsam, bütün dünyanın olanca varını ben toplamalıyım. Hâlbuki bende en fazla arzusu olan kocamdır. Bana varını ve hatta ismini vermiş olan da odur. Öyle ise herkesten çok kocamın arzularını kabul etmeliyim. Ama başında saç, ağzında diş, yüreğinde şevk kalmamış bir ihtiyar olup sevilmezmiş. Zaten bana özlemlerini sunanlar, benim kendilerini sevdiğim için arzularını sunmuyorlar ya? Kendileri beni sevdikleri için hevesleniyorlar. Mesele benim sevmekliğimde değil sevilmekliğimde olduğuna göre sevilmekliğim için en büyük izni ve hatta tek izni kocama vermeliyim. Ama mutlaka bir aşk suçlamasıyla suçlandırılacaksam, bari benim seveceğim veyahut sevdiğim bir adam olsun ki hiç olmazsa başkalarının istek ve hevesine kurban olmayım da kendi istek ve hevesim yolunda mahvolayım.”
İşte Madam Hamparson’un düşünceleri bu yolda idi. Bu fikir ve yorum üzerine herkes istediğini söylesin. Bizim fikrimiz sorulursa deriz ki:
Eğer bir kadın için şöyle bir aşk felaketi kaderinde var ise, o felakete birtakım heveskârların ateşli arzularını yatıştırmak için uğraşmaktansa, kendi arzuları uğrunda uğraşmak ve başkası için mahvolacağına kendisi için mahvolup gitmesi elbette tercih edilirdi. Özellikle bu tutum, bu yolda görülen genel felaketi bir anda yarısından aşağı bir dereceye indirir. Çünkü kendisini mahveden kadınların yarısından çoğu, kendilerinin bir arzusuna yenilmekten değil, belki başkalarının hevesine kurban gitmelerinden doğduğunu tahmin eden hakikat peşinde olanların yorumları itiraz kabul edemeyecek kadar doğrudur.
Demek oluyor ki Resmi Efendi’nin Madam Arslangözyan’daki güzelliğin çekicilikten ve zarif neşesinden yalnız dışardan bir seyirci olarak, bir temiz dostluk ve terbiye ile istifade etmesi pek doğru imiş. Resmi, kadının bu seviyede bir kadın olduğunu Zekâyi gibi acı bir tecrübe ile keşfetmeyip belki hâl ve tavrından işi anlamıştı.
Bununla birlikte, Zekâyi’nin aldığı ret cevabından dolayı tamamen ümitsiz olduğunu da zannetmemelidir. Bir adam Zekâyi kadar kibirli olur da öyle kolay kolay yenilgisini kabul ederek ümidini keser mi? Zekâyi, madamın şu ret cevabını nazda aşırılığına verdi. “Pek tok gözlü bir kadın taklidi yapıyor.” dedi. Aslında bu düşüncesinde bütün bütün haksız da sayılamaz. Çünkü Madam Hamparson, Zekâyi’nin mektubunu yırtıp atmadı. Kendisine de iade etmedi. Yanında alıkoydu. Bu ise Zekâyi için henüz bir ümidin varlığının bulunduğuna işaret etti. Zekâyi kendi kendisine dedi ki: “ Eğer madamın bir başka sevdiği olup da ona sadakat satmak için böyle bir nazlanma gösterdiyse, doğrusu bu ustalığını ben de alkışlarım. Mademki oynayacağımız oyun biraz güç görünüyor, o hâlde bunun için lüzumu olan yardakçıları da hazırlamalıdır. Hizmetçisi Maryanko en uygun görünüyor. Onu ele alıp madamın gönlünün kimden hoşlandığını öğrenerek usulünce rekabet etmeye başlarız. Yani yerimizi sağlamlaştırmak için ilk keşfimizi yaparken oluşan hücumda başarılı olamadık ise usulünce etrafını çevirmeye başlayarak elbette teslim olmaya mecbur ederiz.”.
İşte Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırdığı büyük ailelerin birisi şu Arslangözyanlar olup bundan başka Resmi Bey, Zekâyi’yi Cezayirli Bahtiyar Paşa’ya da tanıştırmıştır ki Bahtiyar Paşa haysiyet ve mevki yönüyle Arslangözyanlara hiç benzetilemeyeceğinden fazla, Zekâyi Bey orada Madam Hamparson’dan gördüğü tavrı da görememiş ve aksine şansı, hemen hiç de ümit edemeyeceği kadar ve daha doğrusu istediğinin de üstünde bir bahtiyarlık göstermiştir.
Cezayirli Bahtiyar Paşa Ailesi
Cezayirli Bahtiyar Paşa denilen kişi, aslen Cezayir Dayızadelerindendir. Urban’ın Fransızlara karşı bir isyanında kendisi de taraftar olduğundan Cezayir sınırlarının dışına çıkmaya Fransa hükûmeti tarafından mecbur edilmiş ve böylelikle İstanbul’a gelmişti. Ancak şu göçünde mallarına asla saldırılmadığı gibi Cezayir’de bulunan çiftliklerine de el uzatılmayarak hepsi kendi sahipliğinde bırakıldığından Cezayirli Bahtiyar Paşa demek, birkaç milyon lira ve yüklüce kâr getiren hazinesinin tılsımı demekti.
Bu kişi ne gençtir ne ihtiyar. Yaşı kırk beş ile elli arasında. Fakat Hamparson, Arslangözyan Ağa gibi yaşamış olmadığından, şu yaştayken ihtiyarlığa ne kadar yakın ise Bahtiyar Paşa da gençliğe o kadar yakın sayılırdı. Aralarında olan farkı görmek ister misiniz? Hamparson’un ağzında diş kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın iki tarafında, iki azı dişlerinden başka bütün dişleri sapasağlam durmaktadır. O iki diş de hemen bir kaza cinsinden çürüyüp kerpetenin eline düşmüşlerdir. Hamparson Ağa’nın başında saç kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın fırça gibi olan saçlarında beyaz olan kıllar siyah olanlara oranla yüzde yirmi derecesine varamazdı. Hamparson’da gözler çukura gömülmüş, yüzü katmer katmer buruşmuş ve çehresi bir irin rengi almış olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın henüz yüzündeki tazelik kaybolmayarak rengi pembe ve vücudu tamamıyla zinde idi. Sözün özü Hamparson Ağa yalnız bir kadınla evli bulunurken alafrangada karı ve kocanın ayrı ayrı odalarda yatmasından pek memnun olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın dört hanımı olup hiçbir gece yalnız yatmayı da caiz görmezdi.
Gerçekten! Tıp sanatı ve sağlığı koruma bilimi ilerledikçe, kimi insanların daha çabuk çürümekte olduklarını doktor efendiler de inkâr etmemelidirler. Ama “Suistimal erbabına26 tıpçılar ne yapsınlar?” denilecek olursa doktor efendiler ancak yarı yarıya kurtarılmış olurlar. Çünkü suistimal erbabı içinde pek azının kırka elliye varmış olduğunu görmekteyiz. Asıl suistimal etmeyip de elli yaşına gelmiş olanları görmekteyiz ki tıbbın kurallarına uymanın ne olduğunu tanımadıkları hâlde seksenine gelenler kadar da sağlam olamıyorlar.
Temele itiraz ediyoruz sanılmasın. Tıpçıları alaya almaktan hoşlaşan Moliére’e yol arkadaşı olmak gayretinde de değiliz. Fakat insan sağlığını koruma dediğimiz zaman, kendimizi de ona ortak gördüğümüz için konuya karışıyoruz. Çocuklarımızı anasından doğduğu zaman tamamıyla tıp kurallarına uyma çerçevesinde eğitip beslemeye çalışarak, bir de beş yaşına geldiği vakit komşunun yine aynı yaşta bulunan fakir çocuğu ile karşılaştırıyoruz ki bizim çocuğun eğri bacaklarına, cılız vücuduna, sarı benzine nazar değmesin diye korkup dururken, komşunun fakir çocuğu tokmak gibi koşup geziyor. Şu hâlde büyümüş iki delikanlıya bakıyoruz ki tıpçıların elinde beslenmiş olan beyefendi, ılıman bir kışta kendisini üç fanila içinde ısıtamadığı hâlde onun yaşıtı olan fakir genç en şiddetli bir soğuğa karşı fanilası falanı olmak şöyle dursun, kuvvetlice bir paltosu bile bulunmadığı hâlde dayanıyor. Dayanıyor da yine fanilalar içinde bulunan, soğuk almaktan kendisini kurtaramadığı hâlde diğerinden soğuk bile kaçınıyor.
Şöyle iki adam önümüzde iken bir doktor ile konuştuk. Çıplak adamın geleceğinden pek fazla endişelendiğini söyledi. Biz fanilalı bey için, “Şöyle genç ve babayiğit bir hâlde iken kendini ısıtamazsa yarın kanı soğuduğu, damarları küçülerek kan dolaşımı azaldığı zaman bu adam kendisini nasıl ısıtacaktır?” dediğimizde doktor efendi cevap bulamayıp diğer bir doktor ise buna tıbben değil fakat zarafeten bir cevap verdi. Dedi ki:
“O hâlde de arkasına birkaç soba ve ayaklarına birkaç mangal giyer de kendisini ısıtır!”
Gözleri korumak için konserve27 gözlükler ve miyopluğa karşı koymak için kuvvetli camlar falan kullanarak otuz beş yaşında kör olmak derecesini bulanlar ile bir de altmış yaşına vardığı hâlde henüz gözlüğe ihtiyacı olmadığını şükran makamında söyleyenleri incelemeli.
Kısacası tıbbın henüz doğaya üstün gelemediğini ve belki hiç gelemeyeceğini kabul etmelidir. Tıp bilginlerinin sağlığımızı korumak için göstereceği şartlar eğer doğa geneliyle uyuşursa ne âlâ! Fakat economie animal28 bilimi kurallarınca her hareket bir gider ve o hareketi yaptıracak her kuvvet bir gelir sayılarak gelirin gidere üstün gelebilmesi için az kuvvet sarf etmek üzere az da hareket lazım olması öğüdünden, vücudumuzu tam bir adalet içinde çürütürsek tıpçı efendiler bunda da suistimalimizi kanıtlamak için bin delil bulabilirler ise de biz kaybettiğimiz vücudu bir daha bulamayız.
İşte Bahtiyar Paşa vücudunu kaybetmemiş olan bahtiyarlardandı. Evet, bu bahtiyarlardan idi ki evvelce de demiş olduğumuz gibi dört hanımı vardı.
Vay, şimdi okur hanımlarımızdaki gazap! Bir adamın dört karısının olması bahtiyarlık mı imiş? Bu ne yanlış fikir! Bu ne garip düşünce! Yazılacak şeyler bitti de bir de erkekleri dört kadın almaya teşvik mi kaldı?!
Okurlarımız böyle birdenbire hiddetlenmezler ise kendileri ile pek çabuk ateşkes anlaşması yapabiliriz. Biz bu çok hanımla evlilik konusunu pek çok yerde ettik. Mesela bir tarafı Türkçe diğer tarafı Fransızca olarak yayımlanmakta bulunan Osmanlı gazetesinde, ayrıntılarıyla izah edip açıkladık. Onlarda görülmüştür ki fikrimizin temeli çok hanımlı evliliği gerekli kılma yönünde değildir.
Ha şöyle! Ha şöyle! Çünkü toplu iğneye davrandığımız gibi!..
Ancak erkek olmak ve elli yaşına varmış bulunmak noktasında bir adamın evvelce örneği görülen Hamparson Ağa gibi yalnız bir hanımı bile çoğumsanması, o erkek için elbette bahtiyarlık sayılamaz. Belki kadın için bile! Öyleyse, savunulanın tam tersi de kabul edilir; yani o yaşta bulunan bir erkeğin yalnız bir değil dört kadına koca olabilecek kadar genç bulunmasının bir nimet sayılması lazım gelir.
Ya bir erkek bu şekilde dinç ve zinde olur da, “Ben yalnız bir hanımla yetinirim.” derse, bu söze kolay kolay inanmak mümkün olur mu? Dünyanın beş kıtası gözümüzün önündedir. Görüyoruz ki bu sözü söylemeyen erkeklerin hemen yüzde yüzü o söz ile “Ben ihtiyaçlarımı dışarıdan da giderebilirim.” demiş oluyorlar.
Çok hanımlı evlilikten bahseden bir kişi demiştir ki “Genelevler ağırlıklı olarak evli bulunanlar içindir. Bekâr olan gençler ise bu yerlerdeki başarılarını hürmete değer başarı saymazlar.”
İmdi, bir erkek gönlünü, malını, namusunu evinden dışarıda ayaklar altına alacağına, serveti, arzusu hep kendi evine ait olsa daha tercih edilir sayılmaz mı? Dışarıdaki zevk ve eğlencelerin kendisi için ayıp ve rezalet sayıldığı hâlde evindeki çok eşliliği böyle bir ayıp ve rezalet sayılmak şöyle dursun, tam tersine evcillik sayılır.
Bununla beraber bir tanecik hanımıyla yetinen ve ona sadakat eden kocaları kutsamalıdır. Fakat bizim Bahtiyar Paşa, işte bu fikirde bir adam olmayıp konağında dört hanımı vardı. Bizim hikâyemizin geçtiği zamanda Bahtiyar Paşa’nın dördüncü ve üçüncü hanımlarından henüz çocuğu olmayıp, ikinci eşinden bir buçuk yaşında bir kızı ile üç buçuk yaşında bir oğlu ve birinci eşinden, yani büyük hanımefendiden Şehnaz isminde on yedi yaşında bir kızı vardı ki işte Resmi Efendi’nin annesinden kalan Hasna, hikâyemizin geçtiği zamandan üç sene önce, yani Şehnaz henüz on dört yaşında bulunduğu zaman kendisine arkadaş olmak üzere alınmıştır. Cezayirli olmak ve orada Fransız lisan ve ahlâkını hemen tamamıyla öğrenmiş bulunması nedeniyle Bahtiyar Paşa gayet alafranga bir adamdı. Hatta alafrangalığı Avrupa’nın burjuva denilen halk takımının alafrangalığı şekli de olmayıp âdeta kendisini kontlar, dükler derecesinde sayarak konağını bile o kıyas üzre idare eylerdi. Öyle ya! Cezayir Dayısı demek, oranın bir hükûmdarı demek olduğuna göre Bahtiyar Paşa’nın kendisini, Avrupa’da yedi sekiz yüz nüfustan ibaret, çiftlik gibi bir yerin hükümdarı hem de tek sözü geçeni sayan baronlardan, kontlardan, düklerden daha aşağı mı saysın?
Konağı içinde daire müdürü sıfatında görevlendirdiği kişi Konsuş isminde bir İngiliz’di ki hâl ve şanına bakılacak olunsa kendisi bir daire müdürlüğüne değil büyük bir şirketin yöneticiliğine layık görülürdü. Ondan başka zengin evleri için bir süs sayılacak cokeyi Sarafin de binicilikte şöhret yapmış bir adam olup arabacısı Fransız Victor Hague ise arabacılığa tenezzül edemeyecek bir adam ise de nasılsa birkaç defa servet kazanarak zevk ve eğlenceyle batırmış olduğundan şimdi Bahtiyar Paşa’nın yemek içmek, giyim vesaire her şey daireden olduğu hâlde maaş olarak verdiği ayda iki yüz frank Victor Hague’a arabacılık hizmetini kabul ettirmişti.
Konsuş, Sarafin ve Victor Hogue’den başka dairede bulunan Fransız aşçılarının, Türk ve Arap iç ağalarını vesaireyi sayıp dökmeye de kalkışacak olursak şuraya birkaç yüz isim kaydetmeliyiz.
Harem tarafına gelince; hanımların cariyelerinden filanlardan başka Şehnaz Hanımefendi’nin hizmetinde mürebbiye ve öğretmenlik sıfatıyla görevlendirilmiş olunan Madame Mirsak gerçekten kültürlü kabul edilmeye değer bir kadın olup Fransa edebiyatçılarının bütün eserlerini kütüphanesine sadece bir süs olsun diye koymuştur. Çünkü söz konusu edilmiş kitaplar tümüyle ezberinde olup kendi kalemi de şöhret yapmış Fransız hanımlarından Madame George Sand ve Madame Emile de Girardin gibi yazarlardan aşağı kalmaz. Bu kadın otuz yedi, otuz sekiz yaşında, vücutça da alımlı ve hele öğretmenlerin hepsinde görüldüğü gibi elbise ve tuvaletince büyük bir temizlik ve titizliğe düşkün olup şu kadar ki yine o öğretmen ve mürebbiyelerin hepsinde görüldüğü üzere, hâl ve tavrını altmış yaşındaki kadınların hâl ve tavrına benzetmeye çalışıyordu. Madame Mirsak yedi sekiz seneden beri Şehnaz Hanım’ın eğitim ve öğretimiyle meşgul olduğundan, Şehnaz Hanım’a Fransız lisanında iyiden iyiye pay kazandırmış olduğu gibi kendisi de Arapçayı ilerletmiş ve hatta okuyup yazmaya başlamıştır.
Madame Gabat isminde Şehnaz Hanım’ın bir de müzik ve dans öğretmeni vardır. Bu kadın kırkını bir hayli geçmiş ve belki ellisine el uzatmaya yaklaşmışsa da Paris’in en meşhur tiyatrolarında geçirdiği gençlik âlemine nasılsa doyamayarak gerek süsçe ve gerek şuhlukça hâlâ kendisini yirmi altı yaşında zannederdi. Şunu kabul ederiz ki bu kadın genç iken Paris’te pek çok adamın ocağına incir dikmeye yardım eylemiş büyük bir güzelliğe sahip olup şimdi de geçip giden aylar ve yıllarla o güzel binaya gelen yıpranma ve çöküntüyü süs sanayinin yardımıyla tamire çalışarak bu binayı sıvaca, badanaca, nakış ve renkçe bayağı, insanların dikkatlerini çekebilecek bir hâlde korumayı başarmakta idi.
Şehnaz’ın oda hizmetçisi olan Sofi isminde bir Fransız kızını ne Mirsak’a ne de Gabat’a asla kıyas edemeyiz. Bu kız ancak on dokuz, yirmi yaşında, varışlı gelişli dalyanlar gibi bir kız olup çehrece de o kadar güzeldir ki bu büyük güzelliği kendi etkisini meydana koymak için öyle süse müse de muhtaç değildir. Bir oda hizmetkârının sadece elbisesi eğer bir çirkin kadının üzerinde küçük görülmeye neden olabilirse de Sofi’nin üzerinde bulununca kimse elbiseye dikkat bile etmeyip fistanına sığmayan balık gibi sımsıkı bir vücudun kim bilir ne kadar körpe bir şey olduğunu tahmin için insan gözlerini kızın gerdanından, boynundan, yüzünden ayırıp da elbisesiyle uğraşmaya zaman bulamazdı.
Bu yosmanın güzelliğinden kendisinin habersiz olmadığını da özel olarak yazmalı ve uyarmalıyız. Hatta kendisini görenlerce vücudunun ahengi ve yüzünün güzelliğinin ne etki yaptığını kendisi de daima gözler ve her hâl, duruş ve tavrını ona göre düzenlerdi. Hatta bir defa Resmi Efendi, Matmazel Şehnaz Hanımefendi ile birlikte kahvaltı etmek şerefine ulaştığında (Çünkü Bahtiyar Paşa dairesi pek alafranga olduğundan kaç göçe o kadar uyulmaz.) Sofi bu sofrada yemek takdim etmekteydi. Misafirin sol tarafına yemek tabağını uzattığı zaman en usta hizmetçiler için birinci derecede dikkat edilmesi lazım geldiği gibi burnunun solumasıyla yemek alan kişiyi rahatsız etmemek için başını o kişinin tepesi hizasına doğru kaldırınca Sofi o kadar yaklaşmış ve öyle güzel bir duruş almıştı ki kızın gerdanında olan güzellik öyle göz yumulması mümkün olan güzelliklerden de olmadığı için Resmi biraz başını kaldırdığı zaman gözleri kamaşır gibi bir şeyler hissetmiş ve hemen aklını başına alarak kendi kendisine, “Vay canına yandığım yosma şey! Sanki yemek takdim etmiyor! Güya gerdan takdim ediyor!” demiştir. Sofi de Resmi’de olan bu çalkantının farkına vardığından yüzünde o kadar hafif ve anlamlı bir gülümseme görülmüştür ki artık bu gülümsemeyi ne yolda anlamak isterseniz sizi hür ve yetkili bırakırız.
Nasıl? Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırmış olduğu şu Bahtiyar Paşa ailesine tanıtılmak bahtiyarlığını siz de kendiniz için arzu ederdiniz ya!
Bu aileden hikâye kahramanları arasında hemen birincilerden sayılacak kişi hakkında henüz gereken ayrıntıları vermedik. O ise Şehnaz Hanım’dır. Yalnız Şehnaz Hanım’ın bu hikâyenin geçtiği zamanlarda on yedi yaşında bulunduğunu söylemiştik. Bu kadar düzenli bir terbiye içinde bulunan bir kızın ne kadar mükemmel olmasını arzu edersiniz? Vah yazık ki bu arzunuzun yerine geldiğini göremeyeceksiniz. Şehnaz Hanımefendi aslında yüce kudretin o kadar özenerek yarattığı ve süslediği bir sanat eseri olmadığından, kız sekiz dokuz yaşlarına geldiği zaman sanki Yüce Sanatçı Hazretleri bu yarattığını kendisi de beğenmemiş de modelini beğenmeyen ressamların fırçalarını boyaya batırarak çizimlerine doğru serpiverdikleri gibi hatsız hesapsız çilleri ve çiçek bozukluklarını bu kızın yüzüne serpivermişti.
Boy, kısaya yakın orta; vücut, bir iskelet olup yaradılıştaki inada bakınız ki dişler de dudaklarından dışarı fırlamaya her zaman hazır ve tetiktedir. Uzun bir yüze, ufacık bir burun ne kadar yakışmaz ise, bir sivri çene üzerinde ve bir geniş ağzın ipince dudakları arasında bu dişlerin bile o kadar yakışıksız olacağını aklınızda bulabilirsiniz.
Güzel ahlakın en güzel yüzlerde aranılması gerekeceği hakkında verilmiş olan bir karara itirazınız var mıdır? Yok ise Şehnaz Hanım’ın ne kadar hoppa, ne kadar hırçın, ne kadar kıskanç bir şey olacağını da ayrıca anlayınız.