
Полная версия:
Kalabalık
Ayağı toprağın dibine ulaşmıştı artık, orada nem üzüm kökleriyle birleşmişti, kurtulmak için çekip çıkarmaya uğraştı ğında mutlaka bir yerini incitiyordu.
Sonra bütün pencerelerin ışıkları kapandı, karanlık avluyu ay ışığı aydınlandırdı ve çevresindeki asmalar yılan gibi uzadı. Uzayarak çevrede ne varsa hepsini kapladılar. Arabaların üzerine tırmandılar, ağaçların dallarına doğru uzadılar, kedilerin vücuduna sarıldılar.
Oturduğu yerde ansızın tüm vücudunun kaşınarak uzamak istediğini farketti. Ayaklan, elleri, kollan, parmaklan binaya doğru uzuyordu…
Uzayarak binaya sarılıp pencerelerin, balkonların korkuluk larıyla yukarıya tırmandı. Asma dallarıyla bir binaya sarıldı.
En üst kata tırmanarak yüzünü pencerelerine dayadı ve çevresine bakındı.
.... İçerideki odanın ışığı açıktı. İçeride bir sürü adam vardı. Tavanda avize yerine babası asılmıştı, adamlar odanın içinde dolaştıkça babasına dokunuyor, onu sallıyorlardı.
Annesi odanın ortasında oturup pirinç ayıklıyordu.
Babası bir süre daha böyle sallandı tavandan, sonra nasıl olduysa askı kırıldı, babasıysa yere düşerek inledi.
Annesi ayağa kalkıp ellerini önlüğüne sildi, babasını yerden kaldırdı, sandalyenin üzerine çıkarak tekrar onu az önce düştüğü yerden astı. Askının devamlılığını kontrol ettikten sonra yere indi ve yine pirinç ayıklamayı sürdürdü.
Babası tavandan asılarak elleri cebinde bir süre tavandan sallanarak annesiyle tartıştı. Sonra iyice sinirlenerek tavandan asılı olduğu halde el kol haraketleri yapmaya başladı.
Hal böyle olunca annesi kemere benzer bir şey getirdi ve babasının ayaklarını, kollarını sımsıkı sarıdı, ağzına bir şey tıkadı ve yine işine devam etti.
Sonra adamlar gelip babasını askıdan aldılar, inleyerek kurtulmak için çaba harcamasına aldırmadan onu tabuta koyarak götürdüler.
Sonra o, binaya sarılmış kolları ve bacaklarıyla fark etti ki, babasının tabutunu onu kolları üzerinde taşıyorlar. Kalabalığın çevresi boyunca soğuk, kaygan yılan misali kıvrılarak aşağıya kaydı.
Güçsüz bir halde:
“Anne.”, diyerek ağladı.
İçerideki odada hala pirinç ayıklayan annesi pencereye yaslanan yüzünü gördükte kalkıp geldi, camı açıp onu kucağına götürdü, atıp tutarak:
“Yavrum ağlamasın.”, dedi, getirip yarıkanalık odanın ortasında, halının üzerinde oturttu.
…Babasını götürmemişlerdi…
Babası yukarıda, tavandan asılmıştı, oradan açık gözleriyle, solmuş çehresiyle onu izliyordu…
Küçük elini uzatarak babasının ayağına dokundu. Babası tavanın askısını kıpırdatarak sallandı.
Annesi de gelip babasının ayağını kıpırdattı, sonra karnına basarak acayip bir ses çıkarttı. Babasının sararmış çehresini seyredip ağladı. O, ağladıktan sonra annesi babasını bu odanın tavanından alarak öbür odanın tavanından astı. Ve babasının gürültüsü bir süre de öbür odadan duyuldu.
Açtı diye yerden bulduğu gazete parçasını yedi.
Sonra abisi geldi. Koltuğunda bir süre gazete vardı. Gazeteleri onun önüne bırakarak burnunu sıktı:
“Ye bakalım. Yeni gazeteler bunlar”, dedi.
Sonra gülerek kocası geldi, eline sinekleri öldürmek için kullanılan araçı vererek:
“Öldür bakalım şunları!”, dedi ve gitti.
Birkaç gün, belki de birkaç ay, güneş batıncayadek, ay doğun cayadek rüzgarlar estikçe, yağmurlar yağdıkça elinde o alet durma-dan sinekleri öldürdü, amma yine de bitiremedi. Sineklerden sonra tüm ev sineklerin çıkardığı sesi tekrarladı, evde ne kadar çatal, bıçak, iğne, iplik varsa hepsi sinekler gibi uçmaya başladılar.
Onları ilk önce kürekle, daha sonraysa baltayla öldürmek zorunda kaldı. Her şey bununla bitseydi sorun neydi ki? Çatal bıçaklardan, iğne ipliklerden sonra bir de yataklar, yastıklar, minderler uçmaya başladılar. Sadece uçmakla yetinmediler, aynı zamanda acayip yaygara kopardılar. İşte o an daha fazla dayanamadı, atılıp odanın ortasında bulunan avizeye bindi, avizeyi bir süre sallayarak olanağını bulduğu anda kendini odada uçan yatağın üzerine attı. Evin ortasında dolaşırken aynı anda büyük keyifle:
“Heyyyy”, diye sesi yettikçe bağırdı.
Sonra aşağıdan birisi onu çok sakin sesle çağırdı. Aşağıya baktığı zaman kayınpederini gördü. Kayınanası da yanındaydı. Evin ortasında, ellerinde sepet hayretten dona kalarak onu seyrediyor, sakin sesle:
“İn aşağı, yavrum!”, diyorlardı.
Aşağı inerek mahçup mahçup kayınpederiyle ve kayınana sıyla karşılıklı oturdu. Kayınpederi kırışmış yüzüyle:
“Kızım,yatak uyumak içindir”, dedi Kayınpederiyle ve kayınanasıyla uzun süre karanlık bastır dıkça, rüzgar kendi pencerelere vurdukça böyle karşılıklı oturdu. Oturdukça ihtiyarladı, dizlerinin üzerinde bulunan ellerini kırışlar kapladı, gözleri zayıfladı.
Sonra kayınpederine bakarak boğula boğula öksürdü. Kayınpederi ve kayınanası da ona bakarak öksürdüler. Bu öksürme töreni bir süre daha böyle devam etti. Üçü de hep beraber öksürdüler. Sonra kayınpederiyle kayınanası yardımlaşarak onu odasına götürdüler, yatağa yatmasına yardım ettiler. Yanı başında oturarak ona kaşık kaşık su içirdiler. Sonunda kaşık kaşık su içirmekten bıktılar galiba ve onun boğazına suyu kovayla döktüler. Soluğunun kesildiğini hissetti.
Sonra kocası geldi, aşağı eğilerek genç çehresiyle onu seyretti. Elini uzatarak dudaklarında tebessüm onun gözlerini kapadı.
Sonra müzisyenler geldiler, yerlerini rahatladıktan sonra onun yanı başında durarak hüzünlü bir müzik çaldılar. Kayı nanası ayağa kalkıp sıcak dudaklarıyla onun alnından öptü ve parmaklarının ucunda bir hayli dans etti.
Sonra onu yatak birlikte götürdüler. Müzisyenler de peşinden geliyorlardı. Merdivenleri indikçe zurnanın sesi yine en yüksek tona kalktı, katlarda kapılar sonuna kadar açıldı, komşular ağlayarak:
“Annen ölseydi de bu gününü görmeseydi”, diyorlardı.
Takatsiz bir halde kafasını kaldırarak:
“Annem de, babam da yok, ben öksüzüm, yetimim”, diye bildirdi.
Bu sözünden sonra tüm katlarda feryat sesleri birbirine karıştı, apartmandan semaya çığlık karışık bir inilti yükseldi. Bu inilti sonra usul usul tüm şehri kapladı.
Yatakta, üzerinde çiçekler şehrin kalabalık caddelerinde dolaştıkça tüm şehir ağladı onun bu haline. Yüksek yüksek binaların camlarından onun üzerine çiçekler serptiler. Üzerindeki gül dağı yüzünden onu taşımak zorlaşmıştı diye onu çok sırtlarında taşımadılar, yere koydular ve öyle götürdüler. Getirip beyaz tavanlı, beyaz duvarlı büyük bir odaya attılar, yukarıdan aşağıya onu seyrettiler, yüzüne ışık tutarak:
“Korkma artık. Her şey bitti”, dediler…
Sonra ona beyaz sarğının içinden siyah sessiz gözleriyle uzaklara, bilinmezlere bakan çocuğu göstererek:
“Bak, işte bu kız çocuğu senin.”, dediler. Sonra çocuğu onun yanına bırakıp gittiler.
Çocuk siyahımsı mor renkteydi, gözlerini kırparak tavanı izliyordu. Sonra ona doğru dönerek morarmış çehresiyle, tanıdık sesiyle:
“Nasılsın?”, diye sordu, sonra sargıdan çıkarak onunla karşı karşıya oturdu, elini çenesine yaslayarak:
“Bakıyorum ki, iyi değilsin, kötüsün hem de çok kötüsün.”, dedi.
Sonra gözleri dalıp gitti:
“Ben de kötüyüm.”
Ve ekledi:
“Hem de çok kötüyüm.”
Ayağa kalktı, küçücük elleriyle açık göğsünü ve karnını gösterdi ona. Kırmızı kalbinin bir bölümü simsiyahtı.
Çocuk bir süre açık karnıyla oturup onu seyretti, sonra küçük, sivri parmaklarını daldırıp iç organlarını kanattı, kalbinin kırmızı bölümünü deldi, bağırsaklarını yere dağıttı ve kanlı parmağıyla onun alnına iki çizgi çekti. Sonra kanlı çizginin birini de kendi alnına çekti ve batmış sesiyle:
“Galiba, yanlış yaptım.”, dedi.
Daha sonra gözleri hayretten büyümüş doktorlar geldi, çocuğu kanlı bezine sarıyarak onun bilmediği bir yere kadar götürdüler.
Az sonra çocuğun batmış sesi öteki odalardan duyuldu. Çocuk ağlayarak:
“Kötüyüm. Hem de çok kötüyüm.”, diyordu.
Çocuğun sesinden sanki bayıldı. Kim bilir belki de ölmüştü?.
Ne olduğunu anlamasa da, bir süre karanlık, havasız ağın içinde çırpındığını hissetti.
Sonra kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Büyük elma ağacıydı. Ağacın elma dolu dalları titriyor, elmaları yere serpiyordu. Sonra ansızın gözü ağacın dalları arasında oturmuş babasına takıldı. Babası ağacın en yüksek dalındaydı, dalları sallayarak ona bakarak gülümsüyordu.
Sonra babası dalları sallamaktan vaz geçip:
“Yukarıya kalk”, dedi.
Ağacın gövdesine merdivenleri çıkıyormuşcasına tırmanarak bir anda babasıyla karşı karşıya oturdu.
Babası öğrencilik resimlerindeki kareli gömleğindeydi. Kafası usturayla kazınmıştı, gömleğinin eski yakalığından zayıf en sesi gözüküyordu.
Babası daldan elma kopardı, pembe avuçlarında elmayı ikiye bölerek bir yarısını ona uzattı:
“Al bakalım!”
Elmayı ısırdıkça gözleri bulut bulut doldu. Babası ağladığını farketmesin diye yüzünü döndü.
Elma, babasının nefes borusuna takıldı, gözleri büyüyerek:
“Kötüsün.Bakıyorum ki, çok kötüsün”, dedi.
Babası bunu söyledikten sonra uzun uzun düşündü:
“Biz olmadan yaşayamıyorsun, yavrum”, dedi.
Sonra sanki birileri yukarıdan babasını çağırdı. Babası yukarı bakarak bir şeyler söylese de o, babasının ne söylediğini anlayamadı. Yalnız babası bulutlarda son bulan dalla yukarıya doğru tırmandıktan sonra:
“Baba!”, diye bağırsa da, babası oralı bile olmadı. Yukarıya doğru tırmandıktan sonra yaprakların arasında kayboldu. Ara sıra yukarıdan heyecanlı sesi duyuluyordu:
“Bu dünyada hep böyledir. İyidir, ya da kötüdür, bunu bilmek mümkün değil.
Elindeki elmayı yere atarak yukarıya doğru tırmandı. Tırmandıkça elleri, kolları dallara takılıyordu.
Dalların üzeriyle sürünerek yukarıya doğru baksa da babasını göremedi. Sanki babası bulutların öbür tarafındaydı.
Rüzgar iyice hızlanıyordu. Dallara sarılarak aşağıya baktığında dizleri esti. Avluları bile gözükmüyordu. Yukarıya bakarak bağırdı:
“Baba! Peki, ben ne olacağım, baba?”
Babasındansa yanıt yoktu.
Rüzgar dalları korkunç bir biçimde sallıyordu.
.Rüzgar bu kez baya hızlı esti, onu götürüp aşağıya fırlattı ve o ağacın bir yerindeyken gözlerini kapattı. Kalbi duracakmış gibi oldu. Onun çığlığını annesi duydu ilk önce, ağacın altına gelip bir yaygara kopardı hemen:
“Böyle dert mi olur ya?”, diye ağladı, bu zavallı çocuğun suçu neydi ki?
Sonra iç geçirerek onu tatlı dille ağaçtan indirmeye çalıştı: “Kızım! Benim akılllı kızım, in aşağıya. Akıllı ol, in aşağıya” Kocası da geldi. Kocası üç tekerlekli çocuk biskletiyle geldi. Gelip annesiyle beraber durdu. Ve yukarıya bakarak:
“Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çıldırdın mı?”, diye sordu.
“Ne diye çıldıracak mışım ki?”
“İn aşağıya”, diye kocası bağırdı.
Ne kadar çalışsa da, dallar onun inmesine izin vermediler. Dönüp baktığında elbisesinin dallara takılan bölümünün yeşillendiğini gördü. Daldan asılıp kafasını aşağı indirdi. Bu bir nevi teslimiyet işaretiydi.
Kocası pantolonunun paçalarını sıvayarak onu daldan koparmak için ağaca tırmanmak isteği bir sonuç vermedi. Onun bu tırmanma isteği sadece gövdenin kuru kabuğunu ovdu. Hal böyle olunca kocası:
“Adam ol yahu, in aşağı” dedi ona.
Sonra bir yerlerden büyük, paslı bir testere buldu ve ağacı testereyle kesmeğe başladı.
Testerenin eğri dişleri ağacın gövdesine işledikçe kolları acıdı, ayaklarının dermanı kesildi. Daldan koparak yere yeşil elmaların arasına düştü. Toprak boyunca yuvarlanarak iki üç elmaya çarparak durdu.
Kocası testereyi atarak yakına geldi, annesiyle beraber aşağı eğilerek gözlerini kısıp onu bir süre aradılar.
Kocası ilk önce onu, sonraysa elmaları inceledikten sonra:
“Nereden bileceğiz onun hangisi olduğunu?”, diye sordu.
Annesi omuzlarını kaldırdı, gözlerini kısarak onu başka elmaların arasında aramaya başladı.
Kocası en yakınındaydı, sık sık gözlerini kısarak:
“Yeter, akıllı ol.”, dedi.
Annesiyse dizlerinin üzerine çökerek elmaları tek tek sıvazlıyordu:
“Doğru söylüyor, yavrum, akıllı ol.”
Soluğunu içine çekip kendini belli etmedi.
Kocası kalkıp öfkeyle:
“Bu ne biçim iş ya?”, dedi ve iri adımlarla yürüyerek bisikletine binerek korna çalarak gitti.
Annesi iki adım ondan kenarda oturdu, zavallı bir görüntü alarak:
“Kızım, hiç olmazsa bana acı”, dedi.
Annesi daha bir süre oturup elmalardan konuştu, ağladı, sonra kalkıp yorğun adımlarla gitti.
Uzun süre böyle bir süre elmanın arasında rüzgarın salladığı bir çift yaprağı kollayarak bekledi.
Sonra kreş çocukları geldiler. Gelip elmaları ceplerine, kucaklarına topladılar, her birisini bir iki kez ısırdıktan sonra bir birilerine attılar.
Onu yerden ufak boylu, yuvarlak kafalı çocuk kaldırdı, bir süre yumuşak, sıcak avuçlarında sağa sola döndürerek izledi, koklayıp yanaklarına sürdü, yüzünü sıvazladı. Sonra avucunun içinde sıvazlayarak kreşe götürdü.
Öğlen yemeğinden sonra da onu ısırmadı, öylece avucunun içinde bekleterek baktı, kokladı, yanağına sürdü.
Öğleğin tüm çocuklar kiyafetlerini soyunarak yataklarına yattılar, yorganlarının altında elmalarını ısırarak yediler.
Yuvarlak kafalı çocuksa yatağına yattı, onu da yastığının yanı başına koydu, yine onu ısırmadı, parmağını onun alnında, burnunda dolaştırıp sevgi dolu gözleriyle direk onun gözlerine baktı ve sessizce uyudu.
O da sessizlikten uyudu.
Rüyasında yine ağaçtaydı. Yine daldan asılı kalmıştı. Yine ağacı testereyle kesmek için çaba harcıyorlardı, yine ağacı sallı yorlardı.
Gözünü açtığında Zerkalem hocanın onu omzundan silktiğini gördü:
“Öldün mü?”
Kalkıp yatağın içinde oturdu. Çocuklar uyanalı çok olmuştu, çevresinde toplanarak ona gülüyorlardı:
“Ölü! Ölü!”, diye bağırıyorlardı.
Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, parmağı ağzında, şaşkın bakışlarla onu izliyordu.
Kareli şal elbisesini giydi üzerine, kollarını içine geçirerek:
“Ölü sizsiniz!” diye yanıt verdi onlara ve sonra yatağın altına sakladığı çoraplarını giydi.
Zerkalem hoca kapının ağzında duruyordu, çocuklara bakarak:
“Her kes sıraya!”, diye bağırdı, sonra ellerini sırtına vurarak ileri geri haraketler yaparak:
“Spor yapacağız şimdi”, dedi ve zıplamaya başladı: “Bir iki, bir iki!”
Hoca zıpladıkça büyük karnı da onunla beraber zıplıyordu, göğüsleri ağır toplar gibi birbirine çarparak sallanıyordu, zeminin eski tahtaları hocanın şişman ayakları altında acayip sesler çıkarıyordu. Zemin sanki hemen şimdi ortadan ikiye ayrılacaktı.
Çocuklar da ellerini sırtlarına vurarak Zerkalem hoca gibi yerlerinde zıplamaya başladılar. Sonra Zerkalem hoca daha yükseğe zıplamaya başladı. Saçları zıplamaktan bir karış yu karıya kalktı, gözleri büyüdü ve Zerkalem hoca kafası az daha tavana değecek biçimde zıplayarak:
“Yukarı, az daha yukarı!”, diye deli gibi gülmeye başladı.
Çocuklar da Zerkalem hocaya bakarak daha yüksek zıplamaya ve onun gibi çılğınca gülmeye koyuldular.
Yalnız o yuvarlak kafalı çocuk yükseğe zıplayamıyordu, ellerini sırtına vurarak serçeler gibi yerinde tekliyordu.
Zerkalem hoca ansızın o yuvarlak kafalı çocuğu farketti, kaşları çatıldı, çehresi eğile eğile ayağa kalktı ve çocuğun üze rine yürüdü:
“Bu ne biçim zıplamak böyle?”
Yuvarlak kafalı çocuk bir gözü Zerkalem hocada, yüzü bembeyaz tüm vücudunu toplayarak kendini yukarıya fırlattı, fakat olmadı, demin zıpladığından daha yükseğe zıplayamadı.
Hal böyle olunca Zerkalem hoca dişlerini gıcırdatarak yuvarlak kafalı çocuğun kulağından tuttu, onun kulağını anahtar çeviriyormuşcasına üç dört kez çevirdi.
Çocuk kedi yarvusu gibi miyavlayarak sustu, dizlerinin üze rinde emekleyerek yatakların arasında sürünüp duvarın dibine kadar geldi, orada oturup kulağını sıvazlayarak ağladı.
…O, atılıp Zerkalem hocanın omzuna bindi, dişlerini kulağına geçirip gücü geldiğince sıktı.
Zerkalem hoca ne kadar bağırsa da, onu kulağından ayırmak istese de, bunu yapamadı, hoca kulağı onun dişlerinin arasında bir süre böyle koridor boyunca koştu.
…Onu Zerkalem hocanın kulağından kelpetenle ayırdılar, sonra usul usul hocanın kulağını onun ağzından çekip çıkardılar.
Sonra bilmediği birisi tebessümlü çehresiyle ona yaklaştı, kolundan tuttu, saçlarını okşayarak kreşin içiyle de götürdü, eline şeker verdi, kreşin dış kapısını açıp onu dışarı çıkardı.
Elinde şeker dışarı çıkıp durdu.
O, dışarı çıktıktan sonra arkadan kapıyı aceleyle kitlediler. Üç dört kez anahtarı çevirdikten sonra bir de kapının arkasına büyük boy demir parçası da geçirdiler.
Hocalar, çocuklarla beraber kreşin küçük, dörtköşeli camlarından korkmuş çehreleriyle onu seyrediyorlardı. Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, onu seyrederek sessiz sessiz ağlıyordu.
İlk önce kapıyı yumruğuyla çaldı, sonraysa tekmelemeye başladı. Sonra zıplayıp pencerenin korkuluğuna tırmandı. Yüzünü cama yaslayarak içeriye baktı, camın öbür tarafındakiler korkarak gerisin geri koşmaya başladılar.
Her kes ondan korkunca o da yere inerek kreşin sonsuz avlusunda öfkeyle, yapayalnız adımladı.
…Karanlık oldukça kreşin büyük avlusunda değişik yara tıklara benzeyen ağaçlar ortaya çıkıyordu. Ağaçların bir kısmı köpeğe, bir kısmıysa file benziyorlardı. Deveye benzeyen ağaçlar da vardı, boyunlarını uzatarak, sağa sola eğilerek zincir gibi etrafında dalgalanıyorlardı…
Ağaçlar çoğaldıkça değişik hayvan sesleri çıkarıyorlardı, birisi keçi gibi meliyor, ötekisiyse çakal gibi uluyordu…
Arkasında garip bir gürültü duydu. Sanki birileri ağır ayaklarıyla bir dalı ezdi. Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Koştukça ağaçların kuru dalları yüzünü, omuzlarını çiziyor, kanatıyordu.
Sonra koşuyorken ağaçların birinin dalı onun koluna geçerek koşmasına engel oldu.
Kafasını kaldırdığında dedesini gördü, kolundan yakalamış, kafasını sallayarak durmadan:
“Hayır, hayır!”, diyordu.
Dedesi yalnız değildi. Yüzü uzunca siyah giysili adamların arasındaydı. Adamlar bitkin bir halde babasının cesedini götürüyorlardı.
Dudağını bükerek:
“Babam nerede?”, diye sordu.
Dedesi eğilip kocaman gözleriyle ona baktı, parmağıyla gözlerinin içine bakmasını söyleyip:
“Bak, gözlerimin içinde!”,diye yanıt verdi.
Parmaklarının ucuna kalkıp dedesinin kahverenkli gözlerinin içine baktı, kahverenkli montuyla gözün içinde oturmuş, hüzünlü gözleriyle onu seyreden babasını gördü.
Kalabalık biraz daha yürüdükten sonra durdu.
Babasının cesedini yolun ortasında bıraktılar. Siyah giysili adamlar cesedin çevresinde dolaşarak ona yol açtılar, hüzünlü gözlerle ona baktılar.
O, cesetle karşı karşıya duran büyükçe sandalyenin üzerine çıkarak ellerini arkasında çaprazladı.
O anda büyük ölçekte ışık düşüre bilen projektörleri yaktılar.
Projektörlerin ışığından içi daralarak, gözleri büyüyerek:
“Afrika dünyanın Ekvatör çizgisinde bulunuyor.”, söylediği laflar yüzünden kendisi de mahçup olmuştu.
Babasıyla alakalı söyleyeceklerini unutmuştu. Aklında bulunan tek şey bir zamanlar haritada gördüğü Ekvatör’ün altında bulunan armuda benzeyen Afrika’ydı.
“Afrika’da sonsuz çöller, tropik ormanlar var.
O, konuştukça alkış sesleri yükseliyordu, sonra babasının siyah çerçevede büyütülmüş resmini ona uzutarak:
“Konuş”, dediler.
O, bir elinde babasının resmi, öteki elindeyse tahta konuştu. Tahtayla babasının burnunu göstererek:
“Bu, babamın burnu!”
“Her kes alkışladı onu.”
“Bu kulakları.”
Sonra yere indirerek elinde babasının resmi onu cesedin önüne götürdüler ve o, kalabalığın içinde yürüdükçe:
“Bu, babamın gözü…Bu, bıyıkları..”
O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:
“Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.
Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:
“Bu, burnuymuş, bu da kulakları..” söylediler.
Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim buruştu, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.
Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu: “Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.
Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.
Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.
Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu..
Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öf keli sesiyle:
“Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.
Diğer resimleri toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:
“Bu babaannem.Bu babaannemin ablası..Bu onun teyzesinin oğlu. Bu gördüğünüzse teyzesinin oğlunun çocuğu.”
O, konuştukça fen hocası Zehra hoca ellerini arkasında çap razlayıp sıraların arasında dolaşıyordu. Öfkeli yüzüyle onu seyrederek:
“Teyzesinin oğlunun çocuğu değil, teyzesinin torunu, tamam mı?”diye yanlışını aradan kaldırdı.
“Bu benim dedem.Bu benim dedemin babası. Bu, onun öteki çocuğu.”
Sonra ansızın Zehra hoca gittiği yerde durdu, geriye dönerek cebinden armut çıkararak kaşlarını yukarı kaldırıp:
“Ya, bu?! Bu kim?”, diye sordu.
Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:
“Bu, odur!”
“Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay koydu kendi için ve çayını içerek:
“Peki, o zaman.Bunu ne yapmalı?!”
“Camın önüne bırakarak olgunlaştırmalı.”
“Doğru. Hadi, o zaman götürün!”
Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmaya başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olgunlaşacağı günü bekledi durdu.
Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.
Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu ka çırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarla rın arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu.
Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyordu. Ara sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu.
Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti.
O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu.
Annesinin saçları dökülüyordu…
Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu.
Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti…
Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü.
Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymaya başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.
Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu.
Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:
“Kötüyüm!.”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok kötüyüm!.”
Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çık madı.
Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.
Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu: