
Полная версия:
Kalabalık
Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:
“Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.
Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:
“Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal.”
Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürü yorlardı.
… Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.
Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.
Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:
“Zavallı yavrum “, diye inliyordu..
Babası tabutu böylece taşıyor, aynı zamanda neresinden çıkardığı belli olmayan şişeden su içiyordu. Sonra yürümekten yorulmuş bir iki adamı da sırtına aldı, içtiği su midesine bile inmeden acıyla tabut arkasında yürümeyi sürdürdü.
Dedesinin arkasından ne kadar koşsa da bir türlü ulaşamadı. Dedesi siyah kalabalığın arkasından bir süre koştu, sonraysa ortalardan kayboldu.
“Anne!”, diyerek hüngür hüngür ağladı.
“Canım, yavrum!”
Annesi şişmanlamıştı. Karnını sallayarak gelip onun başının üzerinde durdu, eğilip bir süre onu seyretti, daha sonra kucağına götürdü, sallayarak:
“A a a a”, dedi.
Annesinin göğüs uçları çok büyük ve de sertti diye hiçbir şekilde ağzına girmiyordu.
Annesi onu ilk önce yavaş yavaş, sonraysa hızla sallamaya başladı.
Sonra daha hızlı sallamaya başladı ve kendisi de onun yanına oturdu. Beraber sallanmaya başladılar. Salıncağın hızı gittikçe iyice artıyordu. Sallandıkça yanında yatan annesine bakı yordu.
Annesi sallana sallana uyumuştu. Yarı açık ağzından uyuduğu için uyuşan ve küçük küçük titreyen dili gözüküyordu.
Salıncağın hızı arttıkça annesinin horlaması da artıyordu. Annesi horladı, horladı ve en sonunda onun horlaması aslanların haykırtısına dönüştü. Annesinin haykırtısından korkarak üşüdü, kafasını annesinin göğsüne sıktı. Annesinin göğsü yumuşacıktı ve sanki derinliklerinde bir makine çalışıyordu.
Annesi haykırdıkça tüyleri diken diken oluyordu, güneşin çehresi morararak lekelerle kaplanıyordu, salıncağın gözükmeyen tarafları acayip sesler çıkararak kırılacak gibi oluyordu.
Sonra nasıl olduysa annesi ansızın öyle bir haykırdı ki, salıncak koparak geriye uçtu.
Kafası annesinin göğsünde, kulağında annesinin göğsünün derinliklerinde çalışan saatin sesi uzun süre geriye uçtular, daha sonra yere düştüler.
Ayağa kalkarak seke seke evveli ve sonu bilinmeyen duvarın dibiyle gezerek annesini arasa da bir sonuç alamadı.
Annesi şimdi de duvarın öbür tarafında horluyordu.
… Duvarın karşı tarafında sarkaçlı saatin yanı başında, kadife kılıflı koltukta dedesi oturup gözünde gözlükleri öfkeyle gazete okuyordu. Okudukça da bacaklarını estiriyordu. Onu gördükte bacaklarını estirmedi, kaşlarını gözlüğün üzerinden az daha kaldırdıktan sonra:
“Vay be!”, dedi ve başka bir şey söylemedi.
Sekerek dedesinin yanına yaklaştı ve dizini dedesine gösterdikten sonra:
“Bacağım kırıldı galiba”, diye inledi.
Dedesi bir süre hayretle onu seyrederek daha neler söyleyeceğini bekledi.
Sekerek bir adım daha ileri giderek dizini dedesine gösterdikten sonra:
“Bu bacağım işte…”, diye inledi tekrar.
Dedesi bir süre daha onun ezilmiş bacağını inceledikten sonra:
“Komşun kötüyse göç et gitsin, bacağın acıyorsa kes at gitsin.”, dedi.
Yere çökerek dizinin kapağını açtı. Dizinin içinde saat çalışıyordu. Dizinin kapağını kaldırdığında zili öttü saatin. Dedesi zilin sesine kaşlarını iyice yukarıya kaldırdı ve sesi uzayarak öf keli bir biçimde:
“Vay be!”, dedi ve oturduğu koltuğundan aşağı eğilerek terliğinin tekini çıkardı, ona doğru fırlattı.
Terlik kafasının üzerinden hızla geçerek arkasında duran elinde sepet bulunan adamın yüzüne çarptı. Adam dizi üzerine çökerek ağlayacak gibi oldu ve sürünmeğe başladı. Onun yanından geçti, dedesinin koltuğuna ulaştığında durdu, onun anlayamadığı bir dilde dedesiyle bir şeyler konuşmaya başladı.
Adam konuştukça dedesi surat asarak hoşnut olmadğını belli edip sadece:
“Hayır”, diye kestirip attı.
Sonra bu adamlardan birkaçı daha geldi. Onlar da aynen az önceki adam gibi sürünerek dedesinin koltuğunun önüne kadar geldiler ve ona bir şeyler anlattılar. Onlar inledikçe dedesi iç geçirerek:
“Vay be! “, dedi. Dedesinin bu “vay be” leri zaman geçtikçe daha korkunç bir hal alıyordu.
Sonra dedesi ayağa kalktı ve koltuğunun yanı başında bulunan emzikli su kovasını alarak adamları suladı. Bir de baktı ki, adamlardan teki yeşerdi. Sonra dikkatlice baktıktan sonra adamın yeşermediğini, sadece tüm vücudunu kirpi gibi dikenlerin kapladığını farketti.
Arada kirpi adam ona bakarak sırıttı ve burnunun ucundaki siyah, yuvarlak beni sıkarak araba kornasına benzeyen bir ses çıkardı.
Dedesi oturup esneyerek onu izliyordu. Sonra bir yerlerden dedesinin nohut kadar karısı, babaannesi geldi, dedesinin avucuna çıktı, dizlerinin üzerine çökmüş adamlara el kol haraketleriyle bir şeyler söyledi.
Babaannesi konuşmasını bitirdikten sonra dedesinin kolunun üzerinde yürüyerek boğazına, oradan kafasına tırmandı, kulağına girerek ortalardan kayboldu.
Sonra nasıl olduysa adamlar dizlerinin üzerinde ona doğru yürümeye başladılar.
… En önde kirpi adam geliyordu, ara sıra yumağa dönüşerek sırtındaki oklardan ona atıyordu. Oklar kafasının, omzunun üzerinden hızla geçiyordu.
… Dönüp biri uzun, ötekisi kısa bacaklarıyla yalpalayarak ördek gibi koşmaya başladı.
Arkadan dedesinin öfkeli sesi duyuluyordu. Sık sık iç geçirerek “vay be!” , diyordu.
Arkadakiler gelip yetiştiler ona, yere düşürerek bağırtarak tüylerini tek tek çekip kopardılar. Tüylerini tek tek çekip kopar dıkça o, bağırarak çıplak vücuduyla, örtüsüz arkasıyla yalpalayarak koşmaya çalışsa da onu yakaladılar. Adamların elinden kurtulamadı. Onu yere düşürerek ayaklarını iple sardılar, kollarını geriye katlayarak dilini dışarı çıkardılar. Sonra vücudu korkudan kasıldı, bıçağın sivri ucunu gırtlağında hissetti. Bıçak damarları boyu kaydıkça nohut babaannesinin sesini duydu:
“Kafasını bırak”, babaannesi ince sesiyle konuşuyordu: “Sofra için böylesi daha güzel.”
Babaannesi hem konuşuyor, hem de onu bir güzel haşlamak için ateş yakıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin kokusu duyuluyordu.
Adamlardan bir bir, güçlükle kurtuldu, kan fışkıran boğazıyla, kanının içinde kayarak kesik kafası omuzunda annesine doğru koştu.
Annesi uykudan uyanmış, yattığı yerde esniyordu, onun kesik kafasına bakıyordu gözlerini kırpmadan:
“Gel, uyu”, diyordu “Yarın erkenden uyanmalıyız.
Bir süre böyle sadece damarlarına ilişmiş kafası annesinin ayaklarında, bulutlu semayı seyrederek hırıldadı ve sustu. Sonra rüzgar esti. Estikçe hızlandı.
Yine rüzgarın sesinin içiyle uzaktan baykuş sesleri duyul du.Kalabalık yine çok yakındaydı.
Bağırmak istedi, fakat sesi çıkmadı, boğazından ses değil de, çok korkunç bir hırıltı çıktı. Hırıldayarak:
“Gitme, Hektor, gitme o kanlı savaşa”, diye bağırdı ve bayıldı.
Onu da tabuta koyarak babasıyla beraber götürüyorlardı.
Anneannesi sırtını eğerek, zayıf, kemikli kollarını sallaya rak her kesten önde yürüyordu:
“Yavrum ölüyor, yavrum, heeeyyyyyy!”, diye bağırıyordu, fakat gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir türlü belli değildi.
Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.
…Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılı yordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu.
Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:
“Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.
Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:
“Uhu uhu uhu!”, diye karşılık vererek sustu.
Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu.
İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti.
Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.
Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyordu. İçeri girerek durdu.
Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özen le oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleye rek dedesinin kucağına geri döndü.
Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.
Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.
Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:
“Bu ben miyim yani?”, diye sordu.
Fotografçı öfkeyle:
“Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.
Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı.
…Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı.
Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmedi. Koş tukça siyah giysili adamların sert elbiseleri canını acıttı, yalın ayakları sert çizmelerin altında çiğnendi. Sonra yine etrafta baykuş uludu. Duraksadı ve etrafı kolaçan etti.
Her taraf sımsıkı ağaçlarla kaplıydı. Büyük ağaçlar, rüzgar estikçe birbirine çarpıyordu, siyah yapraklarını estirerek baykuş sesiyle uluyorlardı.
Babasını yine bir yerlerde elinden düşürerek kaybetmişti.
Korkudan kalbi duracakmış gibi olduğunda kendi kocaman palamut ağacının altına attı, yüzünü palamutun kuru gövdesine sürerek ağlayıp birilerine:
“Korkuyorum”, dedi, sonra kulağını palamutun gövdesine sıkarak kalbi titreyerek içeriyi dinledi.
Palamutun içinden tık yoktu. Ara sıra derinliklerinde sanki bir şeyler kırılıyordu.
Kafasını kaldırarak palamutun dallarını seyretti.
Palamut kuruyalı çok olmuştu. Yapraksız dalları cansız odun gibi kuruyarak eğilmişti. Dalların arasından semanın bir bölümü ve bir de yarısından bile az kalmış eğri hilal gözüküyordu. Bir de semanın ta derinliklerinden insan sesleri duyuluyordu.
Semalarda insanlar vardı. İnsanlar gürültü yaparak konuşuyor, durmadan birilerine bir şeyler anlatıyorlardı. Hepsi de öfkeliydi, sanki söylenerek gürültüyle aşağıya iniyor ve ona doğru yürüyorlardı.
Onlar gürültü yaptıkça sema da ağırlaşarak basamak basamak aşağı iniyordu, sanki inipte gökdelen gibi kocaman ağaçların üzerine çökecekti.
Palamutun kuru kabuğunu kertenkele gibi kaşıyarak gövdesine tırmandı, kendini gövdenin tam ortasında bulunan karanlık oluğa atarak soluğunu tuttu, etrafı dinledi.
Oluğun içi soğuktu, mantar kokuyordu. Sonra oluğun içinden ses duyuldu, birisi ateş yakarak yuvarlak gözleriyle bir süre onu seyretti, sonra ateşle sandalyenin üzerinde bulunan mumu yaktı.
Ufakboylu, kırsaçlı, zayıf ve küçük bir adamdı. Sık sık dişsiz ağzının üzerine inmiş burnundan soluyarak dikkatlice onu izliyordu. Sanki, bu küçük adamın gözlerinde hayretten ve kor kudan başka bir şey de vardı. Onunla karşı karşıya oturarak, sakin bir sesle:
“Seni de mi gördüler?”, diye sordu.
“Kim görecekti ki?”
Küçük adam kibrit çöpüne benzeyen parmağını yukarıya kaldırdı:
“Onlar.”
Korkudan tüm vücudu titriyerek:
“Evet, gördüler.”,dedi.
“Korkma, buraya gelemezler.”
Sonra nasıl olduysa küçük adamın gözlerindeki hayret çözüldü kendiliğinden:
“Aç mısın?”
“Evet.”
Adam kalkıp küçücük ayaklarıyla oluğun içinde sessizce dolaştı bir süre, aşağıda, köşede bir şeyler aradı. Az sonra oluğun içine acayip bir koku yayıldı, sonra sıcak yağın çatırtısı duyuldu ve küçük adam elini yakan tavayı güçlükle taşıyarak sandaylenin üzerine bıraktı. Gözleriyle gülerek:
“Ye bakalım.”, dedi.
Yemeğin çok tuhaf kokusu vardı.
… Küçük adam onunla karşı karşıya oturarak elini çenesine yasladı, onun nasıl yemek yediğine dikkat ederek saçını okşadı ve: “Annen baban neredeler?”, diye sordu.
Yemek boğazına takıldı, gözleri doldu:
“Annem de, babam da öldüler.”
Küçük adamın da gözleri doldu, acıdan dudakları buruştu:
“Kurban olurum sana, ağlama. Yemeğini ye.”
Hissetti nasıl kaşlarının altı göz yaşlarıyla doldu, yaş gözünden akarak önce yanağına, oradan da yediği yemeğin içine damladı.
Küçük adamın da gözleri dolup dolup boşaldı, ağlıyarak:
“Kurban olurum..”, kelimesini tekrar etti.
Sonra oluğun karanlık köşesine kadar gidip oradan yün kumaşa benzeyen rengi solmuş battaniye getirdi ve onu battaniyeye sardı. Küçük elleriyle saçını okşadı, ağlamaktan akan burnunu gömleğinin kollarıyla sildi ve ona göz kırptı:
“Uyu, uyu, küçük kız, uyu. Yarın güneş çıkacak, mantarlar bitecek.”, dedi.
Sonra küçük adam yine onunla karşılıklı oturarak aynı kelimeyi tekrarladı:
“Kurban olurum.”
… Battaniyenin altında ısınarak, mumun ışığını seyrederek uyudu. Rüyasında yine insanlarla dolu gök kubbesi yerlere iniyordu, insanlar yine söyleniyorlardı, rahatsız edici seslerle ona saldırmaya hazırlanıyorlardı.
Rüyadan uyanarak etrafına bakındı.
Artık sabah olmuştu. Oluğun içi bomboştu. Ne küçük adam vardı, ne sandalye, ne de tava.
Kafasını oyuktan dışarı çıkararak etrafa baktı. Orman sis kaplıydı. Ara sıra kuş sesleri duyuluyordu.
Bir sürü mantar vardı. Bağırarak küçük adamı seslemek istedi, fakat ansızın onun ismini bilmediğini hatırladı. O yüzden elini ağzına götürerek aynen küçük adamın yaptığı gibi sesini uzatarak:
“Kurb a a n olurum!”, diye bağırdı.
Sesi ormanın içinde yankılandı. Ağaçların arasında dolaştı. Ağaçlar sallanarak yapraklarını kıpırdatıp: “Kurbannnn olurrruum!”, sözünü tüm ormana yaydılar.
Üşüdü, oluğun bir tarafına sığındı, güçsüzlüğünü farkederek çenesini dizlerine yaslayarak ağladı.
Ağaçlar bir süre daha sallanarak:
“Kurbannn olurumm!”, diyerek fısıldaşmayı sürdürdüler. Sonra rüzgar esti. Uzaklardan bir yerlerden yine o korkunç gürültünün sesi duyuluyordu.
Kafasını oyuktan çıkararak dizleri boşalırcasına aşağıya baktı.
Siyah kalabalık kuru yaprakları çiğneyerek ormanın sessizliğini bozarak palamutun altından geçiyorlardı. Rüzgar estikçe tabutta siyah giysiyle yatmış babasının saçları dağılıyor du.
Siyah giysili insanlar uzun çehreleriyle onu aşağıdan yukarıya seyrediyorlardı:
“Ayıptır, in aşağıya!”, diyorlardı.
Oyuktan çıkarak bir bir güçlükle aşağıya indi. Elbisesi bir kaç kez dallara takılmıştı. Birisi onu kalabalığın içine itti ve:
“Allah belanı versin!”, diye ekledi.
Sonra uzun süre baykuşlar uluyarak siyah giysili uzun adamların arasıyla babasının cesedine refakat ettiler.
… Yine bir yerlerden ağlamak sesi duyuluyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü.
Annesi bezdeydi, ağzında biberon, yuvarlak gözleriyle durmadan onu izliyordu.
Sonra nasıl olduysa annesi biberonu yere tükürerek bayılacakmışcasına ağladı. Gelip annesini kucağına götürdü, biberonu ağzına tıkadı ve sallamaya başladı. Annesi susmadı, yine biberonu yere tükürdü ve soluk bile almadan ağladı.
Aceleyle gömleğinin düğmelerini açtı, göğsünü annesinin ağlamaktan soğumuş ağzına tıkadı. Annesi göğsünü açgözlükle emdikçe onun gözleri karardı, başı dönmeye başladı.
Sonra bir baktı ki, annesinin ağzının kenarından kan damlıyor…
Göğsünü annesinin ağzından çıkarmak istedi, fakat annesi bırakmadı, elini bezden çıkararak eliyle onun kan damlıyan göğsünü kavradı.
Annesinin elinden böyle bir süre soluk bile almadan kurtulmaya çalıştı, fakat nafile. Göğsü annesinin ağzında yine uyudu.
Annesinin iniltisine uyandı.
Annesi sırtını eğerek, arkası onu dönük oturmuştu. “Vah, canım”, diye inliyordu.
Vücudu titriyerek gelip annesiyle karşı karşıya oturdu.
Annesi sarı elleriyle insanda şişirilmiş balon etkisi yaratan karnını tutarak oturmuştu.
… Eliyle annesinin karnına dokundu. Annesinin karnında kocaman taşlar vardı sanki.
Dizlerinin üzerinde oturarak annesinin karnını ovdu, içindeki taşları usul usul ezdi. Taşlar ezilip yumuşadıkça annesi zevkten gözlerini kapayarak:
“Ohhh be!”, diye inliyordu.
Sonra teyzesi geldi. Şişman vücudunu estirerek gelip annesiyle karşılıklı oturdu, onunla beraber annesinin karnını ovdu. Sıksık yanındaki leğenden un alarak annesinin karnına serpti ve annesinin karnını hamur misali yoğurdu. Yoğurdu, küçük hamur parçaları kesti, eteğine toplayıp ayağa kalktı, annesinin sessizçe bir noktaya bakan gözlerini kapadı, üzerine beyaz bir örtü örttü ve sakin bir biçimde:
“Öldü”, dedi.
Sonra ensesine dağılan saçlarını unlu elleriyle özenle düzeltti, onun ellerini çekiştirerek:
“Gidelim”, dedi.
“Ya o?”
“O, öldü artık.”, teyzesi çok sakin konuşuyordu.
Eli teyzesinin elinde annesinin yatağından uzaklaştıkça baktı ki, annesi üzerine kapatılan beyaz örtüyü kaldırarak onların gidişini seyrediyor.
Teyzesinin evi onların eviyle karşı karşıyaydı.
Teyzesi onu avlularına getirip tandırın kenarına oturttu, eline bir hamur parçası vererek:
“Oyna bakalım.”, dedi. Kendisiyse tandırın bir kenarında oturup ekmek pişirmek için hamur hazırlanmaya başladı.
Hamur parçası beyaz ve yumuşaktı, eline yapışıyordu. İstenilen hale getirmek mümkündü. Hamurdan küçük adamlar hazırladı, onları karşı karşıya dizerek dövüştürdü bir süre, sonra bıktı, hepsini tandıra attı. Eğilip simsiyah olan hamurlara baktı. Sonra hamurlardan birkaç tanesini daha çalarak demin düzelt tiklerinden daha büyük adamlar oluşturdu. Yüzlerini parmak uçlarıyla sıkarak onlar için ağız, burun oluşturdu, sonra tekrar onların kafalarını ezip tandıra attı, tandırın kenarında dans ederek onların simsiyah olmalarını izledi.
Az sonra artık hamur parçaları bitmişti. Tandırın kenarında hamura benzeyen sadece teyzeydi. O, da arkası ona dönüktü diye onun gözlerini görmüyordu.
Parmaklarının ucunda usul usul yürüyerek teyzesine yaklaştı. Teyzesi tandıra eğilerek ekmek pişiriyordu diye kafası tandırdaydı.
Omuzunu teyzesinin arkasına yaslayarak tandıra itti.
Teyzesi tepe takla tandıra düşerek orada sessizce hamur parçaları gibi yanarak simsiyah oldu.
Teyzesini yaktıktan sonra farketti ki, gözlerine kan doldu, büyüdü ve o, vücuduna toplaşarak gözlerine dolan kanın arkasından etrafına baktı, yakmak için yine bir şeyler arıyordu.
Avluda sadece teyzesinin hamur parçasına benzeyen beyaz kedisi kalmıştı.
Gelip kedinin kuyruğundan yakaladı, onu da yakalayıp tandıra attı, tandırın kenarına çıkıp tırnağını kemirerek yakacak bir şeyler aradı.
Sonra kocası geldi, içeri girerek göğsüne baktı. Bir anda gözleri büyüdü, iç geçirdi:
“Peki, göğüslerin nerede?”
Göğüslerine baktıkta kıpkırmızı oldu, göğüslerinin yerine göğsünden büzüşmüş eldivenler asılmıştı.
Kocası öfkeyle eldivenleri izleyerek:
“Bakalım, daha ne hokkabazlıklar yapacaksın?” dedi ve hızla dışarıya çıktı.
Kocasının peşinden sokağa çıktı.
Kocası arabalarla dolu sokakla gidiyordu.
“Dön!”, diye bağırsa da, kocası duymadı.
Babası da kalabalığın arasındaydı, bir eli cebindeydi, öbür eliniyse kafasının üzerinde sallayarak:
“Renktir bu dünyada her şey!”, diye bağırarak ona doğru yürüyordu.
Babasını sürüyerek avluya getirdi, ayaklarından yakalayıp hızla soluyarak yukarıya götürdü, kapının zilini bastı.
Kapıyı annesi açtı, onları öfkeyle izliyerek tekrar kapattı kapıyı. Sonra kapıyı birkaç kez çaldıysa da, annesi kapıyı açmadı.
İçeriden piyano sesi geliyordu. Annesi piyanoda çalarak şarkı söylüyordu.
Babası piyanonun sesine uyanarak kapıyı tekmelemeğe başladı. Kapı sonunda açıldı. Babası koridora girerek yüzükoyun yere düştü, omuzlarını oynatarak çığlık çığlığa ağladı.
Annesi elleri sırtında bir süre hiç konuşmadan babasını izledi, elleri sırtında öylece bekledi bir süre. Sonra ansızın babasını tam ortasından yakalayarak onu iple sardı ve götürüp du varda bulunan dolaba tıktı ve kitledi. Anahtarı da cebine koydu.
…Babası dolabın içinden tanıyamadığı bir hayvanın sesiyle bağırıyordu. Annesi babasının bağırmasına aldırmadı bile, öbür odaya geçerek piyanoda çalarak şarkı söylemeği sürdürdü.
Gelip annesinin karşısında dikildi:
“Anahtarı bana ver.”, dedi.
Annesi şarkı söylemedi bir süre, ona nefretle baktı. Sonra cebinden çıkardığı anahtarı ona gösterdi ve yuttu. Annesini yakalayıp onu tersine bekletse de, hiçbir sonuç alamadı. Anahtar düşmedi.
Anahtar yerine annesinin ağzından ezilmiş, çiğnenmiş bir mektup düştü.
Mektubu alıp baktı. Babasının elyazısıydı. Mektup sadece bir sözden oluşuyordu: “seviyorum”.
Dolabın kapısı dişleriyle açtı.
Babası ağzı bağlı çuvaldaki gibiydi. Boğuluyordu besbelli. Çok çalışsa da, bir türlü düğümü çözemedi. Babası kafası karnının üzerinde, ayakları kulakların altında inleyerek:
“Dokunma, böylesi daha iyi.”
Babasını koltuğunun altına alarak dışarıya taşıdı. Çocuklar onu görür görmez yanına yaklaştılar:
“Hadi, oyun oynayalım.”, dediler, yanıtını bile beklemeden koltuğunda bulunan babasını çekip elinden aldılar ve top gibi yere vurarak avlunun öteki tarafına götürdüler.
Çocukların peşinden koşsa da onlara yetişemedi. Çocuklar çember oluşturarak babasını birbirine attılar. Bir o çocuğun, bir bu çocuğun üzerine koştu, fakat bir türlü babasını kurtaramadı.
Yere oturup ağladı. Kimse haline acımadı bile. Çocuklar bağıra çağıra, onu sinirlendirmek için burnuna vurarak babasını götürdüler. Koşarak uzaklaştılar.
Çocuklar uzaklaşırken babasının paketinden yere bir şey düştü, sokak boyunca yuvarlandı.
Kalkıp yuvarlanan şeyin peşinden koştu, yakaladı, avcunda sıktı. Avcunu açandaysa içi bir tuhaf oldu.
Babasının gözleriydi, gün ışınları değdikçe buz parçası gibi usul usul eriyordu. Parmaklarının arasından yere damlıyordu gözünün yağı.
Bir süre avlunun ortasında oturup, kafasına vurarak ağladı. Sonra oturmaktan bıkarak yüzükoyun uzandı. Annesi yu karıdan ne kadar çağırsa da kafasını kaldırıp da bakmadı bile. Annesi balkonlarından onu yemeğe çağırdı, yalvardı, sonra yal varmaktan yoruldu, içeri girdi ve bir daha dışarı çıkmadı.
Karanlık bastırıyordu. Artık binanın ışıkları yanmaya başladı. Sadece onların pencerelerinin ışığı yanmıyordu. Zavallı bir şekilde oturarak avlunun ortasındaki asmada, yaş toprağın üze rinde teker teker pencereleri seyretti.
Bir süre böyle oturdu. Sonra çevresine artık karanlık çökmüş, kimsesiz avlulara, karanlık pencerelerine bakındı. Korktu. Kalkıp eve gitmek istedi, fakat ayağını topraktan kurtaramadı.