
Полная версия:
Aşağılananlar
“– Tamam, alışırsın” diye sözü bitirdi.
Serbiyamal Yemeş’e deler gibi bakıp sol tarafa oturdu. İştuğan, Yeneş, Bibeş sağ tarafa geçti. Evin içinde her zaman devam eden düzen böylece ilk kez bozuldu.
Çaydan sonra Serbiyamal bu küçük, kötü kızı kendine alıştırma ya da gönül yarasını daha da derinleştirme niyetiyle Yemeş ile uğraşmaya başladı.
“– Gel kızım, seveyim seni. Ben senin annenim” diyerek yaklaştı. Yemeş’in eli ayağına dolanarak, var gücüyle kaçtığını görünce yapmacık, yüksek bir sesle güle güle onu kovalamaya başladı. Ömründe kucağına çocuk almayan biri olarak tüm hareketleri kaba ve sertti. Baygilde ağabey yersiz gülümseyip, içinden endişelenerek bu eğlenceyi izlemeye başladı.
Yemeş kaçarak az önceki sandığın arkasına saklandı. Serbiyamal onu bileğinden tutup sandığın arkasından çıkardı, zorla eteğine oturttu:
“– Evet, yakalandın mı seni vahşi! Niye kaçıyorsun? Evet, anne de. Ben senin annenim ya? Anne de!” diye yakınlaştı.
Yemeş var gücüyle mücadele edip, sağa sola sıçrayarak onun elinden kurtulmaya çalıştı. Lakin küçük bir çocuğun bu kanca gibi sert, yapışkan ellerden kurtulması mümkün mü? Serbiyamal hafifçe gülerek Yemeş’in ağzına emziğini vermeye çalıştı.
“– Em dedim! Emzik veriyorum em. Sen benim çocuğum olacaksın!”
Yemeş dişlerini kısıp ağzını açmamaya çalıştı. Olmadı. Serbiyamal büyük, soğuk emziğini Yemeş’in ağzına zorla tıktı, burnunu göğsüne batırıp sıkıştırdı. Sanki emzikle kapattığı çocuğun nefessiz kalmasının mümkün olacağını bilmiyordu.
“– Ha ha ha! Em, yavrum em!”
Yemeş boşa tutulmuş balık gibi elini ayağını sallayıp durdu. Kurtulamadı, kurtulmak için başka çare kalmayınca emziğini sertçe ısırdı.
Serbiyamal:
“– Abo! Kahretsin! Dişin kopsun!” diye acıyla beddua ederek Yemeş’i yere fırlattı. Sonra kalkıp, vurayım dediği sırada Bibeş araya girip kardeşi Yemeş’in üstüne kapandı. Serbiyamal’ın yüksek topuklu kara çizmesi onun tam beline geldi. Lakin bu kaba, vahşi harekete yüreği sızlayan Bibeş ağrıyı hissetmedi. Yemeş’i kaldırıp, seve sakinleştire dışarıya çıktı. Yeneş ile İştuğan da onun arkasından gitti. Onlara şimdi sadece bu çirkin üvey anne değil küçük serçelerin böyle eziyet çekmesine neden olan babaları da birden yabancı biri gibi geldi. Çardağa gidip bu yeni ve ağır duyguyla uzun süre konuşmadan oturdular. Ama genç kadın evden bir şey savurdu.
“– Aman aman, bu yetişmiş kızını niye evlendirmiyorsun? Çocukları ona arka çıkıp bana boyun eğmeyecekler” diye bağırdı Baygilde ağabeye. “– O kızını benim gözümün önüne getirme!”
“– Ne demek yetişmiş? Daha on dört yaşında” diye çekinerek karşı çıktı Baygilde ağabey. Serbiyamal gözyaşına boğulup:
“– Aman, on dört yaş az mı? Büyümüş, büyümüş. Bibeş’ini bugün yarın evlendirmezsen seninle durmam. Duyuyor musun, durmam!” diye tekrarladı.
Ailede kavga dövüş, ağlama bağrışma görmeyen Baygilde ağabey ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı.
VIII
Bu olaydan sonra on hafta geçince Baygilde ağabeylere, çok güzel bir at koşulmuş yepyeni yük arabasında yedi kat yabancı biri geldi. Uzun boylu, kızıl yüzlü, bal rengi sakallı bu kişi ayağına giydiği plastik çizmesi, yağlanmış kara kadife başlığı, çizgili ipek kıyafetiyle Yemeş’e annesinin kanını alan Ezmezulla Molla'yı hatırlattı. Bu kişi yük arabasından inip:
“– Aleykümselam!” diye Baygilde ağabeye doğru gelmeye başlayınca, korkup çardağa saklandı. Bibeş ile Yeneş: “Bu kimmiş?” diye şaşırıp dimdik ona baktı. Bir şeylere sevinip ağzı kulağına varan Serbiyamal yabancı, mırıldanan bir sesle:
“– Bibeş kızım gel, sende çardağa in. Yetişmiş kıza yabancı birine böyle bakmak yakışmaz!” dedi. Oldukça mütevazı davranıp, kıs kıs gülerek bu yabancı kişiye doğru geldi.
“– Buyurun, buyurun Hisbulla sofu rahat edin, eve girin başköşeye geçin!”
Bundan bir şey anlamadan şaşıp kalan Baygilde ağabeyin ayağından sertçe çimdikledi.
“– Kocacığım misafiri karşıla. Aman aman, niye şaşırıyorsun! Buyurun, buyurun haydi evde rahat edersin sofu! İştuğan oğlum misafirin atını tut!” diye emirler vere vere Hisbulla’yı eve doğru alıp gitti. Ne söyleyeceğini ne düşüneceğini bilemeyen Baygilde ağabey, başını tutarak onların arkasından gitti. Serbiyamal misafiri başköşeye geçirip, minderin üstüne oturtunca:
“– Kocacığım konuşup tanışın. Ben çay hazırlayacağım” deyip ördek gibi yalpalayarak çardağa gitti. Lakin Baygilde ağabeyin bu davet edilmemiş misafir ile konuşmaya da tanışmaya da niyeti yoktu. O siğil olmuş parmaklarını kıvırcık sakalına batırıp, koyu kara kaşlarını çatıp, uzun kirpikli, dalgın, büyük gözlerini hem misafirin tilki kuyruğu gibi uzun bal rengi sakalına hem de başlığı altından parlayarak görünen kızıl kellesine dikerek: “Minderin üstüne yayılarak oturuyor bu ihtiyar. Medresede çok kaldığından herhâlde” diye öfkeyle düşündü. Hisbulla daha otuzuna gelmemiş olsa da giyimi, dış görünüşü, davranışıyla yaşlı, kırkına gelmiş biri gibi göründü ona. Çünkü annesi Taiba ninenin öğrettiği gibi mağrur, zengin, okumuş biri gibi görünmek için söze kendisi başlayıp yaşlılar gibi güzel konuşmaya çalışıyordu.
“– Evet, güzel!” dedi gerinerek. “– Nasılsınız? Hayvanlar, çoluk çocuk, konu komşu iyiler değil mi?” diye birkaç kez söze başladı. Lakin Baygilde ağabey:
“– İyi” diye sadece bir sözle konuşmayı bitirdi. Sonra ne konuşacağını ne söyleyeceğini bilemeyen Hisbulla:
“– Çok şükür, çok şükür” diye yerinde kalkarak boğazını temizledi. Aksi gibi, annesinin öğrettiği faydalı sözler de tükendi. Ama Baygilde ağabey hiç konuşmadı. O sırada Serbiyamal gelip çay yerini hazırladı. Çayın yanına oturunca durmadan konuştu ve en saf, en iyi anneymiş, kızlarının mutluluğu konusunda gece gündüz kaygılanan düşünceli biriymiş gibi davrandı. Koca kıymeti bilmeyen, yoldan çıkmış kadınları köpekten alıp köpeğe atarak hakaret etti, saf ve Allah kulu kocaları koruyarak yakındı. Hatta uygun zamanı bulunca, bir iki damla gözyaşını çayına damlatıp, hüp hüp ederek içti. Serbiyamal’ın bu davranışına Hisbulla önceki kötü görüntüsüyle sallanarak:
“– Çok şükür, çok şükür!” demekten başka bir cevap bulamadı. “Medreselerde bundan başka sözde öğretmemişler herhâlde. Evet, bu baykuş ne diye gelmiş? Ne var burada ona?” diye canından bezerek düşündü Baygilde ağabey.
“– Kocacığım tanıştırayım bu Hisbulla bizim İlseğol yiğidi” diye yüzü gülerek konuştu Serbiyamal. Sonra Hisbulla’nın olan olmayan tüm iyi tarafları hakkında konuştu.
Hisbulla, Taiba ninenin “şakirt” lakaplı oğluymuş. Selime adında çok güzel hanımı varmış. Bir gün aralarına şeytan vesvese vermeye başlamış. Hisbulla’nın ilk doğan ağabeyi ve güreşçi olan kahraman Hammat şeytan olup araya girmiş. Sonra Selime yerinde duramayıp Hammat ile evlenmiş. Hisbulla saf biri olduğundan onlara:
“– Haydi yaşayın. Allah size cezayı kendisi versin.” demiş elini sallayarak. Artık ona dürüst bir hanım olacak akıllı, iffetli bir kız lazımmış. Bu yüzden Bibeş’i kendine gelin edecekmiş…”
“Bak sen şuna, bu ihtiyara genç kız lazımmış! Utanmaz! Benimle yaşıt neredeyse…” diye sinirlenerek düşündü Baygilde ağabey. Hisbulla’nın birincisi geleneği bozup, dünür olmadan eve gelmesi ikincisi erkek hâliyle çocuğa heveslenmesi onu çok sinirlendirdi. Birden onu tutup evden atası geldi. Bu yüzden sözünü keserek:
“– Yaşlı adama verecek kızım yok benim” dedi.
“– Aman, aman yaşlı değil. Aralarında sadece on yaş var! Bu yaşlılık mı?” diye karşı çıktı Serbiyamal. “– Allah isterse denk olurlar, “ihtiyar koynunda ekmek var” diye eskiler boşuna dememiş. Aptal gibi davranma kocacığım. Kızının mutluluğunu geri çevirme!”
Ama Hisbulla kendine has kötü görüntüsüyle hafifçe gülümseyip, bir Baygilde’ye bir Serbiyamal’a çekingen şekilde bakarak sadece oturdu. Çünkü onun “çok şükür” demekten başka sözü yoktu. Ama söz buraya gelmedi. Üstelik ona fark etmezdi. Baygilde kızını verse de vermese de olurdu. O buraya annesi döverek gönderdiği için gelmişti.
Bu kulun az çalışıp, böyle mağrur şekilde dosdoğru ona gelmesini şimdi daha da iyi anlayan Baygilde ağabey acı acı gülümseyerek:
“– İhtiyar koynunda ekmek var. Ekmeğinden kan damlar. Genç koynunda kamçı var. Kamçısından bal damlar” demiş değil mi eskiler?” dedi ve sustu.
“– İhtiyar ağaca sığınan genç ağaç yüz yıl yaşar” diye söylemişler diye tartıştı Serbiyamal. Lakin ne kadar uğraşıp tüm hile ustalığını kullansa da Baygilde ağabeyden cevap alamadı. Ama Hisbulla keyfi hiç bozulmadan gidince evde bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış bir fırtına koptu. Evin içinde yaşamanın, yemenin, çalışmanın, huzurla uyumanın da mümkün yanı kalmadı.
“– Bu yıl açlık yılı. Kırım askeri çocuklarınla kışı nasıl çıkaracaksın? Açlıktan kırılırız şimdi, ey Allah’ım! Niye ben böyle işe yaramaz bir kocayla kendime yazık ettim? Hisbulla sebebini anladı mı? Sen akıllı, uslu, okumuş birisin! Senin dengin mi? Senin işe yaramaz kızını insan yerine koyanın değerini bilmedin, anla! Eğer ki Bibeş’ini Hisbulla’ya vermezsen seninle bir gün bile durmayacağım! Duydun mu?” diye gece gündüz sıraladı. Baygilde ağabey başta bir iki sözle olsa da tartışıp, sonra elini sallayarak: “Haydi, ancak konuş sen!”
Lakin Serbiyamal konuşmakla kalmadı. Baygilde ağabeye fark ettirmeden Taiba nineye haber gönderdi:
“– Hisbulla’yı gönder beğenirse ve paradan kaçmazsa kız sizin olacak!” Ama Baygilde ağabeye:
“– Eğer Hisbulla sofu tekrar gelirse ters bir söz söyleme, işitsin kulağın. Evet, Bibeş, Bibeş’ini ona vermezsen ben geri giderim. Yetimlerinle ortada kalırsın!” diye tekrar tekrar uyardı.
Baygilde ağabey iki ateş ortasında kaldı: Bibeş’e acımanın da kadınsız kalmanın da çok çocuk üstüne kadın bulmayı ümit etmenin de mümkün olmadığı bir durumdu. Ne düşüneceğini ne yapacağını bilemeden bütünüyle şaşıp kaldı. Ama Serbiyamal onun bu tereddütlü hâlinden ustaca faydalandı. “Demiri sıcakken dövmek iyidir” deyip Baygilde ağabey bir karara varmadan önce işi çabucak bitirmeye çalıştı.
Çok geçmeden Taiba nine Hisbulla’yı hakaret ede ede İsenbet’e gönderdi: “– Bak, dinle, gelinsiz geri dönecek olma!”
Bu kez Serbiyamal onu tümden:
“– Haydi, rahatına bak damat!” diye kolunu açarak karşıladı. Sonra Baygilde ağabeye ağız açtırmadan Bibeş’i evlendirme hazırlığına başladı. Hisbulla, annesinin geline hediye et diye verdiği pulu, gümüş parayı, süslü iki bileziği yanlışlıkla ona verince, Serbiyamal tümüyle coşup acele etmeye başladı. Konu komşu şaşıp kaldı. Şehit dede gelip:
“– Ne yapıyorsunuz Baygilde? Niye gencecik çocuğuna yazık ediyorsun! Büyüsün. Olgunlaşsın. Bibeş güzel kız olacak. Sonra ona denk yiğitler bulunur” diye nasihat etti. Sıvakbike nine gelip:
“– Niye siz onu kadın gibi dul adama veriyorsunuz? Allah’tan korkmuyorsanız elden utanın hiç değilse! Ey Allah’ım eskiler: “Annen üvey olursa, babanın damadı olur” diye bildiklerinden söylemişler. Çocuklarını önemsemiyor musun imansız, dinden çıkmış!” diye hakaret etti. Olmadı. Baygilde ağabey su yutmuş gibi başını sıkarak oturdu. Bu yüzden hepsiyle Serbiyamal tartıştı.
“– Veriyoruz. İşte zengine veriyoruz! Burada iziniz kalmasın. Başkasının kızıyla sizin ne işiniz var?” diye bağırdı. Şehit dede de Sıvakbike nine de:
“– Kötü kadından dev peri bile kaçar” dedi. “Bu kötü kadın öğüt vererek yenilmez” diye önemsemeyip çıkıp gittiler, bir daha da gelmediler. Serbiyamal çardağın altına kaçıp, ağlayan Bibeş’i kolundan çekerek çabucak getirdi, çardağa indirdi:
“– Saçını tara albastı!34 Çabuk ol!”
Bibeş çardağın bir köşesine gidip, korkusundan ağlayınca Serbiyamal onu bileğinden çekip, sandalyeye oturttu, saçlarını kopara çeke taramaya başladı. Bibeş o kadar küçük, güçsüzdü ki! Divanda oturduğunda ayakları yere bile değmiyordu. Omuzları tığ gibi sivri, göğsü de tahta gibi dimdikti. Onun genç kız olduğunu, büyümeye başladığını gösteren bir tarafı yoktu. Saçları annesinin saçı gibi kalın, uzun olduğundan tarayıp, savurunca küçük gövdesini tamamen kapattı. Ama onun aklını yitirmiş gibi keder ve endişe fışkıran büyük, parlak mavimsi gözlerinden sürekli kaynar yaşlar akıyordu. Lakin Serbiyamal bunların hiç birini görmüyor, fark etmiyordu. Sanki önünde çocuk değil bebek oturuyordu.
Saçları taranıp örüldü. Sonra Serbiyamal Bibeş’in sürekli yalın ayak yürümekten yarılıp çatlamış ayaklarına damadın getirdiği büyük deri çizmeyi, üstüne de kat kat dikilmiş kızıl saten elbiseyi giydirdi. Sonra Bibeş’in dişi, tırnağı ile intikam almasına bakmadan başına zorla eşarp bağlayarak işlemeli, yeşil Keşmir kumaş şalı örttü. Bu, Bibeş’in genç kızlığa geçtiğinin, yeni gelin olduğunun ilk göstergesiydi.
Böylece Serbiyamal geleneklere göre yengelerin yapması gereken tüm işi kendisi yapıp, Bibeş’i gelin olmaya hazırladıktan sonra onu çardağa kilitleyip gitti. Bu sırada dışarıya alacakaranlık düşmüş, evde ateş yakmışlardı. Serbiyamal şimdi de ailenin geri kalanına girişti.
Sabahtan beri ağlayıp, yemeden içmeden çardağın başında duran İştuğan’a kulaklı şapka gibi bir minder fırlatarak:
“– Bugün burada uyu!” diye bağırdı.
Kapının önünde sessiz sedasız oturan Baygilde ağabeye bakarak:
“– Damatla kızın yerini yaptım. Yeneş ile Yemeş de evde uyuyor. Çocuk onlar ne bilecek!” diye söylendi. Sonra karşılık vermesine yer bırakmayan bir ses ile: “– Biz çardakta yatarız” diye ekledi.
Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. Böylece kız verme işi sessiz sedasız yapılmış oldu. Sonra Serbiyamal akşam çayına müezzini çağırıp dua okuttu ve işi bitirdi. Ağlaya ağlaya yarı ölü hâle gelmiş Bibeş’i götürüp damada verdi ve kapıyı dışarıdan kilitledi.
Ertesi gün Hisbulla Bibeş’i alıp götürdü.
“– Annem orada yalnız. Ona çabucak gelin götürmem lazım” dedi hafifçe gülümseyerek.
Serbiyamal mosmor olmuş, ağlamaktan yüzü şişmiş Bibeş’i sürükleyerek yük arabasına oturttu, memnun bir sesle:
“– Güzel, sağlıcakla kalın damadım!” diye kısık sesle söylendi.
Baygilde ağabey hiçbir şey söylemedi. İştuğan da kapının önünde görünmedi.
Baygilde ağabeyin gencecik kızını dul bir adama satmasını kabullenemeyen konu komşunun hiçbiri kızı uğurlamaya gelmedi. Hisbulla da annesinin öğrettiği gibi mağrur, zengin görünüşlü olmaya çalışıp, boğazını temizleyerek:
“– Deh, küheylan!”
Boz yorga onu bekliyormuş gibi hareketlenip, kişneyerek kapıdan çıkıp gitti. Ne olduğunu hiç anlamadan şaşırıp kalarak, yük arabasının yanında dönen Yeneş ile Yemeş atın arkasından sokağa çıkıp ablalarının çubuk gibi bükülen küçük gövdesi tozlu yol içinde kayboluncaya kadar baktı. Ablasının aklını yitirmiş gibi endişeli ve acılı gözyaşıyla dolu son bakışı Yemeş’in gönlüne sonsuza dek silinmemek üzere yazıldı. İşinden çok memnun olup, ağzı kulaklarına varan Serbiyamal birden aklına bir şey gelmiş gibi yürüyüp çardağa gitti, sonra bir kova kül alıp Bibeşlerin gittiği tarafa serpti:
“– Arkasına kül! Dönüp gelmesin!”
Güneyden ters esen güçlü kuru yel külü üfürüp Serbiyamal’ı baştan aşağı kapladı.
“– Tüh, kahretsin gözüme kül doldu! Oy gözüm, gözlerim! Gitse de geri gelir, rahat vermez bu kötü kız!” diye beddua ve hakaret edip, yüzünü temizlemeye çalışarak çardağa gitti. Ama Baygilde ağabey sarhoş gibi takatsiz şekilde yürüye yürüye sokak boyunca Bibeşlerin gittiği ara sokağa döndü. Çok geçmeden çocuklar onu kanadı kırılmış kaz gibi kollarını serbestçe sallayıp, ayak ucuna basıp, büyük yol boyunca bir öne bir arkaya doğru giderken gördü. Ne yapıyor, nereye gidiyor? Çocuklar elbette bunu bilmiyordu.
Bir gün Baygilde ağabey eve gelmedi. Ama ertesi gün akşam geri döndüğünde ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Babalarını ilk kez bu hâlde gören çocuklar şaşkınca ona bakıyordu. Lakin Baygilde ağabey onlara dikkat etmedi. Serbiyamal’ı kucaklayıp oyun oynamaya yabancı, vahşi bir sesle onunla çirkin şekilde konuşmaya başladı.
“– Evet, canım gönlün oldu mu şimdi? Başka ne isteğin var? Söyle onu da yapayım, yanıp tükeneyim! Çok iyi bir erkeğim, on dört yaşındaki kızını satan iyi bir babayım ya! Ha ha ha!”
Serbiyamal buna hiç şaşırmadı. Hatta sarhoş kocasına katılıp niyedir, sevinip güldü. Baygilde ağabeyin eteğine oturup, boynuna sarılıp etrafında döndü. Bu hareketi ilk kez gören çocukların gönlünde sonsuz tiksinme, nefret uyandı. Onlar sadece Serbiyamal’dan değil babalarından da usanıp hızlıca etrafa dağılıştı.
Ertesi gün sabah erkenden Baygilde ağabey yine kayboldu.
Gece yine sarhoş döndü. Bu uzun süre böyle tekrar etti. Çocuklar tümüyle sahipsiz kaldı. Sadece ara sıra Sıvakay nine çocuklara bakmaya gelip onları yıkayıp, saçlarını tarayıp örerek süt içiriyor, yoğurt yediriyordu. Bu sırada da oflana sızlana babalarının kötü yola düştüğü, bunun iyiye gitmeyeceği hakkında konuşuyordu. “– Üzüntüsünden böyle oldu zavallı” diye gerçekten kederlenerek söylüyordu. “– Birbiri ardına iki ağır üzüntü. Genç karısının sözünü çiğnememek için kızını sattı, şimdi de üzüntüsünden, utancından ne yapacağını bilemeyip içkiye düştü” dedi. Sonra çocukları teselli etmeyi, sakinleştirmeyi isteyerek:
“– Tamam, kızını satarak kazandığın parayı iç bitir. Nereye giderse gitsin dersen” dedi.
“– Sadece eski atalarının, soyunun yapmadığı bir şeyi yaptığı için üzüntümden söylüyorum. Evet, kim güpegündüz içip sarhoş olarak utanmadan insan içine çıkar? Hayır, Baygilde’den başka böyle kimse yok, olmasın da. Allah korusun” dedi.
Baygilde ağabey böyle içip, gerçekten de köyde kimsenin yapmadığını yapınca bir gün çok dayak yemiş, kafası yüzü dağılmış, üstü başı yırtılmış hâlde eve geldi. Sonra inleyerek, ara sıra da kan tükürerek kimseyle konuşmadan haftalarca evde yattı. Yeneş ile Yemeş eve girdiği sırada onun parça parça, sarhoş mu yoksa ayıkken mi söylediği: “– Ne yapıyorsun? Ne yapıyorsun?” Sözlerini duymuşlardı. Lakin elbette bir şey anlamamışlardı. Sadece babaları da böyle yatar yatar sonra anneleri gibi ölür diye korktular.
Bir gün onlar böyle korkuyla, endişeyle inşaat temelinde oturdukları sırada çanlar çaldı, uzaktan sokağa doğru üç atlı araba geldi. Yeneş ile Yemeş heveslenseler de nereye gittiğine bakmaya yetişemediler ama üç kara at koşumlu araba onların dengine gelip durdu. O sırada üç at koşumlu arabadan parlak düğmeli, siyah giyimli, kılıçlı, silahlı üç kişi indi. İkisi oradaki eve gitti. Ama birisi Kör Sapıy ile muhtarı bulup getirdi. “Tanık, arama” diye yabancı bir şeyler, anlamsız sözler söyleye söyleye aceleyle Yemeşlerin evine gittiler. Yeneş ile Yemeş korkudan, şaşkınlıktan ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden oldukları yerde donup kaldı.
O sırada üç kişi Baygilde ağabeyi dürterek evden çıkardı, kanatlı yük arabasına aceleyle oturtup, ikisi arabanın yanındaki iki kanada, birisi yük arabasının arkasına çıkıp geldikleri gibi aniden kayboldu. Yeneş ile Yemeş üç at koşulu araba gözden kaybolunca, burada korkunç bir olay olduğunu hissedip, bağırarak ağlamaya başladı. Kocasının arkasından çıkıp hiç şaşırmadan kapının dibinde duran Serbiyamal onlara:
“– Sesinizi çıkarmayın! Başınıza gelenlere ulumayın! Üzülmeyi kesin!” diye bağırıp eve girdi. Kızlar da inşaat temelinin kenarında oturup, gözleri kızarıp şişinceye kadar ağladı. Evdeki durumlardan hiç haberi olmayan ve balık tutmaya giden İştuğan da geri dönmedi. Komşular da sanki iktidara karşı suçlu olan birinin çocuklarını sakinleştirip kendilerine şüphe düşürmekten korkmuş gibi onları kenardan izledi. Yemeş’in çok sevdiği dedesi ihtiyar Şehit evde olsa elbette korkmaz, çocukların yanına hemen gelir onları sakinleştirirdi. Ama o şu an ıhlamur kabuğu soymak, karaağaç kesmek için ormandaydı. Sıvakay nine de evde yoktu. O da her zamanki gibi meyve toplayarak ormanda dolaşıyordu.
Bu olaydan günler sonra Baygilde ağabey daha keyifsiz daha zayıflamış bir hâlde geri döndü. Bunun ardından bazı yabancı insanlar gelip Seğüre yengenin o zaman kan aldırmak için mollaya vermeyip sakladığı tek keçiyi, semaveri, yerdeki en güzel keçe kilimi, keçe parçalarını aldı. Çocukların anlamadığı yabancı bir dilde:
“– İşte sana toplatma! Bir iki ıvır zıvır!” diye gülüştüler.
Baygilde ağabey dilsiz gibi başını tutup kapının dibinde durdu. Çocuklar ağlayıp, korkudan ne yapacağını bilemedi hem bu yabancı ve kötü insanlara hem böyle uysallaşıp, zavallı hâle gelen babalarına şaşırarak bakıp divana, kuru tahta arasına saklandılar. Evin içi daha boş, daha mutsuz oldu. Gece çocuklar uyuyunca Baygilde ağabey ümitsiz bir sesle birkaç kez:
“– Şimdi ne yapacağım?” diye tekrarladı. “– Yirmi dört saat içinde sadece köyden değil ilçeden de gitme hükmü verdiler! Evet, ne için? Ne için?”
Serbiyamal onun sözünü keserek:
“– Niçin olduğunu düşünmek senin işin değil. Dilini tut. Gidecek yerimiz var. Haydi, bizim köye, benim evime dönelim” dedi. Sonra Baygilde ağabeye bir söz söyletmeden, kinaye etmeden devam etti:
“– Orada benim malım mülküm sahipsiz kaldı. Sana çoktandır dönelim diye söylüyordum ama ısrar etmiyordum. Şimdi kendin görüyorsun, başka çare yok. Allah’a şükret de benim gibi iyi bir kadına rastladın. Yoksa şimdi başını alıp nereye giderdin? İşte, artık tavuk kümesi gibi evinden başka bir şeyin kaldı mı? Benim orada her şeyim var. Atım, sığırım, keçim…”
“– Ya çocuklar?” dedi Baygilde ağabey şaşırarak. “–Çocuklarımı nereye bırakayım?”
“– Onları da bırakmazsın” dedi Serbiyamal hoş bir ses ile “– mal mülk sahibi olunca etrafımıza çocuk da lazım.”
Baygilde ağabey donuk bir ses ile:
“– Öyleyse…” dedi. “– Elli kilometre yeri onlar yürüyebilirler mi?”
“– Benim orada çok güzel, kahverengi bir tayım var. Git, onu sür gel” dedi Serbiyamal sözünü keserek. “– Git, hemen git! Çabuk ol…” Sesi tekrar gür, reddedilmez bir biçimde yankılandı.
Baygilde ağabey bu sözlerden sonra sakalını çimdikleyip, uzun süre düşünerek oturdu. Sonra yabancı, itaatkâr bir ses ile:
“– Evet, başka çare yok… Başka çare yok!” diye tekrarladı ve içinden: “– Bibeş de orada…” Üstüne: “– Tamam Serbiyamal öyle olsun…” dedi ve kalktı.
“– Sabah olunca gidersin. Akşam yemeğine yetişirsin!” diye devam etti Serbiyamal. Çocuklar ise uzunca süre uyuyamadı.
IX
Ertesi gün sabah Yeneş ile Yemeş erkenden Sıvakay ninelere gitti. Çocukların mutsuzluk içindeki küçük kalpleri birinden yardım, korunma ümit ederek kafesteki kuş gibi pır pır ediyordu. Lakin Sıvakay nine de onları üzüntülü bir yüz, yaşlı bir göz ile karşıladı.
“– Evet, çocuklar annesiz kaldığınız yetmemiş gibi köyünüzden, yakınlarınızdan da ayrılacaksınız. Ey Allah’ım, ey Allah’ım niye sabilerden böyle intikam alıyorsun bilmiyorum, bir şey de anlamıyorum” diye yakınıp Yeneş ile Yemeş’in önüne büyük bir kasede yoğurt koydu. İki avuç kuş üzümü verdi.
“– Yiyin çocuklar. Akşam toplayıp getirdim. Büyük bir kova topladım. Meyveler harap olmuş bu yıl. Kuraklık yılında hep böyle oluyor” diye keyifsizce söylendi.
Kızlar kuş üzümünden bir iki parça yedikten sonra arkalarından İştuğan da geldi.
“– Yeneş kardeşim, haydi gidiyoruz” dedi endişelenerek. “– Gidiyoruz!” “– Acele ettirme. Ulu Eyek’in meyvesini yesinler” dedi Sıvakay nine.
“– Haydi, İştuğan oğlum sen de ye.”
İştuğan divana gelip oturdu lakin kuş üzümüne elini sürmedi. Bu günlerde boğazına yemek girmiyordu.
Sıvakay nine onun bembeyaz, kurumuş dudaklarına bakarak: “– Acaba ayran mı içsen oğlum?” diye sordu.
“– Evet” der gibi başını salladı İştuğan. “– Boğazım kurudu nine.”
Sıvakay nine ona soğuk pınar suyuyla büyük bir kâse yoğurt sulandırıp verdi.
İştuğan onu dibine kadar içip bitirdi. Sıvakay nine derin bir of çekerek: “– Nasıl da susamışsın çocuğum. Ey, Allah’ım!”
Sonra üzülerek Zengin Kormoş ile Kör Sapıy’a hakaret etti.
“– Baygilde’yi o cahiller helak etti. Onlar! Kormoş mahkemeye vermiş ama görmediğine gördüm, duymadığına duydum diyerek imza atmış. O birinin başına acır mı, midesini düşünür. Midesini! Onun ömrü böyle geçti. Sürekli böyle yalan mektupları doğrulayıp mahkemeye şahit olarak gitti. Onun gözü boş yere değil yalan yemin ettiğinden kör olmuş. Böyle yalan yemin edip masum yoksulu, yetimi incittiğinden zenginler onu severmiş, tam kör usulü iki hanım alıp keyifle yaşamış! Haram olsun ona, haram olsun! Ey, Allah’ım niye senin böyle kötü kulların dünyada rahat yaşıyor? Niye iyi kulların sıkıntı çekiyor? Ey Rabb'im… Böyle küfürlü sözler söyleyip günah işledim şimdi ben. Söylememeye can dayanmıyor… Dayanılmıyor… Allah’ım sabır ver bize, günah işlemiş kullarına… Sabır ver…” Sıvakay nine kendine kızıp, çok söylendiğini fark ederek birden durdu, etrafa göz attıktan sonra keyifsiz, sönük bir sesle:
“– Baygilde’nin kendinden oldu” dedi. “Önceleri fabrikada işçilik yaparken duyduğu küfürlü sözleri hep söylüyordu. Şimdi Seğüre ile Bibeş’e endişesinden içkiye düşünce dili daha da edepsizleşti…”
Sıvakay nine susunca çocukların başlarını okşayıp sırtlarından sevdi.
“– Evet. Tamam, gidin çocuklar, nasıl olacaksa… Gidin. ‘Göreceğini görmeden mezara girilmez’ derler. Görecekleriniz varmış çocuklar. Yabancı yerde yiyecek rızkınız, içecek suyunuz varmış.”