
Полная версия:
Aşağılananlar
“– Anne!”
“– Anneciğim!” diye bağırıp ağladı… Seğüre yenge cam gibi bulanıklaşmış gözlerini kocaman açıp kızlarına dolu dolu baktı ve tekrar yumdu. Sararmış yüzünden ağlamaya benzer ıstıraplı bir yansıma geçti. Lakin gözlerinden yaş akmadı. Biraz sonra gözlerini tekrar açıp duyulur duyulmaz bir ses ile parça parça:
“– Yavrularım gidin dışarıda oynayın… Olur mu?” dedi.
Onun son eziyet çekişini göstererek çocuklarının yüreklerini yaralamak istemediğini iyice anlayan Baygilde ağabey telaşlanarak:
“– Yeneş kızım. Git kardeşini ihtiyar Şehit’e götür, çabuk ol” dedi.
Lakin gönüllerinde kaçması mümkün olmayan bir mutsuzluk hisseden çocuklar annelerine dimdik bakarak, oldukları yerden kımıldayamadı. Baygilde ağabey onları bir bir kaldırdı, ellerinden tutup kapıdan çıkardı.
“– Gidin, Bibekey ile Gölkey orada sizi bekliyor!”
Yeneş ile Yemeş kapının dibine gidip orada biraz durduktan sonra tekrar eve geldi.
Divana çıkıp annelerinin yanına gittiler.
“– Anne!”
“– Anneciğim!”
Anneleri onlara bu kez ses vermedi. Gözlerini açıp bakamadı. Çocuklarınki gibi küçük, zayıf göğsünü ve çenesini kaldırmış, balmumundan yapılan bir heykel gibi donuk, sessiz biçimde yatıyordu şimdi. İki tarafından ayak ucuna kadar uzanan saç örgüleri, kıvrılmış yay kaşları, çocuklarınki gibi küçücük kabarık dudakları bu heykelin tuhaf şekilde çok güzel biri olduğunu apaçık anlatıyordu.
“– Anne, anne!” diye tekrarladı Yeneş ızdırap içinde.
İştuğan ile Bibeş hıçkıra hıçkıra ağlayarak dışarıya çıktı. Baygilde ağabey gözyaşlarını göstermemek için kızlarına sırtını döndü.
“– Anneniz uyuyor, gidin kızlarım dışarıda durun” dedi Sıvakay nine. Yeneş ses çıkarmadı. Ama Yemeş gözlerini kocaman açıp kirpikleri bile hareket etmeyen annesine uzun uzun ağlamadan bakarak tuhaf ve sakin bir ses ile:
“– Evet uyuyor! Annem ölmüş. Annem yok artık benim” dedi.
Cesedi yıkamak, mezar kazmak için toplanan insanlar şaşkınca birbirine bakışarak aşlarını salladı. Kimse tek söz etmedi. Sadece Sıvakay nine endişelenerek:
“– Git! Dört yaşındaki çocuğun bileceği iş mi şimdi bu? Vah, ahir zaman çocuğu” diye söylendi. Ona cevap veren olmadı. Evin içindeki herkes tabiatın bu acımasız, dehşet verici kanunu karşısında ezilerek sessizce durdu. O an etraf birden karardı. Gökyüzünü çaprazlamasına alevli bir şimşek yarıp geçti. Bu sessizliği bozarak hiç beklenmeyen bir anda gök gürledi, yer titredi, pencereler zangırdadı. Güneşli bahardan beri ilk kez kara bulut kapladı ve Seğüre yengenin son gözyaşları gibi sıcak, ağır yağmur damlaları pıt pıt ederek birbiri ardına pencerelere, kuruyup çatlamış tozlu toprağa vurmaya başladı.
Kederden neredeyse dilsiz kalmış insanlar birden canlanıp dışarıya dağıldı, börklerini alıp yağmur altına çıktı. Herkes kendince sevindi, ümitlendi, dilek diledi.
“– Bakın, bu bulut ne ara çıkmış? Hiç görmedik.”
“– Seğüre safmış. Onun ölüm saatinde Allahȗ Teâlâ sağ kalanlar için yağmur gönderdi!”
“– Ya Allah, rahmetinle ver.” “– Hayırlı, şifalı yağmur olsun.”
“– Toprağı doyuracak kadar yağsa ekilen tohumlar nefes alıp çıkardı…” Evlerinden sokağa çıkan çocuklar bağrışarak gelip yağmur dilemeye başladı. Kimileri:
“Yağmur yağ, yağ!Açlık geç, geç!Ülkeye ver, ülkeye ver!Ülkeden daha çok bize ver!”diye diledi. Diğerleri de:
“Yağmurum yağ, yağ, Fıçı ile taş,Kova ile koy, Ekinleri büyütüp,Ülkeye ekmek ver!”diye koşma söyledi.
Yağmur büyükler isteyince toprağı doyurmadı. Çocuklar isteyince kova kova taşmadı. Öylesine çıkmış gibi birden gelip geçti. Toprağın tozunu bile ıslatmadı. Ara sıra düşen iri damlalar da bulutun altından daha çok parlayarak, ışıldayarak çıkan güneşin sıcak ışığı altında sise dönüşerek uçup gitti. Hava öncekine göre daha sıcak, daha bunaltıcı oldu. Pencere camlarına düşen damlalar, beyaz lekeler bırakarak buharlaştı. İnsanlar daha çok korkuya kapıldı.
“– Tuzlu yağmur yağdı görüyor musunuz? Şifalı yağmur yağmadı!”
Sıvakay nine fazlasıyla kederlenip, karakterine özgü olmayan bir şekilde yakınarak:
“– Ey Allah’ım, aylardır sıkıntıyla bekliyoruz, yalvarıp yakararak dilediğimize verdiğin yağmurun bu mu? Allah korusun! Bir damla suyuna kıymıyorsun!” Sonra Şehit dedenin yanında sessiz sessiz sızlanan Yeneş ile Yemeş’e bakarak:
“– Hiç olmazsa şu yetimler için toprağı doyuracak yağmur verseydin. Duymuyorsun bizim üzüntümüzü, duymuyorsun merhametli Allah!” dedi üstüne. Bu son sözlerini kendi de anlamayarak sanki Allah’ın merhametine karşı bir alaymış gibi hissetti. Kolunu ümitsizce sallayarak eve gitti.
“– Haydi, nineler cesedi yıkayalım. Bugün defnetmek gerek.” Nineler onun arkasından gitti.
Baygilde ağabey başka zaman olsa:
“– Sıvakay yenge vay vay sana ne oldu? Sonunda sen de Allah’a öfkeli sözler etmeye başladın değil mi?” diye şaka yapmaktan geri kalmazdı elbette. Lakin şimdi şakalaşıp iğneli söz söyleyecek zaman mıydı? Sessiz sedasız ensesine küreği alıp, hiçbir zaman şikâyet etmeden kaderine razı olan, her daim mutlu ve neşeli Sıvakay nineyi böyle ümitsizleştirip çileden çıkaran ve onun küçücük çocuklarını yetim bırakan acımasız hayata içinden lanet ede ede mezarlığa doğru gitti. Mezar kazmak için gelen diğer erkekler de onun ardından çoğaldı. Şehit dede kefen satın almak için Zengin Kormoş’un dükkânına yöneldi. Bibeş ile İştuğan ağlayarak annelerinin cesedinin yanından ayrılmadı. Kapının önünde sadece Yeneş ile Yemeş kaldı.
“Yetimler…Yetimler… Yetimler…”
Kendilerine ilk kez söylenen bu sözün çocuklara ne kadar ağır bir tesiri olduğunu kelimelerle anlatmak mümkün değildi.
Yemeş kapının önünde yalnız kalınca bu sözün bütün anlamını fark etmiş gibi birden korkup, ızdırap içinde kalarak:
“– Vah, anneciğim, annem!” diye bağırarak ağlamaya başladı. Yeneş onu zayıf, küçük elleriyle kucaklayıp, şefkat göstererek sakinleştirmeye çalıştı.
“– Şşş! Ağlama kardeşim tamam mı?”
Sonra o da ona katılıp ağlamaya başladı. İnşaat temelinin kenarında oturan Kaşkar da yürek parçalayan bir ses ile uluyarak onlara katıldı. Sanki o da bu eşsiz kayıp için çocuklarla birlikte üzülüyor, ağlıyordu.
VI
Seğüre yengenin kırkını okutunca, Baygilde ağabey sonra günlükte çalışıp ödemek şartı ile Zengin Kormoş’tan bir günlüğüne at isteyip İlseğol köyüne gitti. Ona o köyden Serbiyamal isimli bir dul kadını tavsiye etmişlerdi.
“– Hem zeki hem de kuvvetli. Dilinden de elinden de her iş gelir. Üstelik yeri yurdu, hayvanları da var. En iyisi de çocuğu yok. Senin çocukların yeter” dediler. Baygilde ağabey onun kısır bir kadın olduğunu düşündü. “Kendi çocukları olmayınca benim çocuklarımı itmez, öz çocuğu gibi davranır” diye düşündü.
Şehit dede:
“– Evet, sana otuz beş yaşında birine, işte böyle bir kız gelir. Eskiler: “Dolambaçlı olsa da yol güzel, kör olsa da kız güzel” diye boşuna dememiş. Kız alırsan sana alışır. Çocuklarına kötü davranmaz. Dul kadın alırsan hilekârlığı çok olur” diye öğüt verse de faydası olmadı.
Böylece Baygilde çocuklarına üvey anne alıp getirmeye gitti. Ama Serbiyamal’ın kendinden önce haberi geldi. Kimileri:
“– Babasının tek kızıymış. Çok nazlı, öz sözlü yetişmiş. Babası, kızını biriyle insan gibi hayat kursun diye çok güzel yerlerde sekiz kez evlendirmiş. Ama o sekizinden de kaçıp geri gelmiş. Sonunda kimse onu istemez olmuş” diye anlatmış. Başkaları:
“– Öyledir, öyle olmasa cesaret edip, isteyerek üç dört çocuk üstüne gelmezdi” diye doğrulamış. Hatta bazıları:
“– Kendi gücüne güvenip, çocukları oraya buraya dağıtacağına inanarak gelmiştir. Boşu boşuna değildir” diye korkuya kapıldı. Lakin bu haberlerden hiçbiri “koca sevmez” Serbiyamal’ın birden aklına gelerek dört çocuklu yoksul bir kocaya varmaya nasıl razı olduğunun asıl sebebini açıklamıyordu. Doğrusu bu söylentilerin temelinde hakikatler de yatıyordu. Serbiyamal’ın sekiz kez olmasa da üç dört kez kocadan kaçıp geldiği hiç şüphesiz doğruydu. Bununla birlikte “kaçak Serbiyamal” lakabını almıştı. Yine de çocuk sahibi olamadığı doğruydu.
Serbiyamal’ın annesiyle babası zengin olmasa da gücü kuvveti yerindeydi. Tek kız olan Serbiyamal özgür, dediğim dedik biri olarak yetişmişti. Genç kız olur olmaz, köyde yaramazlığı ve kurnazlığı ile nam salmış Ehmetşa denen bir yiğit ile yakın ilişki kurmuştu. Ehmetşa’yı hem Kestane Şımbay’ın oğlu olduğu için hem de gençken “at hırsızı” diye adı çıktığından Serbiyamal’ın anne babası sevmezdi. Bu yüzden kızlarını bu ilişkiden kurtarmak niyetiyle komşu köyden iyi, uslu bir yiğitle evlendirdiler. Lakin Serbiyamal oraya vardığında bir ay geçmeden Ehmetşa’nın: “Geri dön, seni kendime alayım” demesine inanıp, kışın en soğuk gününde on kilometre yeri yürüyerek geri geldi. Ehmetşa ile önceki gibi ilişkisine başladı. Lakin Ehmetşa onu ileride alırım dese de bir kez bile istemeye gitmedi.
Bundan sonra babasıyla annesi Serbiyamal’ı birkaç kez daha evlendirdi. En son Serbiyamal yine Ehmetşa’nın sürekli seni “alacağım” demesine aldanıp, elli atmış kilometre yerden, bozkır tarafından kaçıp geri geldi. Bu onun dördüncü kez kocadan kaçışıydı. Tek kızlarıyla bir araya gelmeye utanan anne babası hastalığa yakalandı. İnsan içine çıkacak hâlleri kalmadı. Sonra Ehmetşa evlenince, Serbiyamal buna dayanamayıp, evlerinden kaçarak büyük pazarlı komşu Yakup köyünde yaşayan tüccar bir kadına aşçılık yapmaya gitti. Bu olaydan sonra anne babası yatağa düştü.
Serbiyamal’ın işe gittiği Batıyma abla (Başkurtlar Tatar kadınlarına böyle “abla” diyorlardı) kapıya sığmayacak kadar iri yapılı, dul bir kadındı; arşınlı kumaş, çay, şeker gibi şeylerle çok iyi ticaret yapmasının yanı sıra pazar günleri misafir edecek birilerini bulma, içki ziyafetleri verme, güzel kadın ve kızları kocalarla bir araya getirip yoldan çıkarmak gibi bozuk işleriyle de nam salmış biriydi. Bu yüzden sadece kadın ve kızların değil hatta erkeklerin bile insanların gözünden düşmesi için Batıyma ablanın evine gelip bir gece misafir olması yetiyordu. Serbiyamal bundan korkmadı. Çünkü Ehmetşa ile karşılaşmak için buradan daha uygun bir yer yoktu. Ehmetşa buraya en sık gelen misafirlerden biriydi.
Serbiyamal, Batıyma abla için çok çalıştı. Onu destekleyip “ablasına” faydalı olmak için uğraştı. Halkın söylemiyle akıllı bir köpek misali sahibin gözüne bakıyordu. Bu sırada yedi, sekiz yıl çalıştığı süre içinde çok iyi bir usta olup yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi sadece Başkurtça değil hem Tatar hem de Rus dillerinde güzel konuşmayı öğrendi. Çünkü Batıyma ablaya her milletten “misafirler” geliyordu. En önemlisi de o burada zenginliğin, paranın nasıl bir gücü olduğunu anladı. Hilenin, aldatmanın sırrını öğrendi. Bir kuruş için insanın gözünü oyacak kadar cimri olmayı öğrendi. Git gide kendi de o “Batıyma abla” gibi zengin bir hanım olup “pat diye” hayat kurma konusunda sık sık hayal kurmaya başladı. Bu yüzden geçen kış birbiri ardına ölen anne babası için hiç üzülmeden, endişelenmeden geri dönüp evin sahibi oldu. Ona göre bu Serbiyamal’ın “Batıyma ablaya” dönüşmesinin ilk adımıydı. Lakin hayat bildiği gibi yaptı. Ticaretçi olduğu için çok para, babadan kalan hayvanlara bakma ve çekip çevirme için de ona bir koca lazımdı. Bunları nereden almalıydı? Etrafta sadece çok parasıyla değil kötülüğüyle de tanınan Serbiyamal’a artık koca bulmak da kolay değildi. Arada bir uğrayıp, saklana saklana misafirliğe gelen Ehmetşa’dan ona bir kuruş yardım yoktu.
Böyle tuhaf günlerden birinde Serbiyamal’ın eline Baygilde ağabey düştü. Serbiyamal evleneceği bu son fırsatı elinden kaçıracak kadar aptal değildi elbette. Baygilde ağabeye yeni tavsiye edilmesine memnun olup yerini yurdunu, hayvanlarını vakitlice yakını olan bir ihtiyara bırakarak Baygilde’nin arabasına binip gitti.
“Gitmeli, görmeli eğer yeri yurdu, hayvanları benimkinden eksikse buraya taşımak lazım. Oğlu, kızı da çok değil. Ufak tefek işlere faydalı olurlar…” diye düşündü. Baygilde ağabeye bakıp tatlı tatlı gülümseyerek:
“– Benim malımı sonra getiririz. Şimdi ben kızım, oğlum olacak çocukları görmek istiyorum haydi çabucak size gidelim” dedi. Hatta sonra:
“– Ben çocukları çok seviyorum. Sokakta gördüğüm bir çocuğu sevmeden, şeker vermeden geçemiyorum. Yine de Allahȗ Teâlâ benden intikam alarak çocuk vermedi” diye ağlayacak oldu. Baygilde ağabeyin gönlü tümüyle yumuşadı ve kadını:
“– Evet, güzelim ağlama. Benim çocuklarım senin çocukların olur. Sana kendi anneleri gibi hürmet ederler. Ben onlara böyle buyurdum” diye teselli etti.
VII
Baygilde ağabey eş aradığı bu günlerde Sıvakay nine sabah erkenden gelip Bibeş’e evi toplattırdı. Çocukların üst başlarını yıkadı, giydirdi, saçlarını taradı, ördü, her şeyi düzenledi. Sık sık of çekerek:
“– Ey, doğum acısını da annelik duygusunu da tatmayan biri çocuklara acır mı, bakar mı? Olmaz, imkânı yok” diye söylendi. Çocuklara gizemli şekilde fısıldayarak:
“– Üvey, üvey olur çocuklar. Öz anneniz olmaz. Ona “anne” demeyin. “Abla” diye hitap edin” diye tembih etti.
İşini bitirince:
“– Şimdi çocuklar babanızı kendiniz karşılayın. Seğüre gelinin evine yedi kat yabancı bir kadının geldiğini görüp buna dayanmaya benim gücüm yetmez” diye ağlamaklı şekilde dönüp gitti. Çocukların dördü birden:
“– Nine gitme dur!” diyerek kapıya kadar yürüdü. Anneleri öldüğünden beri eve de girseler dışarıya da çıksalar, yetim yavrular gibi bir yere birikip sürekli birlikte yürüyorlardı. Şimdi Sıvakay nine de gidince, daha da efkârlanıp kapının dibinde sessizce durdular. Sokak da onların evinin içinden neşeli değildi. Köy boş, sessizdi. Erkeklerin çoğu yiyecek ve iş için Ruslara gitmişti. Karaltı gibi sessiz, düşünceli olan kadınların, kızların, çocuk çoluğun çoğu kazayağı, tohumlu bitki başları toplayıp tomurcuklarını alarak dağdaki vadiye gidiyordu. Köydeki dedeler ve ağabeyler Yemeşler gibi küçük, yetim görünüyordu.
Ağustos’un ortası olmasına bakılmaksızın ağaçların, ekinlerin sararıp kuruması köye ayrı bir keyifsizlik ve keder katıyordu. Üstelik güneyden aralıksız esen sıcak, kuru yel dağın sırtından ot yığını büyüklüğündeki siyah kuru deve elmalarını getirip sokak boyunca döndürerek dolaşıyordu. Bu tuhaf şekilde büyük, örümcek gibi iri kabarık deve elmaları, zayıf kuru dalları ile yere gelişi güzel vurup, bir şeylere sevinmiş gibi zıplayıp, sokağa dolarak dans ediyordu. İşte onların en büyüğü ve korkunç olanı kuru dallarını kaldırıp, Yemeşlerin yanına geldi, ufak ufak hareketlerle dir dir edip durdu, sonra birden sağa sola uçup zıplayarak daha ileriye döndü. Sanki kuraklığın ardından gelecek olan korkunç açlığın kurbanlarını gördüğünden sevinerek zıpladı, yüksek sesle güldü.
Kuru deve elmalarının danslarına gözünü dikip, uzun süre sessiz kalan İştuğan, büyükler gibi derin bir of çekerek:
“– Bu kadar iri deve dikenlerini de sokağı böyle doldurup, dönerek dolaştıklarını da hiç görmemiştim” dedi.
Bu çirkin, yabancı manzara çocukları daha da keyifsiz hâle getirdi, onların içine nedeni bilinmez, anlamsız bir korku, sıkıntı kattı. Onlar nehir ortasında küreksiz kalan gemi gibi nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden sallanıp, bir tümsekten diğerine geçip, damakları kuruyuncaya ve güçleri tükeninceye kadar böyle kapının dibinde, sıcak güneşin altında ezilerek durdu. Sonra Bibeş sevinmek yerine korkmuşa benzeyen bir ses ile:
“– Geliyorlar!” diye bağırdı.
“– Geldiler!” diye tekrarladı İştuğan. Ağaç destekli kapının kanadını sürükleyip daire şeklinde açtı. Gerçekten de bu sırada Zengin Kormoş’un bal rengi atı gibi dörtnala koşan bir atta, çiğ sarı renkte Keşmir kumaştan ince bir şal örtünmüş kadını sol yanına oturtan Baygilde ağabey yukarı uçtan sokağa indi. Kızlar kurttan ürkmüş taylar gibi birbiri ardına eve inerek kayboldu. Kapının dibinde sadece İştuğan kaldı. O anda tüm düşüncesini ve hislerini çeken; at koşumlarını çıkarma, atı sulama, sonra Zengin Kormoş’a kadar dörtnala koşup gitme mutluluğu onun babasının gelmesini sabırsızlıkla beklemesine ve orada durmasına mecbur etti. Atları seviyordu. Hatta atları olsa onlara nasıl kıymet verip eğiteceğini, bindiğinde nasıl hissedeceğini düşünerek gecelerce uyuyamadığı zamanlar çoktu. Babası bu yıl baharda Zengin Kormoş’a bir tay için yıllık işe kiralanınca buna çok sevinmişti. Kendi atları olması konusundaki hayali şimdi bütünüyle hayata geçmiş gibi hissetmişti. Lakin onun bu ümidi annesinin ölüp babasının zenginin işinden çıkarılmasıyla paramparça oldu. İştuğan bu konuyu şimdi hatırlamaya bile korkuyordu. Bu düşünce annesi hakkındakiler kadar ağır, özlemli, kederliydi. Ona şu an böyle birinin atına binip hızlı hızlı gitmenin sevinciyle kanatlanma isteği geldi.
Bal rengi at coşup, kişneyerek dört nala kapının önüne geldi. İştuğan sevincinden ne yapacağını bilmeyerek atın başına yapıştı.
“– Tırrr! Sarı at!”
“– İşte, size anne getirdim oğlum” dedi Baygilde ağabey tuhaf bir ses ile. “– Selamlaş oğlum.”
Tüm dikkatini bal rengi ata veren İştuğan bunu duymadı hatta yeni anneyi de fark etmedi. Kızlar korkup farklı farklı köşelere kaçıştı. Hatta Yemeş eskisi gibi yatak, döşek yığılan sandığın arkasına geçip ses çıkarmadan durdu.
Serbiyamal erkeklerin beğeneceği kadar cilveli, tombul vücutlu, iki yanağının kızarmasından sağlıklı olduğu belli olan becerikli, cesur, yaklaşık yirmi beş otuz yaşlarında bir kadındı. Üstünde Orenburg’daki tüccar eşlerinin elbiselerine benzetmeye çalıştığı önü etekli, kuyruklu, omuz başları kabartmalı, kol uçlarını dirseğine kadar daraltılıp parmak ucuyla tutulmuş gibi zarif düğümler dikilmiş pembe bez bir elbise, ayağında yüksek topuklu yepyeni siyah çizme, başında tamamı süslü sarı Keşmir kumaşından şalı ile- buradaki genç kadın ve kızların severek örtündüğü bir şal- Serbiyamal, kılık kıyafeti de kendi de göz kamaştırıyordu. Yürüyüşünden ve duruşundan engel tanımayan, dediğim dedik, cesurluk, kadın ve kızlara has mağrur bir güzellik saçıyordu. Evet, erkeklerin beğendiği kadınmış bu Serbiyamal! Baygilde ağabey de onu ilk bakışta beğendi. Daha çok onun enerji dolu sağlıklı rengini, gür çıkan emir verici sesini, becerikli oluşunu, güçlü duruşunu beğendi.
“Merhum Seğüre ile biz çok saftık… Saf insana hayat kurmak… Bolluk içinde gamsız yaşamak zordur…” diye düşündü Baygilde ağabey. “Sadece çocuklara sert davranmasın…” diye diledi.
Serbiyamal evin sahibi gibi mağrur şekilde yürüyerek eve girdi. Baygilde ağabey de tam aksine her zamankinden daha mağrur görünüyordu.
“– Kızlarım” dedi sesini güçlükle çıkarıp. “– Kızlarım neredesiniz? Çıkın, annenizle tanışın…”
Fırının arkasına kaçtığı yerden ilk önce Bibeş çıktı. Yeneş de onun arkasından geldi.
“– Aman, bunlar mı benim kızlarım? Baksana nasıl da küçücük, zayıflar…”
Serbiyamal yüksek sesle gülüp çocuklara birbiri ardına kolunu uzattı. “– Elbette tanışacağız. İsimleriniz ne?”
Korkup şaşıran kızlar bir şey söyleyemedi. Onların yerine Baygilde ağabey cevap verdi.
“– Büyüğü Bibiğeyşe, ortanca Yenbike, şu sandığın arkasından bakıp duran da en küçüğü Gölyemeş. Onlara kısaca Bibeş, Yeneş, Yemeş diyoruz.”
Serbiyamal ne içindir tüm dikkatini, kendisine aklını kaybetmiş gibi bir korku ve şaşkınlıkla dimdik bakıp duran Yemeş’e yöneltti.
“– İşte, orada birisi mi varmış! Ne diye saklanıyorsun aptal! Çık, gel tanış!” Seğüre yengenin kadife kumaş gibi yumuşak, usul sesine alışılan evde Serbiyamal’ın güçlü, sert sesi çok kaba ve çirkin bir şekilde yankılandı. Yemeş iyice sandığın arkasına saklandı, Serbiyamal parmağıyla korkutarak:
“– Aman! Nasıl da vahşi. Vay, dağ keçisi!” Baygilde ağabey kızı için özür dileyen bir ses ile:
“– Olur, küçük o. Öğrenir, alışır” dedi. Yavaş yavaş öğretiriz…”
“– Öğrenir. Öğretirim. Görülüyor ki bu çocuklar terbiye almamış” dedi Serbiyamal.
İnce şalını silkeleyip döşeme kalasına astıktan sonra divana geçip oturdu. Samimi şekilde gülümsemeye çalışıp bir kez daha kızlara birbiri ardına baktı. Lakin onun ağzı gülse de burun delikleri birbirine çok yaklaşıyor, sonuna kadar açılan küçük, yuvarlak gözleri son derece soğuk ve merhametsiz bakıyordu. Çocuklar sadece bu bakışı gördü, sadece bu kaba, korkunç sesi duydu. Kızlara bu çok kötü ve çirkin geldi.
Yemeş’e her gece Sıvakay ninesinin söylediği hikâyedeki yaşlı cadıyı hatırlattı. Sıvakay nine dün gece boyunca onlara kederli bir ses ile ahenkli ahenkli Yemeşlerin şimdiki hayatına benzeterek yetim çocuklar ve üvey anneler hakkında hikâyeler anlattı.
“Çok eskiden bir anne ile bir baba varmış. Onların çok güzel bir kızı ile bir oğlu olmuş. Günlerden bir gün anne çok hastalanmış ve ölmüş. Baba da komşu köye gidip bir üvey anne getirmiş. Ama o… cadı anneymiş. Gelir gelmez babanın çocuklarını yemek için hileler yapıp kendini hasta etmiş. Baba ona ne kadar üfleyip tükürse de iyileşmemiş. Günlerden bir gün baba yeni bir deva aramak için yolda gidiyormuş ki o cadı anne Hızır İlyas olup babanın karşısına çıkmış:
“– Aleykümselam! Niye böyle dalgınsın insanoğlu?” diye sormuş. Baba üzüntüsünü anlatınca o:
“– Karın iyileşsin istiyorsan oğlunu kesip ona kalbini yedir” diye söylemiş. “Bu Allah’ın emri. Başka çare yok” demiş kaybolurken de.
Böylece baba zavallı hâlde ağlaya yakına geldiğinde o cadı anne çoktan dönüp, babaya kendini acındırarak sızlanıp:
“– Evet, ölümüme deva buldun mu?” diye bakmış. “– Hayır. Bir deva bulmadım” diye cevap vermiş baba. “– Kutsal biriyle karşılaşmadın mı?” diye ısrar etmiş anne. Baba da:
“– Hayır” diye cevap vermiş tekrardan.
“– Yalan söylüyorsun. Gözünden anladım. Sana kutsal biri devayı söylemiş. Sen beni iyileştirmek istemiyorsun!” diyen anne bu kez daha da hastalanmış. Sonra baba çaresiz kalarak, karısına oğlunu kesip yedirmiş. Çocuğun ablası üvey annesinin yediği abisinin kemiklerini ağlaya ağlaya toplayıp beyaz bir beze sararak kayın ağacının dibine gömmüş. Sonra bu kemiklerden çocuk boz bir serçe olup, uçup gitmiş. Şimdiki o gri serçelerin hepsi işte ondan yayılmış.
Onlar bu yüzden böyle yürek parçalayan kederli bir sesle ötüyor… İşte bir vakit o çocuk- boz serçe- onların penceresine konmuş ve ötmeye başlamış.
Bronz kazan kaynıyor,Baba bıçak biliyor,Üvey anne “kes!” diyor,Öz annem “bırak!” diyor.diye ötmüş zavallı. Sonra evlerine uçup babasının omzuna konmuş:
“– Baba, baba ağzını aç!” diye söylemiş. Babası ağzını açınca ona bir kaşık yağ yedirmiş.
Ondan sonra ablasının omzuna konup:
“– Abla, abla ağzını aç!” diye söylemiş. Ablası kardeşinin sesini tanıyıp, sevinerek ağzını açmış. Sonra serçe ona bir kaşık bal yedirmiş. Sonra üvey annesine gidip:
“– Anne, anne ağzını aç!” diye söylemiş. Üvey annesi onu yutayım diye ağzını kocaman açmış, boz serçe de ona bir kap iğne yedirip, uçup gitmiş. Cadı anne oracıkta ölmüş…”
Bu korkunç hikâye sadece diğer çocukların değil, küçük Yemeş’in de yüreğine taş gibi oturmuştu. Bu yüzden üvey annesi ona şimdi daha korkunç gelmeye başladı. Onu görmemeye, ona görünmemeye çalışıp tekrar sandığın arkasına saklandı. Börkünü asmayı unutup, elini ovalayarak yabancı biri gibi kapının dibinde duran Baygilde ağabey her zamanki gibi yumuşak bir şekilde: “– Bibeş kızım semaveri koy” dedi. “– Semaver kaynamış” diye cevap verdi Bibeş.
“– Öyleyse çay içelim. Biz yoldan geldik, susadık” dedi babası.
Bibeş divana yamanmış olsa da bembeyaz, temiz kendir sofra bezini getirip serdi. Tepside çaydanlık, porselen fincan, ekmek, süt getirdi. O sırada at ile işini bitiren İştuğan da çardaktaki büyük pirinç madeninden yapılma semaveri kaldırıp getirdi. Şimdi herkes her zamanki yerine oturup çay içmeye başladı. Onların evinde de başka evlerdeki gibi herkesin yemek yerken oturduğu belli yeri vardı: Sağ taraftan en yüksekte, evin başköşesindeki yorganla, çaprazındaki yorganın kesiştiği yerde, küçük minderin üstünde baba oturuyordu. Onun sağ tarafı, divanın kenarı, semaverin yanı annenin yeriydi. Burası çay yapmak için en uygun yerdi.
Sol tarafta babasına karşı İştuğan, divanın kenarında annesine karşı Bibeş oturuyordu. Yemeş babasıyla ağabeyi arasında oturuyor, Yeneş ağabeyi ile ablası arasında sol tarafta oturuyordu. İşte herkes önceki gibi kendi yerine geçip oturdu. Sadece Seğüre yengenin yeri boştu. Oraya şimdi elini yıkayarak dışardan gelen Serbiyamal’ın oturması gerekiyordu. Lakin o an Yemeş bütün korkusunu unutup, sandığın arkasından fırlayarak annesinin yerine oturdu. Yabancı, sert bir sesle:
“– Git kara kadın. Benim annemin yerine oturma. Orada ben oturacağım” dedi.
Ama gözleri yaş ile dolup her an ağlamaya hazır duruyordu.
Baygilde ağabey de hatta mağrur Serbiyamal da ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden şaşıp kaldı. Eve üvey anne alıp getirdiği gün bu küçük çocuğu dövüp ağlatmak da onun bu hâlini cezasız bırakmak da zordu. Sonra Baygilde ağabey sol tarafa geçti.
“– Serbiyamal biz bu tarafta oturalım. Annesinin yeri Yemeş’e kalsın.”
“– Sol taraftan bana çay yapmak zor olacak” diye Serbiyamal karşı çıktığında Baygilde ağabey: