
Полная версия:
Aşağılananlar
“– Hatırlıyor musun bu anlattığımı gelin?”
Seğüre yenge dalgın gözlerini uzak geçmişine dikip hâlsizce gülümsedi. “– Evet öyle. Öyle demiştin yenge. Çok tombul, çok güzel doğdu kızcağızım. Hatta ben sonra ikiz olur diye korkmuştum ama böyle güzel bir kız doğunca çok sevinmiştim. Babası da sevinmişti.”
Onun bu sözünden sonra Sıvakay nine daha da coşup geçmişini hatırlatmaya çalıştı.
“– Sonra nasıl çabuk büyüdüğüne bakın. Üç ay sonra ablası elinden tutup oynatmaya başladı. Dört ay sonra oturdu. Seğüre gelin onu eskilerin dediği gibi altı ay sonra kucağından bıraktı, yedi ay sonra elinden tuttu. Yaşı dolduğunda kızcağızı konuşmaya başladı. Böyle oldu değil mi gelin?”
Seğüre yenge derin bir of çekerek:
“– Evet, yenge öyle, öyle olmuştu…”
Uzun koyu kirpiklerinin arasından cıva gibi yuvarlak, parlak yaş damlaları çıktı, bir deri bir kemik çenesinin kenarından mindere doğru düştü.
“– Evet, böyleyken ona nasıl nazar değmesin?” deyip sözüne devam etti Sıvakay nine.
“– İşte, şimdi dört çocuk. Ama boy da akıl da yedi yaşındaki Yeneş’te daha yerinde!”
“– Öyle. Doğru. Nazar değdirirler” dedi nineler.
Böylece nazar değmesinin doğruluğu şüphesiz ispat edilince söz kimin gözü değdiği konusuna geçti. Sıvakay nine bunda da başkalarından akıllılığını gösterdi.
“– Herkesin değil ihtiyar Şehit’in gözü değmiştir” dedi sözü kesip. Sonra kendine de ninelere de bir kez daha sıcak çay yapıp ispatlarıyla onun gözünün değdiğini doğrulatmaya çalıştı.
Bibekey ile Gölkey’in büyükbabası olan ufak tefek, zayıf, çelimsiz, çevik, ustalık yapan ve nükteli konuşan ihtiyar Şehit’e “Serçe Şehit” diyorlardı. Hatta bu lakap onun bütün soyuna yayılmıştı. Şehit soyundan olan bütün kişilere “Serçeler” derlerdi. Bu lakap Şehit dede neslinin ufak tefek, çelimsiz, ama becerikli oluşlarından ve ellerinden her iş gelişinden sevgi belirterek eklenmişti, bu yüzden kimse sinirlenmezdi. İşte bu Serçe Şehit dede şimdi seksen altı yaşında olduğuna bakmaksızın sabah şafaktan gecenin karanlığına kadar hiç durmazdı. Balta ustasıydı. Kapının önünde, bir köşede duran tezgâhında gün boyunca kesip biçerek bir şeyler yapardı. Yanında her zaman yeni yapılmış bir elek, kap, kürek, ağaç, fıçı dururdu. İhtiyar Şehit’in oğlu ve Gölkeylerin babası olan Şahimurat ağabey de ona ormandan ihtiyacı olan ağaçları getiriyordu. Pazar gelince de hafta boyu yaptığı bu kürekleri, hamutları dar, uzun göğüslü orman arabasına yükleyip, pazarda satarak her hafta un, çay, şeker ve diğer levazımları alıp gelirdi. İhtiyar Şehit pazara gitmezdi. Hatta oğluna:
“– Çok mu sattın, neler aldın?” diye de sormazdı. Onun ilgisini işin kendisi, budayıp keserek ihtiyaç gereçleri yapmak çekiyordu. Ama küçük Yemeş her zaman gidip, ihtiyar Şehit’in usul usul türkü söyleyerek iş yapışını ilgiyle izlerdi. Şehit dede de Yemeş’i yaşından büyük davrandığı ve çok bilgili olduğu için seviyordu. Anneleri hasta, hayatları zor olduğu için ona acıyordu. Her geldiğinde fıkra anlatıp, oyun oynayarak onu avutmaya çalışıyordu.
“– Hey, kızım, senin bu elbisen dokuma. Zengin Kormoş’un çirkin kızı Ğilmekey hep satenden, ipekten giyiniyor. Niye öyle? Sana da lazım o güzel elbiselerden kızım” dedi.
Yemeş belli etmek istemeden:
“– Benim elbisem dokuma değil, ipek” diye ısrar etti.
Annesinin bekârken çeşitli iplerden işleyip nakışlayarak Baygilde ağabeye hediye ettiği, bugün bile sandığın dibinde duran ipek keseyi gördüğünden beri gönlünde en güzel şeyin o ipek olduğu kalmıştı. Bu onun dilinde en büyük övgü sözcüğüydü.
“– Dokuma işte, bıraksana kızım” diye ısrar etti Şehit dede.
“– Değil. İpek ipek! Benim elbisem, eşarbım, kazağım, annemin diktiği gacır gucur eden çizmem bile ipek!” dedi Yemeş. Daha da cesurca ihtiyar Şehit’in cübbesinin kollarından ve kara bağcığından tutup çekti:
“– Dede senin cübben kendir dokumadan. Kendir dokuma cübbene bıçkı küçüğü iliştirerek kirletiyorsun. Hanımınla kavga edersiniz” dedi.
İhtiyar Şehit Yemeş’in cevaba şaşırmamasına sevinip kıs kıs diye güldü.
Bazen işten yorulup mola verdiği zaman Yemeş’e hikâyeler anlatıyordu. Yemeş daha çok “Keçi ile Kurt”
hikâyesini dinlemeyi seviyordu. O hikâyenin melodiyle söylenen kısmı daha bir güzel geliyordu.
“Nine ile dede,Horul horul uyuyor,Yanlarında bir çocuk.Ahırdaki beş keçi,Hırt hırt çiğniyor,Saraydaki alacalı tay,Bağıra bağıra kişniyor.Girişteki kudurmuş enik,Ilgıt ılgıt uluyor,Beş keçinin beşini de,Yemeye çalıştı beni de!deyip ahenkli ahenkli, aç kurt diye uzatarak koşma söylüyordu Şehit dede. Yemeş de ses çıkarmadan dinleyerek onun yanında oturuyordu…
Sıvakay nine onları bu hâlde pek çok kez görmüştü. İhtiyarın hayranlıkla:
“– Vah vah, kurnaz bir çocuk olacak bu Yemeş. Erkek olsaydın bir yiğit çıkardı senden. Kız olarak ziyan olmuşsun” diye söylediğini de duymuşluğu vardı. Şimdi bunları hatırlayıp korkarak:
“– Onun gözü değmiştir” diye tekrarladı.
“– Öyledir, öyledir. Onun gözü çok keskin. İnsanı geçerken görür, dümdüz deler gibi bakar o” dedi diğer nineler de. Sonra hiç vakit kaybetmeden ihtiyardan bir yama alıp yakarak Yemeş’e koklatmaya karar verdiler. Ertesi gün sabah erkenden Sıvakay nine Şehit dedelere geldi. İhtiyar bu sırada her zamanki gibi gamsız gamsız terennüm ederek, sıcaktan kuruyup çatlamış fıçısına yeniden halka vurmaya çalışıyordu. Sıvakay nine hâl hatır sorup, fıçının nasıl birleştiğine bakarak ihtiyarın etrafında döndü, pantolonundan bir yırtık aldı. Halk ağzında “kırk yama” denen, gömlek ya da pantolondan kopan bu parçalar ihtiyar Şehit’te çok olduğundan Sıvakay nineye bu işi yapmak hiç zor olmadı. İhtiyar Şehit hiç fark etmeden işine devam etti.
Aynı gün bu yırtığı ısıtıp Yemeş’e koklattılar. Lakin bu da ona huzur getirmedi. Yemeş sürekli eskisi gibi ateşler içinde yanarak daha da hastalandı. Sıvakay nine başka çareler aramaya başladı. Şu an hiç olmazsa bu çocuğu iyileştirip Baygilde’nin ailesine huzur getirmeyi istiyordu. Bu hastalığın sebepleri hakkında sürekli düşünüyordu:
“– Nazar değmemiş. Ama çok korkmuş. Tedavi etmek gerek” dedi. Baygilde ağabey Yemeş’e sıcak çarptığını ya da terliyken suya indiğinde ciğerinin şiştiğini düşünse de şimdi tüm ailesine bakıp yardım eden Sıvakay ninenin hatırına tedaviye karşı çıkmadı. “Haydi, yapsın. Faydası olmayacağı gibi zararı da olmaz” diye düşündü. Hatta tedavi edilirken kızını kendisi getirdi. Sıvakay nine “dinden çıkmış kişi” olan Baygilde’nin böyle iyi olup, sakinleşmesine sevinerek:
“– İşte görüyorsun Baygilde kayın, iki defa oldu. Allah’ın izniyle hastalığı bedeninden ovarak alacağım” diye ara vermeksizin konuşarak tedavi etmeye başladı. İlk önce kaşık başı gibi olan ak kurşunu kepçeye atıp eritti. Sonra (bir dua bilmese de) ağzının içinden bir şeyler okuya okuya soğuk suyu Yemeş’in tepesinde döndürerek erimiş kurşunu cos! diye suyun içine döktü. Yemeş bu sesten korkup, elini ayağını sallayarak ağlamaya başladı. Baygilde ağabey kızını çabucak annesinin yanına götürüp sakinleştirmek istediyse de Sıvakay nine izin vermedi.
“– Dur. Bak, kayın. Neyden korktuğunu öğrenelim. Korktuğu şey belli olmazsa tekrar dökeceğiz” dedi. Sonra soğuk suyun içinde etrafa sıçrayarak, anlamsız bir şekilde katılaşan kurşuna dikkatle döndüre döndüre bakmaya başladı. Sonra:
“– Örümceğe benzemiş. Örümcekten korkmuş” sonucuna vardı. “– Öyleyse test etmek için bir daha bakalım” dedi. Sonra kurşunu tekrar eritip, yine cos ettirerek Yemeş’in başucundaki suya döktü. Yemeş yine korktu, yine ağladı. Bu sefer de kurşun horoza benzemiş, Yemeş horozdan korkmuş oldu.
“– Sağlığı geri gelirse yürek sureti düşmesi lazım” diye doğruladı Sıvakay nine. Baygilde ağabey de karşı çıkmadı. Sıvakay nine Yemeş’i sürekli böyle korkutup ağlatarak hevesli bir şekilde tedaviye devam etti. Sonra kurşun dökülerek ısınan suya düşen şeyler çok sıçramayınca, daha yuvarlak bir şekilde katılaşan kurşunu kâseden alarak:
“– İşte sağlığı geldi. Yürek sureti düştü. Şimdi iyileşir inşallah” dedi ve kurşunun daha sivri bir yerini delip, ip geçirerek Yemeş’in boynuna taktı. Korkup ağlayarak hâlsizleşen çocuk babasının elinde uyuyakaldı. Sıvakay nine Baygilde ağabeye gururlu bir bakış atarak:
“– Gördün mü kayın, sağlığı gelince çocuk nasıl da sakinleşti! Söyledim, şifasını bulur dedim!”
Kendinden çok çocuğu için endişelenen anne sadece sessiz sessiz ağladı.
Bu koca karı ilaçlarından sonra Yemeş sadece geceleri değil gündüzleri de uykusunda sayıklayarak, korkusundan tekrar hastalandı. İki hafta sonra bir gün neredeyse ölecek hâle geldi ve hastalığı çok ağırlaştı. O zaman Şehit dede yeni kesilmiş bir koyunun derisini alıp Yemeş’i ona sardı. Yemeş ılık deri içinde baştan ayağa terleyerek hastalık başladığından beri ilk kez rahatça uyudu. Şehit dede yaptığı işten memnun olup:
“– Ben size çok önce söyledim. Çocuğa ter hastalığı gelmiş. Terletmek lazım dedim ama siz dinlemediniz. Şimdi de ekin zamanında yeriz diye büyüttüğüm koyunumu kestim, derisini de sıcak sıcak getirdim. Kızıma çorbasını da annesi içirir. İyileşir” diye söylendi. Baygilde ağabey ile Seğüre yenge ona nasıl teşekkür edeceklerini bilmeyip sessiz sedasız kaldı. Şehit dede onları bu durumdan kurtarmak için:
“– Tamam, tamam koyununuz olmayınca nereden deri bulacaktınız? Ne yaparsın, durum yok. Zenginlik akıl karıştırmaz, yoksulluk akıl buldurmaz demişler. Sizdeki de aynısı” dedi üstüne ve takatsiz şekilde yürüyerek çıkıp gitti.
O günden sonra gerçekten de ılık deri içinde terleyince hastalığının buhranı geçti, Yemeş’in ateşi düştü, sağlığı düzeldi. Yerinden kalkıp, onun da annesinin de gözüne, ağzına yapışıp onlara eziyet eden sinek sürüsünü kovmaya başladı. Sadece dışarıya oynamaya çıkacak hâli yoktu. Seğüre yengenin hâlini görmeye, ailenin üzüntüsünü paylaşmaya konu komşu ve yaşlı kadınlar sürekli gelip gidiyordu. Gençlerin bazısı kızların saçlarını tarayıp, üst başlarını yıkayıp ekmek pişirdi, daha büyük olanları ülkedeki, köydeki olayları anlattı. Bu olayların çoğu kuraklık, kıtlık gelmesi ile ilgiliydi. Derin of çeke çeke, kötü ses tonuyla bahardan beri yere bir damla yağmur yağmaması, gökte bir tane bulut görünmemesi, küçük çocukların mide bozulmasından ölmesi, açlık, otun kuruyup bitmesi hakkında konuştular. Ne zamandır devam eden bu kıtlıkta insanların köpek, kedi hatta insan eti yedikleri ve köy köy öldükleri hakkında birbirinden korkunç olayları hatırladılar. Bir keresinde Sıvakay nine gün boyu o korkunç olaylar hakkında konuştu.
“– Japon savaşından önce oldu bu açlık” diye başladı hikâyesine. “Ey, gün gibi aklımda. Allah’ım o günü tekrar göstermesin. Tövbe estağfurullah, o yıl yol kenarına direklerin yerine cesetler dizilmişti! Açlık korkusuyla sokağa dağılan zavallılar, köy aralarındaki yol boyuna doluşup ileri geri yürüyor, nereye varsalar orada ölüp kalıyordu. Sonra bir merhametsiz onları direk gibi yol kenarına dikti. Böyle bastıkları şekilde taş gibi kalmışlardı… Sonra aç kurtlar gelip çekiştirince çeşit çeşit surette dimdik kaldı zavallılar. Toplanacak külleri de yoktu. Ne hâle getirdiler… Canlı olanlarda yarı ölü olduğundan umursamaz hâle gelmişlerdi sanki… Kimse de bu direklere şaşırmıyordu. Kendileri de bir gün böyle yığılıp kalıncaya kadar onların yolundan yürüyordu zavallılar… Ey Allah’ım… Vah, felaket!”
“Bu nine Seğüre’yi öldürmeden susmaz” diye endişeyle düşündü Baygilde ağabey. Kapı dibindeki yükselti üzerinde İştuğan’ın çizmesine kapanmış hâlde oturuyordu. Bugün gece İştuğan ile birlikte Ural’a, eskisi gibi Zengin Kormoş’a günlük ekinde çalışmaya gitmeyi istiyorlardı.
Sıvakay nine melodili şekilde bir türkü söyleyip biraz sessizleşti, Seğüre yengeye aniden eğilerek:
“– Biliyor musun gelin, Allah niye ülkeye kıtlık veriyor?” sorusuyla söze başladı.
“– Ezmezulla Molla söyledi, dünyada günahı çok olan kullar çoğalmış. İnsanlar zengini zengin, çarı çar, mollayı molla diye bilmemeye başladı. İşte Petersburg’da fabrikadakiler çara karşı el kaldırmış. Tövbe estağfurullah çar gibi çara karşı çıkmışlar. Her yerde köy halkı da azaldı. Çarın boyarla savaşa girmesine karşı çıkmaya başladılar. Evet, böyle iş olur mu? Allah bu işe razı gelmez. Allah’ın kimini zengin kimini yoksul yaptığını kendileri de bilir. En sevdiği insanı yoksul, hasta yapabilir. İşte sen de Seğüre gelin Allah’ın en sevdiği kullarından olduğun için böyle eziyet çekiyorsun. Bu ağır eziyete ağlayıp sızlamadan sabrettiğin için Allahȗ Teâlâ seni cennetin başköşesine oturtacak. Bu dünya fani değil mi? Hepimiz burada misafiriz. Burası nasılsa geçici, ilk evimizde o dünyada Allah cennetten mahrum etmesin. Ama birçok insan Allah’ın razı olmadığı işleri çoğaltıp onlarla meşgul oluyor. Evet, böyle iş olur mu? Ezmezulla Molla, böyle olunca Allah niye dünyaya felaket vermesin dedi.”
Baygilde ağabey iyice katlanamaz hâle gelip:
“– Yenge” diyerek onun sözünü böldü. “– Petersburg’da o beşinci yıl olmuştu. Ama şimdi on bir sene geçti. Allah niye cezasını bu kadar geciktirsin? Eskiler: “Bir yıl sıkıntı verirse bir yıl vermez demişler değil mi? Üstelik çarlar ve zenginler bunun için intikam almadılar mı? Silah da iktidar da onların elinde… Allah’ın yardımına mı muhtaç onlar!”
Sıvakay nine böyle imansız bir soruya nasıl cevap vereceğini bilemeyip gözlerini sonuna kadar açtığı anda Baygilde ağabey yeniden öfkesiz, iyi niyetli bir ses ile:
“– Sonra yenge Allahȗ Teâlâ niye sürekli o çarları, zenginleri himaye etsin? Yoksa kendisi de mi zengin soyundan?” dedi üstüne.
Sıvakay nine korkusundan aklını yitirecek gibi olup:
“– Git imansız! Tövbe estağfurullah, dinden çıkmış!” diye bağırdı.
“– Sonra yenge, Ezmezulla Molla niye yoksul, hasta olup Allah’ın en sevdiği kulu olmamış? Oradan buradan çekip çalarak sürekli zenginleşmeye, çok yiyip güçlenmeye çalışıyor!”
Sıvakay nine döne dolana kapıya fırladı:
“– Sende benimle konuşacak iman yok, tüh dinden çıkmış!”
“– Niye yaşlı birine öfkeleniyorsun!” diye fısıldadı Seğüre yenge. “Gücendirirsen sonra bana kim bakar? Sen de gidiyorsun…”
“– Dayanılmıyor. Nasıl hiç konuşmadan sabredeceksin?” dedi Baygilde ağabey üzülerek. Sonra elini sallayarak yamalı çizmesini annesinin yanında oturan İştuğan’ın ayağına fırlattı.
“– Al, giy oğlum. Gidelim, bugün biraz çalışmamız lazım.”
İştuğan çizmesini giyince annesine bakıp, közün kenarında biraz daha büzüşüp, yavaşça yürüyerek dışarıya çıktı.
“– Orağa kırpılma oğlum” dedi Seğüre yenge. “–Ural’da yılan çok oluyormuş… Sakın kendini!”
Baygilde ağabey gözlerini kocaman açıp sessiz sedasız oturan Yemeş’in sırtından dürttü.
“– Annene bak olur mu kızım?”
Seğüre yengenin balmumu gibi sarı, hareketsiz ellerini hafifçe okşadı. “– Pes etme karıcığım güçlü ol…”
Sonra birden aceleyle dışarıya fırladı. Evin içi daha karanlık, daha endişe dolu hâla geldi. Seğüre yenge donuk gözlerini uzağa dikip, sessiz sedasız nefes alarak öylece yattı. Sinekler de aç gözlülükle onu bitap düşürmeye çalışıyordu. Yemeş’in hâlsiz kolları peştamal çırpıp onları kovalamaktan çabucak yoruldu. Çok geçmeden kendisi de annesinin yanına çöküp uykuya daldı. Bu ıstıraplı hastalıktan ve üzüntüsünden günden güne daha da solan, bitap düşen Seğüre yenge yalnız başına kaldı.
V
Birbirinden daha neşesiz daha kederli günlerle bir hafta daha geçti. Yemeş tamamen iyileşip Yeneş ile birlikte dışarıda dolaşmaya başladı. Ama günler hızla geçti. Orak zamanı geldi. Çabuk vurana açlık yoktu. Yumuşak olan eski toprakları sürüp tohum eken yoksul halkın tarlasındaki bitkiler kökünden kurumuş, toprakta kara tozlar uçuşuyordu. Sadece zengin tarlasında boyu kısa olsa da iri başaklı, kızıl boynuzsuz buğday yetişiyordu. Bunu gören halk şaşırıyordu. Onları tanımayanlar: “Allah sürekli yoksulun ağzından alıp zengine veriyor” diye söyleniyordu. Ama tanıyanlar:
“– Onlar gibi sonbahardan toprağı aktarırsan… Yazın erken ekersin. Üstelik kurak yere alışan, dayanıklı olan kızıl boynuzsuz ya da ak boynuzsuz ekersen bizim de ekinimiz etek boyu olur. Bizim zayıf atlarla toprağı aktararak zamanında ekim yapmak olmuyor” dediler.
Birçoğu ağlayıp yalvararak Allah’tan yağmur diliyordu. Zengin fakir malını kurban edip o Ezmezulla Mollaya yediriyordu. Sonra yetmiş tane kara taşı üfleyip Ulu Eyek’e atıyorlardı. Böyle de olmayınca “bulutları ürkütüp yağmuru yağdırmayan tavuklar varmış. O tavukların kanatlarının altı çıplak olurmuş. Bu tavukları tutup mollaya vermek lazım. Molla onları üfleyip, boyunlarını vurup gece suya batırırsa yağmur yağarmış” diye bir söz yayıldı. İşte bir gün köy tavuk sesleriyle doldu. Gençler, çocuklar, kadınlar bağıra bağıra tavuk tutmaya başladı. Hangi tavuğu tutup baksalar hepsinin de kanatlarının altı elbette zayıflıktan çırılçıplak hâle gelmişti. Böylece “yağmur yağdıracak” çıplak kanatlı tavuklar tutulup molla kazanına atıldı ama hiç yağmur yağmadı. Güneş hep önceki gibi kavurmaya, yakmaya devam etti. Hatta geceleri de sıcak olmaya başladı. Köyde birbirinden korkunç ve kötü sözler yayıldı. Halk tümden ümitsizliğe kapıldı. Merhametsiz açlık haberi, acımasız pençesinin boyunlarına batmaya başladığını hissettirince birçoğu iş, yiyecek arayarak bir öte bir beri gitti. Herkes endişeye kapıldı. Nineler, konu komşular Yemeşlere gelip uzun uzun konuşmamaya başladı. Dudakları kuruyup, renkleri kararıp sessiz karaltılara dönen anneler âdetince:
“– İyi misin gelin? Nasılsın? Hastalanmadın ya?” diye hâlini sorup kimsenin inanmadığı bir sesle:
“– Allah yardım ederse meleğin âmin demesiyle sağlığına kavuşursun gelin endişelenme” gibi teselli sözlerini söyleyerek çıkıp gidiyordu. Hatta bugüne kadar onlara hiç gitmemezlik etmeyen Sıvakay nine de bir gün hiç akla gelmeyecek bir şekilde Baygilde ağabey ile konuştuktan sonra onlara daha seyrek gelmeye başladı. Geldiğinde de Baygilde ağabey ile karşılaşmamaya, konuşmamaya çalışıyordu.
Böyle keyifsiz günlerden birinde Baygilde ağabey Ural’a, Zengin Kormoş’a günlük ekin işinde çalışmaya gitmedi. İştuğan da evde kaldı. Onlar ne içindir, Seğüre’nin yanında oturdu. Bibeş de evden çıkmadı. Seğüre yenge yavaşça ara sıra konuşuyor, her zamankinden de sessiz duruyordu, küçücük olmuş, eriyip biten yağ ve mum misali yok olmuştu. Yeneş ile Yemeş de evde annesinin yanındaydı, Baygilde ağabey onlara:
“– Kızcağızlarım gidin dışarıda oynayın annenizin yanında ben otururum” dedi. Kızlar kaz yavruları gibi iki taraftan biri yürüyerek sessiz sedasız Gölkeylere gitti. Onlar vardığında Şehit dede kapının yanındaki çardağın altında çalışıyordu. Bazıları yepyeni olan, araba tekerlekleri yapmakla uğraşıyordu. Yeneş ile Yemeş de onun yanına, kütüğün üstüne gidip oturdu.
“– Geldiniz mi kızlarım?” dedi Şehit dede. Onlara bakmaya çalışır gibi oldu.
“– Geldik” dedi kızlar. Bununla birlikte konuşma da bitti. Şehit dede bugün eskisi gibi türlü komik sözler söyleyip Yemeş’i neşelendirmeye çalışmadı. Sadece ara sıra işten kalkıp, etrafa yabancı bir bakış atıp, başını sallayarak:
“– Hey gidi yıllar! Sizin kuşağa da geldi yıllar ha Yemeş kızım? Geldi!” diye neşesizce gerindi.
Yemeş elbette bu sözlerin hiçbirini anlamadı. Bu yüzden dedeye fark ettirmeden ablasının kolunu çekti:
“– Gidelim! Gidelim dedim Yeneş!”
Yeneş kıpırdamadı. Çok geçmeden uzaktan ağzı yüzü yoğurda bulanmış Bibekey ile Gölkey de geldi. Bibekey Yeneş’i görür görmez her zamanki gibi:
“– Hadi ahretlik suya gidelim!” diye bağırdı. “– Gitmeyelim. Burada oynayalım” dedi Yeneş.
Çocuklar sokağa çıktı. Sokak boş, güneş bunaltıcı ve sıcaktı. Çocukların hiç birinin canı oynamak, suya inmek istemedi. Büyükler gibi dalgın şekilde kapının dibinde durdular. Sonra Bibekey tekrar söze başladı.
“– Öyleyse haydi. Kızılyar başına gidip çöplükten kolye arayalım. Ben oradan akşama kadar kolye aradım! Bakın kaç çeşit!”
Sözünü doğrulatmak için Yeneş’in önüne gelip boynundaki bir dizi yeşilli mavili kolyeyi dürterek gösterdi.
“– İşte, gördünüz mü?”
“– Gerek yok” diye karşı çıktı Yemeş. “– Gitmeyelim, orada artık kolye yok.”
“– Var” diye ısrar etti Bibekey. “– Büyükbabamın söylediğine göre eskiden orada büyük, zengin bir köy varmış. Kahraman Salavat ile kahraman Yemelke zamanında o köyde yaşlı çar askerleri yangın çıkarıp külünü gökyüzüne savurmuş. O zaman yanan tüllerin ve başlıkların mercanları, kolyeleri o çöplüğün arasına saçılmış anladın mı?”
“– Biliyorum…” dedi Yeneş. “– Sıvakay ninem anlatmıştı…”
Evet, Yeneş de bunu biliyordu. O da zamanla toprak rengine dönüşen bu kızıl çöplükten mercanlar, kolyeler, yaşlı çar sureti düşmüş gümüş süsler bulmuştu. Yine de Yeneş’in bugün oraya gidesi gelmedi.
“– Boş ver gitmeyelim. Sıcak. Haydi, Kormoş ihtiyarların çöplüğüne inelim. Orada çeşit çeşit güzellikte porselen parçaları çok olur. Onları toplayıp gölgeli porselen oynarız olur mu Bibekey ahiretlik?” dedi.
Bibekey buna razı oldu. Kız kardeşlerinin ellerinden tutup yokuş yukarıya yeşil demir tepeli evleri olan, maviye boyanmış, nakışlı kapılarıyla tüm sokağı güzelleştiren Zengin Kormoş’un evine doğru yürüdüler. Elbette onların bu kapılardan içeriye girmişliği, zengin kapısının tuhaf cazibeli hayatı ile tanışmışlığı yoktu. Zenginin duvarını aşıp ara sokağa atılan çöplüğe vardılar.
Çöplükte gerçekten de porselen parçaları, çay fincanları, boş kibrit kapları çoktu. Lakin çocuklar şimdi bunlara değil tümden başka bir şeye heves ediyordu. Çöplüğün üstünde Yemeş’in yumruğu kadar tombul ve iri kara meyveler parlıyordu. Ne tuhaf? Kızlar böyle meyveleri ne görmüştü ne de yemişti!
Çocuklar ne söyleyeceğini ne yapacağını bilemeden, gözlerini meyvelerden alamayıp ona doğru baktı. Sonunda Bibekey dayanamadı:
“– Dur. Birisinin tadına bakayım. Güzel miymiş?” dedi. Sonra tadına bakmak yerine alıp ısırdı.
“– Anneciğim, nasıl da tatlı!” dedi gözlerini sıkıca kapatarak. “– Dilini ısıracaksın!”
Gölkey de ablasını izleyerek bir tane meyve yedi. “–Çok tatlı!”
Kızlar geçerken bu meyveleri ziyan etmemek için durdukları sırada, şanslarına Zengin Kormoş’un arabacısı gelip onları kovdu.
“– Gidin işe yaramaz çocuklar! Niye onları yiyorsunuz! Zengin Kormoş’un frengi hastası oğlunun yediğinden kalan meyveler bunlar! Size de frengi geçirir!” diye üzüntüyle bağırdı.
Kızlar korkarak çöplükten kenara çıktı. Zengin Kormoş’un boynu ve yanakları delinmiş en küçük oğlunu biliyorlardı. Büyüklerin:
“– Oğlu frengi olmuş. Babasının günahları ve kötülüğü yüzünden oğlu eziyet çekiyor!” diyerek kötü düşünceler uyandıran o konuşmalarını anlamasalar da çok kez duymuşlardı. Kızların o an korku ve tiksinmelerinin bir sonu olmadı. Daha çok da meyveyi yutmaya çalışan Bibekey ile Gölkey’in durumu zordu. Tükürünce dilleri, damakları kurudu, sesleri kısıldı. Yerinde duramayan Bibekey bundan da kurtulmanın bir yolunu buldu.
“– Biliyor musunuz?” dedi gizemli şekilde. “– Büyük babamın söylediğine göre eğer birisi haram bir şeyi yanlışlıkla yerse bismillah diyerek kırk kere tükürmeliymiş. Böylece günah da olmazmış can da çıkmazmış. Biz kardeşimle şimdi böyle yaparız bize frengi hastalığı bulaşmaz!”
Bibekey hata yapa yapa da olsa sayarak bismillah deyip kırk kere tükürdü. Gölkey de ablası gibi yapmaya çalıştı. Sonra kızlar içleri biraz rahatlayarak evlerine gitti. Çoktandır hasta olmayan Yemeş’in midesi tekrar bulanıp başı ağrımaya başladı. Yeneş onun elinden tutup çeke sürükleye güçlükle evlerine götürdü. Sonra Yemeş’i çabucak annesinin yanına götürüp ondan kurtulmak için acele etti. Lakin evin önünde her zamankine benzemeyen bir manzarayla karşılaşınca kapının dibinde durdu.
İnsanların içinde kadın ve kızlardan ziyade her zamankinden daha çok yaşlı kadınlar ve ihtiyar erkekler de vardı. Oğlu Sehiulla ile Sıvakay nine de Bibekeylerin babası Şahimurat ağabey ile Şehit dede de buradaydı. Az önceden beri üzüntülü ve endişeli bir şekilde sık sık eve girip çıkıyorlardı. Sessiz sessiz bir şeyler konuşuyorlardı. Evden birilerinin bağırarak Kuran okuma sesi geldi.
“– Müezzin ikinci kez Yasin okuyor. İmanıyla gitsin zavallı” diye fısıldadı Sıvakay nine.
“– Allah mekânını cennet etsin zavallının. Bu dünyada rahatlık görmedi. Öbür dünyada görsün hiç olmazsa” diye dilek diledi Bibekey’in babaannesi Zelife nine.
Giriş kapısının kenarında sopaya dayanmış hâlde kamburlaşarak oturan Şehit dede birilerine öfkesini bildirir gibi:
“– Genç gitti genç… Otuz iki yaşındaydı. Tam yaşayacak zamanıydı. Cefa çekti cefa! Yokluk helak etti!” diye söyledi.
Yeneş ile Yemeş bu yabancı manzaraya bakarak kapının dibinde biraz durduktan sonra birden akıllarına bir şey gelmiş gibi eve doğru yürüdü.
Onlar geldiğinde Baygilde ağabey, İştuğan ve Bibeş sabahki gibi Seğüre yengenin ayak ucunda oturuyordu. Bibeş ile İştuğan’ın gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Seğüre yengenin baş ucunda ayaklarını bükmüş hâlde minderin üstünde oturan müezzin, çocuklar geldiğinde yüksek sesle:
“– Âmin!” diyerek okumayı bitirdi. Anlaşılan bir Yasin daha bitmişti. Yeneş ile Yemeş gidip divana oturdu ve ikisi aynı anda: