
Полная версия:
Gora
Binoy da ayağa kalktı ve Gora’nın yanına geldi. Gora alışılmamış bir coşkuyla onu kucaklayarak: “Kardeşim, biz artık tek bir vücut olduk.” dedi. “Birimizin ölümü, diğerinin ölümü olacak; hiç kimse bizi durduramayacak ve birbirimizden ayıramayacak.”
Gora’nın aşırı heyecanı Binoy’un kalp atışlarını hızlandırmıştı. Hiçbir şey söylemeden kendini arkadaşının ellerine bıraktı. Doğuda gökyüzü kızıla boyanırken sessizce terasta yürüdüler.
Gora sözünü sürdürdü: “Kardeşim, benim taptığım Tanrıça, beni güzelliği ile kutsamıyor. Onu yalnızca açlıkla yoksulluğun ve acıyla aşağılamışlığın olduğu yerlerde görüyorum. İbadetimi çiçekler ve ilahilerle değil, yaşamın kurbanlarının kanıyla yapıyorum. Bu davada bizi hiçbir güzelliğin baştan çıkaramayacağını bilmek bana çok büyük bir mutluluk veriyor; hepimiz bütün gücümüzü toplayarak harekete geçmeye ve yaşamımızdaki her şeyi gözden çıkarmaya hazır olmalıyız. Böyle bir eylemin eğlenceli bir tarafı yoktur; bu, dayanılması güç, karşı koyulmaz bir uyanıştır. Acılı ve korkunçtur, varlığın ipleri öyle acımasızca çekilir ki, gam notalarına ayrılırken her notanın çığlığını ayrı ayrı duyarsın. Bunları düşünürken yüreğim yerinden oynuyor, her erkeğin bu coşkuyu duyması gerekir çünkü bu Şiva’nın yaşam dansıdır. İnsanoğlu tüm araştırmaları, yok olan eskinin alev alev yanan tepelerinin üzerinde bütün güzelliğiyle yeniyi görmek için yapar. Ben günün ilk ışıklarında, bu kan kırmızısı gökyüzünde geçmişle bağlarını koparmış aydınlık bir gelecek görüyorum. Dinle, göğsümde delice atan kalbim geleceğin zaferini nasıl müjdeliyor!” Bunu söyledikten sonra Binoy’un elini kalbinin üzerine koydu.
“Gora, kardeşim!” dedi Binoy büyük bir heyecanla! “Sonuna kadar senin yoldaşın olacağım. Hiçbir zaman yolumdan dönmeme izin vermemelisin. Amansız yazgı gibi, elimden tutmalı ve beni acımasızca peşinden sürüklemelisin. İkimiz de aynı yoldayız ama güçlerimiz eşit değil.”
“Aynı yapıda olmadığımız bir gerçek.” diye karşılık verdi Gora. “Ama duyacağımız yüce mutluluk, farklı yapılarımızı aynı noktada birleştirecek. Şu anda bizi birbirimize yaklaştıran sevgiden çok daha büyük bir sevgi, ikimizi tek bir vücut hâline getirecek. Bu sevgiyi bütün benliğimizde hissedemezsek, o zaman atacağımız her adımda aramızda bir anlaşmazlık çıkar ve birbirimizden koparız. Ama öyle bir gün gelecek ki, aramızdaki bütün farklılıkları, hatta arkadaşlığımızı bile unutacağız, gerçek bir özveriyle kendimizi davamıza adayacak ve omuz omuza yürüyeceğiz. Arkadaşlığımız, bu abartısız coşkuyla kusursuzluğun doruğuna ulaşacak.”
Binoy, Gora’nın elini sıkarak: “Bunu başaracağız!” dedi.
“Ama bu arada sana çok acı çektireceğim.” diye sözünü sürdürdü Gora. “Benim zorbalığıma katlanmak zorunda kalacaksın. Unutma, biz bu işi arkadaşlığımızı sürdürmek için yapmıyoruz, onun için aramızdaki bağları korumaya çalışarak kendimizi alçaltmamalıyız. Eğer daha büyük bir sevgi için arkadaşlığımızın ölmesi gerekiyorsa, buna engel olamayız ama onu yaşatmayı başarırsak, kusursuzlaştırmayı da başarırız.”
Arkadan gelen ayak sesleriyle irkildiler ve başlarını çevirip baktıklarında yukarıya çıkan Anandamoyi’yi gördüler. Kadın onları ellerinden tutarak yatak odasına kadar götürdü. “Haydi!” dedi. “Artık yatın!”
İkisi birden haykırdı: “Hayır anne, şimdi uyuyamayız!”
“Tabii ki uyuyabilirsiniz!” dedi iki arkadaşın yatağını hazırlayan Anandamoyi. Sonra kapıyı kapattı ve baş uçlarına oturarak onları yelpazelemeye başladı.
“Bizi yelpazelemeniz bir işe yaramaz anne.” dedi Binoy. “Şu anda uykumuzun gelmesine olanak yok.”
“Gelmez mi?” dedi Anandamoyi. “Bunu göreceğiz! Ben burada kalırsam, birbirinizle konuşamazsınız ve uykunuz gelir.”
Onlar uyuduktan sonra Anandamoyi sessizce odadan çıktı ve aşağıya inerken merdivende Mohim ile karşılaştı. “Şimdi olmaz.” diye uyardı onu. “Bütün gece oturdular, onları daha yeni yatırdım.”
“Tanrı’m, talihin cilvesine bak!” dedi Mohim. “Evlilikten söz edip etmediklerini biliyor musunuz?”
“Hayır, bilmiyorum.” diye yanıt verdi Anandamoyi.
“Bir karara varmış olmalılar.” dedi Mohim kendi kendine. “Ne zaman uyanırlar? Bu evlilik bir an önce gerçekleşmezse bir sürü sorun çıkabilir.”
“Biraz uyumalarına izin verirsen hiçbir sorun çıkmaz.” diye güldü Anandamoyi. “Merak etme, gün içinde uyanırlar.”
16
“Suçarita’yı evlendirmeye niyetiniz yok mu?” diye sordu Bayan Baroda.
Pareş Babu her zamanki sakin tavrıyla sakalını sıvazladı ve sordu: “Damat adayı nerede?”
“Bu nasıl bir soru böyle?” diye karşılık verdi Baroda. “O tabii ki Panu Babu ile evlenecek. En azından biz böyle düşünüyoruz. Suçarita da bunu biliyor.”
“Ben Suçarita’nın Panu Babu’dan hoşlandığından emin değilim.” dedi karısıyla tartışmayı göze alan Pareş Babu.
“Beni dinleyin!” diye haykırdı Baroda. “Ben böyle bir şeye dayanamam. Biz o kıza her zaman öz kızımızmış gibi davrandık, neden şimdi bize kapris yapıyor? Panu Babu gibi aydın ve dindar bir erkek ona ilgi duyuyorsa, bunun karşısında duyarsız kalması doğru mu? Siz ne derseniz deyin, benim Labonya’m ondan çok daha güzel olduğu hâlde, onun için uygun göreceğimiz koca adayına hayır demeyecektir. Suçarita’ya böyle arka çıkmayı sürdürürseniz, ona bir koca bulmak olanaksızlaşacak.”
Pareş Babu, özellikle Suçarita ile ilgili konularda karısıyla tartışmak istemezdi, bu nedenle suskun kaldı.
Suçarita’nın annesi Satiş’i doğururken öldüğünde kız daha yedi yaşındaydı. Babası Ram Şaran Haldar, karısını kaybedince Brahmo Samaj’a katılmış ve komşuların zulmünden kurtulmak için Dakka’ya sığınmıştı. Kent postanesinde çalışırken Pareş Babu ile o kadar yakın arkadaş olmuştu ki, Suçarita adamı öz babası kadar çok sevmeye başlamıştı. Ram Şaran beklenmedik bir anda bütün parasını iki çocuğuna bırakarak ölünce, Pareş Babu onların vasisi olmuştu ve çocuklar Pareş Babu’nun ailesi ile birlikte yaşamaya başlamışlardı.
Daha önceki bölümlerde Haran’ın ne kadar etkin bir Brahmo olduğundan söz etmiştik. Samaj’ın bütün etkinliklerinde onun adı geçiyordu; gece okulunda öğretmenlik ve kız okulunda sekreterlik yapıyordu. Aynı zamanda bir gazetenin başyazarıydı; o yorulmak bilmeyen bir insandı. Herkes onun Brahmo Samaj’da iyi bir konuma geleceğinden emindi. Yetiştirdiği öğrencilerin, kusursuz İngilizcesinin ve felsefe bilgisinin sayesinde Samaj’ın dışında da ün kazanmıştı.
Suçarita’nın Haran’a, diğer saygın Brahmolara gösterdiği ilgiyi göstermesinin nedeni buydu. Dakka’dan Kalküta’ya geldiğinde Haran ile tanışmak için sabırsızlanmıştı.
Sonunda bu ünlü erkekle tanışmıştı ve Haran ona duyduğu ilgiyi açıkça göstermekten kaçınmamıştı. Hiçbir zaman kıza aşkını ilan etmemişti ama onun eksikliklerini gidermek, hatalarını düzeltmek, yeteneklerini geliştirmek, kısaca onu kusursuzlaştırmak için o kadar büyük bir çaba harcamıştı ki, herkes onun genç kızı gelecekte kendine yakışacak iyi bir eş olarak yetiştirdiğinden emindi. Ünlü bir erkeğin kalbini kazandığını gören Suçarita, ona duyduğu saygıyla birlikte kendisiyle de gururlanmaktan kendini alamamıştı.
Haran onu resmen ailesinden istememişti ama herkes onların evliliğine kesin gözüyle bakıyordu. Suçarita da bu fikri benimsemiş ve bütün yaşamını Brahmo Samaj’a adayan bir erkeğe uygun bir eş olmak için kendini çalışmaya vermişti. Ama Haran ile birlikte kuracağı evi, mutlu bir yaşam süreceği sıcak bir yuva değil, ancak insanüstü bir çabayla ayakta tutabileceği, korku ve sorumluluk dolu bir kale olarak görüyordu. Onlar bir aile kurmak için değil, tarihe geçmek için çalışacaklardı.
O dönemde evlenselerdi, kızın başına konan talih kuşu ailesini çok mutlu edecekti. Ama ne yazık ki Haran’ın meslek yaşamında üstlendiği sorumluluklar onun için o kadar önemliydi ki, yalnızca karşılıklı beğeni üzerine kurulacak bir yuva için ideallerinden vazgeçmeyi onursuzluk olarak görüyordu. Bu evliliğin Brahmo Samaj’a bir çıkar sağlayıp sağlamayacağını öğrenmeden bir girişimde bulunmak istememiş ve bu amaçla Suçarita’yı sınamaya başlamıştı.
İnsan başkalarını sınarken kendi de sınanır. Haran ev halkı tarafından “Panu Babu” olarak anılmaya başladığında, yalnızca İngiliz dili uzmanı ve Brahmo Samaj için çalışan bilge atalarının ruhunu taşıyan yenilikçi bir metafizikçi olarak değil, aynı zamanda bir insan olarak da görülmeye başlanmıştı. Böylece saygı duyulan bir varlık olmaktan çıkıp, iyi ve kötü yönleriyle sıradan biri olmuştu.
Bu değişiklik beklenmedik bir şeye yol açmıştı. Aralarında belli bir uzaklık varken Suçarita’da saygı uyandıran özellikleri, birbirlerine yakınlaştıktan sonra kıza itici gelmeye başlamıştı. Brahmo Samaj’ın güzel, iyi ve gerçek olan her şeyinin bekçisi ve koruyucusu rolü oynaması, onu kızın gözünde küçültüyordu. Bir insanın gerçeği bulması için inançlı olması gerekir, ancak bu ruhu taşıyan biri alçak gönüllü olabilir. İnsan kendisiyle övünür ve buyurganlaşırsa bu, onun küçüklüğünü gösterir. Suçarita, Pareş Babu ile Haran’ın arasındaki farkı görmezlikten gelemezdi. Pareş Babu’nun kalbindeki gerçeğin soyluluğunu görmek için onun sakin yüzüne bakmak yeterliydi. Haran’da bunu görmeye olanak yoktu. Saldırganlığı ve kendini beğenmişliğiyle Brahmoculuğun dışında kalan her şeyi küçümsüyor, söyledikleri ve yaptıklarıyla kendi inancını da çirkinleştiriyordu.
Brahmo Samaj ile ilgili saplantılı fikirlerine ters düşen bir şey söylediğinde, karşısındaki Pareş Babu bile olsa, hiç çekinmeden onun düşüncesini çürütmeye çalışıyordu ve bu Suçarita’nın bütün vücudunun yaralı bir yılan gibi kasılmasına neden oluyordu. O dönemde Bengal’de İngiliz eğitimi görenler Bhagavadgita ile ilgilenmezdi. Ama Pareş Babu arada bir Suçarita’ya kitaptan parçalar okurdu. Kıza Mahabbarata’nın neredeyse tamamını okumuştu. Brahmoların evlerinde bu tür kitapların yasaklanmasını isteyen Haran bunu onaylamıyordu. Hinduların evlerinin baş köşesini süsleyen bütün eserlerden uzak durmak istediği için kendi de bunları okumamıştı. Savunduğu tek kutsal kitap İncil idi. Pareş Babu’nun gerek edebiyatta, gerekse diğer konularda Brahmocu olsun, olmasın her şeye ilgi göstermesi Haran’ı çileden çıkarıyordu. Suçarita, bunu sezdirmeden yapsa bile, Pareş Babu’yu eleştirecek kadar küstah birine hoşgörüyle bakamazdı. Haran’ı onun gözünde küçük düşüren, erkeğin açıkça ortaya koyduğu küstahlığıydı.
Suçarita, Haran’ın dar kafalılığı ve bağnazca yaptığı saldırılar yüzünden giderek ondan uzaklaşmıştı. Zaten her iki taraf da evlilik konusunu henüz gündeme getirmemişti. Dindar bir toplumda kendine diğerlerinden daha fazla değer veren bir insan, zamanla o değerde görülmeye başlar. Herkes Haran’ı Samaj’ın temel direklerinden biri olarak gördüğü için Pareş Babu onun söylediklerini hiçbir zaman sorgulamamış ve onu olduğu gibi kabullenmişti. Adamı düşündüren tek bir şey vardı, Suçarita’nın böyle bir kocaya uygun bir eş olup olmadığından emin değildi. Kıza Haran’dan hoşlanıp hoşlanmadığını sormak aklına bile gelmemişti.
Hiç kimse Suçarita’ya bu konudaki düşüncesini sormaya gerek duymadığı için, o da kendi duygularını önemsememeye başlamıştı. Haran evlenmeye hazır olduğunu söylediğinde, Brahmo Samaj’ın diğer üyeleri gibi, erkeğin isteğini bir görev olarak kabul etmek zorunda olduğunu düşünmüştü.
Pareş Babu, Suçarita’nın Gora’yı savunmak için söylediklerini duyana kadar bu böyle devam etmişti ama adam o akşamdan sonra kızının ona yeterince saygı beslediğinden kuşku duymaya başlamıştı. Aralarında bu olayla birlikte su üstüne çıkan büyük görüş ayrılıklarının olduğunu düşünüyordu. Baroda evlilik konusunu açtığında eskisi gibi istekli davranmayışının nedeni buydu.
Aynı gün, Bayan Baroda Suçarita’yı bir kenara çekerek, “Babanı endişelendiriyorsun.” dedi. Suçarita kaygıyla ona baktı, farkında olmada Pareş Babu’yu üzecek bir şey yaptıysa bu onu kahrederdi. Solgun bir yüzle sordu: “Neden, ben ne yaptım?”
“Ben bunu nasıl bilebilirim kızım?” dedi Baroda. “Panu Babu’dan hoşlanmadığını sanıyor. Brahmo Samaj’da herkes onunla yapacağın evliliğe kesin gözüyle bakıyor ama şimdi sen..”
“Siz ne diyorsunuz anne?” diye sözünü kesti Suçarita şaşkınlıkla, “Ben hiç kimseye bir şey söylemedim.”
Kız şaşırmakta haklıydı. Haran’ın davranışı sinirini bozuyordu ama onunla evlenme fikrine karşı çıkmayı bir kez bile olsun aklından geçirmemişti. Çünkü ona kendi mutluluğunun hiçbir önemi olmadığı öğretilmişti.
Sonra, birkaç gün önce Pareş Babu’nun önünde kendini tutamayıp Haran’a karşı çıktığını anımsadı ve babasını üzen şeyin bu olduğunu düşününce büyük bir vicdan azabı duydu. O güne kadar hiç kimseye böyle bir çıkış yapmamıştı, bunu bir daha yapmayacağına yemin etti.
O gün akşamüzeri Haran gelince Bayan Baroda onu odasına çağırdı ve şunları söyledi: “Panu Babu, herkes bizim Suçarita’mız ile evleneceğinizi söylüyor ama ben sizin ağzınızdan böyle bir şey duymadım. Gerçekten böyle bir düşünceniz varsa, neden bize söylemiyorsunuz?”
Haran bu konuşmayı daha fazla erteleyemezdi. İşi sağlama bağlamak için Suçarita’nın tamamen ona ait olduğunu hissettirmesi gerekirdi. Kızın Samaj’daki çalışmalarına ne kadar katkıda bulunacağını ve özel yaşamlarında ona ne kadar bağlılık duyacağını daha sonra öğrenebilirdi. “Bunu sormanıza bile gerek yok.” dedi. “Ben onun on sekizine basmasını bekliyordum.”
“Ne kadar kuralcısınız!” dedi Baroda. “On dördünü geçmesi yeterli.”18
O gün Suçarita’nın çay sofrasındaki davranışı Pareş Babu’yu şaşırttı, uzun zamandır ilk defa Haran’ı böyle içten karşılıyordu. Haran gitmek üzereyken ona Labonya’nın yeni nakış işlemesini göstermek istediğini söyledi ve ısrarla onu yerine oturttu.
Pareş Babu’nun içi rahatlamıştı. İki sevgilinin arasında hiç kimseye söylemedikleri bir tartışma geçtiği için dargın olduklarını ama artık barıştıklarını düşünerek gülümsedi.
Haran gitmeden önce Suçarita’yı resmen Pareş Babu’dan istedi ve düğünün daha fazla ertelenmesini istemediğini sözlerine ekledi.
Şaşkınlığını gizleyemeyen Pareş Babu: “Siz on sekiz yaşından küçük bir kızla evlenmenin doğru olmadığını söylerdiniz.” dedi. “Bu fikri yazılarınızda bile savundunuz.”
“Bu Suçarita için geçerli değil.” dedi Haran. “çünkü o yaşına göre çok olgun bir kız.”
“Bu doğru olabilir.” dedi Pareş Babu, yumuşak sesinin altında bir sertlik vardı. “Özel bir nedeniniz yoksa, geleneklere göre davranmanız ve onun evlilik yaşına gelmesini beklemeniz gerekir.”
Zayıf noktasından yakalandığı için utanan Haran, telaşla açığını kapatmaya çalıştı: “Elbette, zaten bana bu yakışır. Ben yalnızca dostlarımızın ve Tanrı’nın huzurunda erken bir nişan töreni yapmak istiyorum.”
“Tamam, bu çok iyi bir fikir.” diye onu onayladı Pareş Babu.
17
İki üç saatlik bir uykudan sonra uyanan Gora, yanında uyuyan Binoy’u görünce kalbi mutlulukla doldu. Düşünde çok değerli bir şeyini kaybettiğini gören ve uyandığında bunun yalnızca bir düş olduğunu anlayıp rahatlayan birinin hafifliğini hissetti. Şimdi Binoy’un değerini daha iyi anlıyordu, arkadaşını kaybetseydi yaşamı anlamını yitirecekti. O kadar mutluydu ki, Binoy’un uyanmasını bekleyemedi, onu sarsarak uyandırdı ve bağırarak: “Kalk artık, yapacak işlerimiz var!” dedi.
Gora’nın her sabah yapmakla yükümlü olduğu bir görevi vardı: Çevredeki yoksulları ziyarete gitmek. Amacı onlara öğüt vermek ya da yardım etmek değildi, bunu yalnızca onların yanında olduğunu göstermek için yapardı. O insanlara kendini çevresindeki aydınlardan çok daha yakın hissederdi. Ona “amca” derler ve zenginlerin kullandığı kaliteli tütünden hazırladıkları nargile ikram ederlerdi. Sırf onlara daha yakın olmak için tütün kullanmaya başlamıştı.
Bir marangozun oğlu olan Nanda, Gora’nın en büyük hayranıydı. Yirmi iki yaşındaydı ve ahşap kutu yapan babasının atölyesinde çalışıyordu. Atletik bir delikanlıydı, yerel kriket takımının en iyi oyuncusu oydu. Gora, marangozlarla nalburların oğullarıyla nispeten daha varlıklı ailelerin çocuklarına eşit hakların tanındığı bir spor ve kriket kulübü kurmuştu. Nanda, bu karma grubun içinde her alanda kendini gösteriyordu. Zengin ailelerin çocukları onu kıskanırlardı ama Gora’nın sıkı disiplininin karşısında onun kaptanlığını kabul etmekten başka şansları yoktu.
Nanda keskiyle ayağını yaraladığı için birkaç gündür kriket antrenmanlarına gelemiyordu ve aklı sürekli Binoy’da olan Gora onu arayıp soramamıştı. O gün delikanlının nasıl olduğunu görmek için marangozların mahallesine gitmeye karar verdiler.
Nanda’nın evinin kapısına geldiklerinde içeride bir kadının ağladığını duydular. Evde ne babası vardı, ne de aileden başka bir erkek. Gora, komşu ayakkabıcıdan Nanda’nın o sabah öldüğünü ve cesedinin, ölülerin yakıldığı meydana götürüldüğünü öğrendi.
Nanda ölmüştü! O sağlıklı, güçlü, yaşam dolu, iyi kalpli oğlan bu genç yaşta ölüp gitmişti! Gora olduğu yerde donup kaldı. Nanda sıradan bir marangozun oğluydu; bu çevrede çok az insan onun yokluğunu hissedecekti, büyük bir olasılıkla bu da fazla uzun sürmeyecekti. Ama Gora, Nanda’nın ölümünün büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Onun olağanüstü canlılığını görmüştü, böyle bir yaşama sevinci kaç canlıda vardı?
Ölüm nedenini sorduklarında tetanos olduğunu öğrendiler. Babası bir doktor çağırmak istemişti ama annesi oğlunu cin çarptığına inandığı için bir hoca çağırmıştı. Bütün geceyi onun yanında geçiren adam, dualar ederek ve vücudunu kızgın tellerle dağlayarak ona işkence yapmıştı. Nanda yatağa düştüğünde Gora’yı çağırmalarını istemişti ama onun bir doktor getirmesinden korkan annesi buna yanaşmamıştı.
Binoy dönüş yolunda: “Bu ne kadar büyük bir aptallık, ne kadar büyük bir ceza.” diye homurdandı.
“Buna aptallık diyerek kendini bu işin dışında tutmaya çalışma Binoy.” dedi Gora kuru bir sesle. “Eğer bu aptallığın ve cezanın gerçek boyutlarının nereye vardığını bilseydin, onun için üzüldüğünü söyleyerek konuyu kapatmazdın!”
Gora’nın öfkesi kabardıkça adımları hızlandı, Binoy hiçbir şey söylemeden ona ayak uydurmaya çalışıyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra Gora konuşmayı sürdürdü: “Binoy, ben bu işin peşini bırakmayacağım. O şarlatanın Nanda’ya yaptıkları beni kahrediyor, onun gibi insanlar bütün ülkeyi kahrediyorlar. Onun başına gelenlerden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranamam.”
Binoy’un suskunluğuna dayanamayan Gora kükredi: “Binoy, senin ne düşündüğünü çok iyi biliyorum! Hiçbir çıkar yolun olmadığını, olsa bile o noktaya varana kadar uzun bir yol katetmemiz gerektiğini düşünüyorsun. Ama ben seninle aynı görüşte değilim. Böyle düşünseydim, beni yaşama bağlayan hiçbir şey kalmazdı. Sorun ne kadar ciddi olursa olsun, ülkeme zarar veren her şeye bir çözüm bulabilirim, her şeyin çözümü benim elimde. Çünkü ben inançlıyım ve inançlı olduğum için bizi saran acıya, sıkıntıya ve aşağılanmaya katlanabiliyorum.”
“Ben böylesine yaygın ve korkunç bir sefaletin karşısında inancımı koruyacak kadar cesur değilim.” dedi Binoy.
“Ben kendimi hiçbir zaman bu sefaletin sonsuza kadar süreceğine inandırmayacağım.” diye karşılık verdi Gora. “Dünyadaki bütün iç ve dış güçler bize saldırıyor. Binoy, sana tekrar tekrar söylüyorum, hiçbir zaman ülkemizin bağımsızlığa kavuşmasının olanaksız olduğunu düşünmemelisin. Özgürlüğü kalbimizde hissederek hazır beklememiz gerekir. Sen, zamanı geldiğinde Hindistan’ın özgürlük savaşının başlayacağına kendini inandırmak istiyorsun. Oysa savaş çoktan başladı ve her an bir ilerleme kaydediliyor. Böyle bir dönemde ülkenin sorunlarına kayıtsız kalmaktan daha korkakça bir şey olamaz.”
“Dinle beni Gora.” dedi Binoy. “Seninle ben ve benim gibiler arasında bir fark var. Günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylar, çok uzun süredir yaşadığımız alışılagelmiş şeyler bile, seni her defasında yeni bir şeyle karşılaşıyormuşsun gibi etkiliyor. Ama biz bunları soluduğumuz hava kadar doğal karşılıyoruz. Bize ne umut veriyorlar, ne umutsuzluk, ne mutluluk, ne de keder. Günler öylesine geçip gidiyor ve kendimizin ya da ülkemizin üzerine çöken kara bulutları göremiyoruz.”
Gora’nın suratı birdenbire kıpkırmızı oldu, alnındaki damarlar şişti ve yumruklarını sıkarak iki atlı bir arabanın arkasından koşmaya başladı. Sokaktaki bütün insanları yerinden sıçratan bir sesle bağırdı: “Dur! Dur!” Sokağın köşesini dönmek üzere olan şık giyimli, iri yarı Bengalli sürücü arkasına baktıktan sonra atların böğrünü kamçıladı ve gözden kayboldu.
Olay şöyle olmuştu: Yaşlı bir Müslüman aşçı karşıdan karşıya geçiyordu. Adamın başının üzerinde taşıdığı sepette, Avrupalı efendisine götürdüğü yiyecekler vardı. Arabanın şık sürücüsü yoldan çekilmesi için ona seslenmişti ama kulağı iyi işitmeyen yaşlı adam neredeyse çiğnenecekti. Kendini kurtarmayı başarmıştı fakat ayağı takıldığı için sepettekiler –sebze, meyve, tereyağı ve yumurtayere dökülmüştü. Öfkeli sürücü yaşlı adama dönerek: “Seni lanet olasıca domuz!” diye bağırmış ve onu kan çıkaracak kadar şiddetli kamçılamıştı.
“Allah! Allah!” diye iç çekti yaşlı adam, sonra alçak gönüllülükle eğilip sepetten dökülenleri toplamaya başladı. Adamın yanına giden Gora ona yardım etti. Zavallı aşçı, iyi giyimli bir beyefendinin onun için böyle bir zahmete katlanmasından çok utanmıştı. “Neden zahmet ediyorsunuz babu?” diye sordu. “Bunlar artık bir işe yaramaz.”
Gora ona böyle yardım edemeyeceğini biliyordu, adama yardım ediyormuş gibi görünmek onu utandırmaktan başka bir işe yaramazdı ama yoldan geçenlere, hiç olmazsa bir beyefendinin bir başkasının zorbalığının karşılığını ödemek ve bir yoksulun hakkını savunmak için bir şeyler yapma gereğini duyduğunu göstermek istiyordu.
Sepet dolduktan sonra Gora adama şöyle söyledi: “Bu sizin kaldıramayacağınız kadar büyük bir kayıp olmalı. Bizimle eve kadar gelirseniz, sepetinizi tekrar doldururuz. Ama önce size bir şey söyleyeceğim. Bir tek sözcük bile söylemeden böyle aşağılanmaya katlandığınız için Allah sizi hiçbir zaman bağışlamayacak.”
“Allah bu haksızlığı yapanı cezalandıracaktır.” dedi Müslüman. “Neden beni cezalandırsın ki?”
“Haksızlığa boyun eğen kişi de suçludur.” dedi Gora. “Çünkü bu dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı odur. Beni anlamayabilirsiniz ama unutmayın, yalnızca dindar olmakla dinin gereklerini yerine getiremezsiniz, bu kötülere cesaret vermekten başka bir işe yaramaz. Sizin Muhammed’iniz bunu çok iyi biliyordu. Bu nedenle size uysalca boyun eğmeyi öğütlememiştir.”
Kendi evi uzakta olduğu için Gora yaşlı adamı Binoy’un evine götürdü. Yazı masasının önünde durarak: “Paranı çıkar.” dedi.
“Dur bir dakika.” dedi Binoy. “Anahtarı alayım.”
Ama kilit, sabırsızlanan Gora’nın gücüne dayanacak kadar sağlam değildi, çekmecenin kulpuna asılınca çekmece kendiliğinden açıldı. Gora’nın gördüğü ilk şey Pareş Babu’nun büyük bir aile fotoğrafı oldu. Binoy onu genç arkadaşı Satiş’ten almıştı. Adama biraz para verip gönderen Gora, fotoğraf hakkında tek bir şey bile söylemedi. Kafasından geçenleri söyleseydi, Binoy’un içi rahatlayacaktı ama onun suskun kaldığını görünce konuyu açmak istemedi.
“Ben gidiyorum!” dedi Gora birdenbire.
“Ne kadar kibarsın!” dedi Binoy sesini yükselterek. “Yalnız mı gideceksin? Annenin beni yemeğe çağırdığını bilmiyor musun? Ben de seninle geliyorum!”
Birlikte evden çıktılar. Dönüş yolunda Gora’nın ağzını bıçak açmadı. O fotoğrafı gördükten sonra Binoy’un kalbinin sesinin onu kendi yolundan ayırıp bambaşka bir yere götürdüğünü anlamıştı.
Binoy onun suskunluğunun nedenini çok iyi biliyordu ama kendinde aradaki görünmeyen duvarı yıkacak cesareti bulamıyordu çünkü Gora’nın kafasının arkadaşlıklarına ciddi darbe vuracak bir şeye takıldığını hissediyordu.
Eve vardıklarında Mohim’i kapının önünde durmuş, onları beklerken buldular. İki arkadaşı görür görmez: “Nerede kaldınız?” diye haykırdı. “Gece sabaha kadar oturduktan sonra yolda uyuyup kaldığınızı düşünmeye başlamıştım. Çok geç oldu. Haydi, içeri girip temizlen Binoy.”
Binoy’u gönderdikten sonra Gora’ya dönerek: “Dinle beni Gora.” dedi. “Sana söylediğim şeyi çok iyi düşünmelisin. Binoy senin ölçülerine göre yeterince dindar olmayabilir ama biz ondan iyisini nereden bulacağız? Yalnızca dindarlık yeterli değildir, eğitim de önemlidir. Kutsal metinlerimizin din ile eğitimi bağdaştırmadığını kabul ediyorum ama bir insanın hem dindar, hem de eğitimli olması kötü bir şey değildir. Eğer bir kızın olsaydı, sen de benim gibi düşünürdün.”
“Bu sorun değil dada.” diye karşılık verdi Gora. “Binoy’un buna karşı çıkacağını sanmıyorum.”
“Şuna bakın!” diye haykırdı Mohim. “Binoy’un buna karşı çıkmasından korkuyor. Beni endişelendiren onun değil, senin düşüncen. Binoy ile konuşmadığın sürece içim rahat etmeyecek. Onu ancak sen ikna edebilirsin ama sen de bunu başaramazsan, o zaman elimizden bir şey gelmez.”
“Onunla konuşacağım.” dedi Gora.
Bunun üzerine Mohim düğün hazırlıklarına başlamanın zamanının geldiğini düşündü.
Gora ilk fırsatta Binoy’a: “Dada, Sasi ile evliliğin konusunda bana baskı yapmaya başladı.” dedi. “Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Önce bana ne istediğini söyle.”