
Полная версия:
Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt
“Özel bir kumaş olmasa da olur.” dedi Wang Hanım. “İlk eline gelen kumaştan iki boy alıp küçük kuzenine elbise diktirebilirsin. Bu akşam unutma da birisini gönderip aldır.”
“Gönderdim bile.” dedi Xifeng. “Kuzenimin bugünlerde geleceğini bildiğimden, her şeyi hazırladım. Malzemeler odanda onayını bekliyorlar. Uygun bulursan gönderilecekler, hanımefendi.”
Wang Hanım gülümseyip başıyla onayladı ama herhangi bir cevap vermedi.
Yiyecek-içecek servisi kaldırılmıştı, Büyük Hanımefendi Shi iki dadıdan Daiyu’yü dayılarını görmeye götürmelerini istedi. Bunun üzerine Jia She’nın karısı Xing Hanım ayağa kalktı.
“Yeğenimi ben götürürüm, bu daha uygun olur!” dedi gülümseyerek.
“Çok güzel.” diye kabullendi Büyük Hanımefendi Shi. “Sonra tekrar buraya gelmene gerek yok, eve gidebilirsin.”
Xing Hanım bunu onaylayıp Daiyu’ye Wang Hanım ile vedalaşmasını söyledi. Sonra hep birlikte onları giriş salonuna kadar geçirdiler. Birkaç hizmetkâr süslü kapının önüne yalıçapkını mavisi perdeli, açık mavi cilalı bir araba getirmişti. Xing Hanım Daiyu’yü elinden tutup arabaya bindirdi. Hizmetçiler perdeleri indirdiler ve taşıyıcılara arabayı kaldırmalarını söylediler. Genç taşıyıcılar arabayı kaldırıp açıklık alana götürdüler ve iki katır bağladılar. Batıdaki yan kapıdan çıkıp, doğuya doğru ilerleyerek Rong Konağı’nın ana girişini geçtiler, siyah boyalı büyük bir kapıdan girip merasim kapısına geldiler. Orada hizmetkârlar perdeleri kaldırdılar ve arabadan inen Xing Hanım Daiyu’yü elinden tutup avluya doğru yönlendirdi.
Daiyu bu binaların ve toprakların aslında bir zamanlar Rong Konağı’nın bahçesinin bir parçası olduğunu düşündü çünkü üç merasim kapısından geçtikten sonra, biraz küçük olsa da sanatsal ve eşsiz güzelliğe sahip salonları, verandaları ve üstü kapalı geçitleriyle ana binayı görmüştü. Bunlar geldikleri konağın azametli, etkileyici ve lüks mimarisine sahip olmasa da dekoratif ağaçlar, bitkiler ve taşlı yollar müthiş bir zevki yansıtıyordu.
Ana salona girdiklerinde ağır makyajlı ve zengin kıyafetli bir hizmetçi kalabalığı tarafından karşılandılar. Xing Hanım bir uşağı kocası Jia She’yı çağırmak için kütüphaneye gönderirken Daiyu’yü de oturttu.
Uşak kısa bir süre sonra geri geldi.
“Efendim, birkaç gündür kendisini iyi hissetmediğini, küçük hanımla karşılaşmalarının her ikisini de rahatsız edeceğini, şu anda buna hazır olmadığını, Bayan Lin’in üzülmemesini ve burada sıla hasreti çekmemesini, büyükannesi ve yengeleriyle kendisini evinde hissetmesini, kuzenleri pek zeki olmasalar da bir araya gelince onu oyalayabileceklerini, ona nazik davranmayan biri olursa hemen bildirmesini, kendilerini yabancı gibi görmemesini söyledi.” dedi.
Daiyu saygıyla ayağa kalkıp kendisine iletilen mesajı dinledikten sonra yine yerine oturdu. Kısa bir süre sonra da gitmek üzere tekrar kalktı. Xing Hanım, yemeğe kalsın diye onu ikna etmek için her yolu denedi.
“Normal şartlar altında sizin bu nazik davetinizi reddetmezdim, yengeciğim ama Zheng dayıma saygılarımı sunmam gerekiyor, geç kalıp kabalık etmekten korkuyorum. Bir dahaki sefere mutlaka yemeğe kalacağım, umarım beni bağışlarsınız.” dedi gülümseyerek.
“Madem öyle, tamam o zaman.” dedi Xing Hanım. İki hizmetkâra yeğenini aynı arabayla geri götürmelerini söyledi, bunun üzerine Daiyu oradan ayrıldı. Xing Hanım merasim kapısına kadar ona eşlik etti, hizmetkârlara talimatlar verdikten sonra gözden kaybolana kadar arabanın arkasından bakıp geri döndü.
Kısa süre sonra Rong Konağı’na varan Daiyu arabadan indi. Dadılar onu doğuya yönlendirdi, bir köşeyi dönüp giriş salonundan geçti, güneye doğru ilerleyip merasim kapısından büyük bir avluya girdi. Avlunun bir ucunda, geyik boynuzları gibi iki tarafından uzanan kanatlarıyla, beş daireli büyük bir ana bina vardı. Bir tepenin geçitlerine benzeyen yan kapılar bütün çevreyle bağlantıyı sağlıyorlardı. Heybetli, sağlam ve ihtişamlı olan ana bina Büyük Hanımefendi Shi’nin evinden çok daha etkileyiciydi.
Daiyu burasının bütün konağın ana dairesi olduğu sonucuna vardı. Yükseltilmiş, genişçe bir yol doğrudan büyük bir kapıya gidiyordu. Salona girip başını kaldırınca, ilk önce duvarda, üzerinde kırmızı altından dokuz dragon olan büyük, mavi bir pano gördü. Panonun üzerinde kocaman harflerle “Büyük Mutluluk Salonu” yazıyordu.
Sonunda daha küçük harflerle, bu panonun hangi tarihte İmparator tarafından Rongguo Dükü Jia Yuan’e verildiği, gün, ay ve yıl olarak belirtiliyordu ve İmparatorluk mührünü taşıyordu. Panonun yanı sıra İmparator’un imzasını taşıyan sayısız değerli nesne de vardı. Üzerine dragonların oyulduğu, kırmızı sandal ağacından büyük bir masada yaklaşık doksan santim yüksekliğinde, yeşil pasla kaplı, eski bir bronz ding12 duruyordu. Duvarda dalgaların arasından çıkan siyah dragonların resmedildiği büyük bir tablo asılıydı; böylesi ancak Sui Hanedanlığı’nın bekleme salonlarında görülebilirdi. Bunun bir yanında altın kakmalı bronz bir kadeh diğer yanında kristal bir kâse vardı. Duvarların önüne iki sıra hâlinde, sedir ağacından on altı sandalye yerleştirilmişti. Sandalyelerin üst tarafında asılan bir çift abanoz levhada altın kakma harflerle şu dizeler yazılıydı:
Buradaki incilerin parıltısı güneşi ve ayı gölgede bırakır;Salondaki şeref nişanı parlak gökyüzü gibi ışıldar.Alt tarafındaki bir grup küçük harfli yazı, bunun ailenin eski bir dostu, taşralı Mu Shi tarafından yazıldığını belirtiyordu. Değerli hizmetlerinden dolayı Dungan Prensi unvanını almıştı.
Oturup dinlenmek için doğu tarafındaki üç yan odayı kullanan Wang Hanım bu salonda pek bulunmadığından, dadılar Daiyu’yü doğu kanadına yönlendirdiler.
Pencerenin yanındaki sobalı sedirin13 üzerine kırmızı bir kaşmir kilim serilmişti. Tam orta yerinde, dragon desenli madalyonları olan kırmızı sırt yastıkları ve aynı şekilde dragon desenli kızıl kahverengi, uzun bir minder vardı. Sedirin her iki ucunda gül şeklinde, küçük, lake sehpalar duruyordu. Soldaki sehpanın üzerinde bir ding, kaşıklar, yemek çubukları ve esans şişeleri, sağdakinin üzerinde güzel kız resimleriyle bezeli, ince belli porselen bir vazo, içinde de mevsim çiçekleri, ayrıca çay fincanları, bir demlik ve benzeri malzemeler vardı. Odanın doğu tarafında üstleri kırmızı çiçeklerle süslü bir kumaşla kaplanmış dört sandalye diziliydi, bu sandalyelerin ayaklarında dört tabure vardı. Bunların da her iki tarafında bir çift yüksek sehpa duruyordu, üstlerine çay fincanları ve vazolar konmuştu. Diğer detaylara girmeye gerek yok.
Yaşlı dadı, Daiyu’nün sedire oturması için ısrar etti ama sedirin kenarlarında karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki işlemeli yastığı gören kız, buranın dayısıyla yengesinin yeri olduğunu düşünerek sedire değil, odanın doğu tarafındaki sandalyeye oturdu. Hizmetçiler çay servisi yaptılar. Daiyu çayını içerken onları inceledi. Makyajları, kıyafetleri ve tavırları diğer evlerde gördüklerinden çok farklıydı. Daha çayını bitirmeden, kırmızı ipek bir elbise ve kenarları fistolu, kolsuz, mavi, saten bir ceket giyen bir hizmetçi içeri girdi.
“Hanımım, Bayan Lin’in içeri gelip yanında oturmasını istiyor.” dedi gülümseyerek.
Bunu duyan yaşlı dadılar hemen Daiyu’yü bu daireden çıkarıp, doğu koridorundan geçirerek üç odalı, küçük ana binaya götürdüler.
Pencerenin yanına, odanın başköşesine yerleştirilen sobalı sedirin üzerinde alçak bir masa, onun da üzerinde kitaplar ve çay servisi vardı. Pek yeni olmayan, mavi satenden bir sırt yastığı doğu tarafındaki duvara yaslanmıştı.
Bayan Wang batı tarafındaki alçak yerde, mavi satenden, arkalıklı bir minderin üzerine oturmuştu. Daiyu’nün geldiğini görünce hemen sedirde karşısına oturmasını istedi. Ama bu yerin Jia Zheng’a ait olduğunu tahmin eden Daiyu, sedirin yanına dizilmiş, siyah puanlı kumaşla kaplı, eski görünümlü üç sandalyeyi fark edip onlardan birine oturdu. Bayan Wang sedire oturması için çok ısrar edince, sonunda yengesinin yanında yerini aldı.
“Bugün dayın inzivaya çekildi.” diye açıklama yaptı Wang Hanım. “Başka zaman görürsün onu. Ama sana söylemek istediğim bir şey var. Üç kuzenin de muhteşem kızlardır, sonra dersler, nakış işlemek veya oyun oynamak için bir araya geldiğinizde, onlarla çok iyi anlaşacaksın ama ben asıl başka bir şey için endişeleniyorum. Evde hepimize işkence çektiren, korkunç bir oğlum var, ailenin baş belası. Bugün bir adağını yerine getirmek için tapınağa gitti. Akşam döndüğünde nasıl biri olduğuna kendin karar verirsin. Ona hiç aldırma. Kuzenlerinin hiçbirisi onu kızdırmaya yeltenmez.”
Daiyu, bu yeğeninin ağzında değerli bir taşla doğduğunu, son derece huysuz olduğunu, kitaplara hiç ilgi duymadığını ve en büyük zevkinin kadınların dairelerinde vakit geçirmek olduğunu annesinden dinlemişti. Görünüşe bakılırsa büyükannesi tarafından öyle şımartılmıştı ki kimse ondan hesap soramıyordu. Wang Hanım’ın bu kuzeninden söz ettiğini hemen anladı.
“Ağzında değerli taşla doğan kuzenimi mi söylüyorsunuz, yenge?” diye sordu, gülümseyerek. “Annemin ondan sık sık söz ettiğini hatırlıyorum. Benden bir yaş büyükmüş, adı Baoyu’ymüş, çok huysuzmuş ama kız kuzenlerine çok iyi davranırmış. Şimdi erkekler dışarıdayken ben kızlarla evin ayrı bir yerinde zaman geçireceğime göre onu nasıl kızdırabilirim ki?”
“Buradaki durumları bilmiyorsun sen.” diye cevap verdi Wang Hanım, gülerek. “O öteki çocuklara benzemez. Büyükannen aşırı sevgisiyle onu çok şımarttığından, küçüklüğünden beri kızlarla bir arada. Kızlar ona kulak asmazlarsa, canı sıkılmasına rağmen uysal oluyor; genellikle öfkesini hizmetçilerinden çıkarıyor. Ama kızlar ona biraz cesaret verirlerse, hemen coşup olmadık yaramazlıklar yapıyor. Bu yüzden ona aldırmaman konusunda seni uyardım. Bir an ağzından bal gibi tatlı sözler dökülürken, başka bir an deli gibi sapıtıveriyor. Ne olursa olsun onun dediklerini ciddiye alma.”
Daiyu bunu aklında tutacağına söz verirken, bir hizmetçi gelip Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinde yemeğin hazır olduğunu bildirdi.
Wang Hanım hemen Daiyu’nün elinden tuttu, arka kapıdan çıkıp bir koridor boyunca yürüdükten sonra yan kapıdan geçip kuzeyden güneye uzanan, genişçe bir yola çıktılar. Yolun güney tarafında, üç odası ve sütunlu bir kabul salonu olan bir bina vardı; kuzey tarafında da beyaz boyalı, büyükçe bir duvar yükseliyordu; duvarın arkasındaysa normalin yarısı büyüklüğünde bir kapısı olan çok küçük bir bina vardı.
“Kuzenin Xifeng burada oturuyor.” dedi Wang Hanım, binayı işaret ederek. “Bir dahaki sefere onu nerede bulacağını öğrenmiş oldun. Bir şeye ihtiyacın olursa ona haber verebilirsin.”
Avlunun kapısında onları görünce esas duruşa geçen birkaç genç duruyordu. Wang Hanım Daiyu’yü doğudan batıya uzanan bir koridordan geçirip, Büyük Hanımefendi Shi’nin avlusuna çıkardı. Arka kapıdan girdiklerinde, onları görünce hemen masayı ve sandalyeleri düzene koyan bir hizmetkâr kalabalığıyla karşılaştılar. Jia Zhu’nun dul karısı Li Wan yemekleri servis ederken, Xifeng çubukları yerleştiriyordu, Wang Hanım da çorbayı getirdi.
Büyük Hanımefendi Shi sedirde, masanın baş tarafında yalnız oturuyor, iki tarafında ikişer sandalye boş duruyordu. Xifeng, Daiyu’yü büyükannesinin sol tarafındaki ilk sandalyeye oturtmak istedi ama Daiyu ısrarla reddetti.
“Yengen ve büyük kuzenlerinin eşleri yemeklerini burada bizimle yemeyecekler.” dedi büyükannesi gülümseyerek. “Hem sen bugün misafirsin. Bu yüzden buraya oturman uygun olur.”
Ancak o zaman Daiyu izin isteyerek o sandalyeye oturdu. Büyük Hanımefendi Shi, Wang Hanım’a oturmasını söyledi; sonra Yingchun ve diğer iki kız da oturmak için izin istediler. Yingchun sağdaki ilk sandalyeye, Tanchun soldaki ikinci sandalyeye ve Xichun de sağdaki ikinci sandalyeye oturdu. Hizmetçiler ellerinde bez, ağız çalkalama tası ve peçetelerle hazır beklerlerken, Li Wan ve Xifeng masada oturanların arkalarında durup, yemek servisi yapıyorlardı.
Dışarıda başka bir sürü hizmetkâr ve dadı hazır durumda bekliyorsa da yemek boyunca en ufak bir öksürük sesi bile duyulmadı. Yemek büyük bir sessizlik içinde yendi. Hemen sonrasında küçük taslarda çaylar getirildi. Lin ailesi, kızları Daiyu’ye, ölçülü olmanın faydasını ve yemekten hemen sonra içilen çayın sindirim sistemine zarar vereceğini öğretmişti. Ama buradaki âdetlerin kendi evininkinden farklı olduğunu anlayan Daiyu, belli bir ölçüde onlara ayak uydurmak zorunda kaldı. Çayını aldıktan sonra ağız çalkalama tasları tekrar getirildi; diğerlerinin ağızlarını çalkaladıklarını gören Daiyu çayın bunun için olduğunu anlayıp aynısını yaptı. Hepsi ellerini de yıkadıktan sonra, bu defa içmek için bir kez daha çay servisi yapıldı.
“Siz hepiniz gidebilirsiniz.” dedi Büyük Hanımefendi Shi. “Ben torunumla sohbet etmek istiyorum.”
Bayan Wang hemen ayağa fırladı, bir şeyler söyledikten sonra başı çekerek odadan çıktı; Li Wan ve Xifeng da onun arkasından gittiler. Sonra büyükannesi Daiyu’ye hangi kitapları okuduğunu sordu.
“Dört Kitap’a14 yeni başladım.” dedi Daiyu. Sonra kuzenlerinin hangi kitapları okuduklarını sordu.
“Kitap mı dedin!” diye bağırdı Büyük Hanımefendi Shi. “Onlar ancak birkaç kelime biliyorlar, kitap okumaya yetecek kadar değil.”
Daha sözlerini henüz bitirmişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. İçeriye giren bir hizmetçi Baoyu’nün geldiğini haber verdi. Daiyu, Baoyu’nün nasıl bir haylaz ve ahmak olduğunu merak ederken genç delikanlı içeri girdi.
Saçına mücevher kakmalı, altın tel işlemeden bir taç, alnına da bir inci için dövüşen iki dragon şeklinde, altın bir bant takmıştı. Üzerine iki farklı renk altından yüzlerce kelebeğin işlendiği ve çiçeklerin serpiştirildiği kırmızı okçu gömleği, rengârenk ipekten, uzun püsküllü bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Bunun üzerine de arduvaz mavisi Japon sateninden, sekiz kabartma çiçek demeti işlenmiş, püsküllü bir ceket giymişti. Ayaklarında beyaz, kalın tabanlı, siyah satenden yarım çizme vardı.
Yüzü sonbahar ortası dolunayı kadar parlak; cildi ilkbahar şafağındaki çiçekler gibi taze; şakaklarındaki saçları bıçakla kesilmiş gibi düz; kaşları mürekkeple çizilmiş gibi kara; yanakları şeftali çiçeği gibi kırmızı; gözleri duru havuzlar gibi parlak ve burnu biçimliydi. Öfkeli olduğunda bile gülüyordu sanki kaşlarını çattığı zaman dahi gözlerinde bir sıcaklık vardı.
Boynuna dragona benzer altın bir kolye ve ucunda çok güzel bir taşın sallandığı beş renk ipekten bir şerit takmıştı.
Daiyu onu görünce afalladı.
“Ne kadar da tuhaf!” diye düşündü. “Sanki onu daha önce bir yerde görmüş gibiyim; yüzü bana çok tanıdık geliyor.”
Baoyu doğru büyükannesinin yanına gidip saygıyla eğildi. Yaşlı kadının, “Önce gidip anneni gör, sonra geri gel.” talimatı üzerine hemen dönüp odadan çıktı.
Döndüğünde kıyafetini değiştirmişti. Başının etrafı kırmızı ipekle bağlanmış küçük örgülerle çevriliydi. Bütün örgüler tepede toplanıp simsiyah ve lake gibi parlak, büyük bir örgü yapılmıştı. Başının tepesinden örgünün ucuna kadar, uçlarında sekiz değerli şeyi15 temsil eden altın sarkıtların olduğu dört büyük inci, aralıklı olarak tutturulmuştu. Parlak kırmızı zemin üzerine çiçek işlemeli olan gömleği yeni gibi görünmüyordu. Boynundaki şerit ve değerli taşın yanına bir de üzerinde Kayıtlı Adı yazılı olan kilit şeklinde bir muska ve nazarlık eklenmişti. Alt tarafta, açık yeşil çiçekli satenden pantolonun bir kısmı, kenarları süslü, siyah puanlı çoraplar ve kalın tabanlı, koyu kırmızı ayakkabılar görünüyordu.
Yüzü sanki pudralanmış gibi beyaz, dudakları rujlu gibi kırmızıydı. Bakışları sevgi doluydu. Konuşurken âdeta gülümsüyordu. Ama asıl cazibesi kaşlarının kıvrımındaydı; gözleri bir duygu deryasıyla parıldıyordu. Görüntüsü ne kadar çekici olsa da altında neyin yattığını tahmin etmek hiç de kolay değildi.
Çok sonraları bir şair, Batı Nehri Üzerindeki Ay melodisine yazılan şu dizelerle sanki Baoyu’yü anlatmıştı:
Sık sık arar bulur kendini üzecek şeyleri,Bazen bir ahmak gibidir, bazen bir deli;Her ne kadar güzel olsa da dış görünüşü,Kural tanımaz ve itaatsizdir yüreği.Asla umursamaz görevlerini,İnatçıdır katır gibi yapmamakta derslerini.Tuhaftır hareketleri, mizacı aksi,Dinlemez kimsenin azar ve eleştirilerini.Umursamaz zenginliği ve asaleti,Kaldıramaz fakirliğini sefaletini.Oysa boşa harcadığı zaman ne kadar değerli,Utandırır içeride ve dışarıda ailesini!İlk sıradadır dünyada bu işe yaramaz serseri,Onun gibi bir hain tarihte görülmedi.Uyarmalı tüm yaldızlı gençleri,Sakın ola bu kötü haytayı taklit etmemeli!Ama biz hikâyemize devam edelim.
“Hayret, misafirimizle tanışmadan önce üstünü değiştirmişsin.” dedi Büyük Hanımefendi Shi, gülerek. “Haydi, hemen kuzenini selamla.”
Elbette ki Baoyu, bu çok güzel genç hanımın varlığını önceden fark etmiş ve Lin halasının kızı olduğu sonucuna varmıştı. Hemen yanına gidip eğilerek selam verdi, tanışmalarının ardından bir yere oturdu. Daiyu’yü yakından inceleyince, diğer kızlardan çok farklı olduğunu gördü.
Somurtmasa da simsiyah, kavisli kaşları çatılmış, gözleri aynı anda hem neşeli hem de kederli bir ifadeye bürünmüştü. Narin yüzünde hüznün izleri vardı. Çok güzeldi ama bünyesi kalıtsal bir hastalığın pençesindeydi sanki. Gözündeki yaşlar küçücük zerreler hâlinde ışıldıyordu, ferahlatıcı soluğu yumuşacıktı. Hareketsizken suya yansıyan hoş bir çiçek, hareketlendiğinde rüzgârda salınan narin bir söğüt gibiydi. Kalbinde Bi Gan’ınkinden16 daha çok odacık vardı ve bu kalple, güzeller güzeli Xi Shi’den17 daha çok acı çekiyordu.
“Bu kuzenimi daha önce görmüştüm.” dedi Baoyu, incelemesini bitirdikten sonra, gülümseyerek.
“İşte yine saçmalamaya başladın.” dedi büyükannesi alaycılıkla. “Bu imkânsız!”
“Belki görmediysem de yüzü çok tanıdık geliyor. Uzun bir ayrılıktan sonra tekrar karşılaşan iki eski dostmuşuz gibi hissediyorum.”
“İşte bu daha mantıklı!” diyerek güldü Büyük Hanımefendi Jia. “Demek ki iyi arkadaş olacaksınız.”
Baoyu, Daiyu’nün yanına oturmak için yerinden kalktı ve uzunca bir süre bütün dikkatiyle kıza bakmaya devam etti.
“Çok kitap okudun mu, kuzen?” diye sordu.
“Hayır.” dedi Daiyu. “Bir yıldır ders alıyorum, sadece birkaç kelime okuyup yazabiliyorum.”
“Adın ne, kuzen?” diye sormaya devam etti Baoyu, Daiyu adını söyledi.
“Peki, ya stil adın?”
“Yok.”
“Ben sana vereyim o zaman.” diye teklifte bulundu Baoyu, gülerek. “ ‘Çatık kaş’ anlamındaki Pinpin’den daha uygun ne olabilir ki?”
“Nereden geliyor bu isim?” diye araya girdi Tanchun.
“Eskiden Günümüze İnsanlar ve Nesneler Kitabı’nda diyor ki batıda kaşları boyamak için kalem yerine kullanılan “dai” diye bir taş varmış. Kuzen Lin’in de adında dai olduğundan ve kaşları da yarı çatık durduğundan, bence bu muhteşem bir isim.”
“Bence uyduruyorsun.” diye dalga geçti Tanchun.
“Dört Kitap haricindeki kitaplarda yazan çoğu şey uydurma zaten. Tek uyduran ben miyim?” diye çıkıştı Baoyu, sırıtarak.
Sonra Daiyu’ye döndü, değerli bir taşı olup olmadığını sorarak herkesi şaşkına çevirdi.
Daiyu, onun doğduğunda ağzında olan taşı kastettiğini anladı.
“Hayır, yok. Bence bu, herkesin sahip olamayacağı çok nadir bir şey.” dedi.
Bu Baoyu’yü hemen delilik nöbetlerinden birine soktu. Boynundaki taşı çekip alarak, parçalamak istercesine yere fırlattı.
“Bunun nesi nadir?” diye gürledi, sövüp sayarak. “İyi insanları kötülerinden ayırt edemiyor bile. Ne tür bir manevi idraki var ki? İstemiyorum bu illet şeyi artık!”
Oradaki bütün hizmetçiler şaşırıp kaldılar ve hepsi birden taşı yerden almak için fırladılar. Büyük Hanımefendi Jia, endişe içinde Baoyu’yü kollarına aldı.
“Seni küçük canavar!” diye azarladı. “Hadi huysuzlaşınca sinirini başkalarından çıkarıyorsun da hayatının bağlı olduğu bu değerli şeyi neden fırlatıp atıyorsun?”
Yüzü gözyaşı izleriyle lekelenen Baoyu, “Kuzenlerimin hiçbirinde yok, sadece benim var. Bu çok can sıkıcı! Yeni gelen, peri kadar güzel kuzende de yok. Bunun iyi bir tarafı olmadığı gayet açık.” dedi hıçkırarak.
“Bu kuzeninin de bir zamanlar bir tane taşı vardı.” dedi Büyük Hanımefendi Jia, onu yatıştırmak için. “Ama halan ölüm döşeğinde yatarken, kızından ayrılmak istemeyince, kızına ait olan taşı yanına almaktan başka bir çare bulamadı. Yaşayanların da ölülerle beraber gömülmesi geleneği, kuzeninin evlat saygısıyla yerine getirilmiş oldu. Hem halanın ruhu kuzenini görme arzusunu böylelikle gideriyor. Bu yüzden sana taşı olmadığını söyledi; yaptığı iyilikle övünmek istemiyor. Kendini onunla nasıl kıyaslarsın? Şimdi taşı dikkatle boynuna tak da annen ne yaptığını görmesin.”
Yaşlı kadın değerli taşı hizmetçilerden birinin elinden alıp çocuğun boynuna kendisi taktı. Baoyu, büyükannesinin açıklamalarını bir süre düşündükten sonra ikna olup, bir daha bu konuyu açmadı.
Tam o sırada bir dadı gelip Daiyu’nün nerede kalacağını sordu.
“Baoyu’yü benim dairemdeki en sıcak odaya taşı, küçük hanım da şimdilik onun yeşil tüllü dairesinde kalabilir. Kış bitip de bahar geldiğinde, odalarının tamiratlarını yapıp, kalıcı olarak yerleştiririz onları.”
“Sevgili büyükanneciğim!” diye dil dökmeye başladı Baoyu. “Ben yeşil tüllü dairenin hemen dışındaki yatakta çok rahat ederim. Neden senin yanına geçip düzenini bozayım?”
Büyük Hanımefendi Jia, bir an düşündükten sonra kabul etti.
“Pekâlâ ama her birinizin bir dadısı ve size hizmet edecek birer hizmetçisi olacak. Diğer hizmetçiler dışarıda nöbet tutar ve çağrılara cevap vermek için hazır beklerler.”
Xifeng çoktan bir hizmetçiyle, Daiyu’nün yatağı için leylak rengi, çiçekli bir perde, nakışlı bir örtü ve saten yorgan göndermişti bile.
Daiyu sadece yaşlı dadısı Wang’ı ve bebekliğinden beri yanında olan on yaşındaki hizmetçisi Xueyan’i getirmişti. Büyük Hanımefendi Jia, Xueyan’i çok genç ve çocuksu, Dadı Wang’ı da hizmet etmek için çok yaşlı bularak kendi hizmetçilerinden Yingge’yı Daiyu’nün hizmetine verdi. Tıpkı Yingchun ve diğer genç hanımlar gibi, Daiyu’ye de kendi dadısına ek olarak, ona öğüt verip yönlendirmeleri için dört dadı, kıyafetleri ve bakımıyla ilgilenmeleri için iki özel hizmetçi, odaların temizliği ve ayak işleri için de dört beş genç hizmetçi tahsis edildi.
Dadı Wang ve Yingge yeşil tüllü daireye doğru Daiyu’ye eşlik ederlerken, Baoyu’nün dadısı Li ve baş hizmetçisi Xiren onun için dış odadaki büyük yatağı hazırlamaya giriştiler.
Asıl adı Zhenzhu olan Xiren de Büyük Hanımefendi Jia’nın hizmetçilerinden biriydi. Yaşlı kadın torununa o kadar düşkündü ki çok iyi bakıldığından emin olmak için, ne kadar iyi ve vicdanlı olduğunu bildiği, gözdesi Xiren’i ona vermişti. Baoyu kızın soyadının Hua, yani çiçek olduğunu öğrenip bir şiirin ‘çiçek kokuları erkeklere doğru süzülüyor’ dizesini hatırlayınca, büyükannesinden izin isteyip kızın adını Xiren (erkeklere süzülen) olarak değiştirmişti.
Xiren’in en güçlü tarafı sadakatiydi. Büyük Hanımefendi Jia’nın hizmetindeyken, saygıdeğer hanımından başka kimseyi gözü görmezdi. Şimdi Baoyu’nün hizmetine verilince, yalnızca onu düşünmeye başladı. Ama Baoyu dikbaşlı bir mizaca sahip olduğundan, kızın öğütlerine hiç kulak asmıyor, bu da onu çok üzüyordu.
O gece Baoyu ve dadısı Li uyuduktan sonra, iç odada Daiyu ve Yingge’nın hâlâ uyanık olduklarını fark eden Xiren, yatak kıyafetleriyle parmak uçlarına basarak yanlarına gitti.
“Neden hâlâ uyumadınız, küçük hanım?” diye sordu.
“Otur lütfen, kardeşim.” diye davet etti Daiyu, gülümseyerek. Xiren yatağın kenarına oturdu.
“Bayan Lin’in canı çok sıkkın, sürekli ağlıyor.” dedi Yingge. “Daha gelir gelmez genç efendimizin öfke nöbetine girmesine neden olduğunu söylüyor. Eğer yere attığında taşı kırılsaymış suçluluk hissedermiş. O kadar üzgündü ki ben de onu teselli etmeye çalışıyordum.”
“Üstünüze alınmayın, küçük hanım!” dedi Xiren. “Korkarım ki ileride bundan çok daha tuhaf şeyler yaptığına tanık olacaksınız. Onun davranışları için bu kadar etkilenip üzülecek olursanız, bir an bile huzur bulamazsınız. Bir an önce bu aşırı hassasiyeti bırakın!”
“Söylediklerini aklımda tutacağım.” diye söz verdi Daiyu. “Peki, söyler misin, bu değerli taş nereden geldi ve üzerinde ne yazıyor?”
“Ailedeki hiç kimse nereden geldiğini bilmiyor. Doğduğunda ağzında olduğunu duyduk, ip takılması için deliği bile varmış. Size göstermek için getireyim.” dedi Xiren.
Ama saat çok geç olduğundan Daiyu istemedi.
“Yarın bakarım.” dedi.
Biraz daha konuştuktan sonra yattılar.
Ertesi sabah Daiyu ve kuzenleri erkenden kalktılar; Daiyu, Büyük Hanımefendi Jia’ya saygılarını sunduktan sonra Wang Hanım’ın dairesine gitti. Onu Jinling’den gelen bir mektup hakkında Xifeng’la konuşurken buldu. Yanlarında, Wang Hanım’ın ağabeyinin karısı tarafından bir haber iletmek üzere gönderilen iki hizmetçi de vardı.
Daiyu neler olduğunu anlayamadı ama Tanchun ve diğerleri onların, Jinling’deki Xue teyzenin oğlu Xue Pan hakkında konuştuklarını anladılar. Güçlü bağlantılarına ve zenginliğine güvenerek bir adama saldırıp öldürmüştü ve şimdi Yingtian bölge mahkemesinde yargılanıyordu. Wang Hanım’ın ağabeyi Wang Ziteng bunu öğrenince Rong Konağı’na bu habercileri göndermiş, Xue ailesini başkente davet etmelerini istiyordu.