Читать книгу Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt (Сюэцинь Цао) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt
Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt
Оценить:
Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt

4

Полная версия:

Kızıl Odanın Rüyası I. Cilt

Feng Su, bir Daruzhou yerlisiydi. Yalnızca bir çiftçi olsa da hâli vakti yerindeydi. Kızının ve damadının böyle bir durumda onun evine sığınmalarından pek hoşlanmadı. Neyse ki Shiyin’in mülkünün satışından elde ettiği parası vardı ve bunu kayınpederine verip gelecek günlerde yaşamlarını idame ettirmek üzere, bir fırsatı çıktığında kendi adına bir ev ve araziye yatırım yapmasını istedi. Kayınpederi onu oyuna getirerek paranın yarısıyla verimsiz bir arazi ve harap bir ev alıp diğer yarısını cebine attı.

Okumuş bir adam olan ve bu tür tarım işlerinde hiç tecrübesi olmayan Shiyin, elinden geleni yapıp ancak bir-iki yıl kadar ayakta kalmayı başardıktan sonra iyice fakirleşti. Feng Su onun yüzüne karşı aldatıcı sözler söylerken, arkasından başkalarına, savurgan yaşam tarzı, beceriksizliği ve tembelliğinden dem vurarak sızlanıyordu.

Kayınpederiyle anlaşamadığının farkında olan Shiyin, içten içe pişmanlık ve acı duymaya başladı. Buna ilaveten, önceki yıllarda geçirdiği korku ve üzüntü, katlanmak zorunda kaldığı keder ve çile bünyesini harap etmişti; yaşı ilerlemiş bir adam olarak fakirlik ve hastalığa da maruz kalınca bir ayağı çukurda bir ihtiyar oluverdi.

Biraz dertlerinden zihnini uzaklaştırmak için bir gayret bastonuna dayanıp sokakta yürüyüşe çıktığında, şans eseri, hasır sandaletleri ve hırpani kılığıyla deliye benzer Taocu bir rahibin aksayarak kendisine doğru geldiğini gördü. Kendi kendine şöyle mırıldanıyordu:

Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,Ama zenginlik ve mevkiye heves ederler!Hani o eskilerin büyük adamları neredeler?Çimen bürümüş mezarlarında serililer.Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,Ama gümüş ve altına itibar ederler!Hayat boyu para için didinirler,Yeterince edinince ölüm gözlerini mühürler.Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,Ama karılarını, genç kızları çok severler!Her kim ki ömür boyu kocasını sevmeye yemin eder,O ölür ölmez başkasının peşine düşer.Bütün erkekler ölümsüzlük isterler,Ama evlatsız, torunsuz edemezler!Oysa ne kadar çoktur sevgi dolu ebeveynler,Hani nerede değerbilir evlatları görenler?

Bu sözleri duyan Shiyin aceleyle rahibe doğru yaklaştı.

“Sen neler söylüyordun öyle?” diye sordu. “Sanki her şeyin boş olduğundan söz ediyor gibiydin.”

“Eğer bu sonucu çıkardıysan, biraz anlayışın var demektir.” dedi Taocu gülümseyerek. “Şu kadarını bilmelisin ki bu dünyadaki bütün iyi şeylerin bir sonu olmalıdır; sonu olan her şey iyidir ama sona ermeyen hiçbir şey iyi değildir. İyi olmak için sona ermesi gerekir. Benim şarkımın adı Bütün İyi Şeyler Sona Ermelidir.

Shiyin bu sözleri duyunca doğal bir anlayışla manasını kavrayıverdi.

“Dur bir dakika!” dedi gülümseyerek. “Şarkını yorumlamama izin verir misin?”

“Elbette yapabilirsin.” dedi Taocu. Bunun üzerine Shiyin şöyle devam etti:

Sefil odalar, boş salonlar,Bir zamanlar kodamanlar uğrardılar;Susuz kalan otlar, kurumuş ağaçlar,Hani bir zamanlar şarkılarla dans edilen salonlar!Örümcek ağları bürünmüş oymalı sütunlar,Artık hasır pencerelerde yeşil bürümcük!Peki, ya tazelik ve mis gibi pudra kokusu?Neden şakaklardaki saçlara kırağı yağmış?Dün sarı toprak beyaz kemikleri içine almış,Bugün kırmızı fenerler aşk kuşlarının yuvasını aydınlatır!Sandıklar dolusu altın ve gümüşü olanlar,Hor görülen dilencilere dönerler!Başkasının hayatı kısa diye esef edenler,Ölüme yaklaştıklarından habersizler!Oğullarını güçlük içinde yetiştirenler,Bir gün belki de hayta olacaklarını bilmezler!Lüks içinde büyütülen şımartılmış kızlar,Kim bilir belki de kaldırıma düşerler!Şapkası başına küçük gelen hâkimler,Gün gelir suçlu prangasını giyerler.Dün paçavralar içinde titreyenler,Bugün mor urbaya burun bükerler!Dünya tiyatrosunda karmaşa hüküm sürer,Biri çıkarken sahneye biri iner.Boşuna dolaşıp dururuz bizler,Sonunda yabancı toprakları yuva bilirler.Nihayetinde harcanan bütün emekler,Başkaları giysin diye dikilmektedir giysiler!

Tuhaf, aksak Taocu ellerini çırptı.

“Tam üstüne bastın!” dedi içten bir gülüşle.

“Gidelim.” diye cevap verdi kısaca Shiyin ve Taocunun omuzundaki torbayı alıp kendi omuzuna astı; sonra evine bile uğramadan bu tuhaf rahiple beraber yürüyüp gitti.

Onun ortadan yok olma haberi hemen ağızdan ağza tüm çevreye yayılıp bir velvele yarattı. Shiyin’in karısı Dame Feng haberleri duyunca öyle bir ağlama nöbetine tutuldu ki ölümün eşiğine geldi. Ama tek seçeneği babasına danışmak ve araştırsınlar diye dört bir yana hizmetkârlar göndermekti. Kocasından hiçbir haber çıkmadı. Çaresiz geri dönüp, hayatını idame ettirmek için anne babasına bel bağlamak zorunda kaldı. Neyse ki iki hizmetçisi hâlâ yanındaydı. Üçü beraber gece gündüz dikiş dikerek, babasının günlük masraflarına destek oldular. Babası Feng Su’nun, her gün kötü talihine söylense de kaçınılmaz olana boyun eğmekten başka çaresi yoktu.

Bir gün hizmetçilerin daha büyük olanı, kapının önünde ip satın alırken birden birtakım adamların sokağın boşaltılması için bağırdıklarını duydu. İnsanlar, yeni bir üst düzey memurun göreve başlamak üzere geldiğinden söz ediyorlardı. Kız kapı aralığına saklanıp seyretmeye başladı. Önce askerler ve muhafızlar ikişerli sıralar hâlinde geçtiler, sonra siyah şapkası ve kırmızı ceketiyle büyükçe bir tahtırevanda oturan bu yüksek memuru taşıdılar. Kız afallayıp kaldı.

“Bu yetkilinin yüzü oldukça tanıdık geliyor.” diye düşündü. “Sanki onu daha önce bir yerde gördüm.”

Kısa süre sonra eve girdi ve bu olayı hemen unutup, bir daha düşünmedi. Gece tam yatmaya giderlerken kapının vurulduğunu duydu. Bir grup adam gelmişti.

“Biz yüce efendimizin gönderdiği habercileriz, içinizden birini sorgu için almaya geldik.” dediler.

Bunları duyan Feng Su öyle bir dehşete kapıldı ki ağzı bir karış açık hâlde bakakaldı.

Nasıl bir tehlikenin beklediğini öğrenmek için, sevgili okur, sonraki bölümü okuman gerekiyor.

2. BÖLÜM

Jiaların kızı Yangzhou’da hayatını kaybeder.

Leng Zixing, Rong Konağı’ndaki Jialardan söz eder.

Bir dörtlük der ki:

Satranç oyununun sonunu kim tahmin edebilir ki?Tütsü yandı, çay içildi ama durum hâlâ şüpheli.Yorumlamak için refah ya da gerileme belirtilerini,Tarafsız bir izleyici getirilmeli.

Devam edelim. Kapısının önündeki velveleyi duyan Feng Su habercilerin ne istediklerini öğrenmek için dışarı koştu ve zoraki bir gülümsemeyle açıklama yapmalarını istedi. Ama bu insanların tek yaptıkları bağırıp çağırmaktı.

“Haydi, acele et! Zhen Bey’e dışarı çıkmasını söyle!”

“Benim adım Feng.” dedi Feng Su, kendini gülmeye zorlayarak. “Zhen değil. Bir zamanlar Zhen adında bir damadım vardı ama bir-iki yıl önce rahip olmak için evi terk etti. Muhtemelen onu arıyorsunuz?”

“Feng mi, Zhen mi biz bilmeyiz. Senin damadın olduğuna göre bizimle gelip Yüce Efendimize durumu açıklarsın.”

Bunun üzerine bütün görevliler, itiraza meydan bırakmadan Feng Su’yu peşlerinden sürükleyerek götürdüler. Bu arada Feng ailesinin tüm üyeleri bunlara bir anlam veremeyip afalladılar.

İkinci saatin8 sonuna doğru Feng Su eve döndü. Herkes neler olduğu konusunda onu soru yağmuruna tuttu.

“Yeni atanan yüksek memur Jia Hua, Huzhouluymuş ve damadımızın eski bir arkadaşıymış. Bizim kapının önünden geçerken, Jiaoxing’in iplik aldığını görünce Shiyin’in buraya taşındığını düşünmüş, adamları onu almak için gelmişler. Ben olan biteni anlatınca canı sıkıldı ve üzüntüsünü ifade etti. Sonra torunumu sordu, fenerleri seyrederken kaybolduğunu anlattım. ‘Endişelenme, ben hemen bir araştırma başlatırım, onu bulup geri getireceğimizden eminim.’ dedi. Görüşmemizin sonunda tam ben ayrılmak üzereyken, iki tael gümüş verdi bana.”

Zhen’in karısı Bayan Zhen Shiyin duyduklarından çok etkilendi ve bütün gece sükûnet içinde geçti.

Sabahın erken bir saatinde Jia Yucun adamlarıyla Bayan Zhen’e, minnetinin bir ifadesi olarak iki torba gümüş ve dört parça ipek sırma gönderdi. Ayrıca, Feng Su’ya yazdığı gizli mektupta, hizmetçisi Jiaoxing’i ikinci eş olarak almasına izin vermesi için Bayan Zhen’i ikna etmesini istiyordu.

Feng Su o kadar memnun oldu ki kaşlarını kaldırıp gözlerinin içi gülerek yüksek memura yaltaklanmak hevesiyle, hemen kızını ikna etmeye koştu. Aynı akşam küçük bir tahtırevana oturtulup, yamene9 götürülen Jiaoxing’e eşlik etti.

Yucun’ın sevincini anlatmamıza gerek yok. Feng Su’ya yüz parça altın verdi ve Bayan Zhen’e de pek çok değerli hediyeler göndererek, kızının nerede olduğunu bulana kadar kendisine iyi bakmasını istedi. Feng Su evine döndü, onu orada bırakıyoruz.

Şimdi hizmetçi Jiaoxing’in, birkaç yıl önce Suzhou’da Yucun’a dönüp bakan ve bu sıradan bakışın kendisine olağanüstü bir kısmet getireceğini tahmin bile edemeyen kızın ta kendisi olduğunu belirtmek gerekir. Kader ve şansın onu bu kadar kayırıp Yucun’la daha bir yıl yaşadıktan sonra ona bir oğul vereceğini kim bilebilirdi ki? Bunun yanı sıra, altı ay kadar sonra da Yucun’ın ilk karısı ani bir hastalığa yakalanıp ölünce Jiaoxing birinci eş olarak onun yerini aldı. Şu dizeler şansını ifade etmeye yeterli olur:

Tek bir sıradan bakış gönderdi,Bu sayede statüsü yükseldi.

Yucun, Shiyin’den gümüş hediyesini aldıktan sonra ayın on altısında başkente gitmek üzere yola çıkmıştı. Üç yılda bir yapılan imtihanda bütün dilekleri gerçekleşmiş, en yüksek dereceyi alıp ismini vilayet ataması listesine yazdırmıştı. Şimdi de bu bölgenin yamen makamına terfi etmişti. Ama tüm başarılarına ve yeteneklerine rağmen hırslı ve zorba olmaktan geri durmuyordu. Kendi becerilerine güvenerek üstlerine karşı olan küstah tavırları, hor görülüp sevilmemesine neden oluyordu.

Daha bir yıl bile geçmemişti ki üst düzey yetkililer tarafından, düzenbazın teki olduğu, ayinlerde ve törenlerde yeni icatlar çıkarmayı görev edindiği, doğruluk ve dürüstlük kisvesi altında azılı astlarıyla birlik olup, bölgede gizliden gizliye sorun yarattığı ve halka hayatı zindan ettiği konusunda ihbar edildi.

Bu haberi alan İmparator son derece öfkelendi. Hiç zaman kaybetmeden kovulmasını buyurdu. Bu emrin ulaşmasıyla ya-mendeki istisnasız bütün memurların yüreklerini bir sevinç kapladı. Yucun, içten içe utanıp öfkelense de en ufak bir rahatsızlık belirtisi açığa vurmadan, eskisi gibi güle oynaya dolaşmayı sürdürdü.

Resmî işlerini devredip, hizmette kaldığı yıllar boyunca istiflediği paraları toparladıktan sonra, ailesini ve taşınabilir eşyalarını da alıp kendi memleketine döndü. Orada her şeyi yoluna koyduktan sonra da rüzgârı sırtına alıp bütün İmparatorluğun en ünlü yerlerine uğrayarak dört bir yanı dolaşmaya başladı.

Bir gün şans eseri yine Yangzhou bölgesine geldiğinde, stil adı Lin Ruhai olan Lin Hai’nin o yılki Tuz Denetim Kurulu Vekili olduğunu öğrendi. Bu Lin Hai önceki İmparatorluk İmtihanı’nda üçüncü olmuş ve Denetleme Komisyonu Müdürlüğüne terfi etmişti. Bir Suzhou yerlisi olarak geçenlerde İmparator tarafından Tuz Denetim Kurulu Vekili olarak atanmıştı. Bir ayı biraz aşkın bir süredir bu görevdeydi.

Aslında Lin Ruhai’in beş kuşak önceki atalarından biri marki unvanını almıştı. Bu rütbe ilk verildiğinde, unvanın kalıtımsal hakkı üç kuşakla sınırlanmıştı ama sonra yüce gönüllü İmparator’un lütfuyla bir kuşak daha uzatılmış ve Lin Ruhai’in babası bu unvanı miras almıştı. Ama Lin Ruhai imtihanı geçerek kendi çabalarıyla bir mevki edinmek zorunda kalmıştı. Sülalesi yıllar boyunca kesintisiz olarak imparatorluk lütuflarından faydalanmış olsa da hepsi zaten kültürlü ve eğitimli insanlardı.

Ne yazık ki Lin sülalesinin bazı kolları doğurgan değildi, bu yüzden ancak birkaç kuşak varlığını sürdürebilmişti. Lin Ruhai’in kuzenleri olsa da hiç kardeşi yoktu. Artık kırkını geçmişti ve tek oğlu önceki yıl üç yaşındayken ölmüştü. Birkaç nikâhsız eşi olduysa da kader ona başka bir oğul vermedi, bu devasını bulamadığı bir dertti.

Karısı née Jia’dan, Daiyu adında, beş yaşında bir kızı vardı. Onu avuçlarının içindeki parlak bir inci tanesiymiş gibi seviyorlardı. Güzel olduğu kadar çok zeki olduğunu da gördüklerinden, büyütecekleri bir oğul sahibi olma arzularını aldatıcı bir yolla da olsa tatmin etmek ve ailedeki yalnızlık ve boşluk nedeniyle duydukları acıyı dağıtmak amacıyla, ona iyi bir eğitim aldırmaya karar verdiler.

Şimdi devam edecek olursak, Yucun bir handa kalırken şiddetli bir soğuk algınlığına yakalanıp, bir ayı aşkın bir süre yatak döşek yattı. İyileştiğinde, parasının masraflarını karşılamaya yetmeyeceğini görünce iyice dinlenebileceği bir yer bulmak için düşünmeye başladı. Şans eseri yeni Tuz Denetim Kurulu Vekili’ni tanıyan iki arkadaşına rastladı. Onlar bu üst düzey memurun kızı için bir öğretmen aradığını bildiklerinden, ona Yucun’ı tavsiye etmekte hiç gecikmediler. Onların tavsiyesi üzerine Yucun işi aldı ve ihtiyaç duyduğu güvenceye kavuştu.

Kız öğrencisi hem çok küçük hem de çok narindi, bu yüzden dersler düzenli bir şekilde yapılamıyordu. Çalışma saatleri boyunca küçük kıza iki de hizmetçi eşlik ediyordu, böylelikle Yucun hem bunalmıyor hem de sağlığına özen göstermek için uygun fırsatı buluyordu.

Göz açıp kapayıncaya kadar bir yıl daha geçiverdi ve çocuğun annesi née Jia hiç beklenmedik şekilde bir hastalığa yakalanıp öldü. Yucun’ın öğrencisi annesinin hastalığı süresince ona bakmış, ilaçlarını hazırlamıştı. Kadının ölümünden sonra da derin bir yasa girdi. Yucun işini bırakmayı düşündü ama Lin Ruhai matem döneminde kızının eğitimini kesintiye uğratmamak için devam etmesini istedi. Zaten bünyesi narin olan kızın aşırı üzüntüden dolayı eski hastalığı nüksetti.

Kız uzunca bir süre derslerine devam edemeyince, başka bir işi olmayan Yucun boş kaldı. Rüzgâr ılıman, güneş güleç olduğu zamanlarda, yemeğini yedikten sonra yürüyüşe çıkıyordu.

Bir gün kırların keyfini çıkarmak için yürüyüşünü şehrin eteklerine doğru uzattı. Tepeler ve şırıltılı dereler, gür bir ormanlık ve bambu ağaçlarıyla çevrili bir yere geldi. Yoğun yeşilliklerin arasında yarı gizlenmiş bir tapınak vardı. Kapıları ve bahçesi harap hâldeydi. İç ve dış duvarları dökülüyordu. Kapının tepesindeki bir levhada Manevi İdrak Tapınağı yazıyordu. Kapının iki kenarındaki çürük tahtalarda şu gizemli dizeler vardı:

(Sağ tarafta)

Geride ne kadar çok da kalsa, insanoğlu elini çekmek istemez;

(Sol tarafta)

Ancak yolun sonuna gelindiğinde, insan doğru yola dönmeyi düşünür.

“Dili basit olsa da bu iki cümlenin derin bir anlamı var.” diye düşündü Yucun, okuduktan sonra. “Ziyaret ettiğim pek çok ünlü tapınakta hiç böyle sözlere rastlamadım. Bilinmez ama belki de bunun arkasında hayatın acılarını tatmış, tövbekâr birisinin hikâyesi vardır. Neden içeri girip sormuyorum?”

İçeri girdiğinde ilk bakışta, yulaf lapası pişiren titrek bir ihtiyar rahipten başka kimseyi görmedi. Yucun onun kendisine hiç aldırmadığını fark edince, yanına kadar gidip bir-iki soru sordu ama hem sağır hem de bunak olan yaşlı rahip, dişleri de olmadığından ilgisiz bir şeyler geveledi.

Yucun’ın sabrı taştı ve bir iki kadeh içmek için bir köy hanına gidip kır manzarasının keyfini artırmaya karar vererek tapınaktan çıktı, adımlarını köye doğru çevirdi. Tam hanın kapısından girerken, içeride ayrı ayrı masalarda şaraplarını içen adamlardan biri, ayağa kalkıp kahkahayla onu selamladı.

“Seni burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi!” diye bağırdı.

Yucun adama bakınca, onun eski günlerde başkentte tanıştığı, Leng Zixing adındaki antikacı olduğunu hatırladı. Orada kaldıkları süre boyunca arkadaşlıkları devam etmiş; Yucun onun girişkenliğine ve yeteneğine hayranlık duymuş, Leng Zixing de Yucun gibi bilgili ve kültürlü birini tanıdığına çok sevinmişti. İkisi gayet iyi anlaşmış ve dost olmuşlardı.

“Buraya ne zaman geldin, kardeşim?” diye sordu Yucun neşeyle. “Buralarda olduğunu hiç bilmiyordum. Karşılaşmamız ne ilginç bir tesadüf.”

“Geçen yılın sonlarında eve döndüm.” diye cevap verdi Leng Zixing. “Şimdi tekrar başkente giderken eski bir arkadaşı bulup bazı şeyleri görüşmek için buraya uğradım. Sağ olsun, birkaç gün daha kalmam için bana ısrar etti, benim de yapılacak acil bir işim olmadığından bir iki gün burada takılıyordum ama ayın ortasında yola koyulmak niyetindeyim. Arkadaşımın bugün işi vardı, ben de yürüyüşe çıkmıştım, buraya uğradım. Seninle karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim.”

Konuşurken Yucun’ı kendi masasına davet edip yeniden şarap ve yiyecek bir şeyler getirtti. İki arkadaş ağır ağır şaraplarını yudumlarken sohbet ettiler. Konuşmaları ayrıldıkları günden beri neler yaptıkları konusuna geldi.

“Başkentten haber var mı?” diye sordu Yucun.

“Yeni bir şey yok.” dedi Zixing. “Ama senin soylu akrabalarından birine çok önemli olmasa da dikkat çeken bir şey oldu.”

“Benim başkentte oturan akrabam yok ki.” dedi Yucun gülümseyerek. “Acaba kimi kastediyorsun?”

“Nasıl aynı soyadını taşıyıp da aynı soydan olmazsınız?” dedi Zixing alaycılıkla.

“Kimlerdenmiş?” diye sordu Yucun.

“Rong Konağı’ndaki Jia sülalesinden. Onlardan utanmana gerek yok, saygıdeğer dostum.”

“Ha onları mı diyorsun!” diye bağırdı Yucun, gülerek. “Doğrusunu söylemek gerekirse, benim sülalem çok geniş. Doğu Han Hanedanlığı tahttayken yaşayan atamız Jia Fu zamanından beri sülalemizin kolları çoğalıp yayıldığı için her bölgede bir Jia bulabilirsin. Hepsinin izini sürmek imkânsız. Rong kolu da benimle aynı soya kayıtlı ama çok zengin ve soylu olduklarından onlarla akraba olduğumuzu söylemeye hiç yeltenmedik ve giderek birbirimizden uzaklaştık.”

“Öyle söyleme, dostum.” dedi Zixing, iç çekerek. “Ning ve Rong kollarının ikisi de benzer şekilde düşüşe geçtiler, eski günlerdeki gibi değiller artık.”

“Bugüne dek her ikisi de hayat dolu bir aileydiler, nasıl olur da bu kadar kısa süre içinde refahları bozulabilir?”

“Açıklaması uzun bir hikâye.” dedi Zixing.

“Geçen yıl,” diye devam etti Yucun, “Jinling’e gittiğimde, Altı Hanedanlık’ın kalıntılarını ziyaret ederken, Taş Kent’e girdim ve eski konaklarının kapısından geçtim. Sokağın doğu kısmında Ning Konağı, batı kısmında da Rong Konağı yer alıyordu. Birbirine bitişik olan bu iki konak neredeyse bütün sokağı kaplıyordu. Kapılarının dışında pek bir hareketlilik olmadığı doğru ama duvarın üstünden içeri bakılınca, çok muhteşem salonlar ve çardaklar, iki katlı yapılar ve verandalar gördüm. Arka tarafı tamamen kaplayan çiçek bahçesi, ağaçları ve taş döşeli alanlarıyla hâlâ zengin ve bereketli görünüyordu. Hiç yıkılmış ya da çökmüş bir hâli yoktu.”

“İmtihanı birincilikle geçmiş biri için hiç de akıllı değilsin.” diye kıkırdadı Zixing. “Eskilerin dediği gibi, ‘Bir kırkayak ölür ama asla yıkılmaz.’ Bu aileler de eskisi kadar refah içinde olmasalar bile, sıradan bir üst düzey ailesinden bir gömlek daha üstündürler. Son zamanlarda ev halkının sayısı günbegün artıyor, tabii uğraşları da. Efendiler de uşaklar da lüks içinde yaşamaya öyle alışmışlar ki hiçbirinin ilerisini düşünüp önlem aldığı yok. Günlük ihtiyaçlarında, savurganlıklarında ve harcamalarında kendilerini şartlara adapte edemiyorlar, idareli kullanamıyorlar; böylelikle dışarından bakıldığında her zamanki gibi muhteşem görünseler de cüzdanları neredeyse boşaldı! Ama en büyük sıkıntı bu değil. Çok daha ciddi başka bir mesele var. Böyle resmî statüdeki ailelerde, böylesine eğitimli ve kültürlü zümrelerde yeni kuşakların öncekilerden daha aşağı mertebede olabileceği kimin aklına gelirdi?”

“Hiç şüphesiz, bu kadar kültürlü ve görgülü bir aile iyi yetiştirilmenin önemini biliyordur.” diye karşı çıktı Yucun, hayretler içinde. “Diğer kollar için bir şey söyleyebilecek durumda değilim ama Ning ve Rong konakları çocuklarını yetiştirme tarzlarıyla ün salmışlardır.”

“Ben işte bu iki konaktan söz ediyorum.” dedi Zixing üzülerek. “Beni iyi dinle. Ningguo Dükü ve Rongguo Dükü aynı anneden doğan iki kardeşti. Daha büyük olan Ningguo Dükü’nün dört oğlu vardı. Ölümünden sonra en büyük oğlu Jia Daihua onun unvanını aldı. Onun da iki oğlu oldu ama adı Jia Fu olan büyük oğlu sekiz dokuz yaşlarında ölünce küçük kardeşi Jia Jing o unvanı aldı. O zamanlar Taocu doktrinlere o kadar kendini kaptırmıştı ki iksir hazırlamaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Neyse ki erken yaşta Jia Zhen adında bir oğlu oldu, unvanını ona bırakıp bütün zihnini ölümsüzlüğe adadı. Memleketine geri dönmek yerine Taocu rahiplerle şehrin dışında aptalca zaman geçiriyor. Jia Zhen’in de Rong adında bir oğlu var, şimdilerde on altısında. Jia Jing dünyevi meselelerden elini eteğini çekmiş, Jia Zhen de eğitimine hiç zaman ayırmayıp zevk ve sefa sürüyor. Ning Konağı’ndaki düzenin altını üstüne getiriyor ama kimse onu engellemeye cesaret edemiyor. Şimdi sana Rong Konağı’nı anlatayım. Sözünü ettiğim tuhaf olay orada oldu. Rongguo Dükü’nün ölümünden sonra büyük oğlu Jia Daishan onun unvanını aldı ve soylu Jinling ailesinden Marki Shi’nin kızıyla evlendi. Ondan Jia She ve Jia Zheng adlarında iki oğlu oldu. Jia Daishan uzun zaman önce öldü ama dul karısı Büyük Hanımefendi Shi hâlâ hayatta. Büyük oğlu Jia She unvanı devraldı. Cana yakın ve neşeli bir mizacı var ama o da aile meselelerine pek kafa yormuyor. Küçük olan Jia Zheng çocukluğundan beri kitaplara çok meraklıydı, düzgün ve dürüst biri olarak yetiştirilmişti. Büyükbabası ona çok düşkündü ve imtihanları geçerek hayata atılmasını istiyordu ama Jia Daishan ölüm döşeğindeyken, bir vasiyette bulunmuş ve bu da İmparator’a sunulmuş. Majesteleri eski bakanının hatırına, sadece büyük oğlunun babasının makamına getirilmesini emretmekle kalmayıp diğer oğulların da huzuruna çıkarılmasını istemiş. Bir lütufta daha bulunup Jia Zheng’ı bir bakanlığın sekreter yardımcılığına atamış ve bakanlıklardan birinin çalışmaları konusunda tecrübe edinmesini istemiş. Şimdi artık müsteşarlığa yükseldi. Jia Zheng’ın karısı Wang Hanım Jia Zhu adında bir oğul doğurdu, çocuk on dört yaşındayken vilayet imtihanını geçti, yirmisine gelmeden evlenip bir oğul sahibi oldu ama oğlu doğduktan hemen sonra hastalanıp öldü. Jia Zheng’ın ikinci çocuğu kız oldu ve ne garip tesadüf ki kız yeni yılın ilk günü doğdu. Daha da garibi, kadının ertesi yıl dünyaya getirdiği oğlan, ağzında kristale benzer, parlak renkli bir taşla doğmuştu. Üzerinde de bazı yazılar vardı. Dolayısıyla çocuğa Baoyu10 adını verdiler. Şimdi söyle bana, sence de bu çok acayip bir şey değil mi?”

“Gerçekten çok tuhaf!” diye bağırdı Yucun gülümseyerek. “Bu çocuğun geleceği sıra dışı olacak sanırım.”

“Herkes öyle söylüyor.” dedi Zixing, alaycı bir gülüşle. “Bu yüzden büyükannesi onu değerli bir mücevhermiş gibi seviyor. İlk doğum gününde Jia Zheng, çocuğun bir tanesini seçmesi için önüne çeşit çeşit nesneler koyup onun eğilimlerini anlamak istemiş. Beklentilerin tersine, diğer bütün nesneleri görmezden gelip, elini ruja, pudraya ve saç tokalarına uzatmış, onlarla oynamaya başlamış. Zheng Bey önce çok öfkelenmiş, bu çocuğun büyüyünce şaraba ve kadınlara düşkün bir hovarda olacağını iddia etmiş; bu nedenle ondan soğumuş. Ama çocuk her şeye rağmen hâlâ büyükannesinin gözbebeği. Çocukta bundan da tuhaf bir şey daha var! Şimdi yedi sekiz yaşlarında, çok yaramaz olmakla birlikte o kadar zeki ki yüz kişinin içinde onun bir eşini bulamazsın! Bir çocuk için fazlasıyla tuhaf şeyler söylüyor. ‘Kızlar sudan, erkekler çamurdan meydana gelir.’ diyor. ‘Kızlarla beraber olduğumda kendimi temiz ve tazelenmiş hissediyorum ama erkekleri pis, kokuşmuş ve iğrenç buluyorum.’ Şimdi söyle bakalım, bu sözler çok tuhaf değil mi? Giderek çapkın bir hergele olacağına hiç şüphe yok.”

Yüzü birden ciddileşen Yucun hemen araya girdi.

“Öyle olmayabilir. Maalesef siz onun kaderini pek anlamıyorsunuz. Benim saygıdeğer akrabam Jia Zheng bile çocuğun hovarda olacağını düşünüyorsa yanılıyor. Eğer insan çok okuyarak her şeyin doğasını anlama ve gizemi kavrama yeteneği geliştirmezse, bu konuda bir yargıya varacak durumda olamaz.”

Zixing, Yucun’ın söylediklerinin önemini algılayıp daha fazla açıklama yapmasını istedi.

“Aşırı iyilik ve aşırı kötülükle doğanlar haricindeki bütün insanlar, genellikle birbirine benzerdirler.” dedi Yucun. “Fazlasıyla iyi olanlar çok talihli bir dönemde doğarlar; fazlasıyla kötü olanlarsa tehdit altındaki felaketler döneminde. İyilerin doğduğu talihli dönemde dünya düzen içindedir; kötülerin doğduğu talihsiz dönemdeyse dünya tehlike altındadır. Yao, Shun, Yu, Tang, Kral Wen, Kral Wu, Zhou Dükü, Shao Dükü, Konfüçyüs, Mensiyüs, Dong Zhongshu, Ha Yu, Zhou Dunyi, Cheng kardeşler, Zhang Zai ve Zhu Xi uğurlu dönemde ışığı görenlerdendiler. Öte yandan, Chi You, Gong Gong, Jie, Zhou, Qin Shi Huang, Wang Mang, Cao Cao, Huan Wen, An Lushan ve Qin Hui tehlikeli dönemde dünyaya gelmişlerdi.”

“İyiler dünyaya düzen getirdiler; kötülerse dünyayı karmakarışık ettiler. Saflık, akıl, maneviyat ve zekâ doğruluğun hayati özüdür, tüm gökyüzünü ve yeryüzünü kaplar; iyilikle donatılmış insan bunun doğal meyvesidir. Kötülük ve zalimlik, gökyüzüne ve yeryüzüne nüfuz eden şerrin özünü oluşturur, kötücül insanlar bunun etkisi altında kalırlar. Şu anda hüküm süren daimî mutluluk günleri ve iyi talih, tam bir huzur ve sükûnet dönemi yukarıdaki İmparator’dan aşağıdaki köylü ve kültürsüz sınıflara kadar uzanan saf, zeki, ilahi ve ince ruhun ürünüdür. İstisnasız herkes bunun etkisi altındadır. Her yere yayılan bu iyi özün bolluğu başka gidecek bir yer bulamayıp tatlı çiye ya da ılıman esintiye dönüşür ve yayılarak bütün dünyayı kaplar.”

bannerbanner