
Полная версия:
Zeno'nun Bilinci
Villama vardığımda, öfkeyle çaldım zili. Önce hizmetçi pencereye çıktı, pek kısa sayılamayacak bir süre sonra da karım göründü. Beklerken kusursuz bir soğuklukla “Görünüşe göre Doktor Muli orada.” diye düşündüm. Ancak karım beni tanıyıp da ıssız sokağı çınlatan içten bir kahkaha patlatınca, şüphelerim silindi gitti.
Evde bazı soruşturmalar yapmak için oyalandım. Maceralarımı ertesi gün anlatacağımı söyledim karıma ama olan biteni az çok tahmin ediyordu zaten. Bana “Neden artık yatmıyorsun?” diye sordu.
Bir özür bularak dedim ki:
“Yokluğumdan faydalanıp gardırobun yerini mi değiştirdin yoksa?”
Gerçek şu ki zaman zaman evdeki eşyaların yerinin değiştiğine inanırım, eşimin onları değiştirdiği de doğrudur ancak o anda her bir köşeyi kolaçan etmemin sebebi başkaydı, Doktor Muli’nin küçük, zarif vücudunu arıyordum.
Bu esnada karım güzel bir haber verdi. Sağlıkevinden dönerken Olivi’nin oğlu ile karşılaşmış, genç Olivi yeni buldukları bir doktorun reçete ettiği ilaçları kullandıktan sonra, babasının çok daha iyileşmiş olduğunu söylemiş karıma.
Uykuya dalmak üzereyken sağlıkevini terk etmekle pekiyi ettiğimi düşündüm, iyileşmek için bolca vaktim vardı nasıl olsa. Yan odada uyuyan oğlum, beni yargılayacak ya da taklit edecek duruma gelmemişti henüz. Telaşa kesinlikle hiç lüzum yoktu.
IV
BABAMIN ÖLÜMÜ
Doktor çekip gitti, doğrusu ben de babamın hayat hikâyesinden bahsetmem gerekir mi emin değilim. Eğer sırf iyileşeyim diye babamı tüm ayrıntılarıyla betimleyecek olursam sonunda iyileşmekten vazgeçerim. Cesaretimi topladım, eğer babamın benim uyguladığım gibi bir tedaviye ihtiyacı olsaydı bile hastalığı benden farklı olurdu. Neticede, zaman kaybetmemek için, onunla ilgili olarak sadece kendi anılarımı canlandırmaya yetecek olanları anlatacağım.
“15.4.1890, saat dört buçuk. Babamın ölümü. US”
Bilmeyenler için söylemeliyim ki bu son üç harfin anlamı United States değil, ultima sigaretta, yani son sigaradır. Bu notaya, anlarım umuduyla başında birkaç saat geçirdiğim ama hiçbir zaman anlamayı beceremediğim Ostwald’ın pozitif felsefe üzerine yazdığı kitabının kapağında rastladım. Belki kimse inanmaz ama biçimsizliğine rağmen, hayatımın en önemli olayını belirtiyor.
Annem, ben henüz on beş yaşımdayken öldü. Öldüğünde onu onurlandırmak için gözyaşı ile eşit değerde olmasa da kimi şiirler yazmıştım, acımda o andan itibaren benim için ciddi bir çalışma hayatının başlaması gerektiği duygusu da vardı. Zaten yalnızca acının varlığı bile daha meşakkatli bir hayatı işaret ediyordu. Sonrasında bugün bile canlı kalmayı başarmış dinî bir duygu, başıma gelen bu felaketi hafifletti ve yumuşattı. Annem benden uzak olsa da varlığını sürdürmeye devam ediyordu, dahası beni bekleyen başarıları görüp de sevinecekti bile. Ne güzel iş! O zamanlardaki hâlimi çok iyi hatırlıyorum. Annemin ölümünün bende uyandırdığı sağlıklı heyecandan ötürü, her şey iyiye gitmeli diye düşünüyordum.
Oysa babamın ölümü gerçek, büyük bir felaketti. Cennet diye bir şey yoktu, kalmamıştı ve ben artık otuzuna varmış bitik bir adamdım. Ben de! Çaresizlik içinde, hayatımın en önemli ve en belirleyici kısmının geride kaldığını ilk kez fark ettim. Ancak yaşadığım acı bu sözlerden anlaşılacağı gibi sırf bencilliğimden kaynaklanmıyordu. Ne münasebet! Gözyaşlarım hem onun için hem de kendim içindi, kendime sırf o öldüğü için ağlıyordum. O zamana kadar sigaradan sigaraya, fakülteden fakülteye dolaşıp durmuştum, yeteneklerime sarsılmaz bir inancım vardı. Belki de hayatımı tatlı kılan bu güven şayet babam ölmeseydi bugüne kadar devam edecekti. O öldü, artık kararlarımın yetişmesi gereken bir yarın kalmamıştı.
Pek çok kez, bunu düşündüğümde, kendime ve geleceğime dair daha önce değil de özellikle babamın ölümü ile umutsuzluğa kapılmış olmam bana çok garip geliyor. Bu son olanların hepsi yakın zamanda geldi başıma, o nedenle korkunç acımı ve talihsizliklerimin her detayını anımsamak için ruh analizci beyefendilerin istediği gibi rüya görmeme gerek yok. Her şeyi gayet iyi hatırlıyorum ama iş anlatmaya gelince hiçbirini doğru düzgün ifade edemiyorum. Babam ölünceye kadar onun için yaşamadım. Kendisine yakınlaşmak için hiçbir çaba sarf etmedim hatta onu gücendirmeden olabildiğince ondan kaçmaya çalıştım. Üniversitede herkes onu, benim taktığım “para babası ihtiyar Silva” lakabı ile tanırdı. Beni ona yakınlaştıran hastalığı oldu ancak ölümcül bir hastalıktı, pek kısa sürdü ve doktor ondan ümidi kesip ölüme terk etti. Ben Trieste’deyken en uzun görüşmemiz, iki saatten fazla sürmezdi. Hiçbir zaman, ağladığım zamanlardaki gibi uzun süre birlikte vakit geçirmemiştik. Keşke ona daha iyi baksaydım da öldükten sonra daha az gözyaşı akıtsaydım! Bu kadar hasta da olmazdım o zaman. Birlikte vakit geçirmemizi zorlaştıran, onunla aramızda kafa yapısı olarak ortak hiçbir şey bulunmamasıydı. Birbirimize bakarken ikimizin yüzünde de aynı şefkat dolu gülümseme belirirdi, bir baba olarak geleceğim için endişelendiğinden onunki biraz daha buruktu, benimki ise hoşgörülüydü, zayıflıklarının kısmen yok olduğuna inanıyordum kimilerini de yaşına bağlıyordum. Benim gücüme -bana kalırsa- ilk güvenmeyen o olmuştu. Kuşkulandığım bir diğer şey ise pek bilimsel olmasa da bana kalırsa bu güvensizliğin sebebi, onun bedeninden kaynaklanmış olmamdı, bu da -bilimsel bir inançla- benim ona olan güvensizliğimi artırıyordu.
Babam, yetenekli bir tüccar olarak ün salmıştı ancak işlerini uzun yıllardır Olivi’nin idame ettirdiğini biliyordum. Ticaretteki beceriksizliği hususunda aramızda bir benzerlik vardı ama başka bir tane daha yoktu. Benim gücü, onun ise zayıflığı simgelediğini söyleyebilirim pekâlâ. Bu defterlerde yazdıklarım bile içimde her zaman iyilik için bir eğilim bulunduğunu gösterir ki belki de bu benim en büyük talihsizliğimdir. Dengeli ve güçlü olmakla ilgili kurduğum tüm hayallerin başka açıklaması olamaz. Babam ise bunların hiçbirini bilmezdi. Kendi yaradılışından hiçbir şikâyeti yoktu, sanıyorum ki iyileşeyim diye bir çabası da olmamıştı hiç. Tüm gün sigara içerdi, annem öldükten sonra bazı geceler uyuyamadığı olurdu, o gecelerde de içerdi. Akşamları yemekte ise demlenirdi, başını yastığına koyar koymaz uykuya dalacağına emin olana kadar. Ona göre sigara ve alkol, en iyi ilaçlardı.
Kadınlara gelince akrabalarımdan, annemin kimi haklı kıskançlıklarının olduğunu öğrendim. Söylenenlere göre o uysal kadın, kocasını frenleyebilmek için zaman zaman şiddetli çıkışlar yapmak zorunda kalıyormuş. Babam annemi sever sayardı, kendine yol göstermesine de müsaade ederdi ama anlaşılan o ki herhangi bir ihanetini itiraf ettiği olmamıştı hiç, bu yüzden annem düşüncesinde yanıldığını zannederek öldü. Gerçi benim pekiyi kalpli akrabalarım, onun kocasını terzi ile neredeyse suçüstü yakaladığını da anlatırlar. Babam dalgınlığından ne yaptığını bilmediğini söyleyip özür dilemiş ve allem edip kallem edip, karısını da masumiyetine inandırmış. Neticede olan terziye olmuş, annem de babam da bir daha ayak basmamışlar o dükkâna. Sanırım babamın yerinde olsam o terziden bir türlü kopamaz, olduğum yere kök salardım.
Babam bir aile reisi olarak huzuru nasıl sağlayacağını pekiyi bilirdi. Evinde de kendi içinde de dinginlik hüküm sürüyordu. Ahlakçı, yavan kitaplardan başkasını okumazdı. İkiyüzlülükten değil, içtenlikle inandığından: Bence bu ahlaki vaazların doğru taraflarını, ta derinden hisseder, erdem ve ahlaka karşı olan bağlılığı vicdanını yatıştırırdı. Artık iyice yaşlandığım ve bir aile reisi olmaya yaklaştığım için vaaz edilen bir ahlaksızlığın, ahlaksız bir eylemden daha fazla cezayı hak ettiğini düşünüyorum. İnsan aşktan ya da nefretten bir cinayet işleyebilir ama cinayetin reklamını yapmak, yalnızca kötü niyettendir.
Babamla ikimiz arasında o kadar az ortak nokta vardı ki bir gün, bu dünyada onu en çok rahatsız eden insanlardan birinin ben olduğumu itiraf etti. Sağlıklı olma arzum, beni insan vücudunu incelemeye sevk etmişti. Babam ise o korkunç makinenin düşüncesini, pekâlâ kafasından silmeyi başarmıştı. Ona göre kalbin nasıl attığını düşünmek yersizdi, bir organizmanın canlılığını açıklamak için supapları, damarları ve maddeleri hatırlamaya gerek yoktu. Hareket etmeyi sevmezdi pek çünkü hayattaki deneyimler insana, hareket eden her şeyin gün gelip duracağını söylerdi. Onun için yeryüzü de hareketsizdi, tüm dünya menteşelerin üzerine sıkıca yerleştirilmişti. Doğal olarak bunu öyle apaçık söylediği yoktu ancak bu anlayışa uymayan bir şey söylendiğinde acı çekiyordu. Bir gün antipot hakkında konuşurken tiksinerek susturdu beni. İnsanların baş aşağı durduğunu düşünmek bile midesini altüst ediyormuş.
Beni her zaman iki hususta eleştirirdi: Dikkat dağınıklığım ve ciddi meselelere gülme eğilimim. Dikkat dağınıklığı açısından benden farklıydı, küçük bir defteri vardı hatırlamak istediği her şeyi not eder ve günde birkaç kez gözden geçirirdi. Böylece hastalığının üstesinden geldiğine inanıyor ve acı çekmiyordu. O defteri tutayım diye beni de zorladı ama içine sadece bu son sigaram diye aldığım notlardan başka bir şey yazmadım.
Ciddi meseleleri küçümsememe gelince bana göre de onun bu dünyadaki pek çok şeyi ciddiye almak gibi bir kusuru vardı. Bir örnek vereyim: Hukuk Fakültesinden Kimya Fakültesine geçtikten sonra, onun izniyle hukuka geri döndüğümde, bana nazikçe “İstediğini yap, bir zır deli olduğun ortada artık.” demişti.
Bu lafına hiç gücenmedim, izin verdiği için ona o kadar minnettardım ki kendisini güldürerek ödüllendirmek istedim. Deli olmadığımı belgelemek için Doktor Canestrini’ye gittim, beni muayene etmesini istedim. Kolay da olmadı çünkü uzun ve ayrıntılı incelemelerden geçmek zorunda kaldım. Belgemi alınca da muzaffer bir edayla babama getirdim ama o gülmedi. Kederli bir ses tonu ve yaşlı gözlerle: “Ah! Sen gerçekten delisin!” diye haykırdı.
Yorucu ve pek bir zahmetli oyunumun ödülü buydu işte. Beni asla affetmedi, yaptığıma da gülmedi hiç. Sırf şaka olsun diye doktora gitmek ha? Şaka olsun diye damgalı bir belge almak öyle mi? Ne delilik!
Kısacası onunlayken ben gücü temsil ediyordum, bazen beni güçlendiren ondaki bu zayıflığın ortadan kalkmasıyla benden de bir şeyler azaldı gibi hissediyorum.
Hatırlıyorum da o alçak Olivi, onu bir vasiyet yazmaya ikna ettiğinde zayıflığı nasıl da ortalığa dökülmüştü. Olivi’nin bu işten çıkarı vardı, işlerin başına geçecekti, bizim ihtiyarı buna ikna etmek için de epey zaman uğraşmıştı herhâlde. Sonunda babam kararını verdi ama geniş, sakin yüzüne bir karartı düştü. Sanki vasiyetini yazarak ölümle iletişime geçmişti, mütemadiyen ölümü düşünüp duruyordu.
Bir akşam bana sordu:
“İnsan öldüğünde, her şeyin bittiğine inanır mısın?”
Ölümün gizemini her gün düşünürüm ancak henüz ona istediği bilgiyi verecek durumda olmadığımdan, sırf gönlü hoş olsun diye geleceğimiz ile ilgili mutlu bir tablo uydurdum:
“Zevkin varlığını koruyacağına inanıyorum çünkü orada acıya gerek kalmaz artık. İnsan bedeninin çözülüp çürümesi, cinsel bir zevk yaratabilir. Yeniden oluşması çok yorucu olacağına göre buna mutluluk ve dinlenme duygusu eşlik edecektir. Bedenin çözülmesi, yaşamın ödülü olmalı!”
Büyük bir pot kırmıştım. Akşam yemeğini yemiş ama hâlâ masadan kalkmamıştık. Babam sözlerime cevap vermeden sandalyesinden kalktı, bardağını başına dikti, ardından “Seninle felsefe yapmanın zamanı değilmiş demek ki.” dedi.
Ve çıkıp gitti. Çaresizce peşinden gittim, bu pek sıkıcı düşüncelerden uzaklaştırmak için yanında kalmayı düşündüm ama beni uzaklaştırdı. Ona ölümü ve zevki hatırlatıyormuşum.
Bana konusunu açana kadar vasiyet meselesini aklından çıkaramayacaktı. Beni her gördüğünde bu konuyu hatırlıyordu, dolayısıyla bir akşam dayanamayıp patladı:
“Sana bir şey söylemem gerekiyor, vasiyetimi hazırladım.”
Onu artık kâbusu hâline gelen ölüm düşüncesinden uzaklaştırmak için, haberin bende yarattığı şaşkınlığı hemen yendim.
“Ben böyle bir zahmete girmeyi düşünmüyorum hiç, umarım vârislerimin tümü benden önce ölür.” dedim.
Ona göre ciddi bir meseleydi, gülmemden hemen rahatsız oldu, beni cezalandırmak istedi. Böylece hiç de zorlanmadan beni, Olivi’nin vesayetine bırakarak oynadığı oyunu anlattı bir güzel.
Şunu söylemeliyim ki bence ben, iyi bir evlat olduğumu işte o gün kanıtlamıştım; kendisine acı çektiren düşüncelerden onu koparmak için itiraza yeltenmedim hiç. Son isteğini ne olursa olsun yerine getireceğimi bildirdim.
“Belki…” diye ekledim. “Son isteğini değiştirecek davranışlarda bulunmayı başarırım.”
Böyle söylemem hoşuna gitti çünkü benim, ona uzun, pek uzun bir yaşam atfettiğimi gördü. Yine de benden eğer kendisi vasiyetini değiştirmez ise Olivi’nin yetilerini küçümsemeye kalkışmayacağıma dair yemin istedi. Şerefim üzerine söz vermem kâfi gelmeyince yemin ettim. O zamanlar, o kadar uysaldım ki hâlâ hayattayken onu yeterince sevmediğim için pişmanlık duyduğumda hep o sahneyi hatırlarım. Aslında dürüst olmam gerekirse o dönemde, onun isteklerine seve seve boyun eğiyordum çünkü çalışmaya beni zorlamaması pek hoşuma gitmişti.
Ölümünden yaklaşık bir yıl önce, sağlığı için etkili bir adım atabildim. Kendini hasta hissettiğini söyleyince onu doktora gitmeye zorladım, dahası bizzat kendim götürdüm. Doktor bazı ilaçlar yazdı ve birkaç hafta sonra kendisini tekrar görmemizi istedi. Ancak babam, mezarcılardan ne kadar nefret ediyorsa doktorlardan da bir o kadar nefret ettiğini söyledi, kendisine reçete edilen ilaçları da almadı çünkü onlar da doktorları ve mezarcıları hatırlatıyormuş, böylece tedaviyi reddetti. Birkaç saat sigara içmedi ve bir öğünü şarapsız geçirdi. Tedaviden vazgeçince kendini çok daha iyi hissetti ve ben de onu böyle mutlu görünce, bu mesele üzerine daha fazla düşünmedim.
Sonrasında kimi zamanlar pek keyifsiz geldi gözüme. Ama yalnızdı, yaşlıydı, asıl mutlu görsem şaşırırdım.
Mart ayının sonunda bir akşam, eve her zamankinden biraz daha geç geldim. Bir terslik olduğundan değil, sadece Hristiyanlığın kökenleri üzerine bazı fikirlerini bana açıklamak isteyen ukala bir arkadaşın eline düşmüştüm. İlk kez benden, bu kökenler üzerine düşünmem isteniyordu, arkadaşımı memnun etmek için bu uzun derse adapte olmaya çalıştım. Hava yağmurlu ve soğuktu. Arkadaşımın bahsettiği Yunanlılar ve Yahudiler dâhil, her şey tatsız ve kasvetliydi ama yine de iki saat boyunca süren bu azaba katlandım. Her zamanki zayıflığım işte! Bahse girerim, bugün hâlâ böyle konularda o kadar dirençsizim ki birisi beni karşısına alıp ciddi ciddi konuşsa pekâlâ beni astronomi okumaya teşvik edebilir.
Villamızı çevreleyen bahçeye girdim. Buraya kısa bir araba yolu ile ulaşılıyordu.
Hizmetçimiz Maria’yı pencerede beni beklerken buldum, yaklaştığımı duyunca karanlıkta bağırdı:
“Siz misiniz, Bay Zeno?”
Maria şimdilerde eşine rastlanamayacak türden bir hizmetçiydi. Yaklaşık on beş yıldır bizimle yaşıyordu. Her ay maaşının bir kısmını yaşlılığı için bankaya yatırırdı, ne yazık ki bu birikimin ona bir faydası dokunmadı çünkü ben evlenmeden kısa bir süre önce, işinin başındayken hayatını kaybetti.
Maria bana, babamın birkaç saat önce eve döndüğünü ancak akşam yemeği için beni beklemek istediğini söyledi. Kendisi yesin diye ısrar etmiş ama babam, kaba bir şekilde başından savmış onu. Sonra birkaç kez huzursuz ve endişeli bir şekilde beni sormuş. Maria’nın, babamın iyi hissetmediğini düşündüğü açıkça ortadaydı. Konuşmakta güçlük çektiğini ve sık sık nefes nefese kaldığını anlattı. Onunla yedi yirmi dört bir evde kapalı kaldığı için Maria, gitgide babamın hasta olduğuna inanmaya başlamıştı. Zavallı kadın için bu evde meşgul olunacak pek az şey vardı, ayrıca annemle yaşadığı deneyim sonrası, herkesin kendinden önce öleceğini sanıyordu.
Biraz meraklanarak yemek odasına koştum ancak hâlâ endişelenmiş değildim. Babam uzandığı koltuktan doğruldu, büyük bir sevinçle karşıladı beni, bense duygulanamamıştım çünkü yüzünden sitem okunuyordu. Yine de bu hareketi, merakımı dindirmeye yetti çünkü sevinci sağlıklı olduğunu gösterir diye düşünüyordum. Üstelik Maria’nın anlattığı nefes darlığından ve konuşma zorluğundan da bir iz görememiştim. Bana sitem edecek derken ettiği inatçılık yüzünden özür diledi:
“Ne yapayım işte?” dedi nazikçe. “Bu dünyada bir başımıza kaldık, yatmadan önce göresim geldi seni.”
Keşke o an içten davranabilseydim, keşke hastalık nedeniyle yumuşak başlı ve pek bir şefkatli olan sevgili babacığımı kollarıma alsaydım! Oysa ben soğukkanlılıkla, ona bir tanı koymaya kalkıştım: İhtiyar Silva ne kadar da uysallaşmıştı böyle? Hasta mıydı gerçekten de? Şüpheyle süzdüm onu, aklıma sitem etmekten başka bir şey gelmedi:
“Ama neden bu saate kadar yemek yemeden bekledin beni? Yemeğini yedikten sonra da bekleyebilirdin pekâlâ!”
Canlılıkla güldü:
“İki kişi yiyince yemeğin tadı bir başka oluyor.”
Bu sevinç, aynı zamanda açılmış bir iştahın belirtisi de sayılabilirdi: Rahatladım ve yemeye koyuldum. Babam ayağında ev terlikleri ile dengesiz adımlar atarak yemek masasına yaklaştı ve her zamanki yerine oturdu. Bir süre yemek yerken beni izledi, kendisi de zar zor birkaç kaşık yedikten sonra yemeyi bıraktı ve hatta iğrenerek tabağını itti. Ama gülümsemesi ısrarla yaşlı yüzünde asılı kaldı. Birkaç kez gözlerine baktığımda, bakışlarını benden başka yöne kaçırdığını daha dün gibi hatırlıyorum. Kimileri bunun riya anlamına geldiğini söylerler oysa şimdi anlıyorum ki bir hastalık belirtisiydi. Yaşlanan hayvanlar, zayıflıklarının açık seçik seçileceği yarıkları herkesten gizlerler.
Beni beklediği saatler boyunca nerede ne yaptığımı merak ediyordu. Pek bir önem verdiğini görünce yemek yemeyi bıraktım ve kuru kuru, o saate kadar bir arkadaşla Hristiyanlığın kökenleri üzerine tartıştığımı anlattım.
Şüpheli ve şaşkınlıkla dolu bakışlar attı bana:
“Şimdi sen de mi dine merak saldın?”
Onunla birlikte bu konu hakkında oturup düşünmeyi kabul etseydim, büyük bir teselli bulacağı açıktı. Oysa ben, babam hayattayken kendimi her zaman biraz kavgacı -sonra bu duygu yok oldu- hissederdim, üniversitelerin çevresine dizili kafelerde her gün duyduğunuz o alışılagelmiş sözlerden biriyle cevap verdim:
“Benim için din, incelenmesi gereken bir olgu sadece.”
“Olgu mu?” dedi şaşkınlıkla. Başka bir cevap aradı hemen, ağzını açmıştı ki duraksadı. Tam o sırada Maria’nın getirdiği ve kendisinin el bile sürmediği ikinci yemek tabağına baktı. Sonra ağzını daha iyi kapasın diye dudakları arasına bir puro yerleştirdi, yaktı ve orada kül olmasına izin verdi. Böylece sessizce düşünmek için kendine bir ara vermiş oldu. Bir an kararlılıkla bana baktı:
“Umarım dinle de alay etmiyorsundur?”
Ben her zamanki işsiz güçsüz öğrenci havamla, ağzım doluyken cevap verdim:
“Alay edecek ne var! İnceliyorum dedim ya.”
Sustu, bir tabağın kenarına bıraktığı puronun izmaritine uzun uzun baktı. Bunu bana neden söylediğini şimdi anlıyorum. Karışmış zihninin içinden geçen ne varsa biliyorum hepsini ve o zamanlar nasıl olup da hiçbir şey anlamadığıma şaşıyorum. Sanırım pek çok şeyi anlamamızı sağlayan şefkatten yoksundum o sıralar. Daha sonraları o kadar kolay oldu ki! Babam inançsızlığım ile yüzleşmekten kaçınıyordu: O anda, onun için çok çetin bir mücadele olurdu bu ama yine de bir hastaya yakışır şekilde hafifçe saldırabileceğini düşünmüştü.
Konuşurken nefesinin kesildiğini hatırlıyorum, kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzından. Bir mücadeleye hazırlanmak pek zahmetlidir. Ama ağzımın payını vermeden yatmaz diye düşünüyordum ve olası bir münakaşaya hazırladım kendimi, oysa tartışmadık.
“Ben…” dedi yine o sönmüş sigarasının izmaritine bakarken. “Tercübemin ve yaşam bilgimin hayli büyük olduğunu düşünürüm. Bunca yılı boşuna yaşamadık sonuçta. Pek çok şey biliyorum bilmesine, ne yazık ki hepsini istediğim gibi sana nasıl öğretirim onu bilmiyorum işte. Ah oysa nasıl da isterdim bunu! Hayatın özünü görüyorum ben, doğru ve gerçeği de görüyorum, doğru ve gerçek olmayanı da.”
Tartışacak bir şey yoktu. Sözlerine pek ikna olmadan yemeğime de ara vermeden “Evet babacığım.” diye mırıldandım.
Onu gücendirmek istemiyordum.
“Bu kadar geç gelmen çok kötü oldu. Öncesinde bu kadar yorgun hissetmiyordum, pek çok şey anlatabilirdim sana.”
Yine geç kaldığım için bana sitem ediyor sandım ve bu tartışmayı, ertesi güne bırakmasını önerdim.
“Bu bir tartışma değil ki…” Rüyadaymış gibi cevap verdi. “Başka bir şey. Üzerine tartışmayacağımız, bir söylesem anlayacaksın sen de… Ama zor olan bunu söyleyebilmek!”
Burada içime kurt düştü:
“Kendini iyi hissetmiyor musun yoksa?”
“Hasta olduğumu söyleyemem ama çok yorgunum, hemen gidip yatsam iyi olur.”
Zili çaldı, aynı zamanda seslenerek Maria’yı çağırdı. Geldiğinde, odasında her şeyin hazır olup olmadığını sordu. Hemen ardından terliklerini sürüyerek yürümeye başladı. Bana yaklaştı ve her akşam yaptığım gibi yanaklarını öpeyim diye bana doğru eğildi.
Onun bu sarsak hareketlerini görünce, yine hasta olduğundan şüphe ettim ve iyi olup olmadığını sordum. İkimiz de aynı sözleri defalarca tekrarladık, yorgun olduğunu ama hasta olmadığını söyleyip durdu. Sonra ekledi:
“Şimdi, sana yarın söyleyeceklerimi düşüneceğim. Göreceksin nasıl ikna edeceğim seni.”
“Babacığım…” dedim. Duygulanmıştım, “Seve seve dinleyeceğim seni.”
Beni deneyimine boyun eğmeye pek istekli görünce gitmekte tereddüt etti: Böyle elverişli bir andan yararlanması gerekirdi! Eli ile alnını yokladı, öpeyim diye yanaklarını uzatmak için dayandığı sandalyeye oturdu. Ağır ağır soluyordu.
“Tuhaf!” dedi. “Sana hiçbir şey söylemiyorum, kesinlikle hiçbir şey.”
İçinde kavrayamadığı şeyi dışarıda bulabilirmiş gibi etrafına baktı.
“Oysa ne çok şey biliyorum ben, her şeyi biliyorum desem yanlış olmaz. Edindiğim o büyük deneyimin etkisi olmalı.”
Kendini ifade edemediğine canı sıkılmadı çok; kendi gücüne, büyüklüğüne gülümsedi.
Neden doktoru hemen aramadım bilmiyorum. Acı ve pişmanlık içinde itiraf etmek zorundayım ki babamın bu sözlerini, daha önce de birkaç kez denk geldiğim kendini beğenmişliğine yormuştum. Ancak zayıflığı o kadar ayan beyan ortadaydı ki benden kaçmadı, sırf bu yüzden de onunla tartışmadım. Bu kadar zayıfken güçlü olduğunu zannedip keyiflenmesi hoşuma gidiyordu. Ondan bir şey öğrenemeyeceğimi biliyordum ama sahip olduğuna inandığı bilgiyi, bana emanet etmek konusundaki isteği gururlandırmıştı beni. Onu pohpohlamak ve rahatlatmak istediğimden, aradığı kelimeleri bulmak için kendini zorlamasına gerek olmadığını söyledim çünkü en önemli bilim adamları, bu tür durumlarda akıllarını karıştıran karmaşık şeyleri beyinlerinin bir köşesine koyarlar ve orada kendi kendilerine yalınlaşmasını beklerler diye ekledim.
“Aradığım hiç de karmaşık değil ki. Aslında bu yalnızca doğru kelimeyi bulma meselesi, sadece bir tanecik kelime lazım bana ve ben onu bulacağım. Ama bu gece değil çünkü tek bir küçük düşünce bile olmadan güzel bir uyku çekmek istiyorum.”
Yine de sandalyesinden kalkmadı. Bir an için yüzüme bakarak tereddütle dedi ki:
“Sana ne düşündüğümü söyleyemiyorum çünkü her şeye gülüp geçiyorsun.”
Sözlerine içerlememem için yalvarmak istermiş gibi gülümsedi, sandalyesinden kalktı ve ikinci kez yanağını uzattı. Bu dünyada insanın gülüp geçebileceği, dahası zaten gülüp geçmesi gereken nice şey olduğuna onu inandırmaya çalışmaya, bu konu üzerine tartışmaya yeltenmedim, onu rahatlatmak isteyerek sıkıca kucakladım. Belli ki çok sıkmıştım çünkü kendini nefes nefese kurtardı benden, yine de sevgimi anlamıştı kuşkusuz çünkü dostane bir şekilde selamladı beni.
“Hadi gidip yatalım artık!” dedi neşeyle ve Maria’nın peşinden çıktı.
Ve yalnız kaldım, -bu da tuhaf- sağlığı üzerine düşünmedim daha fazla ama iyi bir evlat olarak babama duyduğum saygıyla böylesine büyük amaçları hedefleyen bir zihnin, daha iyi bir eğitim alamadığına üzüldüm. Bugün babamın o günkü yaşına yaklaşmışken rahatlıkla söyleyebilirim ki insan, güçlü bir zekâya sahip olduğunu sanabilir, bu zekâ da o sanrı dışında başka bir belirti göstermeyebilir. İşte insan o zaman derin bir nefes alır, tüm doğayı her zaman olduğu gibi hiç değişmeyeceği gerçeği ile kabul eder hatta doğanın bu hâline hayran kalır. Tüm yaratılışın dilediği o zekâ tecelli etmiştir işte. Babamda olan şuydu, hayatının son berrak anında kapıldığı zekâ duygusu beklenmedik dinî bir esinlenmeden kaynaklanmıştı, ben Hristiyanlığın kökenleriyle ilgilendiğimi söyleyince de içinde tutamayıp konuyu açıvermişti. Ama şimdi biliyorum ki bu duygu, serebral ödemin ilk belirtisiymiş.
Maria masayı toplamaya geldi, babamın hemen uyuyakaldığını söyledi. Gönlüm rahat uyumaya gittim. Dışarıda esen rüzgâr uğulduyordu. Sıcacık yatağımın içinde gitgide benden uzaklaşan bir ninni gibi duyuyordum onu, ardından uykuya daldım.
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Maria uyandırdı beni. Sanırım birkaç kez uyanayım diye seslenmiş, sonra hemen dışarı koşmuştu. Uyku sersemi önce bir telaşa kapıldım, ihtiyar kadının odada çırpındığını görünce durumu anladım nihayet. Beni uyandırmaya çalışıyordu, uyanabildiğimde ise odadan çıkmıştı çoktan. Rüzgâr ninnisine devam ediyordu, dürüst olmak gerekirse babamın odasına giderken tatlı uykumdan koparılmış olmanın sıkıntısını yaşıyordum. Maria’nın, babamı her zaman hasta sandığı geliyordu aklıma. Ama eğer bu sefer de hasta değilse o zaman vay hâline!