
Полная версия:
Zeno'nun Bilinci
Bugün beni evliliğe götüren o unutulmaz beş günün hatırasına geri döndüğümde, zavallı Augusta’nın beni sevdiğini öğrenince ruhumun yumuşamadığına şaşıyorum. Malfentilerin evinden kovulmuştum ya sırf bu yüzden Ada’yı daha bir öfkeyle seviyordum. Bayan Malfenti’nin beni boş yere uzaklaştırdığı açıktı, ben o evde kalıyordum Ada’nın çok yakınında, Augusta’nın kalbinde ama beni rahatlatmıyordu bu fikir. Dahası Bayan Malfenti’nin beni Augusta için bir tehlike olmam hususunda suçlayıp onunla evlenmem için bana bir davet sunması yeni bir aşağılama olarak geliyordu. Bana âşık olan bu çirkin kızı küçümsüyordum, buna rağmen benim âşık olduğum güzeller güzeli kız kardeşinin, beni aynı şekilde küçümsemesine izin vermiyordum.
Adımlarımı hızlandırdım ama yoldan sapmıştım, kendi evime doğru yol alıyordum. Giovanni ile konuşmama gerek kalmamıştı çünkü artık nasıl davranmam gerektiğini açıkça biliyordum, kanıtlar beni öylesine çaresiz bırakmıştı ki belki de ağır ağır ilerleyen zamandan kopacak ve nihayet huzura kavuşacaktım. O kaba saba Giovanni ile bunun hakkında konuşmak da tehlikeliydi. Bayan Malfenti öyle bir konuşmuştu ki ancak Cavana Sokağı’na varınca dediklerinin ne anlama geldiğini çözebilmiştim. Kocası aksi yönde hareket edebilirdi. Belki de hiç lafı dolandırmadan: “Ada ile neden evlenmek istiyorsun bakalım! Augusta ile evlensen daha iyi olmaz mı?” derdi. Çünkü onun hiç aklından çıkarmadığı ve böyle durumlarda ona yol gösteren bir aksiyomu vardı: “Anlaşmayı rakibine her zaman net bir şekilde açıklamalısın çünkü ancak o zaman ondan daha iyi anladığından emin olabilirsin!” Öyleyse? Bunun neticesinde ilişkimiz tamamen kopacaktı. O durumda zaman istediği gibi ilerleyebilecekti çünkü artık zamanla derdim kalmazdı: Duracağım noktaya varmış olacaktım.
Sonra Giovanni’nin başka bir aksiyomunu daha hatırladım ve ona sarıldım çünkü bana umut veriyordu. Tutkumu hastalığa dönüştüren o beş gün boyunca ona bağlı kalmayı başardım. Giovanni derdi ki bir tasfiyeden hiçbir fayda beklenmediğinde, tasfiyeye ulaşmak için acele etmeyin: Er ya da geç her iş kendi kendine tasfiye edilir, dünya tarihinin çok uzun olması ve çok az işin beklemede kalması bunun kanıtıdır. Tasfiye edilmediği sürece, her işin yine de yararlı bir yönde gelişebileceği umudu da yok olmaz.
Giovanni’nin bunun aksini söyleyen başka aksiyomları olduğunu da biliyordum ama ben buna sarıldım. Zaten mutlaka bir şeye tutunmam gerekiyordu. İşleri benim lehime çevirecek yeni bir gelişme olmadan hareket etmemeye karar verdim. Ve bunun yüzünden öylesine bir hasara uğradım ki belki de bu nedenle sonradan hiçbir kararıma uzun süre bağlı kalamadım.
Kararımı verdikten sonra Bayan Malfenti’den bir not aldım. Zarfın üzerindeki el yazısını tanımıştım, açmadan önce bana kötü davrandığı için pişman olduğunu, sarsılmaz kararlılığımın onu peşimden koşturmaya yettiğini düşünüp gururlandım. Oysa notta sadece gönderdiğim çiçekler için teşekkür anlamına gelen t. e. harflerini bulduğumda çaresizliğe kapıldım, kendimi yatağa attım, kararımdan vazgeçmemi önlemek için bedenimi çivilerle yatağıma sabitlemek istiyor, dişlerimi yastığıma geçiriyordum.
Bu baş harfler nasıl da dalga geçer gibiydi! Benim kartvizitim üzerine yazdığım, bir kararımı dahası sitemimi ifade eden tarihten çok daha büyük bir anlam taşıyordu. I. Charles boynu vurulmadan önce remember9 demişti, Bayan Malfenti o günün tarihini düşünmüş olmalıydı! Düşmanımı hatırlamaya ve korkmaya teşvik etmiştim!
Korkunç bir beş gün ve beş gece geçirdim, son ve başlangıç anlamına gelen gün doğumunu ve gün batımını seyrettim; her biri özgürlük vaktine, aşkım için yeniden çarpışma özgürlüğünün vaktine yaklaştırıyorlardı beni.
Kendimi bu mücadele için hazırlıyordum. Artık Ada’nın benim nasıl hareket etmemi istediğini biliyordum. O zamanlar aldığım kararları çok kolay hatırlıyorum. Kolay çünkü daha yakın zamanlarda özdeş kararları almış durumdaydım, hem kararlarımı bir kâğıda yazmıştım, bugün hâlâ saklıyorum. Daha ağırbaşlı olacaktım. Bu da herkesi güldüren ve beni küçülten, çirkin Augusta’nın beni sevmesine Ada’nın ise beni aşağılamasına neden olan hikâyeleri anlatmayacağım anlamına geliyordu. Sonra her sabah sekizde uzun zamandır görmediğim ofisimde olma kararı vardı, Olivi ile haklarımı tartışmak için değil, onunla çalışmak ve zamanı geldiğinde haklarımı ondan devralmak için. Bunun o günden daha sakin bir zamanda gerçekleşmesi gerekiyordu, sigarayı da daha sonra bırakacaktım yani özgürlüğümü yeniden kazandığım zaman çünkü bu korkunç bekleme süresini daha da beter hâle getirmeye gerek yoktu. Ada mükemmel bir kocayı hak ediyordu. Bu yüzden kendimi ciddi okumalara adamak, her gün yarım saatimi jimnastik salonunda geçirmek ve haftada birkaç kez ata binmek gibi çeşitli kararlar da alacaktım. Günün yirmi dört saati bunlara ancak yeterdi.
Ayrı kaldığımız günler boyunca acı bir kıskançlık, geçirdiğim tüm saatlere eşlik ediyordu. Birkaç hafta sonra Ada’nın kalbini kazanmak niyetiyle her kusurumu düzeltmeye girişmek, kahramanca bir amaçtı. Ama bu esnada olanlar?.. Ben kendimi zorlayıcı bir değişime mecbur bırakırken şehrin diğer erkekleri sessiz sedasız durur ve kadınımı benden almaya çalışmazlar mıydı? Bunların arasında benim gibi takdir görmek için çok fazla çabaya ihtiyacı olmayan biri de çıkabilirdi pekâlâ. Biliyordum ya da bildiğimi sanıyordum ki Ada, kendisi için doğru kişiyi bulduğunda âşık olmayı beklemeden evlenmeyi kabul ederdi. O günlerde ne zaman iyi giyimli, sağlıklı ve dingin bir erkekle karşılaşsam hemen ona kin besliyordum, sanki Ada için uygun bir adaymış gibi geliyordu bana. O günlerden en iyi hatırladığım şey, hayatımın üzerine bir sis gibi çökmüş olan kıskançlıktı.
Artık olayların nasıl sonuçlandığını bildiğinize göre, Ada’yı benden alıp götürecekler diye kapıldığım korkunç kuşkuyu yinelemenin yeri yok. O acı dolu günler aklıma geldiğinde, müneccimlik yeteneğime büyük bir hayranlık duyuyorum.
Geceleyin birçok kez Malfenti evinin pencerelerinin altından geçtim. Görünüşe göre orada, benim olduğum günlerdeki gibi eğlenmeye devam ediyorlardı. Gece yarısı ya da biraz daha erken, salondaki ışıklar sönüyordu. O sırada evi terk etmek zorunda kalan bir ziyaretçi tarafından görülme korkusuyla hemen kaçıp uzaklaşıyordum.
Ama o günlerin her saatini azaba çeviren başka bir şey de sabırsızlıktı. Neden kimse beni sormuyordu? Giovanni neden harekete geçmiyordu? Beni ne evinde ne de Tergesteo’da görmeyince şaşırması gerekmez miydi? Yoksa evden uzaklaştırılmama o da mı razı gelmişti? Beni sormaya gelip gelmediklerini merak ettiğim için hem gece hem gündüz çıktığım yürüyüşleri yarıda kesiyor, koşa koşa eve geri dönüyordum. İçimdeki bu şüpheyle nasıl yatacağımı bilmiyordum, sorgulamak için zavallı Maria’yı da uykusundan alıkoyuyordum. En kolay ulaşılabilir olduğum yerde, evimde saatler boyunca bekliyor, yerimden ayrılmıyordum. Neticede kimse sormadı beni ve kendim harekete geçmeye karar vermeseydim, bugün hâlâ bekâr olacağım kesindi.
Bir gece kulübene oyun oynamaya gittim. Babama verdiğim bir söze saygısızlık etmemek için yıllardır oraya adım atmamıştım. Bana bu sözün artık bir değeri yokmuş gibi geliyordu çünkü babam benim bu acı verici durumlarımı, kendimi oyalamam gerektiğini öngöremezdi. İlk başta bir servet kazandım ancak bu canımı sıktı çünkü bana aşktaki talihsizliğimin telafisi gibi geldi. Sonra kaybettim ve tekrar canım yandı çünkü aşkta kaybettiğim gibi kumarda da yenildiğimi düşündüm. Kısa süre sonra oyundan tiksindim: Bana layık değildi, hele Ada’ya hiç değildi. Bu aşk beni arıtmıştı çok!
Ayrıca o günlerden biliyorum ki aşkla ilgili hayaller katı gerçekler karşısında yok olup gider. Hayallerim bambaşka bir şeydi artık. Aşk yerine zafer düşlüyordum. Bir defasında uykum Ada’nın ziyaretiyle güzelleşti. Gelin gibi giyinmişti ve yanımda mihraba doğru yürüyordu ancak yalnız kaldığımız o zamanda bile sevişmedik. Ben onun kocasıydım, “Bana böyle davranılmasına nasıl izin verdin?” diye sorma hakkına sahiptim ya, bu bana yetmişti, başka hiçbir hak umurumda değildi.
Çekmecelerimden birinde Ada’ya, Giovanni’ye ve Bayan Malfenti’ye hitaben karaladığım birkaç mektup duruyor hâlâ. O günlerden kalma. Bayan Malfenti’ye uzun bir yolculuğa çıkmadan önce veda ettiğim basit bir mektup yazmışım. Ama böyle bir niyetim olduğunu hatırlamıyorum: Kimsenin beni aramaya gelmeyeceğinden emin olmadan şehri terk edemezdim. Gelip beni bulamazlarsa ne büyük talihsizlik olurdu! Mektupların hiçbiri adresine gönderilmedi. Sanırım onları sırf düşüncelerimi kâğıda aktarayım diye yazmıştım.
Uzun yıllar kendimi hasta olarak gördüm ancak kendimden çok, başkalarının acı çekmesine neden olan bir hastalıktı bu. “Üzüntü” illeti ile böyle tanıştım işte, beni çok mutsuz eden birtakım tatsız fiziksel duyulardan oluşuyordu.
İşte şöyle başladılar… Bir gece saat bir civarlarında uykum kaçtı, yatağımdan kalktım ve gecenin ortasında daha önce hiç bulunmadığım bu nedenle de hiçbir tanıdığın olmadığı bir banliyo kafesine varana kadar yürüdüm: Kimseyle karşılaşmadığımdan çok memnundum çünkü daha yatağımdayken Bayan Malfenti ile bir tartışmaya tutuşmuştum, yürürken devam edecektim kimsenin karışmasını istemiyordum. Bayan Malfenti, bana yeni suçlamalarda bulundu. Kızları ile “oyuncak gibi” oynamaya kalkıştığımı söyledi. Eğer böyle bir şeyi denemişsem Ada ile denemişimdir. Artık Malfentilerin evinde beni buna benzer şeylerle suçladıklarını düşünüp soğuk terler döküyordum. Yokluğum beni haksız duruma düşürüyordu, aleyhime iş birliği etmek için mesafemden faydalanacaklardı. Kafenin parlak ışığında kendimi daha iyi savunuyordum. Elbette, Ada’nın ayağına ayağımla dokunmak istediğim olmuştu ve bir kez, gerçekten de yapabilmişim gibi geldi, o da rıza gösterdi. Ama sonra anladım ki masanın tahta ayağına dokunuyormuşum, o da bunu anlatmış olamazdı.
Kafede bilardo oynanıyordu, ben de izliyormuş gibi yapıyordum. Koltuk değneğine yaslanan bir beyefendi, bana doğru yaklaştı ve gelip tam da yanı başıma oturdu. Bir limonata sipariş etti, garson benim de siparişimi beklediğinden dalgınlıkla ben de limonata söyledim oysa kendimi bildim bileli limonun tadını sevmem. Bu sırada oturduğumuz koltuğa yaslanan değnek yere kaydı, neredeyse içgüdüsel bir hareketle onu almak için eğildim. Zavallı adamcağız, bana teşekkür etmek isteyince tanıdı beni, “Ah Zeno!” dedi.
“Tullio!”
Şaşırdım ve elimi uzattım. Okul arkadaşıydık ve uzun yıllardır birbirimizi görmemiştik. Liseden sonra bir bankaya girip kendine iyi bir yer edindiğini biliyordum. Ancak dikkatim o kadar dağınıktı ki sağ bacağının neden koltuk değneğine ihtiyacı olacak kadar kısa kaldığını pat diye soruverdim. O ise keyfini bozmadan bana altı ay önce romatizmaya yakalandığını, bu nedenle de bacağının sakatlandığını söyledi.
Hemen aceleyle pek çok tedavi önerdim. Öyle büyük bir zahmete girmeden karşındakinin derdine içten katılırmış gibi yapmanın en iyi yoludur bu. O tedavilerin hepsini çoktan uyguladığını söyledi. Öyle söyleyince bir öneride daha bulundum:
“Bu saatte neden hâlâ ayaktasın? Gece havası pek iyi gelmez sana bence.”
İçtenlikle şakalaştı benimle: Gece havası sana da yaramaz dedi, neticede romatizma hastalığına henüz tutulmamış olsam da hayatta olduğum sürece tutulma ihtimalim varmış. Sabahın ilk saatlerinde yatma hakkı Avusturya anayasası tarafından bile tanınmış. Ayrıca, genel kanının aksine, sıcak ve soğuğun romatizma ile hiçbir ilgisi yokmuş. Kendi hastalığı üzerine çalışmış ve zaten bu dünyada romatizmanın nedenlerini ve çarelerini incelemekten başka yapacak bir şeyi de yokmuş. Tedaviden ziyade bu çalışmalarını derinleştirmek üzere bankadan uzunca bir izin alması gerekmiş. Sonra bana garip bir tedavi yönteminden bahsetti. Her gün bol bol limon yiyormuş. O gün otuz kadar yemiş ama çalışarak daha da fazla dayanmayı umuyormuş. Kendisine göre limonlar, diğer birçok hastalığa da iyi gelirmiş. Kendisi de sigara tiryakisiymiş ve limon yemeye başladığından beri daha az içer olmuş.
Bu kadar asidi düşününce ürperdim ama hemen ardından, hayata dair biraz daha mutlu bir görüntü geldi önüme: Limonları sevmezdim tabii ama bana yapmam gerekeni veya yapmak istediğimi kendime zarar vermeden ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan gerçekleştirme özgürlüğünü verecek olsalardı, kasa kasa yerdim onlardan. Pek hoşumuza gitmeyen bir şeyi yapmak pahasına, istediğimiz şeyi yapabilmek tam bir özgürlüktür. Gerçek kölelik ise sevdiklerimiz karşısında çekimser kalmaktır: Hercules değil, Tantalos’un durumu.
Sonra Tullio da ne yapıp ettiğim konusunda pek meraklı göründü. Ona mutsuz aşkımdan bahsetmemeye kararlıydım ama bir çıkışa ihtiyacım vardı. Dertlerimi -ufak tefek şeyler- o kadar abartılı anlattım ki sonunda gözlerim doldu, Tullio ise benim ondan daha hasta olduğumu sanarak kendini daha iyi hissetti.
Çalışıp çalışmadığımı sordu. Şehirdeki herkes hiçbir şey yapmadığımı söylüyormuş, beni kıskanacağından korktum, o anda kesinlikle kıskanılmaya değil, acınmaya ihtiyacım vardı. Yalan söyledim! Ofiste her gün en az altı saat çalıştığımı, babamdan ve annemden miras kalan hayli karmaşık işlerin de beni bir altı saat daha meşgul ettiğini söyledim.
“On iki saat öyle mi!” dedi Tullio, yüzünde yanıtımdan tatmin olduğunun ifadesi vardı, gülümseyerek ve istediğim gibi bana acıyarak:
“Kıskanılacak bir hâlin yokmuş o zaman.” dedi.
Pek doğru bir sonuçtu bu, o kadar etkilendim ki gözyaşlarımın akmaması için kendimle mücadele etmem gerekti. Her zamankinden daha mutsuz hissettim, hissettiğim bu yumuşak şefkat duygusu içinde incinmeye pek hazır olduğum ortadaydı.
Tullio yalnızca hastalığı değil, aynı zamanda eğlencesi hâline gelen hastalığından bahsetmeye başladı yine. Bacak ve ayağın anatomisi üzerine çalışmalar yapmış. Gülerek, hızlı adımlarla yürüdüğümüzde bir adımın en fazla yarım saniyede gerçekleştiğini ve o yarım saniyede de elli dört tane kasın hareket ettiğini anlattı. Şaşırdım kaldım, bacaklarımı düşünerek o canavar makineyi bulmaya kalkıştım. Üstelik bulduğuma inandım da. Elli dört tane düzenek bulamadım tabii ama dikkatimi ona verdiğim için sıradanlığını kaybeden büyük bir komplikasyon ile karşılaştım.
O kafeden topallayarak çıktım ve birkaç gün boyunca topallamaya devam ettim. Yürümek benim için zor hatta acı verici bir hâl almıştı. Bu cihaz yığınının yağı bitmiş de şimdi hareket ettikçe birbirlerine zarar veriyorlarmış gibi geliyordu. Birkaç gün sonra daha fena bir hastalığa yakalandım, bu hastalığı arar oldum. Ama bugün hâlâ bu konu hakkında yazarken eğer biri yürüdüğümde bana bakarsa elli dört hareket birbirine karışır ve düşecek gibi olurum.
Bu sakatlığı Ada’ya borçluydum. Pek çok hayvan âşık olduklarında, diğer hayvanlara ya da avcılara av olur. İşte ben de o zamanlar bu hastalığa av olmuştum ve eminim ki o canavar makineyi başka bir zamanda öğrenmiş olsaydım, hiçbir zararı dokunmazdı bana.
Bir kâğıdın üzerine yazıp sakladığım birkaç satır bana o günlerde yaşadığım bir başka tuhaf macerayı hatırlattı. Bu son sigaram olacak diye yazdığım notun hemen yanına, elli dört hareket hastalığından kurtulabileceğime olan inancıma dair bir yazı yazmışım, bir de… Şiir denemesi var… Bir sinek üzerine. Gerçeği bilmesem bu dizeleri, sineklere sen diye hitap eden iyi yürekli bir kızın uydurması sanardım ancak işte bizzat ben yazmıştım bu şiiri, o yollardan geçen bendim, demek ki hayatta herkes pekâlâ her yola girebilir.
İşte bu satırların nasıl ortaya çıktığının hikâyesi: Gece geç saatte eve dönmüştüm, gidip yatacağım yerde çalışma odama gittim, gaz lambasını yaktım. Lamba yanınca bir sinek musallat oldu. Tepesine bir darbe indirmeyi başardım fakat elimin kirlenmesini istemediğimden pek kuvvetli bir darbe değildi bu. Sonra onu unuttum, dikkatli bakıp da masanın ortasında kendisini iyileştirmeye çalıştığını görünce hatırladım ancak. Dimdik duruyordu, yerinden biraz yükselmiş gibiydi çünkü ayaklarından biri sertleşmişti, bükemiyordu. İki arka ayağıyla kanatlarını titizlikle düzgünleştirmeye çalışıyordu. Hareket etmeye yeltendi ama sırtüstü döndü. Doğruldu ve inatla meşgalesine geri döndü.
Bu satırları böylesi bir acıyı göğüsleyen küçücük bir organizmanın gösterdiği muazzam uğraşa ve bu uğraş içinde düştüğü iki büyük yanılgıya şaşarak yazmıştım. İlk önce, sinek yaralanmamış kanatlarını inatla düzeltmeye çalışarak acının hangi organından geldiğini bilmediğini ortaya koyuyordu; ikinci olarak da titizlikle gösterdiği çaba, o küçücük zihninde sağlığın herkese ait olduğu ve bizi terk ettiğinde mutlaka geri dönmesi gerektiği inancının var olduğunu gösteriyordu. Bunlar, yalnızca tek bir mevsimlik canı olan bu yüzden de hayatı deneyimleyecek zamanı olmayan bir böcekte kolaylıkla mazur görülebilecek hatalardı.
Nihayet pazar gününe vardım. Malfenti evine son ziyaretimden bu yana geçen beşinci gün de dolmuştu. Çok az çalışan ben, hayatı kısa dönemlere bölen ve onu daha katlanılır hâle getiren tatile her zaman büyük bir saygı duymuşumdur. O tatil de yorucu bir haftama son verdiği için pek bir sevinçliydim. Planlarımı değiştirmeyecektim ama o gün geçerli olmak zorunda değillerdi, Ada’yı tekrar görecektim. Bu planlardan hiçbir sözle taviz vermeyecektim ama onu tekrar görmek zorundaydım çünkü olayların benim lehime değişme ihtimali de vardı ve o zaman boş yere acı çekmiş olurdum.
Bu nedenle öğle vakti, zavallı bacaklarımın izin verdiği kadarıyla acele ederek, şehre ve Bayan Malfenti ve kızlarının ayinden dönerken geçmek zorunda olduklarını bildiğim yola koştum. Güneşli bir bayram günüydü ve yürürken kim bilir, şehirde beklediğim yenilik, Ada’nın aşkı ile karşılaşırım diye düşünüyordum.
Öyle olmadı ama bir an için kandırdım kendimi. Şansım yaver gitti. Ada ile burun buruna karşılaştık, hem de tek başınaydı. Bacaklarım titredi ve nefesim kesildi. Ne yapacaktım şimdi? Kendime verdiğim sözü tutacaksam kenara çekilip ölçülü bir selamlamayla geçmesine izin vermem gerekecekti. Ama o an kafam karıştı, başka kararlar da almıştım çünkü içlerinden biri de onunla yüz yüze konuşup yazgımın ne olduğunu onun ağzından öğrenmekti. Kenara çekilmedim, beni daha beş dakika önce ayrılmışız gibi selamlayınca yanına yaklaştım.
“Günaydın, Bay Cosini! Biraz acelem var.” dedi.
Ben de: “Bir süre size eşlik etmeme izin verir misiniz?” diye karşılık verdim.
Gülümseyerek kabul etti. Acaba şimdi konuya girmeli miydim? Doğru evine gittiğini ekledi, bu yüzden konuşmak için sadece beş dakikam olduğunu anladım ve ona söylemem gereken önemli şeyler için bu zamanın yeterli olup olmayacağını hesaplarken, o beş dakikanın yarısı gitti bile. Tamamen anlatamamaktansa hiç söylememek daha iyi olacaktı. O zamanlar bir kız genç bir erkeğin kendisine eşlik etmesine izin verirse adı çıkardı, bu gerçeği düşününce kafam karıştı. O bana bu izni vermişti. Mutlu olmam gerekmez miydi? Bu sırada yüzüne baktım, öfkeden ve kuşkudan bulanıklaşmış olan tutkumun beni ele geçirdiğini hissediyordum. En azından hayallerimi geri alabilir miydim? Çizgilerinin uyumuyla gözüme hem küçük hem de büyük görünüyordu. İşin aslı, onun yanındayken düşler kendiliğinden hep birlikte geri geliyorlardı. Bu benim onu arzulama şeklimdi, için için pek bir sevinerek kavuştum bu duyguya. Ruhumdan, öfkenin de kızgınlığın da izi silindi gitti.
Ama birden arkamızda tereddütlü bir ses duyduk:
“Hanımefendi izin verir misiniz?”
Öfkeyle döndüm arkamı. Henüz başlamadığım açıklamalarımı bölmeye cüret eden de kimdi? Esmer, solgun benizli, sakalsız genç bir beyefendinin endişeyle bakan gözleriyle karşılaştım. Döndüm, benden yardım isteyecek mi diye umutlanarak Ada’ya baktım. Bir hareketi yeterdi, bu küçük beyin üzerine atlayarak cüretinin hesabını sorardım bir güzel. Hele bir de inat etseydi!.. İşte böyle acımasız bir güç gösterisine girişmiş olsaydım, hastalık mastalık kalmazdı bende.
Ama Ada o işareti vermedi. Yanak ve ağız çizgilerinin yanı sıra gözlerindeki parıltıyı da değiştiren içten bir gülümseme ile ona elini uzattı:
“Bay Guido!”
Bu isim canımı yaktı. Az önce bana soyadımla seslenmişti.
Bay Guido’ya daha yakından baktım. Giyim kuşamı çok zarifti, eldivenli sağ elinde, kilometre başına bir servet ödeseler de yanımda gezdirmeyeceğim fil dişi saplı upuzun bir baston tutuyordu. Bu adamı, Ada için tehlike olarak gördüm diye kendimi suçlamadım. Şık giyinen ve bu tür bastonları taşıyan nice karanlık tipler vardır bu dünyada.
Ada’nın gülümsemesi, beni yeniden en yaygın toplumsal ilişkilere sürükledi. Bizi birbirimize tanıştırdı. Ve ben de gülümsedim! Ada’nın gülümsemesi, hafif bir esintinin dokunduğu berrak bir suyun dalgasını andırıyordu. Benimki de benzer bir dalgalanmayı hatırlatıyordu ama bu dalganın müsebbibi, suyun içine atılan bir taştı.
Adı Guido Speier’di. Gülümsemem doğallaştı çünkü o an, tatsız bir şey söyleme fırsatım olmuştu:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Yunan Mitolojisi’nde tıbbın ve sağlığın tanrısı. (ç.n.)
2
Heinrich Daniel Ruhmkorff tarafından tasarlanan, 30 santimden daha fazla kıvılcım üretebilme gücüne sahip indüksiyon bobini. (ç.n.)
3
Trieste’de, Borsa Meydanı’nda borsanın bulunduğu binanın adı. (ç.n.)
4
Richard Cobden, tahıl yasalarının kaldırılmasını sağlayan İngiliz politikacı. (ç.n.)
5
Rafael olarak bilinen Rönesans Dönemi’nin İtalyan ressamı ve mimarıdır. (ç.n.)
6
Fransızca, yıldırım aşkı. (ç.n.)
7
Büyük Britanya için kullanılan alternatif bir isimdir. (ç.n.)
8
İngilizce, gerçekten iğrenç bir şeydi. (ç.n.)
9
İngilizce, hatırlayın. (ç.n.)
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов