Читать книгу Zeno'nun Bilinci (Italo Svevo) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Zeno'nun Bilinci
Zeno'nun Bilinci
Оценить:
Zeno'nun Bilinci

3

Полная версия:

Zeno'nun Bilinci

Ada ile ilişkimde olan tüm başarısızlığım, en sonunda sesimi çıkarmam gerektiğine karar verdiğim anda ortaya çıktı. Bu sonucu şaşkınlıkla karşıladım ve en başta inanmadım da. Benden hoşlanmadığını ifade eden tek bir kelime bile söylememişti, bana pek de sempati beslemediğini gösteren ufak tefek hareketlerini ise görmezden gelmiştim. Üstelik ben de gereken sözü söylememiştim ki daha, Ada’nın onunla evlenmeye hazır olduğumdan bihaber olduğunu, bu nedenle de beni -tuhaf ve çok da başarılı olmayan bir öğrenciyi-başka bir şeylerin peşinde sandığını düşünebilirdim.

Bu yanlış anlaşılmalar, çok kararlı olduğum evlilik niyetim nedeniyle uzadıkça uzuyordu. Ada’yı tamamıyla istiyordum, titizlikle yanaklarını parlatıyor, ellerini ayaklarını ufaltıyor, boyunu düzleştirip bedenini inceltiyordum. Onu bir eş ve bir sevgili olarak istiyordum. Ancak bir kadına ilk kez nasıl yaklaşmışsanız o tavır öylece kalır.

Beni arka arkaya üç kez o evde diğer iki kız karşıladı. Ada’nın yokluğunu ilk seferinde mecburi gitmek zorunda olduğu bir ziyaret ile ikincisi sefer rahatsızlandığı ile açıkladılar, üçüncüsünde ise hiçbir mazeret sunmadılar, ta ki ben endişenip sorana kadar. O zaman rastlantı sonucu yöneldiğim Augusta cevap vermedi, yardım ister gibi Alberta’ya baktı, Alberta yanıtladı beni: Ada, teyzelerinden birine gitmişti.

Nefesim kesildi. Ada’nın benden kaçtığı açıktı. Bir gün önce yokluğuna katlanmış ve belki görürüm umuduyla ziyaretimi uzatmıştım. Ancak o gün, birkaç saniye ağzımı açamadan öylece kaldım ve sonra başıma giren ani bir ağrıyı bahane edip gitmek için kalktım. Ada’nın direnişiyle ilk kez karşılaştığım o gün, hissettiğim en güçlü duygunun, öfke ve küçümseme olması tuhaf! Hatta onu yola getirmek için Giovanni’ye başvurmayı bile düşündüm. Evlenmek isteyen bir adam böyle şeyler yapabilir, atalarını tekrar etmektir bu.

Ada’nın bu üçüncü yokluğu daha da anlamlı hâle gelecekti. Öyle ki onun evde olduğunu ama kendisini odasına kitlediğini keşfedecektim.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki o evde gönlünü kazanmayı başaramadığım başka bir kişi daha vardı: Küçük Anna. Diğerlerinin önünde saldıramıyordu artık bana çünkü pek bir paylamışlardı. Birkaç kez de kız kardeşleriyle birlikte hikâyelerimi dinlemişti. Ancak tam evden ayrılacağım zamanlarda eşikte yanıma geliyor, nazikçe ona doğru eğilmemi isteyip kendisi de ayaklarının ucunda yükseliyor, küçük ağzını kulağıma yapıştırıp sadece benim duyabileceğim kadar sesini alçaltarak: “Sen delinin tekisin, gerçekten delisin!” diye fısıldıyordu.

Dahası bu sinsi canavar, bana diğerlerinin yanında siz diye hitap ederdi. Bayan Malfenti oradaysa hemen kollarına sığınıyor ve annesi de onu okşuyordu:

“Küçük Anna’m nasıl da kibar bir kız oldu, sizce de öyle değil mi?”

Kibar Anna hiç itiraz etmiyor ancak yine de bana deli demenin bir yolunu buluyordu. Bu ifadeye, minnettarmışım gibi görünen bir gülümseme ile karşılık veriyordum. Küçük kızın bu saldırılarını yetişkinlere anlatmaya cesaret edemeyeceğini umuyordum, tek korkum Ada’nın küçük kız kardeşinin benim hakkımda ne düşündüğünü öğrenmesiydi. O çocuk, ne yaptı etti sonunda sıkıntıya soktu beni. Sohbet esnasında konuşurken onunla göz göze gelirsek hemen bakışlarımı başka bir tarafa çevirmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu ve bunu da olanca doğallıkla yapmak, pek zordu. İster istemez kızarıyordum. Bu masum yaratık, hakkımdaki yargısı ile bana zarar verebilirmiş gibi geliyordu. Hediyeler aldım getirdim ona ama yine de kalbini kazanamadım. Kendi gücünün ve benim zayıflığımın farkındaydı elbette ve bu yüzden de diğerlerinin yanındayken beni sorgulayan küstahça bakışlar atmaktan çekinmiyordu. Hepimizin bilincinde tıpkı bedenimizde olduğu gibi üzerine pek düşünmek istemediğimiz hassas, örtülü noktalar olduğunu sanıyorum. Ne olduklarını bile bilmeyiz ama yine de orada olduklarını biliriz. Ben de içimi okumak isteyen bu çocuksu bakışlardan gözlerimi kaçırıyordum.

Ama o evi tek başıma ve umutsuzca terk ettiğim o gün, eğileyim ve iltifatını duyayım diye peşimden geldiği zaman deli gibi çarpık bir suratla üzerine doğru eğildim ve ellerimi pençe gibi yapıp tehditkâr bir şekilde ona doğru uzandım, hemen ağlayarak çığlık çığlığa kaçtı gitti.

Böylece o gün Ada’yı da görebildim çünkü çocuğun çığlıklarına ilk koşan oydu. Küçük kız, ağlayarak bana deli dedi diye onu korkuttuğumu söyledi:

“O deli, ben de bunu söylemek istiyorum, ne var ki bunda?”

Ada’nın evde olduğunu görünce şaşırmış ve durup küçük kızı dinlemiştim. Demek kız kardeşleri yalan söylemişlerdi, aslında yalnızca Alberta yalan söylemişti çünkü Augusta, bu görevi ona devretmişti. O an olan biteni daha iyi anladım. Ada’ya dedim ki:

“Sizi gördüğüme sevindim. Üç gündür teyzenizdesiniz sanıyordum.”

Bana cevap vermedi, ilk başta ağlayan çocuğun üzerine eğildi. Hakkım olduğunu düşündüğüm açıklamaları almadaki bu gecikme, kanımın kafama hücum etmesine neden oldu. Söyleyecek söz bulamadım bir türlü. Çıkış kapısına doğru bir adım daha attım ve eğer Ada o dakika ağzını açmamış olsaydı gidecek, bir daha da geri dönmeyecektim. O öfkeyle, artık çok uzamış bir rüyadan uyanmak, gözüme kolay gelmişti.

Nitekim Ada, tam o sırada yüzü kızarmış hâlde bana döndü, teyzesini evde bulamadığı için birkaç dakika önce eve geri döndüğünü söyledi.

Bu sözler beni sakinleştirmeye yetti. Anaç bir hâlde, hâlâ çığlık çığlığa ağlayan çocuğa doğru eğilmişken nasıl da güzeldi! Bedeni öylesine esnekti ki çocuğa yaklaşmak için küçülmüştü sanki.

Yine benim olduğunu düşünerek hayranlıkla seyrettim onu.

O kadar dingin hissettim ki kısa bir süre önce gösterdiğim alınganlığı unutturmak istedim ve Ada’ya ve ayrıca Anna’ya çok nazik davrandım. Yürekten gülerek dedim ki:

“Bana o kadar sık deli diyor ki ona deli biri nasıl olur göstermek istedim. Affedin lütfen! Sen de zavallı Annacık, korkma benden çünkü ben iyi kalpli bir deliyim.”

Ada da bana karşı çok çok nazikti. Hâlâ ağlayıp duran küçük kızı azarladı ve bu durum için özür diledi. Yeterince şanslı olup da Anna o öfkeyle koşup yanımızdan gitseydi Ada’ya konuyu açardım. Kimi yabancı dil kitaplarında rastlanılan, kaldıkları ülkenin dilini bilmeyen yabancılar için hayatı kolaylaştıran hazır cümlelerden birini söyleyecektim: “Babanızdan sizi isteyebilir miyim?” İlk kez evlenmek istiyordum ya, bu nedenle bu ülkenin yabancısıydım. O zamana kadar görüştüğüm kadınlarla başka türlü ilgilenmiştim. Önce üzerlerine el atardım.

Ama işte o birkaç kelimeyi bile söyleyemedim. Üç beş kelime de olsa zaman istiyordu söylemesi! Üstelik suratıma yalvaran bir ifade yerleştirmem gerekirdi, bu da Anna ile ve hatta Ada ile girdiğim münakaşadan hemen sonra çok zordu, üstelik çocuğun çığlıklarını duyan Bayan Malfenti de koridorun ucunda gözükmüştü bile.

Ada’ya elimi uzattım, o da aynı canlılıkla elini verdi.

“Yarın görüşürüz. Hanımefendiden benim için özür dileyin.”

Ama güvenle avcumun içine yerleştirdiği o eli bırakmakta tereddüt ettim. Kız kardeşinin yaptığı kötülüğü telafi etmek için her türlü nezaketi göstereceği sırada, yanından ayrılarak büyük bir fırsattan vazgeçtiğimi hissediyordum. Birden içimden geleni yaptım, eğilip eline dudaklarımı dokundurdum. Sonra kapıyı açtım ve o zamana kadar sol eli ile eteğine yapışan Anna’yı tutmaya devam ederken bana vermiş olduğu sağ eline, o minicik ele içinde sanki bir şey yazılıymış gibi şaşkınlıkla baktığını görünce çabucak oradan uzaklaştım. Bayan Malfenti’nin hareketimi gördüğünü sanmıyordum.

Merdivenlerde bir an için durdum, hiç planlanmamış bu hareketime kendim de şaşırdım. Hâlâ arkamdan kapanan o kapıya dönüp, zili çalıp Ada’nın elinde nafile aradığı kelimeleri yüzüne söyleyebilme şansım var mıydı? Olur gibi gelmedi bana! Çok fazla sabırsızlık göstererek haysiyetten yoksun kalmış olurdum. Ayrıca yarın geleceğimi söylemekle bazı konuşmalar yapacağımı da açığa vurmuştum zaten. Şimdi bu açıklamaları almak sadece ona bağlıydı, bana onları sunmam için bir fırsat vermesi gerekecekti. İşte o noktada nihayet o üç kıza hikâye anlatmayı bırakmış ve yalnızca birinin elini öpmüştüm.

Ancak günün geri kalanı oldukça tatsızdı. Huzursuz ve endişeliydim. Kendi kendime bu huzursuzluğumun sadece maceranın sonunu görme sabırsızlığından kaynaklandığını söylüyordum. Ada beni reddederse sakince başka kadınları arayabileceğimi düşündüm. Ona olan tüm bağlılığım, benim özgürce verdiğim karardan ileri geliyordu ve şimdi başka bir karar verip o kararı yok sayabilirdim. Bunları düşünürken bu dünyada benim için başka kadın olmadığını ve Ada’ya gerçekten ihtiyacım olduğunu anladım.

Takip eden gece de bana çok uzun geldi, neredeyse tümünde gözümü kırpmadım. Babamın ölümünden sonra gece kuşu olma alışkanlığımı bırakmıştım, şimdi evlenmeye karar vermişken de bu alışkanlığıma dönmek, tuhaf olurdu. Bu nedenle zaman çabuk geçsin diye uykumun gelmesini de umarak erken yattım.

Ada’nın üç kez orada bulunduğum saatlerde oturma odasında bulunmayışı ile ilgili açıklamalara, körü körüne inanmıştım çünkü kendime seçtiğim kadının yalan söylemeyi bilmeyecek kadar ağırbaşlı bir kadın olduğuna güvenim tamdı. Ancak gece olunca bu güven azaldı. Augusta konuşmayı reddedince Alberta’nın bu teyze ziyaretini bahane olarak kullanmasını, ona ben mi söyledim diye şüpheleniyordum. Beynim ateşler içindeyken ona ne demiştim tam olarak hatırlamıyordum ama belli ki bu mazereti ona bizzat ben sunmuştum. Yazık! Eğer böyle yapmamış olsaydım, belki de o bahane için başka bir şeyler uydururdu, ben de yalanını yakalayıp istediğim açıklamaya nihayet sahip olurdum.

Ada’nın benim için ne kadar önemli olduğunu burada fark etmiş olabilirim çünkü sakinleşebilmek için eğer beni istemezse, sonsuza dek evlilikten vazgeçerim diyordum kendime. Bu nedenle beni reddetmesi, hayatımı değiştirecekti. Ancak bir düşünceden diğerine atlıyor, belki de bu ret benim için bir şans olabilir diye düşünüp rahatlıyordum. O sıralarda, evlenenler de bekâr kalanlar da sonunda pişman olacaklardır diyen Yunan filozofu hatırladım. Kısacası kendi macerama gülme yeteneğimi henüz kaybetmemiştim; ihtiyacım olan tek yetenek, uyuyabilmekti.

Ancak gün doğarken uyuyakaldım. Uyandığım zaman o kadar geç olmuştu ki Malfenti evine ziyaretim için izin verilen saate çok az zaman kalmıştı. Bu nedenle, Ada’nın ruhunu aydınlatacak başka ipuçlarını bulmak için çabalamaya artık gerek kalmayacaktı. Ancak kişinin düşüncelerini, kendisi için çok önemli olan bir konudan alıkoymak zordur. İnsan bunun nasıl yapılacağını bilseydi daha şanslı bir hayvan olurdu. O gün biraz da abartarak hazırlanırken başka bir şey düşünemiyordum: Ada’nın elini öpmekle iyi mi yapmıştım yoksa dudaklarından öpmediğim için kötü mü etmiştim?

Tam o sabah, garip, ergenlik dönemimin bana bahşettiği o küçük erkeksi inisiyatiften beni mahrum bırakan bir fikir geldi aklıma. Acı veren bir şüpheye kapıldım: Eğer Ada, beni sevmeden ve gerçekten bana karşı bir şey hissetmeden sırf ailesi istiyor diye benimle evlenecek olursa?.. Çünkü o ailedeki herkes yani Giovanni, Bayan Malfenti, Augusta ve Alberta kuşkusuz beni seviyordu, kuşkulandığım yalnızca Ada’ydı. Ufukta nefret dolu bir evliliğe ailesi tarafından zorlanan genç kızın hikâyesini anlatan, alışılagelmiş popüler bir roman beliriyordu. Ama ben buna izin veremezdim. Ada’yla, yani sadece Ada’yla konuşmak zorunda olmamın başka bir nedenini de bulmuştum. Hazırladığım o hazır soruyu, ona yöneltmek de yeterli olmayacaktı. Gözlerinin içine bakacak ve ona “Beni seviyor musun?” diye soracaktım. Eğer evet derse onu kollarımla sarıp içtenlikle titrediğini hissedecektim.

Bu yüzden kendimi her şeye hazırlamışım gibi geldi bana. Oysa bu tür bir sınava, konuşmada kullanacağım metin sayfalarını gözden geçirmeyi unutarak geldiğimi fark etmiş olmam gerekirdi.

Beni yalnızca geniş salonun bir köşesinde oturan Bayan Malfenti karşıladı ve kızların nerede olduğunu sormama fırsat vermeden hararetli bir sohbete koyuldu. Bu durum dikkatimi dağıttı ve doğru zaman geldiğinde unutmuş olmamak için dersimi aklımda tekrar etmeye koyuldum. Birdenbire, bir borazan çalmış gibi dikkat kesildim. Hanımefendi bir ön söze başlamıştı. Bana kendisinin ve kocasının arkadaşlığından ve küçük Anna da dâhil olmak üzere tüm ailenin sevgisinden söz etti. Birbirimizi nicedir tanıyorduk. Dört ay boyunca her gün görüşüyorduk.

“Beş!” diye düzelttim, gece boyu hesaplamış, ilk ziyaretimin sonbaharda yapıldığını ve şimdi tam ilkbaharda olduğumuzu anımsamıştım.

Hanımefendi sanki hesaplamayı gözden geçirmek istiyormuş gibi düşünerek sonunda: “Evet beş!” dedi. Sonra bir sitem havasıyla “Bana öyle geliyor ki Augusta için artık tehlike arz ediyorsunuz.”

“Augusta mı?” diye sordum yanlış duyduğumu düşünerek.

“Evet!” diye onayladı hanımefendi. “Ona umut veriyorsunuz, bu yüzden de tehlikeli bir durumdasınız.”

Naifçe hislerimi açığa çıkardım.

“Açıkçası gözüm Augusta’yı görmüyor bile!”

Şaşırmış -ya da bana öyle geldi- daha da doğrusu üzülmüş gibi bir hareket yaptı.

Bu esnada bu yanlış anlaşılma gibi görünen şeyin, ne kadar önemli olduğunu hemen kavradım ve nasıl düzeltebilirim diye kafa yormaya başladım. Beş ay boyunca Ada’yı incelemek niyetiyle geldiğim ziyaretlerimi gözden geçiriyordum. Augusta ile birlikte bir şeyler çalmıştık, hatta bazen beni dinlediği için onunla Ada’dan daha fazla konuşmuştum ancak kendi onayını ekleyerek Ada’ya anlatabilsin diye yapmıştım bunu. Hanımefendiye durumu net bir şekilde açıklayıp Ada’ya yönelik hedeflerimi anlatmalı mıydım? Ama kısa bir süre önce, Ada ile yalnız konuşmaya ve onun ruhunda ne var diye anlamaya karar vermiştim. Belki de Bayan Malfenti ile açıkça konuşsaydım işler tersine dönerdi, yani Ada ile evlenemeyecek olsaydım bile Augusta ile de evlenmezdim. Bayan Malfenti’yi görmeden önce aldığım kararın kendime rehberlik etmesine izin vererek bana söylediği şaşırtıcı şeyleri duyduktan sonra sessiz kaldım.

Yoğun bir şekilde düşünüyordum ama biraz kafam da karışmıştı. Anlamak istiyordum, öngörmek istiyordum, hem de hemen. Gözlerinizi çok fazla açtığınızda etrafınızı pekiyi göremezsiniz. Beni evden atmak isteyebilecekleri olasılığını düşündüm. Bana bunu göz ardı edebilirmişim gibi geldi. Çünkü masumdum, korumak istedikleri Augusta’ya kur falan yapmamıştım. Ama belki Ada’yı korumak için Augusta hakkında niyetlerim olduğunu öne sürmüşlerdi. Artık bir kız çocuğu olmayan Ada’yı bu yolla mı koruyorlardı? Rüyalarım dışında saçına bile el sürmediğime emindim. Gerçekte yapabildiğim, sadece eline dudaklarımla dokunmaktı. O eve girmekten menedilmek istemiyordum çünkü ayrılmadan evvel, Ada ile konuşmak istiyordum. Bu yüzden titrek bir sesle sordum:

“Siz söyleyin hanımefendi, kimseyi rahatsız etmemek için ne yapmalıyım?”

Tereddüt etti. Bağırarak düşünen Giovanni ile bu konuşmayı yapmayı tercih ederdim. Sonra kararlı ama sesinden açıkça anlaşılan nazik görünme çabasıyla şöyle dedi:

“Bir süre bize daha seyrek gelmelisiniz. Yani her gün değil de haftada iki veya üç kez.”

Bana, kaba bir şekilde gitmemi ve asla geri dönmememi söyleseydi kesinlikle Ada ile ilişkimi netleştirebileyim diye, bana en azından bir ya da iki gün daha hoşgörülü davranması için ona yalvarırdım. Ancak korktuğumdan daha yumuşak olan bu sözler, bana kızgınlığımı ifade etme cesareti verdi:

“İsterseniz bu eve tek bir adım atmam daha!”

Umduğum gibi davrandı. Hemen itiraz etti, tekrar hepsinin bana duyduğu saygıdan bahsetti ve ona gücenmemem için bana yalvardı. Cömert davrandım, ona istediği her şeyi verebileceğimi söyledim, yani o eve dört veya beş gün gelmekten kaçınacaktım, haftada en çok iki veya üç kez gelecektim ve her şeyden önce de kendisine kırgınlık beslemeyecektim, bunun için söz verdim.

Bu sözleri verdikten sonra, onları yerine getireceğimi de göstermek için gitmeye yeltenerek ayağa kalktım. Hanımefendi hemen gülerek itiraz etti:

“Benim için hiçbir tehlikeniz olmadığına göre kalabilirsiniz.”

Ancak o zaman hatırladığım önemli bir işim için çıkmak zorunda olduğumu söyleyerek beni bırakmasını istedim, başıma gelen bu olağanüstü macerayı daha iyi düşünebilmek için sabırsızlanıyordum, hanımefendi ise ona kızgın olmadığımın bir kanıtı olarak yanında kalmam için ısrar etti. Bu yüzden kaldım ve hanımefendinin moda, tiyatro, ilkbaharın kuraklığı konusundaki gevezeliğini dinleme işkencesine katlandım.

Ancak kısa bir süre sonra, kaldığım için memnun oldum çünkü daha fazla açıklamaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Artık dinleyemez olduğum hanımefendinin sözünü hiç aldırmadan kesiverdim:

“Peki, ailedeki herkes beni bu evden uzak tutmaya niyetlendiğinizi bilecek mi?”

İlk başta yaptığımız anlaşmamızı unutmuş gibiydi. Sonra itiraz etti:

“Bu evden uzak tutmak mı? Olur mu öyle şey, sadece birkaç günlüğüne dikkat etmenizi rica ettim. Ben kimseye söylemeyeceğim, kocama bile ve siz de aynı takdiri kullanacak olursanız gerçekten minnettar olurum.”

Bunun için de söz verdim, ayrıca neden bu kadar sık görülmediğime dair bir açıklama istenirse çeşitli bahaneler bulacağıma da söz verdim. O an için hanımefendinin sözlerine güvendim ve aniden ortadan kayboluşuma Ada’nın şaşırıp üzüleceğini düşündüm. Çok hoşuma gitti bu fikir!

Sonra öylece durdum, bir ilham gelir de beni yönlendirir diye düşünüyordum, hanımefendi ise o esnada son zamanlarda iyice pahalılaşan yiyeceklerin fiyatlarından bahsediyordu.

İlhamın yerine Giovanni’nin kendisinden büyük ama aklı ondan daha küçük kız kardeşi Rosina hala geldi. Yine de bazı ahlaki özellikleri ile kimin kız kardeşi olduğunu belli ediyordu. Her şeyden önce kişinin kendi hakları ve başkalarının görevleri konusunda -dediğini yaptırmayı sağlayan herhangi bir silahtan yoksun olduğu için hayli gülünç olan- sürekli öne sürdüğü bir fikri ve sesini çabucak yükseltme zaafı vardı. Kardeşinin evinde o kadar çok hakkı olduğuna inanıyordu ki -daha sonra öğrendiğim gibi- uzun süre Bayan Malfenti’yi evde davetsiz bir misafir olarak görmüştü. Bekârdı ve her zaman en büyük düşmanı olarak bahsettiği hizmetçisi ile yaşıyordu. Ölürken karıma, ona bakan hizmetçi gidene kadar evini korumasını rica etti. Giovanni’nin evindeki herkes, saldırganlığından korktuğu için ona katlanıyordu.

Hâlâ oradan ayrılmamıştım. Rosina hala, yeğenleri arasında Ada’yı hep ayrı tutardı. Arkadaşlığını kazanma arzusu duydum ve ona söyleyebilecek sevimli bir sözcük aradım. Onu en son gördüğümde -yani bir anlığına şöyle bir süzmüş yüzüne bakma ihtiyacı hissetmemiştim- yeğenlerinin, o gider gitmez iyi görünmediği hakkında konuştuklarını hatırladım. Hatta içlerinden biri şöyle demişti:

“Yine hizmetçiye kızmış, o yüzden de rengi atmış olmalı!”

Aradığımı buldum böylece. Yaşlı kadının buruşuk yüzüne, sevgiyle bakarak ona dedim ki:

“Sizi iyileşmiş gördüm hanımefendi.”

Bu cümleyi hiç söylememiş olsaydım keşke. Bana şaşkınlıkla baktı ve itiraz etti:

“Ben hep aynıyım. Ne zaman hastalanmışım ki şimdi iyileşmiş olayım?”

Onu, en son ne zaman gördüğümü bilmek istedi. Tam olarak tarihi hatırlamıyordum ve ona bütün bir öğleden sonrayı birlikte, üç genç hanımla, o salonda ancak şimdi oturduğumuz tarafta değil de diğer tarafta oturarak geçirdiğimizi hatırlatmak zorunda kaldım. Ben kendisiyle ilgileniyormuş gibi görünmek istemiştim ancak açıklama talep edince, iş uzayıp gitmişti. Sahtekârlığım üzerimde ağırlaştı ve gerçek bir işkenceye dönüşüverdi.

Bayan Malfenti gülümseyerek araya girdi:

“Yoksa Rosina halanın şişmanladığını mı kastettiniz?”

Hay aksi şeytan! Kardeşi gibi çok iri olan ve yine de kilo vermekten umudu kesmeyen Rosina halanın kızgınlığının nedeni burada yatıyordu.

“Şişmanlamış mı? Asla hayır. Ben sadece yüzünün rengi hayli yerinde demek istemiştim.”

Sevecenliğimi sürdürmeye çalışıyor, küstahça bir söz etmemek için kendimi zor tutuyordum. Rosina hala yine de tatmin olmuş görünmüyordu. Son zamanlarda hiç hasta olmamıştı ve neden bana hasta göründüğünü hiç anlamadı. Bayan Malfenti de ona hak verdi:

“Aksine, renginin hiç değişmemesi, onun özelliklerinden biridir, öyle değil mi ne dersiniz?”

Öyle dedim. Gerçekten de başka ne diyebilirdim? Hemen ayrılmak istedim. Gönlünü almak umuduyla Rosina halaya sıcakkanlılık ile elimi uzattım ama o, elimi sıkarken bile başka yöne bakıyordu.

Evin eşiğinden dışarı adım atar atmaz ruh hâlim değişti. Dünya varmış! Rosina halayı memnun etmeye çalışmak ya da Bayan Malfenti’nin niyetlerini çözmek zorunda değildim artık. Aslında eğer Rosina hala kabaca araya girmeseydi, dümenci Bayan Malfenti amacına ulaşacak ve ben de o evden iyi muamele gördüğüm için mutlu bir şekilde uzaklaşacaktım. Merdivenlerden atlaya atlaya indim. Rosina halanın hareketleri neredeyse Bayan Malfenti’nin söylediklerinin açıklaması olmuştu. Bayan Malfenti birkaç gün evinden uzak durmamı önermişti. Pekiyi kalpli, sevgili hanımefendi lütfettiler! Onu, beklentilerinin ötesinde memnun edecektim, bir daha hiç görmeyecekti beni! Halaları ve hatta Ada bile bana işkence etmişti. Ne hakla yaparlardı bunu? Evlenmek istediğim için mi? Ama artık bunu düşünmeyecektim! Özgürlük ne de güzeldi!

Bir çeyrek saat boyunca birçok duygu eşliğinde sokaklarda dolaştım durdum. Sonra daha fazla özgürlüğe ihtiyacım varmış gibi geldi bana. O eve bir daha adım atmayı istemediğimi kesin olarak belirtmenin bir yolunu bulmalıydım. Bir mektup ile veda etme fikrini kafamda eledim. Niyetimi açıkça bildirmezsem daha da üstten alarak bağımızı koparmış olacaktım. Giovanni ve tüm ailesini unutacaktım işte o kadar!

Kararımı bildirecek nazik ve zarif biraz da ironik bir yöntem buldum. Bir çiçekçiye koştum, muhteşem bir çiçek buketi seçtim ve üzerine tarih dışında hiçbir şey yazmadığım bir kartvizit iliştirip Bayan Malfenti’ye gönderdim. Daha fazla bir şey yazmaya gerek yoktu. Asla unutmayacağım bir tarihti bu ve belki de Ada ve annesi de unutmayacaktı: 5 Mayıs, Napolyon’un ölüm yıl dönümü.

Sevkiyat hızlıca düzenlenecekti. Aynı gün gitmesi çok önemliydi.

Ama sonra? Her şey yapılmıştı, hem de her şey çünkü yapılacak başka bir şey kalmamıştı! Ada tüm ailesiyle benden kopmuştu artık ve buna karşılık hiçbir şey yapmadan yaşamak zorunda kalacaktım, içlerinden birilerinin beni aramaya gelmesini ve bana başka bir şey yapma veya söyleme fırsatı vermesini bekleyecektim.

Düşünmek için ofisime kapandım. Eğer acı veren sabırsızlığıma yenik düşseydim, çiçek buketimden önce oraya varma telaşıyla yerimden fırlayıp o eve doğru yola koyulurdum. Bir bahane bulurdum elbet. Şemsiyemi unutmuş olabilirdim pekâlâ!

Ama böyle bir şey yapmak istemedim. O çiçek demetini göndererek korunması gereken güzel bir tavır takınmıştım. Şimdi bir şey yapmadan beklemek zorundaydım çünkü bir sonraki hamle onlarındı.

Ofisimde kendimle baş başa kalıp rahatlayacağımı sanıyordum ama bu hareketimle ancak gözyaşlarına boğulmuş umutsuzluğumun nedenini açıklayabildim: Ada’ya âşıktım. Bu fiili doğru kullanıp kullanmadığımı henüz bilmiyordum ve bu yüzden incelemeye devam ettim. Sadece benim olması yetmezdi, eşim olmasını da istiyordum. Olgunlaşmamış vücudundaki o mermer yüzüyle, sonsuza dek kendisine öğretemeyeceğim ve sonsuza dek vazgeçtiğim ruhuma anlam veremediği ağır başlılığı ile onu istiyordum, o bana zekâ ve çalışma ile dolu bir hayatı öğretecekti. Her şeyi ile istiyordum onu ve ondan her şeyi istiyordum. İncelemem sonunda, kullandığım fiilin pek bir doğru olduğu sonucuna vardım: Ada’ya âşıktım.

Bana yol gösterebilecek çok önemli bir şey düşünmüşüm gibi geldi. Artık tereddüt etmek yoktu! Beni sevip sevmediğini umursamıyordum. Onu elde etmeye uğraşmak zorundaydım ve eğer bu kararı Giovanni verebilecekse Ada ile konuşmaya gerek yoktu. Her şeyi açığa kavuşturup mutlu olacak ya da yaşadıklarımın hepsini unutup hastalığıma deva arayacaktım. Bekleyip de neden acı çektirecektim ki kendime? Ada’yı kesinlikle kaybettiğime emin olursam -ve bunu sadece Giovanni’den öğrenebilirdim- zamanla mücadele etmeme gerek kalmazdı, onu ittirmem gerekmezdi, o da yavaşça akmaya devam ederdi. Bir varış noktası her zaman dingindir çünkü zamandan kopuktur.

Hemen Giovanni’yi aramaya koyuldum. Gidilecek iki yer vardı. Biri, atalarımız öyle dedi diye aynı şekilde anmaya devam ettiğimiz Yeni Evler Caddesi’ndeki ofisiydi. Gün batımında pek yoğun olmayan, deniz kıyısına çok yakın bir sokağı gölgeleyen, yüksek, eski evler arasında hızlıca ilerleyebildim. Yürürken ona söyleyeceklerimi nasıl kısa tutarım diye düşündüm. Aslında kızıyla evlenme kararımı söylemem yeterliydi. Ne kalbini kazanmak ne de ikna etmek zorundaydım. İş adamıydı neticede, sorumu duyar duymaz bana ne cevap vereceğini bilirdi. Ancak, böyle bir durumda kendi dilimde mi yoksa lehçede mi konuşmalıyım diye endişeleniyordum.

Ne var ki Giovanni çoktan ofisten ayrılmış ve Tergesteo’ya gitmişti bile. Hemen tekrar yola koyuldum. Daha yavaş yürüyordum bu sefer çünkü borsada onunla baş başa konuşabilmek için uzun süre beklemek gerekeceğini biliyordum. Cavana yoluna vardığımda, dar sokağı tıkayan kalabalık yüzünden daha da yavaşlamak zorunda kaldım. O kalabalığın içinden geçmek için uğraşırken saatler boyu aradığım aydınlanmayı nihayet yaşadım. Augusta’nın bana âşık olması ve Ada’nın da bana karşı en ufak bir his beslememesi gibi basit bir nedenden ötürü Malfenti ailesi Augusta ile evlenmemi istiyordu, Ada ile evlenmemi ise istemiyorlardı. Ada bana karşı en ufak bir şey hissetmiyordu, aksi olsa bizi ayırmaya kalkışmazlardı. Bana Augusta için tehlikeli olduğumu söylemişlerdi ama beni severek kendini tehlikeye atan oydu. O anda her şeyi, sanki aileden biri bana söylemiş gibi çok net bir şekilde anladım. Ayrıca Ada’nın o evden uzaklaşmam konusunda ailesi ile hemfikir olduğunu da tahmin edebiliyordum. O bana âşık değildi ve kız kardeşi bana âşık olduğu süre boyunca da o bana âşık olamazdı. Kalabalık Cavana Sokağı’nda tek başıma oturup düşündüğüm ofisimden daha iyi düşünmüştüm.

bannerbanner