
Полная версия:
Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri
Ben seçimden sonra bir araya gelip aynı partide buluştuğum için eski dönemlerini tanırım, ocak başkanlığını falan ama bu konuları konuşamazdık. Bunlar daha o zaman genç üniversite öğrencisi, biz biraz daha ilerideyiz. Dolayısıyla ben İstanbul’da olduğum için Muhsin Bey Ankara’da. Çok fazla bunları tartışacak imkân ve zemin de yok. Genel başkan olarak bunları söyledi ve ilgimi hemen arttırdım. Sonra işte bu “İkili parti sistemi içerisinde götürecekler.” meselesi. Çünkü çok karışanın, çok fikir ve görüş söyleyenin bulunduğu yerde işlerin ağır gittiğini, daha kolay idare edilebilen, ipek ipliklerle kolayca oynatılabilen, yani Karagöz-Hacivat oyunu gibi oynatılabilen bir idarenin içerisine Türkiye’nin sokulmasını istedikleri için buna zorluyorlar.
Evet, Türkiye özellikle sınır bölgelerindeki, serbest bölgelerdeki görevlendirmeler yabancı ülkelerin içimizdeki yabancı sayılanlara toprak aldırması için iş yaptırılması şeklinde hazırlık içerisinde olmalarından bahsetmiş. Sonra, dedim. Ben ilgi gösterince Muhsin Bey daha çok açıldı. Velhasıl, sonucunda bütün bu ikili parti sistemi ve bu köylerin mülk edinme, toprak alma benzeri hadiselerin, Türkiye ile İsrail arasında zaman içerisinde bir düşmanlığa ve Türkiye politikasının değişmeye mecbur kalacağını ve bundan da hem Türkiye adına hem İsrail adına endişeleri olduğundan bahsetti. “Siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Ben de ona dedim ki “Sizinle yarım saat civarında bir görüşme olmuş. Ben 1,5 saatten fazla bunu sorulu-cevaplı dinledim. Bunu bize anlatmak mecburiyetinde değildi Üzeyir Bey. Ne sana ne bana anlatmak mecburiyetindeydi.”
“Türk Kökenli Musevi…”“Çünkü milletvekili bile olmayan küçücük bir parti. %1 civarında oy alsa sevinecek bir partide seni, beni kim niye bilgilendirsin. Demek ki bu konuları anlatabilecek kim vardır Türkiye’de deyince, bizi adam yerine koymuş oluyor.” dedim. Bu insan bizim için de kıymetli oluyor. Ben de bana anlattıklarının bütün teferruatını uzun uzun anlattım. “Hocam onu hiç söylemediniz.” dedi. “Sen açmazsan benim aklıma gelmezdi.” “Dolayısıyla ‘Filan bize şunu demişti.’ demek ayrı bir şey. Bunun zararlı olacağını konuşuyoruz da sen Üzeyir Bey’den bahsedince ben açılmak zorunda kaldım. İyi oldu. Birbirimizi tamamladık ve gördüğümüz şu; Üzeyir Bey, İsrail ve Türkiye arasındaki muhabbet, alışveriş devam etsin. Koruyucu bir hava olursa Museviler adına sevineceğini çünkü kendisinin de 13. Kabile dediğimiz Türk kökenli Musevilerden olduğunu…”
“Onun için, Türklük damarımızda, Musevilik geçmişimizde var. Şimdi hangi dinden olduğumu sormazsın.”, “Sormam.” dedim. Böyle bir hatıra da var. Bir muhabbet de var aramızda ve o günkü şartlarda da bir mecburiyet olmadıkça da ben komşularımla iyi geçineceğim ama İsrail ile de geçinmek faydalı olabilir ama İsrail’de olup bitenler ve bize karşı takındığı tavır çok incitici. O zaman onu diğerleriyle yan yana koyduğunuzda daha fazla dikkatle üzerinde durmak gerektiği konusunda bir mutabakatımız var. Kamuoyu da bu yönde ne söylersen onu hemen aleyhinde bir nevi hap gibi almaya müsait ama bu da tehlikeli. Sizin gibi doğru şeyler yapmaya namzet ve öyle farklı düşünen İsrail yönetiminden insanlar, aydın veya üniversite hocası, politikacı varsa bunlarla da teması kesmenin bir faydası yok. Çünkü birinci ağızdan alabileceğiniz bilgileri değerlendirmek başkalarının kulağınıza söylediğinden daha kıymetlidir. Politikada bu çok önemlidir. İstihbaratta da çok önemlidir.
O yüzden birbirimize baktık ve dedik ki Üzeyir Bey ile olan temasımızı, dostluğumuzu daha güvenli bir şekilde karşılıklı ifade etmekte fayda var. Çok güzel çalışmalar, çok güzel görüş alışverişleri oldu. Sonuç olarak, bununla ne kadar tehlikeli olacağını Garih bize söyledi. Biz de zaten aynı görüşteyiz. Garih ile görüşmeden evvel de biz aynı görüşteydik. Bu görüşler birleşince, bizim görüşlerimiz Üzeyir Bey’in görüşleriyle getirilip çakıştırılınca bir daha değerlendirme yaptık. Dedik ki böyle bir sistemde zaten İngiliz istihbaratçıları ve komutanları tarafından Kraliçe’ye sunulan raporlar var. Onların bir bölümünü de gördük. Onlardan birisi şuydu; yanlış hatırlamıyorsam Arnold Toynbee’ye aitti. O hem sosyolog hem asker hem bilim adamı. Çok yönlü bir komutan. Özellikle bizim Güneydoğu, Doğu bölgesinde ayrılıkçı hareketlerin yeşertilmesi konusunda çok çalışmalar yapmış, yani Rus Nikitin’den daha etkili bir adam. Onun sözü; “Mısır’ı idare edebilmek için her Mısırlının arkasına bir İngiliz askeri dikemeyiz. Ama Mısır’ı idare edecek olanları avucumuzun içerisine alırsak hem maliyet hem zayiat bakımından bizim için çok kârlı olur. Çok iyi bir ticaret olur. Yani Mısır’ı idare edecek devlet adamlarını, yazar, çizer, bilim ve fikir adamlarını avucuna aldığın takdirde bunun maliyeti nedir? 5 kuruş. Öbür türlü ölüm var, asker var. Bundan daha kârlı bir yol olamaz. Onun için biz idarecileri avucumuzun içerisine alalım.” sözüne bu ikili partiyi idare etmek, onları birer diktatör ya da tek söz sahibi adam hâline getirmek, Türkiye’yi çok rahat sömürmek, çok rahat işi kolay görmek anlamına gelir. Bu konuda tam bir mutabakatımız vardı ve bu devam etti.
En azından vicdani olarak, gerek Allah’a karşı gerek millete, kendimize karşı sorumluluğumuz açısından çok faydalı işler yaptığımız kanaatindeyim ama burada sözünü düşünerek, tartarak akıldan, kontrolden geçirdiğini zannediyorum. Bilenlerle istişare ederek de görülmeyen, çok değerli, çok yararlı bir arkadaş daha vardı: İrfan Sönmez. Hâlen kendisine o saygım devam ediyor. Partide böyle değerli insanlar da var ama bunlar çok az Ankara’ya gelebilen, uğrayan insanlardı. Onlarla da güzel işler yaptık. Fakat seçim konusunda bir türlü biz bu Türkiye’yi idare etmeye hazırız, namzetimiz konusunda ciddi bir tavır gösteremedik.
“Ecevit Hata Yapmadı, Götürüldü!”Bu bizdeki tehlike fikrini daha açık anlamamıza sebep oldu. Onun için “Nur içinde yatsın.” diyeceğim. Şimdi sistem bunu gerçekleştirecek noktaya getirilemedi. Anayasa değişikliği, Siyasi Partiler Kanunu’nda ve benzeri kanunlarda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Erken seçimler bunlara mâni oldu. Dolayısıyla o dönemde her parti kendini Meclise atmak suretiyle bir şeyler yapmak istiyordu. Ama şunu da görüyordum; bazı partilerin genel başkanları “Benim mutlaka Mecliste olmam, benim mutlaka başbakan olmam gerekiyor.” diye beyanatlar veriyorlardı. Mesela Irak’ın işgali söz konusu olduğunda Ecevit çok ciddi tavır koydu. Sadi Somuncuoğlu, ben, diğer birçok arkadaşımız çok ciddi tavır koyduk. Komşularımızla kavga ederek değil, konuşarak zengin olmalıyız. Ecevit de bunu savunuyordu. Bir de ben biliyordum Ecevit’in Kissinger’ın talebesi olduğunu ve Orta Doğu konusunda, olup bitecekler konusunda en sağlam bilgilere, en teferruatlı gizli bilgilere, saklı bilgilere de sahip olduğunu biliyordum. O yüzden de Bülent Ecevit’in bu konuda hata yapmayacağını düşünüyordum ve yapmadı. O yüzden de hükûmet gümbürtüye götürüldü. Bunu da söyleyeyim.
O zaman Irak’ın işgali söz konusu olduğunda bu siyasi partilerden birisinin genel başkanının şu sözü vardı; “Benim mutlaka Irak hadiselerinin çıktığında burada başbakan olmam lazım.” Bunun özü şuydu; Amerika’nın emrine selamı çakıp, topuğu vurup körlemeye dalmaktı. Kime karşı? En azından komşumuza karşı. Sınır komşumuza karşı Amerika’nın parasız askeri. Parasız diyorum çünkü para yine bizden çıkacak. Gönüllü askerliğini yapmak durumundaydık. Tabii ki biz bunlara kendimizi kaptırmadık ama daha sonra bunlar üzüntü verici şekilde gelişti ve sonunda iki partili noktaya getirildi.
Bor Madenlerine karşı biz de Muhsin Bey de ne kadar hassas olduk. Bu konuda ben daha çok bilgi sahibi olduğum için Parlamentoda da çok mücadele verdik. Benim hükûmette olduğum zamanda da onların devre dışı bırakılmasını ve neden Bor Madenlerinin devlet işletmesinde devam etmesi gerektiğini hükûmete kabul ettiren de bendim. Benden daha iyi bilen yoktu. Dolayısıyla Sayın Ecevit de o konuda bir şey olduğu zaman “Enis Hoca sen ne diyorsun? Kimse Enis Hoca’nın bakanlığını dışarıdan idare etmeye kalkmasın. Herkes kendi bakanlığını idare etsin. Bu ne yaptığını biliyor. Enis Bey sen de başka bakanlıkların bakanlığını idare etmeye kalkma.” diye onu da bir eklerdi. Güzel anılar oldu.
Düşünün Rahşan Hanım nerde, Ecevit orada. Biz günümüzü neyle geçirdik ama devlet sorumluluğunu aldığımız zaman başka bir adam çıktı karşıma. Tabii bunları çok iyi değerlendiremedi o zaman siyasi partiler ama bu konuda Muhsin Bey de bizimle aynı düşüncedeydi. O konuda da gereğini yaptı. Televizyonda olsun, basında olsun, meydanlarda olsun Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine ve stratejik menfaatlerine sahip çıktı. Orada bir ayrılığımız olmadı.
Sadece bu seçime girerken ve girdiğimiz sıralardaki fırsatlar kaçırıldı. O fırsatları bilerek ve isteyerek kaçırdığını iddia edemem. Bu çok konuşuldu. Hatta bir gün ikimiz beraber bir arkadaş daha vardı Edip Özbaş’tı galiba tam emin değilim. “Mutlaka bir istişare etmemiz gerekir. Sizlerden başka doğru dürüst istişare edecek adam da bulamıyorum. Kendimi de iyi hissetmiyorum.” diye bizi Mustafa Özbek sendikaya davet etti. Orada aşağı yukarı 1,5 saat Mustafa Özbek’in konuşmalarını sabırla dinledik. 45 dakika da Muhsin Bey konuştu. Muhsin Bey’in konuşması bittiği zaman beklemediğim bir terbiyesizlik diyebileceğim Mustafa Özbek’ten karşı çıkış, “Çocuğunu azarlar gibi” derler ya halk dilinde, öyle bir görüşme ve ağzına geleni söyledi. Gözümün içine bakıyor Muhsin Bey. Biz orada davetliyiz, misafiriz. Yanlış da yapsak, kötü de yapsak, eğer aldanmışsak onu söyleyebilirsin. “Yanlış yaptın.” diyebilirsin ama hakaret etmeye hakkın var mı? Hem evine çağırdın hem de evinde hakaret ediyorsun bize. Sabırla ben bekledim. Mustafa Kafalı ve diğer öğretim üyeleri de orada bulunuyor. Onlar da müşavir. 7-8 kişinin içinde oldu bu hadise. Orada gayet sabırlı “Allah’a ısmarladık.” dedi gitti. “Ben biraz daha kalacağım.” dedim. İşin teferruatını görüştük. Birbirilerine kızgınlık taşıyan insanların uzun süre konuşmadığı zaman o kızgınlığı içinde büyüterek ve ekleyerek nasıl bir has-mane, düşmanca bir tutum hâline gelebildiğini ben çok rahat anladım çünkü bu benim mesleğimin bir parçası. Böyle tatsız şeyler de görüldü.
“Bazılarına Üzüldüm, Nasıl Çevresinde Bulundular”Ama daha sonraki seçimlerde de “Biz iktidar olalım.” şeklindeki bir noktada partide atılım yapılamadı. Çünkü “Elde var bir.” derdi Muhsin Bey. Bu elde biri kaybetmeden 2, 3, 5 yapmak mantıken doğru. Elde bir olan seni de beni de sıkıntıya sokuyor. Maksat iktidara gelmek, Türkiye’ye iktidar olarak hizmet etmenin dışındaki maksatlar galip geliyor. Benim 97 sırasında olan hadiselerde önceden bilgilerim vardı. İstifa dilekçelerimizi Haluk Çay ile beraber daktilo ettik, 2007’de. Orada tatsız konuşmalar oldu. Enteresandır, herkesin “Ülkücü olunca böyle olur. Böyle bilgili olmak, hatip olmak gerekir.” diye beğendiği 3-4 arkadaşımıza hâlâ üzülürüm. Muhsin Bey’in çevresinde bu kadar nasıl vakit geçirebildiler. Burada biraz evvel adı geçti birisinin. O benim yüksek lisans öğrencimdi. Yüksek lisans öğrenciliği yaparken yurt dışından bir burs bulduk. O bursla doktora yapsın diye de yurt dışına gönderdik. Ailece de severim. Babasının elini de öptüm. Sofralarına oturdum. O yüzden onu gündeme getirmek istemem.
Şimdi bu tiplerin benim oradaki tavrım ve bir siyasi parti genel başkanının “Yahu biz anlaşmıştık. Şurada şöyle şöyle. Bunları hiç konuşmadık, haberimiz yok. Ne oluyor?” dediğimde ortalık karıştı ve bunların hakaretine uğrar gibi oldum. Neredeyse karşılıklı bize yakışmayacak güç, kuvvet, patırtı. Hepsi birbirine karışacak ortam doğdu. 51 kişi biliyorsunuz. “BBP’de bir şeyler oluyor.” diye basın yazdı. Biz böyle bir keyiflendik, havalandık falan. “Seçime girmiyoruz.” noktası çıktı.
“Ağar da Mumcu da Sırtından Attı Bizi”Namık Kemal Zeybek, Erbakan ile temasını devam ettiriyordu, ben de DYP ile temasımı devam ettiriyordum. Ayrı ayrı görevlendirilmişiz. O teması devam ettiriyoruz. Orada iyi istişare edilerek yürütülemedi. Benim yakın arkadaşım, eski dostum ama Mehmet Ağar bizi sırtından attı. Daha doğrusu yine benim doktora öğrencim Erkan Mumcu Bey de oyalayıp oyalayıp sırtından attı. Bina falan ele geçirildikten sonra sen dışarıda kal, Muhsin Bey sen de dışarıda kal. Ben de inat ettim. Bunun ikisini bir araya getireceğim. Ağar’ı da razı ettim. Ama Muhsin Bey neredeydi? Samsun mu, Çorum mu bir partilinin oğlunun sünnet düğününde. Ne işin var orada? Bu kadar sene hukukumuz var. “Ben o hareketten bir şey ummuyorum. Olmayacağını düşündüğüm için de burada bari gönül alalım diye çıktım geldim.” dedi. Çok yanlış yaptın. Ben onu yakaladım. “Sen de burada olacaktın. Mecburen ikiniz bir araya gelecektiniz. Yoruma ve başkasından duyduklarımızla değil, bizzat hadiseyi yaşayarak noktayı koyacaktık.”
“Hakkınızı Helal Edin, Biz Gidiyoruz”2007’de BBP’den ayrılmanız nasıl oldu?
2007’de bunu gördüm. Bir başka parti, ipe sapa gelmez bir parti. Ondan da daha evvel haberim olmayan bir görüşme çıktı orta yerde. İşte biraz evvel adını söylediğim, çok ülkücü herkese pabuç bırakmayacak şekilde konuşan adamlar. Bunlar çok zararlı olmuştur. Biz de önceden bunları kestirdik. Duyumlarımız da vardı. Daktilo edilmiş istifa dilekçelerimizi bizzat aldım. Dedim ki, “İstifa dilekçelerimizdir. Bunları biliyorduk.” Ondan sonra sizin başka şeylerle de görüşmeleriniz oldu. Ben o zaman sizinle ilgili kanaatlerimi, düşüncelerimi zaten muhafaza ediyordum. Daha kuvvetli ve en iyi bilen arkadaşımı tespit ettim ama ben istifa ettiğim anda bu nokta çok açık şekilde konuldu ve şaşırdı tabii. “Hakkınızı helal edin. Biz gidiyoruz.” dedik. Sadece bir mırıldandı. “Enis Hoca’yı bir türlü ben anlayamadım, keşfedemedim.” dedi ama neye yarar ve parti 3. defa bir travma yaşadı ve bunlar bizi üzmedi değil.
Ondan sonra ben aktif manada bir siyasi parti bünyesine girerek politika yapmadım. Sonra kendimiz bir parti kuralım dedim. Ama tertemiz adamlardan. Gösterdiğiniz zaman “Var mı sizde böyle parti, böyle düzgün adamlar?” Bunu diyebileceğimiz bir toplanma partisi, bölgesi kuralım. Bununla ilgili bir çalışma yaptık. Ama o arada bir erken seçimle yeni partiler hükûmetin bir takım tasarrufları, hâlleri falan ortalık bir karıştı. Bizim partinin, aldığımız partinin eski başkanı da onlarla beraber. Ben oradan da istifa ettim. Bugün soran olursa işte bilgileri, hatıraları aktarıyoruz.
“Rahşan Ecevit’in Babasına Asistanlık Yaptım”Bugünlere gelmenizde emeği olan insanlar mutlaka vardır, siyaset ve bürokraside pişmenizi sağlayan…
Şunu iddia edebilirim, bütün bu talebeliğimden beri gördüklerim, bir şansım da şu benim; Prof. Fındıkoğlu’nun asistanı olmak. Bunların en küçüğü 1904 doğumluydu. 2-3 devri bir arada görmüş insanlar. Bunların arasında Ecevit’in kayınpederi de vardı. Rahşan Hanım’ın babası: Namık Zeki Aral. Menderes döneminde Gelir Vergisi Kanunu’nu yazan, Parlamentodan geçiren ve Batı dünyasının sistemine uygun ilk kanununu da hazırlayan, yazan şahıstır. DP zamanında çok uzun süre de müşavirlik yapmıştır. Enteresan bir adamdı. O eski komutanlar cephelerinde, Doğu’da, Güney’de, Batı’da Yunan cephesinde savaşan komutanlar benim hocamın arkadaşlarıydı. Kimi kendisinden 3, 5, 10 yaş büyük, kimisi kendisi kadar ve bunların toplantıları olurdu. O toplantılara Fındıkoğlu Hoca “Sen meraklısın, gel.” diye beni zabit kâtibi olarak görevlendirmişti. Notları tutar, bir sonraki toplantıda bunları anlatırdık ve onların öyle hatıraları, öyle ağlamaklı, öylesine sevinilecek hatıraları vardı ki anlatamam. O dönemde bu kadar ileri görüşlü muhteşem adamların bulunmuş olması hâlâ hayretime muciptir. İşte onların iklimiyle, onların arasında bulunmuş olmak benim için çok büyük avantajdı.
“Garih’in Dedikleri Harfiyen Gerçekleşti”Bütün bunlardan sonra şimdi ne derler, yeni nesle, politikacılara, bence yaşça benden de büyük oldular. Bunları anlattığım zaman dünyalarının değiştiğini görüyorum. O da şundan oluyor; doğru kaynaklardan doğru bilgilere varamayan insanlar Parlamentoya doldurulmuş. Haberi yok dünyadan. Doğru bildiklerinin yanlış olduğunu sorgulayamayacak kadar da kopmuşlar. İşte o ikili partinin birkaç kişinin gücü altında toplanmış olmanın sonuçları.
Onları konuştuk tabii. Onların hepsi arkadan getirildi ve demokrasi adına, insan hakları adına falan diye gündeme çıktı. Ama bunların arkasında daha başka türlü şeyler var. Sayın Baykal’ın da o aktif görevi dolayısıyla Recep Tayyip Bey de kurduğu partinin başbakanı olarak görev almak durumunda kaldı. Ama Üzeyir Bey’in bize anlattıkları harfiyen gerçekleşti. Dolayısıyla “Niye CHP?” derseniz çünkü CHP’nin tarihî bir geçmişi var. Büyük parti. Barajı her ne kadar 1999’da aşamasa da oradan çıkan bir Ecevit var, aşmış gelmiş. Sonra bunlar tabii aynı nehrin suları oldukları için birbirlerine daha çabuk kaynaşabiliyorlar.
Dolayısıyla orada bugün de şunu görüyoruz; gerek Amerika, İngiltere, İsrail üçlüsü gerekse buna yandan ama çok kuvvetli destekli Alman ve Fransız ikilisi buralarda oyun oynamaya ve rol almaya devam ediyorlar. Ne kadar düşerler ne kadar düşmezler, seyrediyoruz.
“İngilizler Kadar Bu Ülkeye Kötülük Eden Olmadı”Mayınlı araziyle ilgili kanun, o dönemde kanunlaşmamıştı. Daha sonra kanunlaştı ama bunlar gündeme getirilmek istendiğinde o araziler yabancı şirketlere temizletilsin, verilsin denildiği dönemde Muhsin Bey de bizlerle aynı görüşteydi. “Bu temizlenecekse bunu Türk askeri, Genelkurmay temizletsin. Buraya vereceğimiz 30 milyon dolar asgari paraya biz çok daha güzel yaparız.” diyen bir Genelkurmay Başkanı var. Fakat hükûmet bunu buraya yaptırmak istemedi. İlla o şirketlere verilecek. Tabii “Bunların Yahudi şirketi olduğunu nereden biliyorsunuz?” sorusu gündeme getiriliyor. Biz Yahudi, Ermeni veya Yunanlı, Rus diye düşünmüyoruz. Millî menfaatlere aykırı buluyoruz. Yabancı kim olursa olsun, isterse Türk asıllı bir yabancı ülkenin vatandaşı olan birisi de olsa biz yabancıya böyle bir şeyin verilmesini istemiyoruz. Ordumuz tecrübe kazansın. Zaten bu işi biliyorlar. Daha çok tecrübe kazansınlar ve bu toprakların altında petrol var. Maden var. Bir de organik tarım… Niye verelim? Biz buna şiddetle karşı olduk. Muhsin Bey de karşıydı. Sonra bu hükûmet tarafından getirildi. Kanun geçti geçecek. Ben o zaman tanıdığım, öğrencim olan milletvekillerinin çoğunu aradım. Dedim ki, “Bakın vakıflar konusundaki davranışla mütekabiliyet esasına uymayan sınırların yabancıya verilmesi, üstelik de Orta Doğu ülkelerinin açık düşmanı olan, birbirine düşman olanlardan birisinin tercih edilmesi dış politika bakımından da bizim rahatımız, istikrarımız bakımından da yanlıştır. Buna karşı çıkın.” Çok fazla ses çıkarılamadı ve kanun çıktı. Kanun çıkmadan evvel biz 34 kişi toplandık. 6 tane bakan vardı. Diğerleri de siyasi partilerden müsteşarlık yapmış, başbakanlık müsteşarlığı da yapmış arkadaşlar. Toplandık ve bir yazı kaleme aldık. O yazıda bunun ne kadar mahsurlu, ne kadar yanlış olabileceğini anlattık.
Bir de ben şunu çok iyi biliyorum, orada etkili olduğumu söylemeliyim. Bor Madenlerini Osmanlı döneminde İngiliz şirketleri çalıştırıyordu. Bu İngilizler kadar Türkiye’ye kötülük ve düşmanlık yapan ikinci bir ülke yoktur. Herkes Rusya zanneder. Evet Rusya çok kötülük yapmıştır ama İngilizler kadar kötülük yapan başka bir millet yoktur. Birinci sıra ona aittir. Tarih bunu ortaya koyuyor. Kültürel anlaşmalardan ölüme kadar giden yerde hep bunu görürüz. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Kendileri de inkâr edemiyor zaten. Sadece konuşulmasını istemiyorlar.
O ocaklarda çalıştırılan yabancı işçiler var. Bunlar gündüzleri ocakta çalışıyormuş gibi istirahat ediyorlar, talim yapıyorlar. Geceleri de Yunan ordusunun elemanı gibi köy basıp, birlik basıp adam öldürüyorlar ve oralarda yayılma hareketini sağlamaya çalışıyorlar. Atatürk’ün yazdığı Nutuk’ta da uzun uzun anlatılır. O mektuba bunu da koyduk. Çünkü orada çok enteresan bir madde var. Diyor ki; “Burada herhangi bir inzibati bir hadise, bir olay çıkarsa İngiliz şirketi talep etmedikçe Osmanlı zabitanı buraya asla müdahale edemez.” Çünkü müdahale ederse casuslar yakalanacak. Bu madde maalesef bu kanuna da girmiş. Bu böyle çıktı. O zaman Abdullah Gül benim fakülteden öğrencim olduğu için, zarif de bir adam, ona da götürdük yazılı olarak. Bazı arkadaşlar gidip görüştüler. İmzaladı. Nasıl beyninizden vurulmazsınız. Vurulduk. Sonra Anayasa Mahkemesi ittifakla çok ağır bir gerekçeyle iptal etti.

Demirel’le cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra görüşme yaptınız, niçin gittiniz?
Süleyman Bey cumhurbaşkanlığından emekli olmuştu. Politika dışındaydı. Birisinde yine 4 kişi beraber Süleyman Bey’e gitmeyi, bir konu hakkında malumat sahibi olunması için kararlaştırdık. Sanıyorum ya eşinin ya birisinin kızının bir rahatsızlığı oldu. Baki Tuğ, Giresun milletvekilliği de yapmış Refaattin Şahin ve ben Süleyman Bey’e gittik. Muhsin Yazıcıoğlu ile gittiğimizde Baki Bey vardı galiba ama Refaattin Bey yoktu. O görüşmelerde İstanbul’da bir otelde yemekte karşılaşmış olduğumuz zaman “Çocuklar nasılsınız? Sizin gidişatınızı çok beğeniyorum.” dediği için “Efendim bizim sizin tavsiyelerinize ihtiyacımız var.” diye bir espri yaptı Muhsin Bey. “Bekliyorum.” dediği için gidildi. Daha sonra o konulara başka konular da eklenince Süleyman Bey’e hadiseyi doğrulatmak niyetiyle gidildi, çok yalan söyleniyor çünkü. Özellikle Hasan Ekinci adını vereyim. Onun ağzından çok şey üretiliyordu bizim partiyle ilgili. Hasan Ekinci bizim partide hasım adam şeklinde görülüyordu. Onları da öğrenelim diye biz gittik. Tabii hepsinin uydurma olduğu ortaya çıktı. Sayın Demirel’in de görüşlerini aldık. Bize çok da faydalı görüşler söyledi.
“Erbakan’ı Ölünce Daha İyi Anladım, Haklı Çıktı”Erbakan’la görüşmeniz oldu, ne önerdi size?
O görüşmede Sayın Erbakan bizimle görüşmeyi teklif etti. Bizde bunlar nasıl olabilir, neler yapılabilir, hangi konularda fikri nedir diye görüşmeye gittik. Tabii zannediyorum araya bir ikindi namazı da girdi ama bunları çıkarırsanız en az 2-2,5 saat sürdü bu konuşma. Bunun 2 saatini rahmetli Erbakan, kalan yarım saatin de 5 dakikasını Muhsin Bey, 2 dakika ben, Bahri Zengin, Asiltürk falan kalabalık bir heyet. 7-8 kişi onlardan, bizden de 3 kişi. Orada öyle şeyler anlattı ki biz çıktıktan sonra Muhsin Bey ile “Yahu hayalinden geçenleri hakikat mi zannediyor, rahatsız da olduğu için.” diye böyle birbirimizle konuştuk. Bana da öyle geldi, sana da öyle geldi falan. Bizim aklımıza yatmaz gibi geldi. Ama sonra hepsi doğru çıktı.
Yani meselelerin derinliğine takibini yapan birisiymiş ve öldükten sonra benim nazarımda “Daha fazla dinleyebilseydik bu adamı. Fikrine uymasak da particilik yapmasak da olabilirdi.” diye. Ama şunu hiç söylemedi; ”Bu partileri bir araya getirip niye birleşmiyoruz?” demedi Erbakan. Bize ne gözle bakıyordu, o çok yorum götürür. İtaat etmemizi teklif etmedi. İttifaka açık ama aynı partide beraber olmamıza kapalı gibi geldi. Muhsin Bey’e “Muhsin Bey evladım değil, Muhsin Bey kardeşim, aziz kardeşim.” bu sıfatlarla bize hitap ediyordu.
Öyle şeyler anlattı ki orada. Bu sanayileşme meselesinin nasıl engellendiğini ve birinci derecedeki engelin de İsrail taraftarı insanların devlet içerisine nasıl çöreklenip kendilerini nasıl sakladıklarını, bu saklanmayla beraber yetkili durumların Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nı nasıl işi ipe un serer hâle getirdikleriyle ilgili öyle şeyler anlattı ki ibretlik. Ağzınız açık kalır. Rahmetli oldu gitti. Şimdi dönüp ben o konulara şöyle baktığımda, daha beteri de oluyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Erbakan haklı çıktı.
“ ‘Ücretli, Görevli’ Derdi…”Erbakan’ın o görüşmelerde Tayyip Bey’le ilgili düşüncesi nasıldı?
Recep Tayyip konusu konuşulmadı. O toplantıda konuşulmadı. Başka bir toplantıda o konuya başından beri soğuktu. Bir türlü Recep Tayyip’i bağrına basamadı, sevemedi. “Ücretli, görevli” lafı onun ağzından çıktı. Ben neyin ücretinin, neyin verilip de görev yaptırıldığını sağa sola sordum. İl başkanlığı veya daha evvelki görevlerde maaş ödenmiş Tayyip Bey’e. Gönüllü hizmet değilmiş. Ücretli hizmetmiş. Bunları sonradan öğrendik. Ondan dolayı kullanılacak, etkisiz hâle getirilecek, tehlikeli olursa itibarı zedelenecek, oynanacak.
İşte sizin gördüğünüz bu kadar adamın hakaretine uğramak istemediğim için hiçbir teklifi kabul etmedim. Hele birisi gece yarısı, -“Allah da istemedi” diyeceğim- “Mutlaka Başbakan sizinle görüşecek.” dedi. Necati Çetinkaya. Özellikle ben tabii dönem arkadaşım olduğu için üniversiteden, bizim de Meclis başkanı oldu ya Yozgatlı Cemil Çiçek. Daha bir sürü arkadaş. Onlar düğün, bayram hâlinde. İşin garibi Başbakan sizinle muhtemelen 00.00-01.00 arası gece görüşecek. “Niye?” dedim. Şöyle bir şey dediniz mi, “Bu tür teklifler Başbakan’dan veya Genel Başkan’dan gelmediği müddetçe ben saymam.” dedim bunu. Çünkü bir sürü aracı oluyor. Sizi oraya getirirse kendi kredisi artacak. Ben bunları defalarca gördüm, yaşadım. Dolayısıyla ben bunu ciddiye almam. Bu tür meselelerin dışında kalmak istiyorum. Bir talebim de yok. Bir de “Ben orada uzun süre geçinebileceğimi zannetmiyorum.” dedim. “Biz seni göstereceğiz.” Çetinkaya çok hevesli. O arada da bir telefon geldi albay arkadaşın hanımından. Trafik kazası geçirmiş hastanede. “Enis Hoca’nın tanıdığı vardır, biz burada ciddi bir alaka görmüyoruz demiş.” Ben de hanıma dedim ki, “Ben hemen gideyim.” Telefonumu yanıma almadım. O telefondan arayabilirler belki. Geç olduğu için görüşmek istemedim. Ben nazikçe reddetmeyi düşünüyorum. Tayyip Bey de tahmin ediyor. Çünkü üç deneme boşa çıkmış.