Читать книгу PANDEMİ (Seher Tanidik) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
PANDEMİ
PANDEMİ
Оценить:
PANDEMİ

4

Полная версия:

PANDEMİ

“Neden?” dedi Defne sonunda. Öyle durup dururken “Neden böyle oldu baba?”

Bu sorunun cevabı öyle zor, öyle uzun ve öyle bilinmezlerle doluydu ki neresinden başlayacağını bilemiyordu Deniz. Belki bildiği şeylere katlanması daha kolay olurdu insanın, ama bilmedikleri çok şey vardı. Üstelik Deniz bildiği bazı şeyleri bile çocuklarına söylememiş, çocuklar da cevaplarını alamadıkları soruları sormaktan çoktandır vazgeçmişlerdi. Bir süredir yaşamı sorgulamayı bırakmışlardı. Parçalarının yarısı eksik bir yapbozu tamamlamaya uğraşıyorlardı hep birlikte. Sadece onlar değil, tüm dünya aynı bilinmezlikle boğuşuyordu. En ufak bir hatanın hayatlarına mal olacağı bir bilinmezlikle.

Defne’nin bir cevap aramadığını, sadece konuşmak istediğini düşündü Deniz. Dürüstçe yanıtlamaya çalıştı. “Bilmiyorum kızım. İnsanların kendi zaferleri uğruna binlerce insanın hayatıyla oyun oynamaları anlaşılır gibi değil,” dedi.

“Ne binleri baba! Milyonlarca insan öldü diyorlardı radyoda. Hani en son çıkan uzman…” diye hararetli hararetli anlatırken lafını kesti babası.

“O program yarıda kesildi hatırlarsan. Bu kadar moralini bozma. Öyle kesin sayılar söylemek doğru değil. Kimse tam sayıyı bilmiyor,” dedi. Ümit tek teselliydi, kırılırsa yerine yenisi gelmezdi.

“Bu nasıl bir vahşiliktir aklım almıyor. Nasıl bir insan bunun olmasını ister?” derken gözleri dolmuştu Defne’nin. Hayatın acımasızlığını genç yaşta öğrenmişti.

“Bunun adı biyolojik savaş. Savaş hep topla tüfekle olmaz. Birbirine düşman topluluklar yüzyıllarca az veya çok uyguladılar bu yöntemleri. Zarar görmesini istedikleri toplumların hayvanlarını zehirlediler, ekinlerini yaktılar. Ama en kötüsü insanlar üzerinden yürütülen biyolojik savaşlardı tabii ki. Eski çağlarda vebadan, cüzzamdan veya başka bulaşıcı hastalıklardan ölmüş insanların cesetleri düşmanların yaşadığı yerlere gizlice bırakılırmış. Ya da savaşarak alamadıkları düşman kalesine hasta birini gizlice sokarlarmış. Ondan sonra da kenara geçip hepsinin ölmesini beklerlermiş. Bu kadar basit aslında. Tabii bu silahı kullanacak tarafın, kendisine zarar vermeyecek şekilde hareket etmesi gerekir.

Hatta bizim bu meşhur çiçek virüsünün biyolojik savaş malzemesi olarak kullanıldığı bir olay da yaşanmış yüzyıllar önce. Amerika’ya yerleşmiş olan göçmenler, yerel Kızılderililere çiçek hastalarının kullandığı battaniyeleri vererek toplu ölümlere neden olmuşlar. Belki bu kadar büyük faciaya sebep olacaklarını onlar da tahmin edemediler. Savaşta mantık aranmıyor ki.”

“Ne kadar iyimsersin yine baba,” dedi Defne, babasıyla alay eder gibi. “Ortada savaş bile yok ki. Teröristlerde bile hafifletici bir sebep arıyorsun sanki. Doktor değil avukat olmalıymışsın,” diyerek bir konuda daha babasını eleştirmenin rahatlığıyla oturduğu yerden kalktı ve odanın içinde dolaşmaya başladı.

“İyimserlik değil bu yavrum. Basit bir virüsün tüm dünyayı böylesine kasıp kavuracağını kim bilebilirdi? Oysa savaşın bile bir ahlakı olmalıdır. Vicdanlı bir insanın bu kadar ölümcül bir hastalığa bilerek sebep olabileceğine inanamıyorum. Kaldı ki bu hastalık geçmişte de salgınlara neden olmuş ve yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmıştı. Ne kadar tehlikeli olabileceği biliniyordu yani. Ama aşılama sayesinde tamamen yok edilmişti. Öylesine kökü kazınmıştı ki artık riskli olmadığı düşünüldüğü için çocukların bu virüse karşı aşılanmasına bile son verilmişti.”

“Eğer bu hastalığın bir aşısı varsa bizlere neden yapmadılar? Tarla fareleri gibi deliklerimizde hapsolduk aylardır,” diye lafa atladı Defne.

“Bundan kırk dört yıl öncesine kadar uygulanıyordu bu aşı. Yıllar içinde dünyada Çiçek Hastalığı hiç görülmeyince uygulamadan kaldırıldı.”

“Varsın görülmesin. Bizi aşılamaya devam etselerdi ya.”

İki elini beline dayamış, söylene söylene, daireler çizerek dolaşıyordu odada. Aşının yapılmamasına karar veren herkese, tüm dünyadaki sağlık yetkililerine bunun hesabını sormak istiyordu.

“Bunun çok geçerli bir sebebi var tatlım,” dedi babası. “Çiçek aşısı diğer aşılar gibi değildi, tehlikeli yan etkileri vardı. Senin anlayacağın çiçek aşısı şimdiki aşılara benzemiyordu. Şimdiki aşıların çoğu ölü aşılar. Yani yan etkileri yok denecek kadar azaltılmış aşılar. Çiçek aşısı ise canlı aşı dediğimiz türden olduğu için sıklıkla felce ve hatta ölüme neden olabiliyordu. Yani ortada risk yokken çiçek aşısı yapmak topluma faydadan çok zarar verirdi. Tıpta bir şeyin faydasını ve zararını karşılaştırırsın. Terazide zararları fazla geliyorsa yapmaktan vazgeçersin.”

“Sonra ne oldu peki? Zombi gibi toprağın altından çıkıp dirilmedi ya bu virüs…”

“Hiç hasta insan olmadığını söyledim, hiç virüs olmadığını değil. Hastalığın kökü kazındıktan sonraki dönemde, Dünya Sağlık Örgütü’nün kararıyla ülkelerin ellerindeki virüsler toplanıp imha edildi. Aşı çalışmaları yapan araştırma laboratuvarlarındaki aşı virüsleri de toplatıldı. O günden bu yana çiçek virüsü, tüm dünyada sadece iki laboratuvarda mevcuttu. Bunlardan biri Amerika’da ikincisi de Rusya’daydı. Bu iki merkez de Dünya Sağlık Örgütü’nün denetimleri altında çalışan, güvenilir laboratuvarlardı.

İlk hastaların tanısını koyarken dünya çapında tüm doktorlar çok zorlanmıştı. Hatta hastalık etkeninin çiçek virüsü olduğu uzun süre açıklanamadı bile. Çünkü şimdi bahsettiğim nedenlerle Variola Virüsü’nün hortlamasının faturası ya Amerika’ya ya da Rusya’ya kesilecekti. Böyle bir salgına bile isteye sebep olmak her iki ülke için kabul edilemez iddialar olduğundan daha dile gelmeden, diplomatik çevreler tarafından hızla yalanlandı. Sonra da bu iki ülkeden birinin laboratuvarındaki virüsü gerektiği gibi koruyamamaları sebebiyle virüsün terörist gruplar tarafından çalındığı düşünüldü. Ama dünya üzerinde hiç kimse, bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edemedi tabii ki.”

“Sonuç ne şimdi? Hangi terörist grup, nerden çalmış bu virüsü?” diye sordu Defne bu sefer.

“Şimdiye kadar suçu üstlenen bir örgüt olmadı. Virüs o kadar güçlü ve yenilmez ki biyolojik savaş ajanı olarak hazırlandığı çok açık. Tabii ki birileri hazırladı bu virüsü, hatta uluslararası yayılımını planladı ve uyguladı.”

“İyi de kim yaptı bunu baba? Kimler yaptı? İlla ki birileri ortaya çıkardı bu virüsü. Uzaylılar göndermedi ya.”

“Bak onu düşünen olmadı sanırım,” diye güldü Deniz. “Bu konuda bir sürü komplo teorisi var tabii ki. Bazıları diyor ki bir grup bilim insanı önce bu virüsün aşısını geliştirip kendilerini aşıladılar sonra da bu virüsü dünyaya saldılar. Küresel ısınma ve çevre kirliliğiyle ilgili uyarıları dikkate alınmayan bir grup çevreci bilim insanının bu virüsü geliştirdiği fikri de başka bir söylenti. İddiaya göre bu bilim insanları virüsün ulaşamayacağı bir yerde birkaç sene saklandıktan sonra meydana çıkacaklar ve insanlardan temizlenmiş olan dünyayı yeni baştan kuracaklar.”

Defne sinirden gülüyordu. “Gülme öyle kızım,” dedi Deniz, “söylenti dedim ya. Benim de hiç aklıma yatmıyor.”

“Ne saçma. Böyle bir şey Nuh’un Gemisi’nin kötü bir taklidi olur ancak. Yeterince yaşayabilirsek neler olacağını görürüz belki. Peki sence bunlardan hangisi doğru baba? Sen ne düşünüyorsun?”

“Benim ne düşündüğümün pek bir önemi yok ki kızım. Sebebin ne olduğunu bilmek sonucu değiştirmiyor çünkü. Tüm iddiaların içinde en kötüsü ve maalesef en gerçekçi olanı biyoterörizm. Dünyada sadece iki merkezde saklandığını zannettiğimiz virüs, başka bir yerde potansiyel biyolojik savaş ajanı olarak bu zaman için bekletilmiş olabilir. Virüsün aşılamalar tamamen bittikten kırk dört yıl gibi kritik bir süre geçtikten sonra çıkmış olmasının, biyoterörizmden başka bir açıklaması olamaz zaten. Sana az önce de söylediğim gibi virüsün etkileri bu kadar geniş çaplı ve korkunç olunca yapan veya yaptıranlar da çıkıp ‘Ben yaptım,’ diyecek cesareti bulamamıştır belki.”

Defne’den itiraz gelmedi bu kez. Anlatılanlar kafasını karıştırmış gibiydi. Biraz dinlenip anlatmaya devam etti Deniz.

“Biyolojik silahların kullanımında en önemli basamak kullanılan silahın kullananı vurmayacağından emin olmaktır. Dünya üzerinde bu virüsten etkilenmeyen bir millet, bir grup bilinmiyor şimdilik. Belki de var ama biz henüz bilmiyoruz.

Sonuçta kimin, ne amaçla böyle bir virüs yarattığı hâlâ açıklanmadı yavrum. Salgından önceki altı ay içinde, birçok viroloji uzmanının ve enfeksiyon hastalıkları uzmanının kaybolduğu haberi çıkmıştı. Medya o zamanlar bu olayın üzerinde çok fazla durmadı ama annen enfeksiyon hastalıkları uzmanı olduğu için durum onun dikkatini çekmişti. İşte o doktorların bu iş için kaçırıldığı düşünülüyor şimdi. Hepsini olmasa da içlerinden birkaçını bir şekilde ikna edebilmişler anlaşılan. Tam olarak bilmiyoruz tabii, dediğim gibi sadece tahmin bunlar. Az önce senin de söylediğin gibi, yeterince uzun yaşayabilirsek gerçekten neler olduğunu öğrenebiliriz.”

“İyi de baba, benim kafama yatmayan da bu. Bilim insanlarının virüsler üzerinde araştırma yapmasının amacı aşı geliştirmek veya hastalığın tedavisi için ilaç üretmek falan olmalı, değil mi? Bir bilim insanı nasıl olur da bu kadar ölümcül bir virüs yaratır? Böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum ben.”

“Maalesef kızım. Salgın yapan bu virüs geçmişte böylesine ölümcül değildi. Günümüzde yaşanan bu salgın yüz yıl önceki virüslere oranla daha bulaşıcı ve daha ölümcül. Bu da virüsün biyolojik silah olarak geliştirildiğini, işin uzmanı mikrobiyologlar tarafından, yüksek teknolojiye sahip bir laboratuvarda üretildiğini düşündürüyor. Eski bir silah, imha gücü çok daha yüksek bir silah haline getirilmiş senin anlayacağın. Bunu da ancak bu konuda uzman bir bilim insanı yapabilir. Birinin kafasına silah dayadıklarında ya da sevdikleriyle tehdit ettiklerinde neler yapabileceğini tahmin etmek kolay değildir.”

Defne “Anlıyorum,” dedi yavaşça. Daha on sekiz yaşındaydı. Bu yaşlarda ya doğru vardı ya da yanlış. Bu yüzden ne olursa olsun iyi birinin böyle bir şey yapmaya mecbur kalmasını kabul edemiyordu içten içe.

“Virüsün insandan insana bulaşması damlacık yoluyla oluyordu. Yani tehlike, nefes aldığımız her yerdeydi. Bilinen diğer virüsler dış ortamda genellikle iki-üç saat canlı kalırken bu virüsün çok daha uzun süre canlı kaldığı anlaşıldı. Hatırlarsan, toplu taşıma araçları ülkemizde ilk vakalar görülür görülmez yasaklanmıştı. Okullar da tatil edilmişti. Tüm bu önlemler çok yerindeydi ama maalesef yeterli olmadı. Kısa bir süre sonra sokağa çıkma sınırlaması başladı. Ancak bundan sonra yeni hastaların görülme hızı gözle görülür düzeyde azaldı.”

“Evet, ne korkunç günlerdi baba. Haberlerde kısaca geçilen hastalık, birkaç hafta içinde tüm dünyayı saran salgına dönüşüvermişti. İyi ki bunlar olmaya başladığında biz buradaydık. Burası o kadar ıssız bir yer ki virüsler bile gelmemiş.”

Son sözlerini o kadar safça söylemişti ki Deniz, neden buraya geldiklerini hiç anlatmadığını hatırladı. Kesin talimatı vardı çünkü Nermin’in. Kendisinden hiç beklenmeyen bir tarzda ve kendisinden hiç duyulmamış bir şekilde söylemiş, neredeyse emretmişti. “Seni bugün aradığımı hiç kimseye söyleme!”

Ama şimdi işler değişmişti. Defne’ye her şeyi anlatması gerekiyordu.

Dört ay öncesine kadar monoton bir hayatları vardı. Ev, iş ve okul üçgeninde yaşayan, sıradan bir aileydiler. Deniz ne kadar da özlüyordu şimdi o “monoton” günleri. Eskiden de öyle çok televizyon seyretmezlerdi ama televizyon tamamen hayatlarından çıkalı aylar oldu. Salgın başladığında çoğu kanal “yayınlarımıza geçici süreyle ara veriyoruz” duyurusuyla yayınlarını durdurdu. Bir süre sonra “Ne olursa olsun, habercilik devam etmeli” diyen birkaç kahraman televizyoncu da hastalığa yenik düşünce tamamen sessizliğe gömüldü ekranlar. Son zamanlarda, haftada iki kez verilen radyo yayınlarına şükrediyorlardı. Yoksa Mert’in dediği gibi, evlerinin ıssız adadan farkı kalmayacaktı. Sessizliği yine Defne böldü:

“Daldın yine baba. Ne düşünüyorsun? Bazen kendi kendine konuştuğunu duyuyorum. Beni korkutuyorsun.”

“Yok be yavrum, korkacak bir şey yok.” İkisi de güldü. “Sana söylemem gereken bir şey var,” dedi Deniz. Nereden başlayacağını bilmiyordu.

“Biliyordum, biliyordum işte,” diye oturduğu yerden fırladı Defne. “Benden bir şeyler gizlediğinizi biliyordum. Anlat artık baba.”

Tepesi attığı zaman hep yaptığı gibi ellerini beline dayamıştı yine. Bu duruşu Deniz’e Nermin’i hatırlatmıştı.

“Peki o zaman. Sen istedin. Hazır mısın bu gece uykusuz kalmaya?”

Kocaman gülümsedi Defne. Gülünce bütün yüzü gözlerinden başlayarak aydınlanırdı.

“Hayatımız seni telefonla aradığım o öğleden sonra alt üst olmuştu. Nisan ayının ilk günleriydi hani. Salgının başladığı ilk zamanlardı. O gün öğle yemeği için odamdan çıkmak üzereydim ki annen aradı. Telefonu açtım. Annenin sesini hayatımda ilk defa bu kadar endişeli duyduğumu hatırlıyorum. Sakin olmaya çalıştığı belliydi ama çok hızlı konuşuyordu.

‘Hayatım, sabahtan beri Sağlık Müdürlüğü’nde toplantıdaydık. Ancak şimdi arama fırsatı bulabildim. Söyleyeceklerimi çok dikkatli dinle, tekrar etme fırsatım olmayacak. Hemen eve geç. Bu arada Defne’yi ara, Mert’i okuldan alıp mümkün olduğunca çabuk eve dönsün. Evde buluştuğunuzda hızlıca bir plan yapın. Yakınlardaki birkaç küçük markete çocuklar gitsin. Büyük marketlere de sen git. Uzun zaman, belki aylarca yetecek kadar gıda depolamanızı istiyorum. Anladın mı?’ İyice meraklandım. ‘Peki, ama neden?’ diyecek oldum ama o aynı hızla konuşmaya devam ediyordu, ben de sustum.

‘Açıklama yapacak zaman yok Deniz. Tüm bu alışverişi acele yapmalısınız. Makarna, konserve, kuruyemiş, bisküvi, uzun süre bozulmayacak şeyler, balık, peynir gibi protein ağırlıklı yiyecekler seçin. Sen bilirsin işte. Yanınıza sadece hayati eşyaları alın; para, ilaç, kışlık giysiler. Herkesin yalnızca bir bavulu olacak şekilde hazırlanın. Sonra da hemen Edremit’teki eve doğru yola çıkın.’

Nermin anlatırken ben altüst olmuştum. Ama itiraz kabul etmeyeceği belliydi. O konuşurken ‘Tamam,’ diyebildim birkaç kez. ‘Dağdaki eve mi gidelim? Neden kaçıyoruz?’ diyemedim.

‘Beni beklemeden çıkın siz, oyalanmayın. Bir saat içinde hazırlanın. Sen beni sakın arama. Ben seni ilk fırsatta tekrar ararım. Çocuklar sana emanet. Onları koru. Bu arada bundan sonra kimseye yaklaşmayın. Çocukları sıkı sıkı tembihle. Alışverişte mümkün olduğunca insanlardan uzak durun. Özellikle hasta görünenlerden. Yüzünde sivilce, leke olanlara asla yaklaşmayın. Eve gider gitmez mutlaka ellerinizi yıkayın, üstünüzü değiştirin. Hemen yola çıkın. Sana bu anlattıklarımı kimseye söyleme. Hiç kimseye. Anladın mı? Çocuklarımızı korumalısın. Kapatmak zorundayım. Sizi seviyorum. Çok seviyorum,’ demişti ve bir anda konuşma kesilmişti.

O an uzayan bir sessizliğin içine düştüm.”

Deniz sustu. Bunları anlatırken o günü yeniden yaşadı. Açık pencereden serince bir rüzgâr esiyordu. Usul usul yağan yağmurun sesi duyuluyordu. Pencereyi kapatmak için kalktı. Bir zamanlar bu pencereden dışarıya bakınca köyün sokaklarını ve doğayı hayran hayran seyreden turistleri görür, hallerine gülerdi. Şimdiyse terk edilmiş evler ve kimseye değmeden esen rüzgârın hırçın sesi vardı.

Defne’den ses gelmeyince dönüp baktı, kızı yatağa uzanmış, dizlerini karnına doğru çekmiş, kollarını göğsünde kıvırmış, elleri yastığına yaslanmış öylece uyuyakalmıştı. Kalkıp dolaptan ince bir çarşaf aldı ve “Hava çok sıcak baba,” diyen gece gündüz askılı tişörtler giyen kızının üzerini örttü. O zaman gördü yanağında asılı kalmış gözyaşını.

“Ah benim güzel kızım. Çabalarımız hep sizin ağlamayacağınız bir dünya içindi ama beceremedik,” dedi.

Buraya geldikleri o ilk günden itibaren çocuklar bir sürü soru sorup durmuşlardı. Deniz babalık otoritesiyle hemen hepsini savuşturmuştu. Sonra Defne sormuştu ilk defa o en zor soruyu. Annesinin nerede olduğunu, ne zaman geleceğini. “Bilmiyorum,” demişti Deniz, inandıramamıştı.

Bir süre sonra sormayı bıraktı Defne, her halinden belliydi; hem babasına hem de annesine küsmüştü. Sonra zamanla babasının bu hallerine alışmıştı ama annesine olan kızgınlığı gün geçtikçe artmıştı. Gençti daha. Hayatta bazı soruların cevabının ne kadar zor olduğunu bilmiyordu henüz.

4 Nisan 2024, Can

“Günaydın abicim. Erkencisin yine. Dışarıda güneş doğdu mu bari?” dedi Can, suratında yılışık bir gülümseme vardı.

“Doğdu tabii tembel çömez. Ben erken gelmedim. Benden başka bütün dünya güne geç başlıyor oğlum,” diyordu ki telefonu çaldı Ali’nin. Arka cebinden çıkardığı telefonun ekranında büyük harflerle “TEVFİK ABİ” yazıyordu.

Telefonda birkaç kez “Tamam abi, hemen abi,” dedikten sonra tekrar Can’a döndü.

“Ben çıkıyorum çömez. Buralar sana emanet. Bakanlıktan çağırmışlar beni. Artık siyasete girme zamanı geldi de geçiyor,” dedi. Can ile konuşurken yüzü gülüyordu fakat gelen telefondan sonra bakışları değişmişti. Aklı ne zaman bir yerlere takılsa gözleri aklıyla beraber ayrılır giderdi bu dünyadan. Sorun neyse, onu çözmeden de eski haline gelmezdi. Meraklıydı Can ama başhekimle ne konuştuklarını sormak uygun olmazdı şimdi.

“Abi, yanlış anlama ama siyaset kim sen kim?” diye muhabbete devam etti. En iyi bildiği şey çene çalmaktı çünkü.

“Niye öyle diyorsun? Yakıştıramadın mı beni bakanlık koltuğuna?”

“Ondan değil abicim. Sen doktor olmak için yaratılmışsın bir kere. Senin o işlere kafan basmaz,” dediğinde yapmacık olduğu belli olacak şekilde kaşları çatıldı Ali’nin. Bu sefer de Can toparlama ihtiyacı hissederek “Yani abicim yanlış anlama da siyaset başka bir dünya. Hem sen olmazsan ben ne yaparım?” diye kıvırdı lafı. Ali de güldü ve o kocaman eliyle omuzundan tutup salladı asistanını. Zayıf oğlan mısır dalı gibi sallanıyordu Ali’nin ellerinde.

“Merak etme çömez. Senden iyi bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı yapmadan buraları bırakmam. Hem benim ne işim olur siyasetle? Acil toplantı varmış Bakanlıkta. Ona gidiyorum.”

Sözünü bitirip hızlı adımlarla uzaklaştı. Çok gitmemişti ki geri döndü, bir şey diyecekmiş gibi etrafa bakındı. Uzaktan diyemedi, Can’ın yanına geldi, iyice yaklaştı.

“Dün bir ara Tuba uğradı, seni sordu. Can Bey’imiz nöbet çıkışı izinli, diyemedim kıza. Hoş ne diyeceğimi de bilemedim, geveledim bir şeyler. Sen ne işler çeviriyorsun bakayım? Daha geçenlerde bana demedin mi, abi ben bu kızla evlenmeyi düşünüyorum, diye. Kızcağızın senin izinli olduğundan bile haberi yok oğlum…”

“Abi tamam, evleniriz de daha ortada kesin bir şey yok zaten. Ben de çok bunaldım bu aralar, biliyorsun. Sınavlar, nöbetler falan derken gençliğimi yaşayamıyorum. Dün de arkadaşlarla Gölbaşı’na doğru kaçmıştık. Tuba’nın vizeleri var diye ona söylememiştim,” diye açıkladı vaziyeti.

“Sana gezme demiyorum oğlum ama madem bu kızla görüşüyorsun haberleşmeyi ihmal etmeyin. Telefon diye bir icat var.”

“Abicim, ince bir vaziyet vardı, Tuba’ya o yüzden söylemedim. Anlarsın ya,” diye lafı dolaştırdı.

Anladı Ali. Can’ın söylediklerini de söyleyemediklerini de anladı. Durdu ve yüzüne Can’ın daha önce hiç görmediği bir gülüş yerleştirerek “Oğlum, sen eğlenilecek kızların peşindesin ama bil ki kızlar da adam gibi adamlarla diğerlerini ayırmayı iyi bilir. Benden söylemesi. Kapının önüne konduğunda üzülmeyesin sonra,” dedi.

Lafını bitirince başka bir şey demeden arkasını dönüp gitti. Gülüşü öylece asılı kaldı koridorda. “Tamam tamam birazdan ararım Tuba’yı,” dedi içinden Can. İşleri bitmemişti daha. Aklı Tuba’ya takılmıştı.

“İyi de Ali abi dün ona ne dedi acaba? Sorsaydım keşke. Zormuş bu işler. Tek ayak üstünde iş çevirmeler. Kızı üzmeyi de hiç istemiyorum. Bu sene beşinci sınıf zaten, stajları da zor geçiyor. İyi ki burada değil de Hacettepe Tıp’ta okuyor. Yoksa her daim aynı hastanenin içinde dip dibe olmaya ne gerek var? İşin kötüsü onun hayali, uzmanlığını burada, Ankara Tıp’ta benimle birlikte yapmak. Bu kızda ne gereksiz bir romantizm var yahu, anlamadım gitti. Yok efendim evlenince birlikte gider gelirmişiz. Hastanede öğle yemeklerini birlikte yermişiz. Nöbetlerimizi de ona göre ayarlayalım bari. Yalnız yatmamış oluruz dedim, diye bana üç gün küstü.”

Nöbetten kalma bütün işleri bitirmişti ama servisi devredeceği asistan daha gelmemişti. Doktor odasında beş-on dakika uyuklayabileceğini hesap etti. Odaya girerken kapının hemen yanındaki aynaya gözü takıldı. Yeşil forması hâlâ üzerindeydi. Ali gitmişti nasılsa, bir ara çıkartırdı.

Aynayı geçen ay Ali astırmıştı buraya. “Odaya girip çıkarken kılık kıyafetinizi gözden geçirin çocuklar,” demişti. Bir doktorun dış görünüşünün her zaman kusursuz olması gerektiğini söylerdi. En çok da Can’ın gözlerine bakardı bunu söylerken. Serviste en çok sevdiği ve en çok kızdığı adam Can’dı çünkü.

“Bence rahatlık her zaman şıklıktan önce gelir abi,” dediği bir gün “Sen doktorsun, ona göre doğru düzgün giyinmelisin,” demiş ve gün boyunca da surat asmıştı Can’a. Ali her sabah servise ilk gelen kişi olmasına rağmen tıraşlı ve jilet gibi giyinmiş olurdu. Nöbet sonrası sabahlarında bile kimse inanamazdı onun önceki gece nöbetçi olduğuna.

Can o kadar kasamazdı doğrusu. Asistanlığının ilk yılıydı daha. Hayatı boyunca çok çalışmıştı zaten. Lise, üniversite, uzmanlık sınavı, çalışarak her istediğini başarmıştı. En büyük hayalini de gerçekleştirmişti. Uzmanlık sınavında ilk tercihini kazanarak bu hastanede asistanlığa başlamıştı. Şimdi biraz eğlenmeyi hak ettiğini düşünüyordu. Servisi devredeceği asistan gelene kadar azıcık uyumak istedi. Tuba’yı ve Ali’den yediği fırçayı düşünmekten uyuyamadı. Sabah haberlerini açtı.

4 Nisan 2024, Nermin

Ayların en güzeli bu evi de şenlendirmişti. Masadaki lale vazosunda rengârenk laleler vardı. Bu şehirde geçen uzmanlık eğitimi sırasında Nermin’in en büyük zevki nöbet çıkışları Kızılay’da, Sıhhiye’de dolaşmak ve birkaç lale alıp eve dönmekti. Kaç yılı geçmişti bu şehirde. İlk zamanlar hiç sevmiyordu Ankara’yı. Çok gri geliyordu ona; çok soğuk, çok memur şehriydi Ankara.

Belki de kabahat Ankara’da değildi. Bursa’nın yeşilinden sonra Ankara’ya alışması yıllar sürmüştü. Doğma büyüme Bursalıydı. Şehrin bir ucundan diğerine gidene kadar bir dağ, bir ova, bir deniz geçer, ruhu hangisinde konaklamak isterse orada durabilirdi insan. İster yirmi kubbeli camisinde geçirirdi saatlerini isterse çevresindeki çarşıda. Öyle çeşnili bir şehirdi ki her gönlü doldururdu Bursa.

Nermin yirmi yılını Bursa’da yaşamıştı. Şehrin göbeğinde, insanın ve binanın en yoğun olduğu yerde. Fakültedeyken sınıf arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışında Heykel’deki meşhur pastanenin önünde otobüsten iner, şehrin caddelerinde yürürlerdi. Beş dakikada Ulu Camii’ne varırlardı. Yorulunca Koza Han’da bir mola verirlerdi. Mevsim yazsa limonata, kışsa sıcacık salep içerlerdi. Nermin içeceğini beklerken başını göğe kaldırıp Bursa’yı onun şehri yapan çınar ağaçlarının arasından gökyüzünü seyrederdi. Mola bitince Kapalıçarşı’nın albenili vitrinleri arasından Reyhan’a doğru inerlerdi. Şehre ilk kez gelenlerin bile kokuları takip ederek kolayca bulabileceği tarihi fırının tahinli pidesini çok severdi Nermin. Oradan aşağıya doğru sallanıp Şehreküstü’den Altıparmak’a uzanırlardı. Sevgililerin buluştuğu Burç Pasajı’nın önünden geçerken yutkunurlardı illa ki. Çekirge’ye kadar yürürlerdi, evleri oradaydı. Böylece Bursa’yı boydan boya gezmiş olurlardı. Şimdi düşününce komik geliyordu ama onların gözünde bu kadarcıktı Bursa.

Nermin o şehrin çocuğuyken bin bir kapılı parkını çok severdi. Annesiyle babası bu kocaman parkta kaybolmadan yollarını nasıl buluyorlar, diye şaşardı. Her seferinde bir kapıdan girer başka kapıdan çıkarlardı. İlk gençlik yıllarında da bozulmadı büyüsü. Hayallerle dolu Nermin, parkın ince uzun, kıvrımlı yollarına sığınırdı tek başına. Çekirge Caddesi’ne bakan taraftaki, kollarını iki yana açmış şehri kucaklıyor gibi heybetli duran asırlık çınar ağacının altında bir rüyalık uyur, bir ömre bedel rüyalar görürdü.

Yukarıdan tıkırtılar gelmeye başlayınca Bursa’dan Ankara’ya döndü. Çocukluğunu ve gençliğini bırakıp çıktığı Bursa’ya bir daha geri dönmemişti. Ömrünün yarısından çoğunu geçirdiği Ankara onun için gurbet değildi artık.

Tıkırtılar artıyordu, ev halkı uyanmıştı, onlar uyandıysa dört duvar uyanırdı birazdan. Sabahları bir hengâme içinde canlanan ev, onlar gidince dinleniyordu mutlaka. Tam da o sırada fırından kokular gelmeye başladı. Nermin’in zamanlaması yine harikaydı. Mert merdivenleri ikişer ikişer inip de sofrada dumanı tüten peynirli ekmekleri görünce yüzü güldü.

“Sen var ya anne, seni yılın annesi ilan ediyorum!” dedi alkışlar içinde şımararak. Annesini üç öpücükle ödüllendirdi. Deniz ve Defne de inince masada ekip tamamlandı. Neşe içinde kahvaltı ediyorlardı. Nermin’e göre kahvaltıda fazlalık bile vardı. Her kahvaltı sofrasında başköşeye kurulan koca bir televizyon. Deniz’in kahvaltı zamanı sabah haberlerini izlemesi en kötü huyuydu. Her sabah ilk iş olarak o televizyonun açılmasına sinir oluyordu Nermin. Aralarında anlaşmışlardı, akşam yemeklerinde televizyon kapalıydı ama kahvaltıda açıktı. Alışmıştı aslında, duymamaya çalışıyordu. Hiçbir şeyin kahvaltı keyfini bozmasına izin vermezdi çünkü.

bannerbanner