Читать книгу PANDEMİ (Seher Tanidik) онлайн бесплатно на Bookz (5-ая страница книги)
bannerbanner
PANDEMİ
PANDEMİ
Оценить:
PANDEMİ

4

Полная версия:

PANDEMİ

“Daha kaç sene anahtarla açacağım ben bu kapıyı,” diye kendi kendine söylenirken sırt çantasının en önündeki küçük, fermuarlı gözden çıkarttı anahtarı. Kapıyı açar açmaz Ateş ayaklarının dibinde bitti. “Dur kızım, ayakkabılarımı çıkarayım, üstümü değiştireyim sonra severim seni,” dese de dinlemiyordu Ateş. O da haklıydı, özlemişti Can’ı. “Aynı Tuba gibisin sen de. Paşa gönlünüz isteyince sevileceksiniz illa. Can’ın canı çıkmış, kimin umurunda.”

Ateş’in başını okşayıp ağzına bir parmak bal çaldıktan sonra hızlı adımlarla banyoya girdi. Önce üzerindeki pislikten arınması gerekliydi. Yirmi dakika sonra giysileriyle birlikte hekimliğinden de soyunup çıktı banyodan. Kendine kocaman bir “Hoş geldim,” dedi uzata uzata. “Gel bakalım güzel kızım,” diye koca kafasını sevdi köpeğinin. “Öyle yorgunum ki şuracıkta sızalım seninle. Karnım nasıl da aç, biliyor musun?”

Mutfağa girmeden önce Ateş’in mama ve su kaplarının olduğu banyoya geçti. Her nöbet çıkışı eve gelince ilk yaptığı iş mama ve su kaplarını kontrol etmekti. İki büyük su kabının içinde kalan suları lavaboya boşaltırken gece boyu diline doladığı şarkıyı mırıldandı: “Bugün yine gönlümün bahçelerinde gezindim.”

Annesinden öğrenmişti bu şarkıyı. Onun ipek gibi sesinden dinlemeyi tercih ederdi. Kendisinin sesi de fena değildi aslında ama yorgundu şimdi. Çatallanan sesi şarkı söylemesine izin vermiyordu. Kendi sesinden rahatsız olunca sustu. Kapları yalandan yıkayıp yeniden doldurdu. Mama kapları doluydu hâlâ, onların acelesi yoktu.

Gelirken dondurulmuş bir şeyler almıştı. Mikrodalgada ısıttı mı karnını doyurabilirdi ama onlarla uğraşacak hali bile yoktu şimdi. Yatıp uyumak istiyordu sadece. Yatağına uzandı. Çenesini iyice açarak esnedi. Gerinirken bütün ağrılarını hissetti. En çok baldırları ağrımıştı. Kendini bıraktığında bir karınca ordusu geçip gitti vücudundan. Başını yastığa güzelce yerleştirdi.

Ali’yle hastanede konuştukları aklına üşüştü. Yalnız kaldıkları bir ara “Ne şanslı çocuksun oğlum. Senin kız yine eli kolu dolu geldi bu sabah,” demişti Ali.

Tuba bu aralar sık sık hastaneye uğruyordu. Ya yiyecek bir şeyler getiriyordu sevgilisine ya da ne zamandır aradığı kitabı bir yerlerden bulup çıkartmış oluyordu.

“Şu kızın kıymetini bil,” diyordu Ali. “Kız tıp fakültesi okurken bile fırsat bulup sana kek, börek yapıyor ve hastane köşelerine taşıyor. Kadının bu ise şanslısındır oğlum.”

“Aman abi, iyi ki hatırlattın. Ben yarın öğle arası birkaç saat kaybolacağım. Tuba gelirse sen yine bulursun bir şeyler,” dediğinde kızmıştı Ali.

“Ne yapıyorsun oğlum sen? Senin o birkaç saat kaçtığını görür böyle kızlar, sadece söylemezler,” demişti. Her lafa verilecek bir cevabı olan Can, bu sefer ne diyeceğini bilememişti. Fırsattan istifade etti Ali. “Senin gibiler de her söylenmeyeni görülmedi zanneder. Söylemediklerinden ölür böyle kızlar. Görülmedi zannettikleriyle öldürür senin gibi adamlar.”

“Deme abi bak, ölür kız, içimde patlar.”

“Ölmesin oğlum. Öldürme,” diye diklendi Ali ve tek bir kelime daha etmeden dönüp gitti.

Ne istediğini biliyordu Can. Dilinden düşmeyen özgürlük lafını bir bayrak gibi hep en yüksekte tutuyor, kendi özgürlüğünü bir başkasına, hele de bir kadına teslim etmekten ölesiye kaçıyordu. Karşılığı ne olursa olsun özgürlüğünü vermemeye kararlıydı. Sevmeye kendini bırakamaması, sevdiğini sakatlaması hep bundandı. Sık boğaz edilmek istemiyordu. Tuba’yı seviyordu, aşka boynu kıldan inceydi ama gençliğini de yaşamak istiyordu.

Gördüğü köpekler geldi aklına: bahçedeki tasmalı köpek ve özgürce dolaşan sokak köpekleri. Hiçbir kadın ona tasma takamazdı. Arkasını döndü. O zaman gördü başını koyduğu yastığın üzerindeki irili ufaklı lekeleri. Kirli değildi, yıkamak için daha dün çıkarmıştı kılıfını, ya da önceki gün. Şimdi yeni bir yastık kılıfı takmaya uğraşamayacak kadar yorgundu. Tuba’yı düşündü. Burada olsa değiştirmeden yatmasına izin vermezdi. Bir haftadır arayıp sormadığı sevgilisi kaç yıldır her sıkıştığında yanında olmuştu. Hafta sonları evine uğrar, yemeğini pişirir, ortalığı toparlardı. Can rahat rahat ders çalışsın diye sessizce dolaşırdı evde. İnternetten aldığı tariflerle kekler, kurabiyeler yapardı. İlk maaşıyla Tuba’yı hediyelere boğmuştu, o olmasaydı uzmanlık sınavını kazanamazdı. Ders çalıştığı zamanlarda bile bundan daha sık görüşüyorlardı. Can bunaldığı zaman Tuba’yı arardı, gelecek güzel günlerden bahsederlerdi. Uzmanlığı aynı hastanede yapmayı, böylece her fırsatta görüşmeyi hayal ederlerdi. Yastığa baktı. “Bu seferlik de böyle olsun,” diye söylendi ağzının içinden.

Tanıdığı erkeklerden pay biçiyordu şimdi de. Örneğin Akın, iş çıkışı bir yere takılacak olsalar karısına haber vermeden gelemiyordu. Gün bitip de evine kavuşacağı anı bekliyordu. Her akşam hastaneden çıkarken eşini arayıp “Ben çıkıyorum, istediğin bir şey var mı?” diye soruyor, bazen birkaç kez “Tamam canım,” diyerek telefonu kapatıyordu. “Evin en güzel süsü mutlu bir kadındır,” diyen Akın’ın keyfi yerindeydi.

Ali rahattı. Bekârlık sultanlık diyenlerdendi. Karışanı görüşeni yoktu. Her akşam aynı saatte eve gitme mecburiyeti yoktu. İster dışarıda yer isterse aç yatardı.

Birkaç gün önce havadan sudan konuşurken öyle durup dururken “Erkekler ikiye ayrılır,” demişti Tuba. “Kıymet bilenler ve terk edildikten sonra kıymet bilenler.” Can o gün çok gülmüştü bu tespite. Bugün o sözler aklına gelince şüphe düştü içine. Şimdiki mutsuzluğunun adamakıllı bir sebebi de yoktu aslında ama huzursuzdu. Sanki bu gece her şey bitmişti de özgürlüğüne kavuşmuş bir erkek olarak ne yapacağını düşünüyordu.

Boğulmak üzere olduğunu hissediyordu ama kendini gömdüğü o koyu karanlıktan kurtulmak için en ufak bir kıpırdanma ihtiyacı hissetmiyordu. Boğulsa yeriydi artık, bekliyordu. Ali haklı olabilirdi. Tuba’nın onu terk ettiğini düşündü bir an, içi yandı.

Uyku ile uyanıklık arasındaydı. Gözlerini kapatıp içindeki dünyaya aktı. O kovaladıkça Tuba sımsıkı dolanıyordu içine. Yolda yürürken ayağına takılan olmasın diye uçmak istiyordu Can. Tam da özgür bir genç adamken, ayağına kimseyi bağ etmek istemezken, Tuba nereden çıkmıştı? Rüya görüyor olmalıydı. Gençliğin neşe saçan enerjisi, uzun kızıl saçlarla süslenmiş genç kadını ışık saçan bir can parçası haline getirmişti. Onu görmezden gelmeye çalışıyordu, arada bir gözü kayıyordu sadece.

Oradaydı Tuba; Can ısrarla başını çevirip görmemeye çalışsa da birkaç adım ileride, alaycı bir gülüşle onu seyrediyordu. Saçlarının kızılından, yüzünün ışığından sonra gülüşü geldi gözlerinin önüne. Kaynayan suyun fıkırdaması gibi derinden ve usulca başlayan gülüşü büyüdü büyüdü. Ateş gibi, yeni doğan güneş gibiydi şimdi kahkahası. Dalında turunç gibi, turuncu gibiydi. Bedeninden, sesinden kopup gelen kızıllar, turuncular Can’ın içini dolduruyordu. Dans etmeye başlayınca kırmızı elbisesinin uçuşan etekleri dalgalandı. En çok da elbisesinin bir çift yelpaze gibi açılan kollarındaki ve kısacık eteğinin ucundaki siyah dantelalar çarptı Can’ın gözüne. Kendisini gökkuşağı gibi sarmalayan sevgilisine sarıldı bu muhteşem renkler. Beynindeki karanlıkları aydınlatmaya yetti.

Sabahın seherinde, ömrünün en güzel rüyasından tamamen dinlenmiş olarak uyandı. Gözlerini açtı, hızlıca doğruldu yataktan. Acelesi vardı. Kırmızı elbiseli, kızıl saçlı sevdiğini bulmak için dışarıya çıkmalıydı.

4 Nisan 2024, Nermin

Yüzlerce doktoru kapattıkları bir salonda solunum yoluyla bulaşan ölümcül virüsten bahsetmek komikti. İçlerinden biri virüs getirdiyse hepsi, bu salondaki bütün doktorlar bir hafta içinde öleceklerdi o zaman. Bu adam konuşmaya başladığından beri boğazına bir şeyler takılmıştı Nermin’in. Yutkunmakla gitmiyordu. Adam sevimsiz biri değildi ama anlattıkları yüzünden bu salondakilerin hiçbiri onu güzel hatırlamayacaktı.

“Düşmanımızı tanımak adına biraz da teorik bilgilerden bahsetmem gerekiyor. Variola virüsüyle oluşan Çiçek Hastalığı’nın iki tipi var: Variola minor hafif seyreder. Hastaların ölüm oranı yüzde birden azdır. Variola majör ise klasik çiçek enfeksiyonu olarak da bilinir. Aşılanmış bireylerde neredeyse ölüm görülmezken aşılanmamış bireylerde ölüm oranı yüzde otuza kadar çıkabilir. Yani teorik bilgilerimiz şimdiye kadar bu şekildeydi. Günümüzdeki ölüm oranının ise yüzde yüze yakın olduğunu üzülerek hatırlatırım. Yani şu anki virüs eskiye oranla çok daha güçlü ve öldürücü.”

Anlatmaya devam ederken bir yandan da arkasındaki ekrana yansıyan slaytlardan virüs ve hastalık hakkında fotoğraflar gösteriyordu. Ekranda, annesinin kucağında duran ufacık bir çocuğun fotoğrafı vardı. Cildi yırtıcı sürüngenlerin derileri gibi pul pul kabarmıştı. Vücudunun tamamına yayılan lezyonlar onu korkunç bir yaratık gibi gösteriyordu. Nermin yılların enfeksiyon hastalıkları uzmanı olmasına rağmen bu kadar yoğun ve korkutucu cilt lezyonlarını şimdiye dek hiç görmemişti.

“Çiçek Hastalığı’nda virüsün solunum sistemi mukozasına temasından sonra ortalama on gün kadar süren kuluçka dönemi olur. Bu dönemde kişide belirgin bir rahatsızlık hali görülmez. En önemlisi bu dönemde virüsü başkalarına bulaştırma ihtimali de yoktur. Uzun ve sessiz kuluçka dönemi nedeniyle hastaların virüsü ne zaman ve nereden aldıklarını tespit etmek zordur. Kuluçka döneminin ardından halsizlik, kırgınlık ve baş ağrısıyla başlayan kas ağrısı, karın ağrısı, ateş ve yorgunluk hissinin gözlendiği iki-üç günlük ön belirti dönemi denen bir süreç gözlenir. Maalesef bulaştırıcılığın en yoğun olduğu dönemlerden birisi bu dönemdir. Henüz hastalarda tipik deri lezyonları başlamadan hastalığın bulaşıcılığının başlaması, bu hastalığı en tehlikeli bulaşıcı hastalıklardan biri yapar. Kısacası hasta bireyler cildinde döküntüler görülmeye başlamadan, yani tanı almadan günler önce virüsü başkalarına bulaştırmaya başlamıştır.”

“Aman Tanrım!” diye inledi Nermin.

Tamamen sağlıklı görünen ancak taşıyıcı olan birisiyle konuşmak bile virüs almaya yetecekti yani. Cilt döküntüsü başlamadan önce virüs bulaşır, diyordu konuşmacı. Düşmanın nereden saldırdığını bile anlayamayacaklardı yani. Dünkü hastaları hatırladı, yetmişten fazla hasta bakmıştı. Hemen hepsinin ateşi yüksekti. Dehşete kapıldı.

“Birkaç gün sonra ateş düşerken yüzde küçük, kırmızı, kabarık lezyonlar belirir. Ertesi gün gövde, kol ve bacaklara yayılır. Döküntüler giderek büyür. Yedinci günde içleri sıvı dolu ve cerahatli olur. Büyük, iltihaplı lezyonlara dönüşür. Hastanın yüzünü kaplayabilir.”

Gösterdiği fotoğraflar en soğukkanlı konunun uzmanlarının bile yüzünü buruşturmaya yetmişti. Nermin’in midesi bulanmaya başladı. Derin nefesler alarak hem sakinleşmeye hem de mide bulantısını kontrol etmeye çabalıyordu ama ikisinde de başarısız oluyordu.

“Döküntüler başladıktan iki hafta sonra tüm yaralar kabuklanır. Kabuklar iyileştikten sonra hasta artık bulaşıcı özelliğini kaybeder. Bazı kişilerde özellikle yüz bölgesinde ağır kalıcı izler bırakabilir. Hatırlatmakta fayda görüyorum: Bu bahsedilen süreler ve hastalığın klinik seyri, geçmiş dönemdeki salgınlara ait yazılı verilerdir. Günümüzdeki mutant virüs ise hem daha ölümcül hem çok daha hızlı seyrediyor.”

Bu anlattıklarından, gösterdiği fotoğraflardan daha kötüsü olabilir miydi bilmiyordu ama hiç güzel bir laf çıkmıyordu adamın ağzından. Her dakika içi daha da kararıyordu Nermin’in. Arada bir dalıp gidiyordu. Durumun vahametini düşünürken anlatılanlardan uzaklaşıyordu. Sonra yine yakaladığı yerden dinlemeye devam ediyordu isteksizce.

“Çiçek Hastalığı’nda, hastalarda tipik döküntüler başlamadan önce virüs bulaşmaya başlar, demiştim. Diğer bulaşıcılık dönemi döküntülerin başladığı dönemdir. Bir hastanın yanından geçmekle bile ortalama otuz kadar sağlıklı kişiye hastalık bulaşabileceği tahmin ediliyor.”

Nermin can kulağıyla konuşmacıyı dinliyordu şimdi ama ara sıra uçuşan düşüncelere de mani olamıyordu. Bu arada nasıl olduysa dinleyicilerden biri kürsüye yaklaşmıştı. Siyah takım elbiseli adamların kendisine doğru geldiklerini görünce söz almadan konuşmaya başladı:

“Tek bir sorum olacak izninizle. Henüz döküntüleri olmasa bile virüsü almış bireylerle aynı ortamda bulunmak enfekte olmaya yetiyor, dediniz az önce. Ankara’da da iki hastanede virüs tespit edilmiş. Tanıyı koyan doktor arkadaşlar da şimdi bu salondalar büyük ihtimalle. Ya virüsü hastasından almış ve buraya taşımışlarsa? Tabii ki sadece doktorlar risk altında değil. Döküntülerin başladığını gördüğümüz ve böylece tanı alan o hastalar, tanı alana kadar günlerdir toplum içinde dolaştı ve karşılaştıkları herkese virüs bulaştırdı. Bu hastalardan virüsü almış olan kişilere yaklaşımımız ne olacak? Toplum sağlığı açısından virülansı bu kadar yüksek bir virüsten korunma tedbirleriniz nelerdir?”

Salondakiler susmuştu, hepsinin kafasını karıştıran aynı sorunun cevabını bekliyordu. Tam o sessizlikte salonda bulunanlardan biri hapşırdı. Dinleyicilerden onlarca baş bir anda ona doğru döndü. Birkaç kişi “Çok yaşayın,” dedi. Doktorlar bile yakınlarındaki biri hapşırdığında böyle huzursuzlandıysa birkaç güne kadar halkın nasıl panik yapacağını tahmin etmek hiç de zor değildi.

“Güzel bir soru doktor bey. Az önce de söylediğim gibi virüsü aldıktan sonraki ilk evre asemptomatik kuluçka evresidir. Yani hastanın herhangi bir şikâyetinin olmadığı evredir. Bu dönemde çevreye bulaştırma tehlikesi yok. Yani aramızda bir gün önce virüsü almış arkadaşlarımız varsa bile, umarım yoktur, şu an toplum sağlığı açısından risk teşkil etmiyorlar. Rahat olabilirsiniz,” dedi.

Soruyu soran kişi rahatlamış görünmüyordu. Salondaki tüm katılımcılar kaşları çatık bir şekilde slaytları incelemeye devam ediyordu.

“Şimdiye kadar Çiçek Hastalığı’nın tarih boyunca en sık rastlanan şeklinden bahsettim. Son günlerde dünya çapında görülen Çiçek Hastalığı ise maalesef farklı bir form ve bu mutant virüsün kuluçka dönemi eski virüsten çok daha kısa. Virüsle temastan sonra yaklaşık üçüncü günde ateş ve virüs saçılımı başlıyor. Ülkemizde hastalık çok yeni olduğundan, hastalığın hangi formda seyredeceği henüz kesinlik kazanmadı. Bizler en kötüsünü düşünerek tedbirimizi ona göre alacağız elbette.”

Nasıl bir tedbir alabileceklerini düşündü Nermin. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Simsiyah bir ejderhanın püskürttüğü ateşin dumanı kaplamıştı ortalığı. Kokusu genzini yakıyor, göz gözü görmüyordu. O ise küçük bir çocuk gibi çaresizce oturuyordu. Midesinden gelen öğürtüyle iki büklüm oldu oturduğu koltukta. Burnundan derin nefesler alarak toparladı kendini. Başını kaldırdı, koltuğa yasladı. Anlatılanları duymuyordu artık.

4 Nisan 2024, Deniz

Saatlerdir yoldaydılar. Hiç mola vermemişlerdi. Sık sık radyoyu açıyor ve yeni bir gelişme var mı diye kontrol ediyordu Deniz. Haber yayınları bitmişti. Çoğu kanalda müzik yayınları durmuştu, konuyla ilgili en küçük fikri olmayan kişiler virüsü tartışıyordu. Bu saçmalığa dayanamadı ve radyoyu kapattı. Mert arkada uyukluyordu. Defne kulaklığını takmış ve dünyayla bağlantısını koparmıştı. Meraktan ve kafasında uçuşan düşüncelerden kaçmak için yeniden açtı radyoyu. Kanalları kurcalarken “Milli Güvenlik” laflarını duyunca kulak kabarttı.

“… az önce yapılan açıklamalara göre, Milli Güvenlik Kurulu kararları uyarınca bugün saat on sekiz itibariyle yurt genelinde toplu taşıma araçlarının kullanımı yasaklanmıştır. An itibariyle virüsün yayılımını sınırlamak ve bölgeler arası dağılımını engellemek amacıyla şehir giriş ve çıkışlarının kapatıldığı da bize verilen bilgiler arasında. Önlemlerin halkın sağlığı ve menfaatleri düşünülerek alındığının, vatandaşların bu önlemlere uyarak güvenlik güçlerine yardımcı olmaları gerektiğinin altı çizildi. Kamu sağlığını tehdit eden durumlarda güvenlik güçlerine muhalefet edenlerin tutuklanacağı bildirildi…”

İyice içi karardı Deniz’in.

“… toplum sağlığını korumak adına ateşi olan kişilerin bulunduğu yerleşim yerinin dışına çıkmaları yasaklandı. Sağlıklı olan kişilerin ise gerekmedikçe evlerinden dışarı çıkmamaları tavsiye ediliyor.”

Her geçen saat işler daha da kötüye gidiyordu. Az önce Ankara’dan kaçtıklarını düşünüyordu Deniz. O zaman anladı seyahat yasağından kaçtıklarını. Hatta yakın zamanda gelecek gibi görünen sokağa çıkma yasağından da kaçıyorlardı. Saate baktı. On sekiz otuzdu. Şehir giriş çıkışları çoktan kapatılmıştı. Ankara’dan saat bir gibi yola koyulmuşlardı. Bursa’dan da yol kapatılmadan hemen önce çıkmışlardı. Evde biraz oyalansalar ya da mola verseler Eskişehir ya da Bursa’da takılıp kalacaklardı. Neyse ki ilçe giriş çıkışları kapatılmamıştı. Susurluk’ta mahsur kalmadan Edremit’e ulaşabileceklerdi.

İçi kaynıyordu Deniz’in. Zamana karşı yarıştıklarını bilmeden bir yarışa girmişlerdi. Kelimenin gerçek anlamıyla hayat memat meselesiydi bu yarış. Meseleyi anladığından beri olanca gücüyle gaza basıyordu. Artık radar, polis yoktu. Yaşamak ya da ölmek vardı. Yoldaki araçların tümü kontrolsüzce gidiyordu. Trafik kurallarına kimse uymuyordu bugün. Panik herkesi ele geçirmişti. Kafa kafaya gelmiş, ters dönmüş arabalar vardı yol kenarlarında ama işin ilginci araçların başında kimse yoktu. Canının derdine düşen kaçmıştı.

Nihayet Edremit’e girdiler. Deniz rahat bir nefes aldı. Sadece yazları değil kışın ortasında bile hareketli olan ana caddeler sessizliğe gömülmüş, alışılmış kalabalıktan eser kalmamıştı. Burası da korkudan nasibini almıştı. Kaz Dağları’nın eteğinde, düne kadar dünyanın en bol oksijenli diye bilinen havasını bugün herkes şüpheyle soluyordu.

Dağın eteklerine doğru biraz tırmanıp evlerini uzaktan gördüğünde derin bir oh çekti. Seviyordu bu evi. Yıllardır her kavuşmada içi huzurla dolardı. Sanki orası yazlık ev değildi, gerçek evleriydi de yılın sayılı günleri kavuşabiliyorlardı evlerine. Ancak bu seferki kavuşma öncekilerden çok farklıydı. Deniz’in tek istediği bir an önce arabayı boşaltıp eve girmek, kapıyı sıkıca kilitleyip yatak odasına çıkıp hüngür hüngür ağlamaktı. Nermin’le konuştuğu öğle saatlerinden beri kafasından felaket senaryoları bir an olsun eksik olmamıştı. Yol boyunca yiğitliğe leke sürdürmeden gelmişti ama tüm gücü tükenmişti artık. Hayatında ilk defa böyle büyük bir korku yaşıyordu. Kendini boş vermiş, çocukları için, tüm çocuklar için korkuyordu. Bir sabah her şeyden habersiz uyanan ve çığ gibi aniden üzerlerine düşen bu gerçeğin ağırlığını yaşayan tüm insanlık adına korkuyordu. Çocuklar birkaç saat önce sordukları “inziva” kelimesinin ne anlama geldiğini yaşayarak öğreneceklerdi bu evde.

Arabadan indirdikleri her şeyi mutfağa yığdılar. Alırken ne kadar da çok görünmüştü gözüne. “Nermin abartıyor yine,” diye düşünmüştü. Aldıkları tezgâhı ve mutfak masasını ancak doldurmuştu.

“Bunları sonra ayarlarız çocuklar. Şimdi oturun da beni dinleyin,” dedi.

Çocuklar babalarının iki yanına oturup iyice ona doğru sokuldular. Şaşkın kedi yavruları gibi yüzüne bakıyorlardı babalarının. Her durumda başını dik tutan Defne’nin bile gözleri doluydu. Korkmayın çocuklar, deyip onlara sarılmak istedi Deniz ama bunun sırası değildi şimdi. Hayatta kalmak için korkmaları gerekiyordu artık.

“Yeni bir hayat başlıyor bizim için. Yeni kurallarımız olacak şu andan itibaren. Üçümüz dışında biriyle konuşmak, görüşmek yasak. Evden dışarı çıkmak kesinlikle yasak! Anladınız mı çocuklar?”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:


Полная версия книги

Всего 10 форматов

1...345
bannerbanner