Читать книгу PANDEMİ (Seher Tanidik) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
PANDEMİ
PANDEMİ
Оценить:
PANDEMİ

4

Полная версия:

PANDEMİ

“Tabii efendim, ne demek.”

“Zarf diyordunuz…”

Defne kuyruğuna basılmış kedi gibi fırladı yerinden.

“Zarf burada babacığım. Annem göndermiş sana. Bak işte, sen gelene kadar buraya koymuştum.”

Ya zil birkaç saniye sonra çalsaydı… Bunu düşünmek bile istemiyordu.

Deniz, zarfın üzerinde eşinin el yazısını görünce durakladı. Bakışlarıyla zarfın üzerindeki yazıları okşarken dudağının sağ kenarı minik bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrıldı. Başını kaldırdığında yüzü tamamen yumuşamıştı.

“Teşekkürler Taner Bey. Bu bizim için ne kadar kıymetli bilemezsiniz. Nermin Hanım’a iletmeniz için bir mektup da ben versem size?”

“Böyle bir talimat almadım beyefendi. Uygun olacağını sanmıyorum.”

Az önce Defne’yle konuşurken gülümseyen adam babasıyla konuşurken birden duvar gibi oldu. Hareketleri gibi sözleri de çok netti ama Deniz’i tanımıyordu. O istediği bir şeyi hemen elde etmese bile kolay pes etmeyen bir adamdı. En nazik ses tonuyla ricasını yineledi.

“Siz mektubu alın lütfen. Nermin Hanım kabul etmezse imha edersiniz. Kendisiyle dört aydır doğru düzgün haberleşemiyoruz. İçinde gizli, sakıncalı herhangi bir şey de yok zaten. Bir sayfalık mektup. Biraz bekleyin rica ederim.”

Biraz geride olanları seyreden Defne şaşkındı. Babasının hiç tanımadığı bu adama yalvaracak hali yoktu ya. “O da annemi bizim kadar çok özlemiş belli ki. Ne çıkar ki mektubu anneme götürüverse bu adam. Kuralların canı cehenneme!” diye geçiriyordu içinden ama burada konuşmak ona düşmezdi.

Deniz karşısında dimdik duran adama kibarca gülümsemeyi sürdürüyordu ısrarla. Nihayet adamın sert suratı biraz dalgalandı, neredeyse yumuşar gibi oldu.

“Peki efendim. Zaten benim size bu zarfı getirmem de yeterince uygunsuzdu. Ama Nermin Hanım’a güvendiğim için ricasını kıramadım. Vereceğiniz zarfı da kendisine ileteceğim.”

Adamın tavırlarıyla sözleri arasında tezat vardı. Duruşu, bakışı sertti ama konuşmaya başlayınca bürünmeye çalıştığı kabuğun altından yumuşak bir yüz çıkıyordu ortaya. Her zaman ağırkanlı hareket eden Deniz, kendisinden beklenmeyen bir hızla ayağa kalktı ve neredeyse koşturarak üst kattaki yatak odasına çıktı. Defne ve Taner baş başa kaldılar salonun girişinde. Taner, dört aydır insan yüzüne hasret kalan Defne’ye gayet hoş görünmüştü önce. Boyu posu tamamdı ama Taner esmer bir adamdı. Defne esmer erkeklerden hoşlanmazdı aslında. Sağ gözünün de dışa doğru baktığını fark etti. Daha önce dikkat etmemişti ama şimdi şehla olduğunu görebiliyordu.

Neyse ki babası çabucak geri döndü. Elinde getirdiği kâğıdı salondaki masanın üzerine koydu. Nermin’den gelen zarfı dikkatlice açıp içindeki mektubu çıkardı. Hiç bakmadan kenara koydu. Az önce yukarıdan getirdiği kâğıdı da şöyle bir sallayarak Taner’e uzaktan gösterdi ve boşalan zarfa nazikçe yerleştirdi. Deniz bunlarla uğraşırken Taner Deniz’e bakıyordu, Defne de Taner’e.

“Yok yok… Yandan bakınca hiç olmadı bu adam, iyice varoş göründü gözüme. Gözündeki yamukluğu saymazsak pek göze batan bir sivriliği de yok aslında. Aman, nikâhıma alacak halim yok ya.”

Taner bir anda dönünce yüzündeki donuk ifadeyle yakalandı Defne. O an düşüncelerini okuyacağından korkar gibi bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti. Ne diyeceğini bilemediği için ikisi de öylece kalakaldı.

Taner tam gülümsüyordu ki Deniz’in yaklaştığını fark ederek ciddileşti yeniden. Başını, kapının yanındaki ayakkabılığın üzerinde duran fotoğrafa çevirdi.

“Bayağı eski bir fotoğrafmış bu,” dedi Defne’ye. “Çocuk gibisiniz bu fotoğrafta.”

Defne gülümserken babası yanlarındaydı artık. Fotoğrafa bakarak konuştu Deniz.

“Ailemiz. Bir tane de oğlum var yukarıda. Çocukların da iyi olduklarını söyleyin lütfen Nermin Hanım’a. Size çok teşekkür ederim.”

“Rica ederim,” dedi Taner, sonra başını öne eğerek resmi bir selam verdi ve geldiği gibi hızlıca çıkıp uzaklaştı.

Deniz aceleyle kapıyı kapattı, kilitledi ve sürgüyü çekti. İkisinin yüzüne de güvenli yalnızlığa kavuşmanın rahatlığı yansıdı. O anda Mert “Kim gelmiş, kim gelmiş?” diye bağırarak merdivenlerden paldır küldür aşağıya indi. Defne ile Deniz göz göze geldiler. Babası parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret etti. Hem Mert’in kafasını karıştırmak istemiyordu hem de çenesinden korkuyordu. Annesinden mektup geldiğini bilse ayaküstü yüzlerce soru sorardı. Kapının kapanma sesini duyan Mert yanlarındaydı artık.

“Ne oluyor burada? Kim geldi, kim gitti?” dedi boncuk gözlerini bir babasına bir ablasına çevirerek.

“Ben geldim oğlum.” Lafı geçiştirdi Deniz. “Kurallar…” derken bir yandan da Defne’ye kaş göz hareketleriyle üst katı işaret ediyordu.

Defne az önce olanlardan öyle tırsmıştı ki odasına girip bütün gün çıkmamaya razıydı. Babasının sözünü ikiletmeden arkasında Mert’le üst kata çıktı. Bu kadarcık aksiyon bile onu heyecanlandırmıştı.

Odasına girip heyecanını saklamaya çalıştı. Mert aşağıda bir şeyler olduğundan şüphelenmiş, merakla kıvranıyordu. Ablasının ardından odaya daldı ve “Gelen kimdi abla?” diye fısıldadı. Sanki ablası ile babası birlik olup kendisinden gizli bir şeyler karıştırıyorlarmış da onları yakalamış gibi kocaman açılan gözlerinin içi gülüyordu.

“Babam geldi ya oğlum. Onun kapı sesini duydun. Sen ne zannettin ki? Zaten kim gelebilir ondan başka?”

“Çocuk mu kandırıyorsunuz siz?” diye gözlerini Defne’ye dikerek üstten üstten bakmaya çalıştı Mert ama boyu ablasından kısa olduğu için böyle horozlanması Defne’yi korkutmak yerine güldürdü. Defne kaçarak ondan kurtulamayacağını anlayınca saldırıya geçmeye karar verdi.

“Ne kandırması oğlum?.. Sen sürme mi çektin gözlerine?”

“Ne sürmesi, saçmalama yine!” diyerek banyoya koştu Mert. Bir yandan aynada gözlerini incelerken bir yandan da ovuşturuyordu. Bir insan her seferinde aynı şakaya kanar mı, bu çocuk kanıyordu işte.

Küçüklüğünde Mert’i yakından gören hemen herkes, beyaz tenine tezat yaratan, kalem çekilmiş gibi doğuştan sürmeli gözlerine ve uzun siyah kirpiklerine şaşar ve hayran kalırdı. Çoğu “Sürme mi çektiniz bu oğlanın gözlerine?” diye sorardı. Annesi uzun süre “sürmelim” diye sevdi biricik oğlunu. Mert biraz daha büyüyünce “Kadınlar gözlerine sürme çekermiş, ben kadın değilim,” diye kendisine sürmelim dedirtmemişti bir daha. Defne onu kızdırmak istediği zamanlarda kullanıyordu bu kozu. Her seferinde de işe yarıyordu.

Armut koltuğun yanına düşen kitabını aldı. Bir süre kitapla oyalandı. Sonra yavaşça alt kata inip babasına bakındı. Salonda ve mutfakta yoktu. Arka bahçede olabilir, diye düşünerek dışarıya çıktı. Bahçe de boştu. Yatak odasındaydı anlaşılan. Oraya şimdi girmek doğru olmazdı, kapı kapalıydı yine. Annesinin gönderdiği zarfta ne olduğunu çok merak ediyordu ama biraz zaman geçsin, diye düşündü. Defne onu nasıl olsa öğrenirdi.

İkisini de bir anda yukarı postalayıvermişti babası. Evin kuralları çok açıktı. Dış kapı açıldığında çocukların alt katta olması kesinlikle yasaktı. Deniz bütün dünyayı baştan başa saran virüsten çocuklarını böyle önlemlerle koruyabileceğini düşünüyordu. Oysa kendisi yiyecek bulmak için dışarı çıkmaya mecburdu. Fi tarihinde olduğu bir aşının kendisini hâlâ koruduğuna inanıyordu. Allah’tan yaşadıkları ev dağ başında bir köydeydi. En yakın komşu ev yüzlerce metre uzaktaydı. Tabii o evde birileri yaşıyorsa ve en önemlisi de hastalıktan veya açlıktan ölmedilerse…

Bu aralar taş devrinde gibi yaşadıkları, kimseyle haberleşemedikleri için dışarıda olup bitenleri hiç bilmiyorlardı. Sonuçta Deniz’in aldığı önlemler şimdiye kadar işe yaramıştı ve hâlâ hayattaydılar. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerde kimden virüs bulaşacaktı?

Ege sahillerinin yeni dağ köylerinden birindeydi evleri. Şehir hayatından kaçanlar bu modern ama doğallığını korumaya özen gösterilen köyde dinleniyor, babaannelerinin, anneannelerinin yaşadığı huzuru arıyorlardı. Salgın nisan ayında başlamıştı; geçmiş yazlarda bile sakin olan Edremit’in Kavurmacılar Köyü’ne yazlıkçılar henüz gelmemişti. Tüm kıyı sahilleri boştu bu yaz. Meydanlar, sokaklar, şehirler, belki de bütün dünya bomboştu.

Evde dört duvar arasında yaşayanlar ölesiye sıkılıyorlardı. Hele Defne sıkılmak kelimesini diline doladı mı papağan gibi defalarca tekrarlıyordu. Bir tek evin babası halini belli etmiyordu. Issız adaya düşmekten farkı yoktu yaşadıkları hayatın. Adaları bir ev ve bir arka bahçeden ibaretti. Dünya üzerinde sadece üç kişi yaşıyorlardı sanki. Defne, dediğim dedik babası ve gıcık erkek kardeşi… Gerçi her zaman gıcık değildi Mert. Ama dört aydır bu dört duvar arasında herkese bir haller olmuştu.

6 Ağustos 2024, Deniz

Çocukları üst kata yollamıştı Deniz. Yukarıdan gelen şamata seslerine bakılırsa odalarına girmemişlerdi. Kalbi duracaktı heyecandan. Bakanlıktan gelen sarı zarflardan müjdeli haberler çıkmazdı genelde. Bu yüzden aylar sonra gelen sarı zarf Deniz’i önce korkutmuştu ama sonra üzerinde karısının el yazısını görünce mutlu olmuştu. Ondan gelen sayfalarda neler yazdığını çok merak ediyordu. Ortalıkta okursa çocuklar görür ve rahat bırakmazlardı. Yalnız kalmak için odasına çıkmalıydı, yukarıdakiler sakinleşene kadar mutfakta oturup bekledi. Yokluğunda bu koca evin ne kadar sıkıcı olduğunu Nermin’e söylemek isterdi. İkisi de hayatlarını çalışarak geçirdikleri için evlenmeye karar verdikleri ilk günden itibaren hep deniz manzaralı, büyük, sakin bir dağ evi hayali kurmuşlardı. Belki de hayalleri ortak diye evlenmişlerdi. Arkadaşlarının hemen hepsi ilk maaşlarıyla araba almaya niyetlenmişken, onlar evlendikten sonra bu evin hayaliyle para biriktirmeye başlamışlardı. İlk evlilik yıl dönümlerinde, Deniz hediye olarak bu evin projesini yaptırmıştı. Eşine daha güzel bir hediye veremeyeceğini o gün anlamıştı.

Yapımı için iki yıl uğraşmışlardı ama değmişti. En mutlu anılarını saklayan iki katlı bu yapı, yirmi yıldır her fırsatta geldikleri tek adres olmuştu. İlk yerleştiklerinde üst kattaki yatak odası haricinde diğer üç odayı boş bırakmışlardı. Üçünü de çocuk odası yapmak istiyordu Deniz. Nermin ise ikisi çocuk odası, biri misafir odası olacak, diyordu. Yıllar Nermin’i haklı çıkardı.

Evin en sevdikleri yanı, arka bahçeye bakan kocaman bir pencerenin aydınlattığı büyük mutfağın geniş ve yüksek bir kemerle salona bağlanmış olmasıydı. Amerikan mutfak denen bu tarzı Nermin de severdi ama yemek ve bulaşıktan yorgun düştüğü zamanlarda “Şu Amerikan mutfağı kim icat ettiyse… Aynı odadasın güya ama mutfakta yaşıyorsun,” diye söylenmekten geri kalmazdı.

Evden kat kat büyüktü bahçe. İkisinin de hayali biraz para biriktirince bahçeye şirin bir butik otel yaptırmaktı. Bu arsayı aldıklarından beri hayalleri buydu zaten ama gereken para yıllardır birikmiyordu bir türlü. Yavaş yavaş emeklilik hayali olmaya başlamıştı. Hayallerinin kış akşamları anlatılan ışıltılı masallara benzemesinden korkuyorlardı.

Bu koca alanda çocukların koşturmaları bugün bile gözünün önündeydi. İki kardeş birbirini kovalarken mutfaktaki kapıdan terasa, oradan da arka bahçeye çıkarlardı. Evin iki yanındaki minik patikalardan ön tarafa dolaşıp kapıyı çalarlardı. İlk zamanlarda sırayla açılıp kapanan bu kapı, sonraları açık bırakılmıştı; ta ki çocuklar büyüyüp bu oyundan sıkılana kadar. Tüm yıllık izinlerinde, bayramlarda, hatta hafta sonları işten güçten fırsat buldukça hep buraya kaçarlardı. Yıllık izinleri toplasalar otuz gün etmezdi. Hevesleri kursaklarında dönerlerdi her seferinde. İlk defa bu kadar uzun süre kalıyorlardı; fazlasıyla uzun!

Yukarıdan ses gelmiyordu nihayet. Kıvrılarak üst kata çıkan ahşap merdivenlere yöneldi. Bir yandan mektupta ne yazdığını merak ediyor, bir yandan da bu merakın tadını çıkarıyordu. Yıllarca koşa koşa çıktığı merdivenleri, şimdi yavaş yavaş, tırabzanlara tutunarak çıkıyordu. Altmış yaşına gelmişti ve şişmanlamıştı. Bir haftadır merdiven çıkarken sol dizi ağrıyordu.

Yatak odasına girip kapıyı kapattı. Çocuklar birkaç saat yanına sokulmazlardı. Deniz, karısından gelen mektuba baktı uzun uzun. İçi ürperdi, gözleri doldu birden. Belki de daha dün karısının eli değmişti bu kâğıt parçasına. Onun nizami el yazısını nasıl da özlemişti. Su içer gibi, bir çırpıda okudu mektubu. Saçları neredeyse kel denecek kadar seyrelmiş başını tavana kaldırdığında alnı kırışmış, gözleri dumanlanmıştı. Tekrar mektuba eğdi başını. Bu sefer yavaş yavaş okudu.

Kısa ve açıktı Nermin’in yazdıkları. Anlaşılmayacak bir şey yoktu. Defne’yi istiyordu. İstediği hepsi için zor olacaktı ama Nermin kararını çoktan vermiş görünüyordu. Deniz de ona olan sonsuz güveni sayesinde bu kararın arkasında olmalıydı. Kötü de olsa rayına girmiş görünen hayatları bir kez daha alt üst olacaktı.

Şimdi yanında olsa, omuzlarına dökülen kumral kıvırcık saçlarının arasında dolaşsaydı parmakları. Dalıp gitti karısını hayal ederken.

“Ben saçlarını okşadıkça o bana daha da sokulsa. Sevgiyle baktığında gözlerinin içinde yanıp sönen ışıklar ruhumu aydınlatsa. Gülünce kısılıp ince bir çizgi haline gelen, baktıkça güzelleşen gözleri şimdi hüzünlü müdür? Yuvamızı mutlu ve sıcak kılan, sevdiğimin kıpır kıpır, neşe dolu enerjisiymiş meğer. Ona bir kavuşabilsem, bir daha asla bırakmam.”

6 Ağustos 2024, Taner

Direksiyon başına geçene kadar Deniz’in ona verdiği zarfı almakla hata yapıp yapmadığını düşündü. Oturur oturmaz elindeki zarfa baktı; Nermin’in dün ona verdiği zarftı. Tekrar, eğreti bir şekilde kapanmıştı. Kapalı bile sayılmazdı. İstese açardı. Zarfın üzerini eliyle yokladı. İçinde Deniz’in uzaktan gösterdiği kâğıttan başka bir şey olamayacak kadar inceydi. Gizlice merkeze soksa kimseye zararı olmazdı. Zaten onunla beraber karantinada kalacaktı. Gidince zarfı Nermin’e verirdi. O da istemezse imha ederdi.

Kendi kendine konuştuğunu fark edince güldü. Gerçi bir gören de olamazdı bu halini. Buralar da her yer gibi bomboştu. Arabayı çalıştırdı. İlk seferinde çalışmadı, korktu. Bir an durakladı. Depo benzin doluydu. Tekrar denedi. Neyse ki bu kez çalıştı.

Taner buraya gelirken Nermin’in ailesini hayal etmişti. Nedense Deniz’in çok daha genç ve yakışıklı olduğunu düşünmüştü. Öyle anlatmıştı Nermin. “Nermin Hanım eşini çok özlemiş olmalı,” diyerek güldü kendi kendine. Aile fotoğrafına bakarken Deniz’in gözlerinin nemlenmesinden karısını özlediğini hissetmişti. Evde gördüğü o fotoğraf gözünün önüne geldi. Defne on üç-on dört yaşlarında gösterdiğine göre eski bir fotoğraf olmalıydı. Belki üç-beş yıllıktı.

Defne de Deniz de içeriye davet etmemişlerdi onu. Evin girişindeki ufacık holde laflamışlardı ayaküstü. Böyle önemli bir mektup getiren insan içeri davet edilmez miydi? Sonra güldü kendi kendine. “Edilmez tabii ki! Başkası olsa böyle bir durumda kapıyı bile açmazdı.”

Defne’yi düşündü. “Ne güzel bir kızdı öyle. Hani biri sorsa nasıl kızlardan hoşlanırsın, diye tam da onu tarif ederdim. Uzun boylu, narin. Gözleri mavi miydi, yeşil miydi? Durduğu yerde durmuyordu ki hareketli, fıkır fıkırdı. Besbelli annesine çekmiş bu huyu. Nermin Hanım’ın yaşadığı her ortamda neşesini koruyabilmesine şaşardım. Kızının da esir hayatı yaşarken mutlu olabilmesi pek mantıklı gelmedi bana. Neşe dedikleri şey bu olsa gerek, içten geliyor herhalde. Yoksa beni gördüğü için mi mutlu olmuştu? Neden olmasın? İyi ki çıkmadan önce tıraş olmuşum.”

Kara kaşı, kara gözü babadan mirastı ona. Küçüklüğünden beri annesinin göçmen genleri yerine bu topraklarda doğup büyüyen babasına benzediğinden yakınırdı. Erkek kardeşinin yeşil gözlerine özenirdi. Esmer tenine daha bir yakışacağını düşünürdü yeşil gözlerin.

Nermin’in merkezde gösterdiği vesikalık fotoğraftaki halinden çok daha güzel bulmuştu Defne’yi. Saçları daha uzundu. Kendisi aylarca evden çıkmayacak olsa yüzünü bile yıkamaya üşenir, bir süre sonra da aynaya bakamayacak hale gelirdi. Çat kapı gittiği halde Defne’nin saçları gayet düzenli taranmış ve toplanmıştı. Işıl ışıl parlıyordu. Ne dediğini hatırlamıyordu Taner ama bir şeyler söylerken yemyeşil gözleriyle gülmüştü ona. “Yeşildi gözleri evet, yeşilin en güzeliydi.”

Aylin’i de biraz andırıyordu. “Keşke,” diye geçirdi içinden Taner “evlenmeyi kabul etseydi. Çok söyledim ama dinlemedi ki! Alelacele nikâh yapardık. Merkeze birlikte girerdik. Onun da hayatı kurtulurdu.”

Çok sevmişti onu, elinden geleni yapmıştı merkeze getirmek için. Atacağı bir imzaydı Taner’e göre. Sonra yine düşünürdü evliliği istediği kadar. “Neyse, paşa gönlü bilir. Şimdiye kadar çoktan ölmüştür o kafayla,” diye söylendi.

“Belki de Defne’yle?.. Yok yahu. Açıkça söylemedi ki Nermin Hanım. Belki de ben yanlış anladım. Yaşayıp göreceğiz…”

Yol uzun ve sıkıcıydı. Sabahtan beri durmaksızın araba kullanmaktan yorulmuştu ama yine de merkezden dışarı çıkmak için her şeye değerdi. Aylardır dışarı çıkmadığı için birinin İstanbul’a gitmesi gerektiğini söylediklerinde çok sevinmiş, hiç düşünmeden kabul etmişti. Ne kadar zor olabilirdi ki bu iş? Ankara’dan arabayla hiç durmadan İstanbul’a ve aynı gün yine Ankara’ya dönüş. Tabii ki dönerken yolu kayıt dışı biraz uzatıp Balıkesir üzerinden Güre’ye. Bu görev Nermin için fırsata dönüşmüştü.

Merkezde normale yakın bir hayat yaşanıyordu. İçeride güvende oldukları için Taner’in virüsü unuttuğu çok günler oldu. Unutmak ne güzel şeydi. Acıyı azaltıyordu. Taner o salgın dönemlerini pek yaşamamıştı aslında. Hele ondan sonra gelenlerin anlattıklarıyla kıyaslanırsa hiç yaşamamıştı. Merkezdekilerin dışarısı hakkındaki konuşmalarını korkunç bir masal gibi dinlemişti. Sonraki gece de korkudan uyuyamamıştı; cesetler, cinayetler.

Hayatında ilk defa gerçekten korktuğunu hissetmişti. O kâbus ortamında yolculuk yapacağını düşününce çıkmaktan defalarca vazgeçmişti. Gece yarısı olmasa müdürün kapısına dayanacaktı ama her şey planlanmıştı çoktan. Vazgeçemezdi. En iyisi korktuğunu belli etmemekti, o da öyle yaptı.

Yolculuk sabah kötü başlamıştı. Merkezden çıktıktan bir saat sonra yolda ezilip dağılmış ilk cesedi gördüğünde az kalsın arabanın içine kusacaktı. Arabayı durdurdu. İçeri temiz hava girsin diye pencereleri açacaktı. Ne olur ne olmaz diye vazgeçti.

Ankara’dan Edremit’e gelene kadar yollarda tek bir araba yoktu ama cesetler vardı. Korkunçtu. Yol kenarında ölüp kalmış insanları görünce kafasını çeviriyordu Taner. Bazı caddelerde cesetler yüzünden arabanın geçeceği kadar boş yol bile kalmamıştı. Üzerinden geçmemek için defalarca yoldan çıkıp kaldırımdan gitti. Neyse ki hiçbirini ezmek zorunda kalmadı. Zar zor yol alıyordu. Ağaçların altlarında üst üste yığılmış, evlerin açık kapılarından dışarı taşmış, köşe başlarındaki büyük çöp kutularının içine atılmış ölü insan bedenleri vardı. Bazıları öleli günler geçmiş olmalıydı; parçalanıp dağılmışlardı. Bazılarıysa daha tazeydi cesetlerin. Kolları bacakları yerindeydi en azından.

Bursa’ya yaklaşıyordu artık. Bu sefer çevre yolu ayrımını kaçırmamalıydı. Gelirken çevre yolu girişini kaçırıp şehrin içinden geçmek zorunda kalmıştı. O yolda karşılaştığı manzara ömrü boyunca aklından çıkmayacaktı. Bursa’ya kadar etraftaki tek tük cesetler dışında yollar temizdi. Ama şehrin içi faciaydı. Anlaşılan Bursa’da cesetlerin toplanmasında sorun yaşanmıştı.

6 Ağustos 2024, Deniz

Deniz’le yaptığı son telefon konuşmasında “Zamanın milattan önce ve milattan sonra diye ikiye ayrılması gibi, artık her şey salgından önce ve salgından sonra diye anılmaya başladı,” demişti Nermin.

Bir ay kadar önceydi. Bir daha da aramadı zaten. Deniz’in onu araması da olanaksızdı. Karısının nerede olduğunu bile tam olarak bilmiyordu.

Nermin’in gönderdiği mektubu elinden bırakamamıştı hâlâ, tekrar tekrar okuyordu. Belki de iyi olacaktı Defne’nin gitmesi, en azından Defne için iyi olacaktı. Mert, ablası olmayınca daha da sıkılacak ve ona saracaktı ama en azından evde canı sıkılan kişi sayısı azalacaktı. Böyle dört duvar arasında can sıkıntısı kaçınılmazdı ama her gün onları oyalamaya çalışmaktan Deniz de çok yoruluyordu.

“Haklısınız çocuklar, hayat denen şey bazen sıkıcı olabiliyor. Hele sizin gibi kendini sürekli eğlenmek zorunda hissedenler için hayat bayağı sıkıcı,” diyor ve bunları söylerken ister istemez gülüyordu. Çocuklar “Aman baba,” diye mızıldanmadan tekrar başlıyordu nutuk çekmeye.

“Üstelik burada karantinadayken her zamankinden daha sıkıcı kabul ediyorum ama asıl marifet, bu sıkıcı hayatta güzel anlar yaşayabilmek ve bu güzel anların sayısını artırabilmek. Sizi mutlu eden şey her ne ise ona yoğunlaşabilmek. Halinizden şikâyet etmek yerine sahip olduklarınızın kıymetini bilin. Ben böyle söyleyince size nasihat ediyormuşum gibi geliyor. Sizler de tüm bunları zamanla yaşayarak öğreneceksiniz. Ben sadece daha hızlı öğrenmeniz için size yardım etmeye çalışıyorum,” diyordu.

Çocuklarının onu belki bir gün anlaması umuduyla bu sözleri farklı zamanlarda, farklı şekilde tekrarlamaktan bıkmıyordu ya, çocuklar anlamamakta ısrarcıydılar. Belki de anlayabilecek olgunluğa gelmemişlerdi daha. Ya da duvarın sert olduğunu anlamaları için babalarının söylemesi yetmiyor, gerçeklerle karşılaşmak için o duvara toslamaları gerekiyordu.

Ayağa kalktı. Kaç saattir pantolonunun içinde sıkışıp kalmış olan göbeği bir an önce dışarı çıkmak için can atıyordu. Pantolonun üst düğmesini çözer çözmez rahat bir nefes aldı. Evin içinde hareketsiz kalmaktan kilo almıştı. İçine sığabildiği bundan başka da pantolonu kalmamıştı. “İyi de dışarı çıkarken niye pantolon giyiyorum ki? Bundan sonra eşofmanla çıkacağım,” diye geçirdi içinden.

Terlemişti o koca sepeti taşırken, saçları da dağılmıştı. Tarağı aradı odanın içinde, bulamadı. Aynanın yanında olurdu hep. Aynaya baktı, el âlemin karşısına bu halde çıkmıştı. Zaten az saçı vardı, onlar da stresten dökülmüşlerdi burada. Nermin görünce haline gülecekti kesin. O bile kendi kendine gülüyordu zaman zaman.

“Olsun, Nermin’im beni böyle de sever.”

Güzelliğine vurulup evlendiği karısının şefkatiyle teselli buluyordu şimdi. “Yaşlılık maskaralık,” derdi babam, ne kadar haklıymış. Bugün kendimi yaşlı ilan ediyorum. Zaten Nermin de son zamanlarda kilo aldım diye dertleniyordu.

Yirmi sene önceki pantolonlarını hâlâ giyebiliyor olmasıyla övünür mü insan? Benim güzel karım gençliğindeki formunu koruduğunu bu şekilde hatırlatırdı bana. Kızıyla yarışacak utanmasa.

Evet, kilo aldım ve alıyorum. “Ne yapayım, beğenmeyen küçük kızını vermesin.”

Nermin’in gönderdiği sarı zarfı eline ilk aldığında yaşadığı tedirginliği hatırladı. Zarfın üzerinde karısının el yazısını görünce içine su serpilmişti. İçinden bir ses, Taner’i kibarca ve hızlıca gönderip hemen zarfı açmasını söylemişti. Sonra daha iyisi gelmişti aklına, merakını erteleyerek genç adama gülümsemişti.

Haftalar önce, efkârlandığı bir gece dertleşir gibi öylesine yazmıştı karısına. Ümidi olmasa da belki bir gün gönderebilirim veya gelince okur, diye atmamış, çocukların görmeyeceği bir yere saklamıştı. İyi ki de saklamıştı.

Taner’e takıldı kafası. Kaç yaşındaydı bu adam? Gencecik, hatta çocuk bile sayılırdı. Boyu posu yerindeydi. Ne kadar samimiydiler acaba Nermin’le? Yasak olmasına rağmen mektup getirip götürecek kadar yakınlar mıydı? Böyle bir sürü şey geçti o an aklından.

Yazdığı mektup karısının eline ulaşır mıydı bilmiyordu ama akıllı kadındı Nermin. Telefonda konuşurlarsa kimseye çaktırmadan, kocasının anlayabileceği bir şeyler söylerdi mutlaka.

Deniz “Benim gibi inatçı bir adamı bile ustaca idare ediyorsun ya, bravo sana,” deyince Nermin de “Seni idare ettiğimin farkındaysan pek başarılı değilim demektir,” der, gülüşürlerdi.

Odaya, eşyalara baktı. Hepsinde Nermin’in el izleri vardı. Yıllardır her gelişlerinde birkaç parça yeni eşya almak, duvarları boyatmak isterdi Nermin. Bakım yapacak kadar çok kalmadıkları için ihmal etmişlerdi evi. Boyası idare ederdi de eşyaya hakikaten ihtiyaçları vardı. Evdeki hemen tüm eşyalar annelerinin eski evlerinden getirdikleri tarihi eserlerdi. İkisi de hatıralarından dolayı bu eşyaları kullanmaktan memnundu ama en azından yıllanmış karyolayı seneler önce değiştirmeliydiler. Sağdan sola dönerken bile yayları gıcırdıyordu. Deniz çocukluğunda kendini görebilmek için önünde zıpladığı aynalı konsolu ölse de kimselere vermezdi. Çocukluğu dolaşıyordu bu eşyaların arasında. Zaten tüm bunlar için artık çok geçti.

Düşüncelere dalmışken kapı çalındı, hemen ardından da açıldı. Deniz kâğıtları aceleyle sakladı. Kapıdaki Defne’ydi. Öylece ayakta durmuş babasına bakıyordu. Zaten zayıftı, buraya geleli daha da kilo vermişti. Babasının gülümsediğini görünce gelip yanına oturdu. Çocukluğundan beri arada bir babasının yanına oturur, iyice sokulur, başını omzuna dayardı. Öylece sohbet ederlerdi baba kız. Aynen öyle oturdu yine. Uzun zamandır bu şekilde sohbet ettikleri yoktu. Bu aralar Defne ne zaman ağzını açsa sözün dönüp dolaşıp geldiği yer hep aynıydı:

“Canım sıkılıyor baba.” Ama bu sefer Deniz’in de kızıyla konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Konuşmadı Defne, Deniz de ne diyeceğini bilemediği için sustu.

bannerbanner