Полная версия:
İşitilmedik Hikâyeler
Bu sergüzeştten takriben bir ay sonra -bu müddet zarfında Legrand’dan bahsedildiğini bile duymadım- Charleston’da, hizmetçisi Jüpiter beni ziyarete geldi. Ben bu iyi kalpli ihtiyar zenciyi hiç bu kadar meyus, bu kadar düşkün görmemiştim. O anda dostumun ciddi bir felakete uğramış olmasından korkmaya başladım.
Dedim ki:
“Hoş geldin Jüp! Yeni bir şey mi var? Efendin nasıldır?”
“Vallahi doğrusunu söylemek lazım gelirse sıhhati istenildiği kadar iyi değil.”
“İyi değil ha! Hakikaten bu haber beni çok müteessir etti. Neden şikâyet ediyor?”
“Ah, işte mesele burada! Hiçbir şeyden şikâyet etmiyor. Lakin ne olursa olsun çok hasta!”
“Çok hasta Jüpiter, öyle mi? Bunu hemen neye söylemedin; yatakta mı?”
“Hayır, hayır, yatakta değil. O, hiçbir yerde değil, işte beni endişeye düşüren hâl de bu! Fikrim zavallı Mösyö Will hakkında çok endişeli!”
“Jüpiter! Bütün bu söylediğin sözlerden bir şey anlamak istiyorum. Efendin hasta diyorsun. Neden muzdarip olduğunu sana söylemedi mi?”
“Oh mösyö! Bunun için zihin yormanın hiç faydası yok. Mösyö Will hiçbir rahatsızlığı olmadığını söylüyor lakin o hâlde niçin düşünceli, gözü yere dikilmiş, omuzları kamburlaşmış, rengi kaz tüyü gibi bembeyaz, uçuk, serseri serseri dolaşıyor? Niçin daima rakamlar döküyor?”
“Ne yapıyor, Jüpiter?”
“Bir taş tahta üzerine rakamlar döküyor, hiç görmediğim garip garip işaretler yapıyor. Ne olursa olsun ben korkmaya başladım. Yalnız gözlerim ona bakmalı; başka hiçbir yere bakmamalı. Geçen gün güneş doğmadan elimden kaçtı. Allah’ın bütün bir günü görünmedi. Eve döndüğü zaman onu adam akıllı dövmek için bir sopa hazırladım. Lakin ben o kadar budalayım ki geldiği zaman dövmeye cesaret edemedim. O kadar meyus bir hâli var ki…”
“Ah, sahih mi? Öyle ise işin sonunda zavallı adama karşı müsamahalı davranmakla daha iyi ettin. Onu kırbaçlamamalı Jüpiter! İhtimal ki tahammül edecek hâlde değildir. Lakin bu hastalığa, daha doğrusu hâlindeki bu değişime sebep olan şey hakkında bir fikrin var mı? Sizi gördüğüm günden sonra başına bir felaket mi geldi?”
“Hayır mösyö, o zamandan beri başına sıkılacak hiçbir şey gelmedi. Lakin o günden evvel geldi. Hatta korkarım ki sizin bulunduğunuz gün sıkılmış olmasın.”
“Nasıl? Ne demek istiyorsun?”
“Eh mösyö! Ben hunfesadan bahsetmek istiyorum, işte o kadar…”
“Neden?”
“Hunfesadan! Eminim ki bu altın hunfesa Mösyö Will’i kafasının bir yerinden soktu.”
“Böyle bir zanda bulunmak için ne gibi delilin var Jüpiter?”
“Böceğin sokacak kıskaçları var ya mösyö! Sonra ağzı da var. Ben hiç böyle sihirli hunfesa görmedim. Kendine yaklaşanları tutuyor, ısırıyor, önce Mösyö Will onu tuttu. Lakin pek çabuk bıraktı. Sizi temin ederim ki şüphesiz işte o zaman böcek onu ısırdı. Bu böceğin şekli, ağzı benim hiç de hoşuma gitmiyordu, muhakkak onun için parmaklarımla tutmak istemedim. Lakin bir kâğıt parçası aldım. Onunla avuçladım. Onu kâğıtla sardım. Ağızda küçük bir kâğıt parçasıyla… İşte ben böyle yaptım.”
“Demek ki sen efendinin hakikaten hunfesa tarafından ısırıldığını ve bu ısırmanın onu hasta ettiğini zannediyorsun, öyle mi?”
“Ben hiçbir şey zannetmiyorum. Biliyorum. Altın hunfesa tarafından ısırılmasından dolayı değilse niçin daima altını sayıklıyor? Ben evvelce de bu altın hunfesalardan bahsolunduğunu işittim.”
“Lakin onu sayıkladığını nasıl biliyorsun?”
“Nasıl mı biliyorum? Çünkü uykuda bile onu söylüyor, işte bunun için biliyorum.”
“Jüpiter hakikatte belki haklısın lakin senin bugünkü ziyaretinin sebebini anlayabilir miyim?”
“Ne demek istiyorsunuz mösyö?”
“Mösyö Legrand’dan bana bir haber mi getiriyorsun?”
“Hayır mösyö! Size şu mektubu getiriyorum.”
Jüpiter bana bir kâğıt uzattı. Kâğıtta şu satırları okudum:
Azizim,
Sizi bu kadar uzun bir zamandan beri niçin göremedim? Ümit ederim ki benim ufak bir huşunetime darılacak kadar çocuk değilsiniz. Lakin hayır, bu hiç de ihtimal dâhilinde değil.
Sizi gördüğümden beri büyük bir endişem var. Size söyleyecek sözüm olduğu hâlde nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Hatta bilmiyorum ki söyleyecek miyim?
Birkaç günden beri tamamıyla sıhhatte değilim, zavallı ihtiyar Jüpiter bütün hüsnüniyetleri ve dikkatleriyle beraber, tahammül edilmez derecede canımı sıkıyor. Geçen gün elinden kaçarak bütün bir gün karada, tepeler arasında dolaştığımdan dolayı beni dövmek için kocaman bir sopa hazırlamış, zannediyorum ki simamın bozukluğu beni sopadan kurtaran yegâne amil olmuştur.
Sizi gördüğüm günden beri koleksiyonuma hiçbir şey ilave edemedim. Eğer fazla mahzur yoksa Jüpiter’le beraber geliniz. Geliniz, geliniz. Gayet mühim bir mesele için bu akşam sizi görmek istiyorum. Sizi temin ederim ki iş son derece mühimdir.
Sadık dostunuz
William Legrand
Bu mektubun tarzında bir şey vardı ki bana büyük bir endişe verdi, üslubu Legrand’ın mutat üslubundan büsbütün başka idi. Acaba yine hayalinde ne münasebetsizlikler var? Acaba hangi kurt o kadar çabuk tahriş edilen beynini yiyip duruyor? O kadar ehemmiyetli olan hangi iş onun elinden gelebilir? Jüpiter’in verdiği malumat hiç iyi bir şeyi tahmin ettirmiyor. Ben dostumun düçar olduğu ızdırabın, sonunda onun büsbütün aklını zıvanasından çıkaracağı korkusuyla titriyordum. Bir dakika tereddüt etmeden zenciye refakat etmek için hazırlandım.
Rıhtıma vardığım zaman bir orak ve üç çapa gördüm. Bunların üçü de yepyeni idi. Bineceğimiz kayığın içine konulmuştu.
Sordum:
“Jüpiter bütün bunlar nedir?”
“Bunlar bir orak ve çapalardır mösyö.”
“Ben de görüyorum lakin bunların burada ne işi var?”
“Bu orakla bu çapaları Mösyö Will şehirden satın almamı emretti. Ben de onları çok pahalı olarak satın aldım. Bu bize dünyanın parasına mal oldu.”
“Fakat dünyadaki bütün esrar namına senin Mösyö Will bu orakla bu çapaları ne yapacak?”
“Siz bana bilmediğim şeyleri soruyorsunuz. Kani değilsem beni şeytanlar götürsün. Bütün bunlar hunfesadan çıkıyor.”
Jüpiter’den hiçbir izahat alamayacağımı görerek kayığa atladım ve yelkeni açtım. Çünkü zencinin bütün düşüncesini hunfesa cezbetmişti. Güzel ve kuvvetli bir meltem bizi pek çabuk Moultrie siperinin kuzeyinde bulunan küçük köye sevk etti. Takriben iki mil mesafe yürüdükten sonra kulübeye vardık. Saat öğleden sonra üç vardı. Legrand büyük bir sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Asabi bir tehalükle17 elimi sıktı. Bu bana endişe verdi ve uyanmaya başlayan şüphelerimi kuvvetlendirdi. Legrand’ın benzi bir hayalet siması gibi bembeyazdı. Gözleri tabii pek ziyade çukura gitmiş gayritabii bir surette parlıyordu. Sıhhatine dair birkaç sualden sonra söyleyecek başka söz bulamayarak Mülazım G…’nin hunfesayı kendisine iade edip etmediğini sordum. Pek ziyade kızararak cevap verdi:
“Oh! Evet, ertesi sabah böceği ondan aldım. Ne pahasına olursa olsun ben artık bu hunfesadan ayrılmam. İyice biliyor musunuz ki Jüpiter bu böcek hakkında tamamen haklıdır.”
Kalbimde müteessirce bir hissikablelvuku ile sordum:
“Ne hususta?”
“Hunfesanın hakikaten altından olduğuna hükmetmek hususunda.”
O, bu sözleri büyük bir ciddiyetle söyledi ve bana fena tesir etti ve devam etti:
“Bu hunfesa bana servet temin edecektir. O sayede ailemin kaybettiği emlaki tekrar elde edeceğim. Onun için bu böceğe bu kadar kıymet verişime hayret edilir mi? Mademki talih onu bana ihsan etti, ben de artık onu iyi kullanarak böceğin getireceği altına erişeceğim. Jüpiter! Şunu bana getir!”
“Ne o! Hunfesayı mı? Mösyö, ben hunfesa işine elimi sürmek istemem, siz onu kendiniz alınız.”
Bunun üzerine Legrand ağır ve azametli bir tavırla kalktı, böceği cam bir fanus altından aldı. Bu, o devirde tabiat âlimlerince bilinmeyen ve ilim bakımından büyük bir kıymeti olmak lazım gelen fevkalade bir hunfesa idi. Sırtının bir ucunda siyah ve yuvarlak iki leke vardı. Öbür ucunda uzunca diğer bir leke görülüyordu. Üst kanatları son derece sert ve parlaktı. Hakikaten esmerleşmiş altın manzarasında idi. Haşere şayanı dikkat bir derecede ağırdı. Ben her şeyi düşündükten sonra Jüpiter’i kanaatinden dolayı hataya düşmüş addedemezdim. Lakin Legrand bu hususta aynı fikirde bulunuyordu. İşte buna anlamak benim için kabil değildi. Hayatımı hasretsem bu muammayı halledemezdim.
Ben haşereyi tetkik edip bitirdiğim zaman o, azametli bir tavırla dedi ki:
“Ben nasihat almak için adam gönderip sizi çağırdım. Böcek hakkında yapılacak şeyler için sizin yardımınızı istiyorum.”
Sözünü keserek bağırdım:
“Azizim Legrand, siz şüphesiz rahatsızsınız, rahatsızlığa karşı tedbirler alsanız çok daha iyi edersiniz! Hemen yatağa giriniz, siz iyi oluncaya kadar, birkaç gün ben sizi beklerim. Nöbetiniz var ve…”
“Nabzıma bakınız.” dedi.
Nabzına baktım, doğrusu en ufak bir hararet alameti bulamadım.
“Lakin hararetiniz olmaksızın da hasta olabilirsiniz. Bu defalık olsun bana müsaade ediniz, size hekimlik edeyim. Her şeyden evvel hemen yatağa giriniz, sonra…”
Sözümü kesti:
“Aldanıyorsunuz, geçirdiğim şu heyecan zamanında bir insanda ne kadar iyilik tasavvur edilebilirse ben de o kadar iyiyim. Eğer siz beni tamamıyla iyi etmek isterseniz bu heyecanı teskin edersiniz.”
“Bunun için ne yapmalı?”
“Gayet kolay. Jüpiter’le ben karada, tepeler arasında bir tetkik gezintisine çıkıyoruz, katiyen itimat edebileceğimiz bir kimsenin yardımına ihtiyacımız var. İtimadımız olan yegâne adam sizsiniz. Teşebbüsümüz ister muvaffak olsun ister olmasın bende gördüğünüz coşkunluk sükûn bulacaktır.”
Cevap verdim:
“Her şeyde size hizmet etmek en büyük emelimdir. Sakin tepeler arasındaki dolaşmanızın bu uğursuz böcekle münasebeti olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”
“Şüphesiz evet.”
“O hâlde Legrand! Böyle, tamamıyla manasız bir teşebbüste sizinle birlikte çalışmak benim için kabil değildir.”
“Teessüf ederim, teessüf ederim! Çünkü işi görmeye yalnız başımıza teşebbüs etmek lazım geliyor.”
“Yalnız başınıza mı! Ah! Hiç şüphe yok bedbaht aklını kaçırdı. Lakin bana bakın, yokluğunuz ne kadar zaman sürecek?”
“Belki bütün gece, hemen hareket edeceğiz, herhâlde güneş doğmadan evvel dönmüş bulunuruz.”
“Şerefiniz üzerine bana vadeder misiniz ki bu heves geçtikten ve böcek işi halledildikten sonra eve döneceksiniz ve evde sizin tabibiniz gibi benim tavsiyelerimi dinleyeceksiniz?”
“Size vadederim. Şimdi hareket edelim. Çünkü kaybedecek vaktimiz yoktur.”
Müteessir bir hâlde dostuma refakat ediyordum. Saat dörtte yola çıktık. Legrand, Jüpiter, köpek ve ben. Jüpiter orakla çapaları aldı. Anladığıma göre bu aletleri efendisinin eline bırakmaktan korktuğu için bunları kendisi yüklenmek istemişti. Jüpiter, köpek tabiatında idi: Bütün seyahat müddetince melun hunfesa kelimelerinden başka, ağzından söz çıkmıyordu. Benim elimde iki hırsız feneri vardı. Legrand’a gelince; yalnız hunfesayı almakla kanaat etmişti. Böceği bir sicimin ucuna bağlamış, düğmesine raptetmiş, yürürken sihirbaz tavrı takınıyor ve böceği bağladığı iplik vücuduna sarılıyordu. Ben dostumdaki kaçıklık alametini gördükçe gözyaşlarımı güçlükle zapt ediyordum. Bununla beraber kendisine karşı muvaffakiyetle neticelenebilecek müessir bazı tedbirler alıncaya kadar dostumun deliliklerine mümaşat18 etmeyi daha muvafık görüyordum. Lakin beyhude yere bu seyahatin hedefini anlamak için dostuma sualler yöneltmekten de geri kalmıyordum. Kendisine refakat hususunda beni ikna etmişti ve artık bu kadar ehemmiyetsiz bir mevzu üzerinde benimle konuşmak istemiyor görünüyordu. Bütün suallerime yalnız “Dur bakalım, görürüz.”den başka cevap vermeye tenezzül etmiyordu.
Adanın ucundaki köyden bir kayıkla karşıki sahilin dağlık kısmına geçtik ve dağları tırmanmaya başladık. Son derece vahşi ve çıplak bir yerden geçerek kuzeybatıya doğru yola düzüldük, burada bir insanın ayak izine tesadüf etmek kabil değildi. Legrand, yolu azim ile takip ediyor ve yalnız bundan evvel kendisinin buralarda bıraktığı bazı işaretleri vakit vakit tetkik etmek üzere duruyordu.
Böylece iki saat kadar yürüdük, güneş battığı sırada şimdiye kadar gördüğümüz yerlerden nispet kabul etmez derecede daha fena bir mıntıkaya vardık. Burası eteğinden tepesine kadar ormanla örtülü, son derece sarp bir dağın tepesinde bir nevi yayla idi. Yerde gayet büyük kaya parçaları karmakarışık bir surette serpilmiş bulunuyordu. Eğer bu kayaların dayandıkları ağaçlar olmasaydı, birçoğu behemehâl aşağıdaki vadiye yuvarlanırdı. Derin vadiler muhtelif istikametlerde şuai19 bir surette uzanıp gidiyorlar ve bu manzaraya bir kat daha ihtişam ve dehşet veriyorlardı.
Tırmandığımız düzlüğün üzeri o kadar derin bir surette çalılarla kaplıydı ki orak kullanmadan kendimize bir yol açmaya imkân yoktu. Jüpiter, efendisinden aldığı emir üzerine orakla bize yol açmaya başladı. Yolumuz, sekiz on meşe ağacıyla birlikte yükselen gayet büyük bir tulipie ağacının dibine kadar götürdü. Düzlük üzerinde gayet büyük bir tulipie ağacı, etrafındaki ağaçlardan başka o zamana kadar gördüğüm bütün ağaçların şekil ve yapraklarının güzelliği, dallarının son derece inkişafı ve umum manzarasının ihtişamı itibarıyla hepsine üstündü. Vakta ki ağacın altına vardık. Legrand, Jüpiter’e döndü ve bu ağaca tırmanmaya muktedir olup olmadığını sordu. Zavallı ihtiyar bu sual üzerine biraz şaşalamış göründü. Bir müddet cevap vermedi. Bununla beraber ağacın iri gövdesine yaklaştı. Ağır ağır gövdenin etrafını dolaştı ve inceden inceye tetkik ve muayene etti. Muayeneyi bitirdiği zaman gayet tabii bir tavırla dedi ki:
“Evet mösyö, Jüp tırmanamayacağı ağaç görmemiştir.”
“O hâlde tırman; haydi, haydi! Bir hamlede! Çünkü şimdi ortalık kararacak ve ne yaptığımızı göremeyeceğiz.”
Jüpiter sordu:
“Nereye kadar tırmanmak lazım mösyö?”
“Evvela gövdeye tırman, sonra takip edeceğin istikameti sana söylerim. Ah! Bir dakika dur. Bu hunfesayı da beraber al!”
Zenci dehşetle gürleyerek bağırdı:
“Hunfesa mı? Altın hunfesa ha! Niçin bu böceği de beraberce ağaca çıkarayım ve sihirleneyim!”
“Jüp! Korkuyorsunuz. Siz ki büyük bir zenci, iri ve kuvvetli bir zencisiniz. Küçük ve zararsız bir haşereye dokunmaktan korkuyorsunuz. Hâlbuki siz onu bu sicimle götürebilirsiniz. Eğer siz onu bir suretle veya başka bir suretle götürmezseniz bu çapa ile sizin başınızı yarmak gibi elim bir mecburiyette bulunacağım.”
Utandığı için şüphesiz dost geçinen Jüp dedi ki:
“Allah’ım! Ne oluyor mösyö! Siz daima ihtiyar zencinize zarar vermek istiyorsunuz. Bu bir şakadır, işte o kadar. Ben hunfesadan korkayım ha! Hunefsaya ehemmiyet bile verdiğim yok.”
Kemal-i ihtiyat ile sicimin bir ucundan tuttu. Şimdi haşereyi kendisinden, hâlin müsait olduğu derecede uzak tutarak ağaca tırmanmaya başladı.
Tulipie yahut “liriodendron tulipiferum” Amerika’nın en güzel orman ağacı, gençliğinde şayanı dikkat bir surette düz bir gövdeye maliktir ve yan dallar çıkarmadan büyük bir irtifaya ulaşır. Lakin olgunlaştığı zaman kabuğu her yerde aynı derecede olmayarak pürüzlenir ve gövdesinden sayısız küçük, iptidai yan dallar çıkarır.
Onun için şimdiki hâlde, ağaca tırmanmak pek güç gibi görünüyordu lakin hakikatte güç değildi. Jüpiter, iri, üstüvani20 gövdeyi kolları ve dizleriyle sararak ve elleriyle yeni yetişen yan dalları tutarak ve çıplak ayaklarıyla bunlara basarak bir iki defa düşmek tehlikesi atlattıktan sonra gövdenin ilk çatal yerine ulaştı ve o andan itibaren işini bitmiş addetti. Hakikaten işin tehlikesi hiç kalmamıştı. Fakat bu esnada cesur zenci yetmiş kadem yükseklikte bulunuyordu.
Sordu:
“Şimdi hangi tarafa gideyim Mösyö Wil?”
Legrand “Bu taraftaki kalın dalı takip et.” dedi.
Zenci hemen itaat etti ve görülüşe nazaran çok zahmet çekmiyordu. Çıktı, pek yükseklere tırmandı, o suretle ki sonunda toplanmış olduğu hâlde tırmanan vücudu yaprakların içinde kayboldu. Artık hiç görünmüyordu. O zaman uzaktan sesi duyuldu; haykırıyordu:
“Daha nereye kadar çıkayım?”
Legrand sordu:
“Ne kadar yüksektesin?”
Zenci cevap verdi:
“O kadar yüksekte, o kadar yüksekteyim ki ağacın tepesinden gökyüzünü görebiliyorum.”
“Gökyüzü ile uğraşma! Yalnız benim söylediklerime dikkat et! Ağacın gövdesine bak, bu tarafta, senden aşağıda kaç dal var, kaç dalı geçtin?”
“Bir, iki, üç, dört, beş. Bu tarafta beş büyük dal geçtim mösyö.”
“O hâlde bir dal daha çık.”
Birkaç dakika sonra zencinin sesi yeniden işitildi; yedinci dala ulaşmıştı. Legrand göze çarpan bir heyecan içinde haykırdı:
“Jüp! Şimdi bulunduğun dalın üzerinde mümkün olduğu kadar uzağa gitmenin çaresine bak. Eğer garip bir şey görürsen bana haber ver!”
Bu andan itibaren zavallı dostumun aklını oynattığına dair zihnimdeki en ufak şüphe bile ortadan kalktı. Artık onun tamamen deli olduğuna kani olmamak benim için kabil değildi. Onu eve döndürmek için nasıl bir çare bulunacağı beni cidden endişeye düşürmeye başlamıştı. Ben ne yolda hareket etmem lazım geldiğini düşündüğüm sırada, Jüpiter’in sesi yeniden duyuldu:
“Bu dalın üzerinde daha ileri gitmeye korkuyorum. Bu dal hemen bütün boyunca kurumuş bir daldır.”
Legrand helecandan titreyen bir sesle bağırdı:
“Doğru mu söylüyorsun? Bu ölmüş bir dal mı Jüpiter?”
“Evet mösyö, kapının eski çivisi gibi kurumuş ve çürümüş bir dal mösyö. Bunun işi bitmiş, tamamıyla ölmüş.”
Legrand hakiki bir yeisin pençesinde kıvranır gibi haykırdı:
“Aman Allah’ım! Şimdi ne yapmalı?”
Ben makul bir söz söylemek fırsatını bulduğum için sevinerek dedim ki:
“Yapacak şey, eve dönmek ve yatmaktır. Haydi, geliniz! Beni dinleyiniz arkadaş! Vakit geç oldu, sonra vaadinizi unutmayınız!”
Legrand beni hiç dinlemeyerek haykırdı:
“Jüpiter! Beni işitiyor musun?”
“Evet Mösyö Will, sizi pek iyi işitiyorum.”
“Şimdi bıçağınla ağacı yokla ve tamamıyla çürümüş olup olmadığını bana söyle?”
Zenci hemen cevap verdi:
“Çürümüş mösyö, oldukça çürümüş lakin son dereceye gelmemiş. Ben dalın üstünde biraz daha ilerleyebilirim. Lakin yalnız olarak.”
“Yalnız olarak mı? Ne demek istiyorsun?”
“Hunfesadan bahsetmek istiyorum. O, çok ağır. Eğer önce onu elimden bırakırsam dal, yalnız başına bir zencinin ağırlığını biraz daha çekebilir.”
Legrand pek ziyade müsterih olmuş gibi haykırdı:
“Uçarı çapkın! Bana ne budalaca şeyler söylüyorsun! Eğer haşereyi düşürürsen kafanı koparırım! Jüpiter! Dikkat et! Beni işitiyorsun değil mi?”
“Evet mösyö! Zavallı bir zenci bu muameleye değmez.”
“Pekâlâ! Şimdi beni dinle. Tehlikesizce ve hunfesayı bırakmadan dalın üzerinde son hadde kadar ilerleyebilirsen aşağı iner inmez sana bir gümüş dolar hediye ederim.”
Zenci alelacele cevap verdi:
“Gidiyorum Mösyö Will, işte vardım. Dalın hemen ucundayım.”
Legrand pek ziyade yumuşamış bir hâlde bağırdı:
“Dalın uçundayım mı demek istiyorsun?”
“Neredeyse ucuna geleceğim mösyö. Oh! Oh! Oh! Aman Allah’ım ağacın üzerinde ne var?”
Legrand son derece sevinerek bağırdı:
“Ey! Orada ne var?”
“Ne olacak, bir kafatası! Birisi ağacın üstünde başını bırakmış. Kargalar da etlerini tamamıyla gagalamışlar.”
“Bir kafatası mı diyorsun? Orada nasıl duruyor? Ne ile tutturulmuş?”
“Oh! İyi tutmuş. Lakin görmeli. Ah vallahi bu tuhaf şey! Kafatasında büyük bir çivi var. İşte kafatasını bu çivi ağaçta tutuyor.”
“Pekâlâ, şimdi, Jüpiter sana söyleyeceklerimi yap. Beni işitiyor musun?”
“Evet mösyö!”
“İyi, dikkat et… Kafatasının sol gözünü bul!”
“Oh, oh, işte tuhaf bir şey! Kafanın hiç sol gözü yok!”
“Melun, ahmak! Sağ elini, sol elinden ayırmasını bilir misin?”
“Evet bilirim. Bütün bunları biliyorum, sol elim odun yardığım eldir.”
“Şüphesiz. Sen solaksın. Sol gözün sol elinin bulunduğu taraftadır. Şimdi zannederim ki kafatasının sol gözünü yahut sol gözünün yerini bulabilirsin. Buldun mu?”
Uzun bir zaman geçti. Nihayet zenci sordu:
“Kafatasının sol gözü, kafatasının sol elinin bulunduğu tarafta mı? Lakin kafatasının sol eli mevcut değil. Fakat zararı yok! Ben sol gözü buldum. Şimdi ne yapayım?”
“Hunfesayı delikten geçir, mümkün olduğu kadar aşağıya sarkıt. Lakin ipin ucunu bırakmamaya dikkat et.”
“İşte, dediğinizi yaptım Mösyö Will! Hunfesayı delikten geçirmek kolay bir şey. Bakınız! Aşağıya sarkıttım.”
Bu konuşma esnasında Jüpiter’in kendisi görünmüyordu. Lakin iple aşağı sarkıttığı haşere, şimdi ipin ucunda görülüyor ve batan güneşin son şualarıyla esmerleşmiş altın yuvarlak gibi parlıyor ve bu şuaların birkaçı da üzerinde bulunduğumuz tümseği aydınlatıyordu. Hunfesa aşağı uzatılırken dalların arasından çıkıyordu. Eğer Jüpiter ipi bıraksaydı tam ayak ucumuza düşecekti. Legrand hemen orağı aldı. Hunfesanın üst tarafından üç dört yardalık yerdeki dalları dairevi bir açıklık teşkil edecek surette kesti. Bu işi bitirdikten sonra, ipi bırakıp ağaçtan inmesini Jüpiter’e emretti.
Dostum pek büyük bir itina ile toprağa bir kazık çaktı. Bu kazık hunfesanın tam düştüğü noktaya çakılmıştı. Sonra cebinden bir ölçü şeridi çıkardı. Bu şeridin bir ucunu ağaç gövdesinin kazığa en yakın mahalline raptetti. Şeridi kazığa kadar açtı. Kazıkla ağaç gövdesi istikametinde şeridi uzatmaya devam etti ve elli kadem mesafeye kadar uzattı. Bu esnada Jüpiter orakla çalıları kesiyordu. Elli kadem uzattıktan sonra dostum vardığı noktaya ikinci bir kazık çaktı. Bu kazık merkez olmak üzere etrafına takriben dört kadem çapında bir daire çizdi. O zaman bir bel yakaladı Jüpiter’e. Bir tane de bana verdi. Mümkün olduğu kadar süratle kazmamızı rica etti.
Açık söyleyeyim: Böyle bir eğlence benim hiç hoşuma gitmiyordu ve şimdiki hâlde bunu yapmak istemiyordum çünkü gece olalı hayli zaman olmuştu. Ben de yaptığım hareketlerle oldukça yorulmuştum. Lakin bundan kurtulmak için hiçbir çare göremiyor ve zavallı dostumun harikulade sükûnetini bir ret ile ihlal edeceğim diye titriyordum. Eğer Jüpiter’in yardım edeceğinden emin olabilseydim mecnunu cebren evine götürmekte tereddüt etmezdim. Lakin ihtiyar zencinin ahlakını çok iyi biliyordum. Efendisiyle herhangi bir mücadelede ondan yardım bekleyemezdim. Legrand’ın güneylilerdeki define bulmak vehmiyle dimağının bozulmuş olduğunda ve bu vehmin, bulunan altın hunfesa ile belki de Jüpiter tarafından bu hunfesanın hakiki altın olduğunun iddia edilmesiyle kuvvetlenmiş bulunduğunda şüphem yoktu. Delirmiş bir dimağ böyle bir telkine; hususiyle bu tevafuk zihninin evvelce saplanmış olduğu bir fikre muvafık gelirse pekâlâ kapılabilirdi. Sonra zavallı adamın hunfesa hakkında servet alameti diye irat ettiği nutku hatırlıyordum. Bundan başka son derece endişeli ve mütereddit idim. Lakin nihayet canım sıkılmakla beraber arzusuna uygun davranmaya karar verdim. Gayretle kazmaya ve vehimli arkadaşıma, tahayyüllerinin beyhudeliğini mümkün olduğu kadar çabuk olarak ve kendi gözüyle göstererek onu ikna etmeye azmettim.
Fenerleri yaktık. Jüpiter’le birlikte daha makul bir işe layık bir gayretle kazmaya başladık. Fenerlerin aydınlığı bazen bizi, bazen belleri aydınlattığı sırada teşkil ettiğimiz grubun gayet garip bir şey olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Eğer tesadüfen aramıza biri gelip de bizi bu hâlde görseydi çok garip ve çok şüpheli bir iş gördüğümüze hükmederdi.
İki saat büyük bir gayretle kazdık. Az konuşuyorduk. Başlıca sıkıntımız işimizle pek ziyade alakadar olan köpeğin havlaması idi. İşin sonunda gürültüsü o kadar çoğaldı ki civarda dolaşanlardan birinin yanımıza gelmesinden korkmaya başladık. Bizden ziyade Legrand böyle bir şeyden çekiniyordu. Çünkü bana gelince serseriyi eve götürmek fırsatını bana temin edecek her kesintiden pek ziyade memnun olacaktım. Nihayet gürültü Jüpiter sayesinde kesildi. Jüpiter hiddetle çukurdan fırladı ve pantolon askısıyla hayvanın ağzını bağladı. Sonra muzafferce bir güldü. Vakur bir tavır alarak işine döndü.
İki saat sonra kazdığımız çukur beş kadem derinliğe inmişti. Hiçbir define alameti görülmüyordu. Hepimiz biraz oturduk. Ben maskaralığın sona ermek üzere olduğunu tahmin etmeye başladım. Bununla beraber Legrand şüphesiz pek şaşırmış olmasına rağmen düşünceli bir hâlde alnını sildi; tekrar bele yapıştı. Açtığımız çukur, dört kadem çapındaki dairenin bütün çevresini işgal etmişti. Biz bu hududu biraz yani iki kadem aştık. Hiçbir şey meydana çıkmadı. Benim altın arayıcıma cidden acıyordum. Nihayet simasında en feci bir ümitsizlikle çukurdan fırladı. Sanki teessüf ediyormuş gibi işe başlamadan çıkarmış olduğu elbisesini giymeye başladı. Bana gelince bir mülahazada bulunmaktan sakınıyordum. Jüpiter, efendisinin bir işareti üzerine aletleri toplamaya koyuldu. Bu iş bitince köpeğin ağzı açıldı. Derin bir sükût içinde yola düzüldük.
Ancak on iki adım kadar yürümüştük. Legrand dehşetli bir küfür savurdu; Jüpiter’in üzerine atıldı. Boğazını tuttu. Legrand heceleri söylerken dişlerinin arasından ıslıklar çıkararak haykırıyordu: