Читать книгу İşitilmedik Hikâyeler (Эдгар Аллан По) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
İşitilmedik Hikâyeler
İşitilmedik Hikâyeler
Оценить:
İşitilmedik Hikâyeler

5

Полная версия:

İşitilmedik Hikâyeler

Dedim ki:

“Böyle bir mülahaza beni hayrete düşürecek bir şeydir. Bütün dünya bunu doğru bulmaz. Birçok asırların olgun bir hâle getirdiği bir fikri tabii hiçe saymak istemiyorsunuz. Riyazi4 muhakemeye çoktan beri en hakiki muhakeme tarzı nazarıyla bakılmaktadır.”

Dupin, Chamfort’un bir sözünü naklederek cevap verdi:

“Bahse girişilecek bir hakikattir ki her umumi fikir, edinilen her umumi kanaat bir budalalıktır. Çünkü bu fikirler, bu kanaatler alelade insanların kanaatleridir. Teslim ederim ki matematikçiler bu söylediğiniz umumi yanlışlığı genelleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Her ne kadar bu hatalar bir hakikat gibi ilan edilmişlerse de tamamıyla hatadan başka bir şey değildirler. Mesela: Daha iyi bir davaya layık bir maharetle onlar, bizi cebir muamelelerine ‘tahlil’ tabirini tatbik ettirmeye alıştırmışlardır. Bu ilmî hilekârlıkla en ziyade suçlanan Fransızlardır. Lakin lisanda tabirlerin hakiki bir ehemmiyeti olduğu kabul edilir ve kelimelerin kıymet-i sureti kullanımlarına göre takdir olunursa… Oh, o zaman Latince ‘ambitus’ (ambition) kelimesi, ‘ihtiras’ kelimesini; ‘religio’ (religion) kelimesi ‘din’ kelimesini; ‘homines konesti’ (honorablas) tabiri ‘haysiyetli’ insanlar sınıfını nasıl ifade ederse ‘tahlil’ (analyse) kelimesi de ‘cebir’i öyle ifade eder.”

Dedim ki:

“Görüyorum ki siz Paris’in birçok cebircileriyle mücadele edeceksiniz fakat devam ediniz.”

“Ben, soyut mantıktan başka herhangi hususi bir usul ile yürütülen muhakemenin sıhhatini ve binaenaleyh neticelerini inkâr ederim. Hususiyle riyazi bir usul ile yapılan muhakemeyi kabul etmem. Matematik, şekillerle miktarların ilmidir. Riyazi muhakeme basit mantığın şekle ve miktara tatbikinden başka bir şey değildir. Asıl büyük hata, tamamıyla cebrî hakikat denilen şeyleri umumi ve soyut hakikatler diye farz etmektedir. Bu hata o kadar büyüktür ki bunun umumi bir surette kabul edildiğini gördükçe hayretler içinde kalıyorum. Riyazi mütearifeler5 umumi hakikatleri ifade eden mütearifeler değildir. Miktar ve şekil itibarıyla hakikat olan bir şey mesela ‘ahlak’ta ekseriya fahiş bir hatadır. Bu son ilimde umumiyetle parçaların toplamı bütüne eşittir mütearifesi yanlıştır. Kimyada da bu mütearife hatalıdır. Aynı veçhile muharrik makinelerin takdiri için de yanlıştır. Çünkü muayyen iktidarda iki makine müştereken bir iş için kullanılsa bunların hasıl ettikleri iktidar behemehâl o iki makinenin tek başına haiz oldukları iktidarların toplamına eşit olmak lazım gelmez. Daha birçok riyazi hakikatler vardır ki ancak bir dereceye kadar doğrudurlar. Lakin matematikçiler muhakemelerini tashihi gayri kabil bir surette -sanki umumi ve kati bir tatbik kabiliyetleri varmış gibi- kendi ‘mutlak hakikat’lerine tevfik ediyorlar. Vakıa herkes de onları “mutlak hakikat” telakki ediyor. Briyant, ‘Mitoloji’ isimli şayanı dikkat kitabında bu hataların menşesini gösteriyor, diyor ki: ‘Putperestlik masallarına kimse inanmamakla beraber sanki canlı hakikatlermiş gibi mütemadiyen onlardan sonuçlara varacak kadar kendimizi unutuyoruz. Vakıa bizzat putperest olan cebircilerimiz bazı putperest masallarına inanıyor ve onlardan neticeler çıkarıyorlar. Bunun sebebi kendilerini unutmaktan ziyade anlaşılmaz bir zihin karışıklığıdır. Hülasa ben hakiki hiçbir matematikçi görmedim ki karekökleriyle eşitliklerinin haricinde kendisine itimat caiz olsun. Bir tek matematikçi görmedim ki ‘Px+x2’nin kati ve bila şart ‘q’ya eşit olduğuna gizlice iman etmiş olmasın. Eğer hoşunuza giderse tecrübe için bu efendilerden birisine ‘Px+x2’nin behemehâl ‘q’ya eşit olmaması ihtimali olduğuna inandığınızı söyleyiniz ve ne söylemek istediğinizi ona anlattığınız zaman onun kolunun yetişeceği yerden mümkün olduğu kadar süratle uzaklaşınız çünkü şüphesiz sizi tepelemeye çalışacaktır.’ ”

Son mülahazaları üzerine gülmemi zapt etmeye gayret ettiğim sırada Dupin sözüne devam ederek dedi ki:

“Demek istiyorum ki eğer nazır bir matematikçi olsaydı polis müdürü bana verdiği senedi imza etmeye mecbur olmazdı. Ben nazırı bir matematikçi ve bir şair olarak tanıyordum. Onun için nazırın bulunduğu hâl ve mevkiyi nazar-ı itibara alarak onun kabiliyetine göre tedbirlerimi aldım. Ben biliyordum ki bu bir saray adamı ve azimkâr bir entrikacıdır. Böyle bir adamın muhakkak surette polisin faaliyetini haber alacağını ve polisin kendine hazırladığı tuzağı tabii evvelden tahmin etmiş bulunacağını düşündüm. Hadiseler de bunu ispat etti. Kendi kendime ‘Evinde yapılacak araştırmaları da evvelden hesap etmiştir.’ dedim. Polis müdürünün gelecekte muvaffakiyetine yardımcı telakki ettiği o sık sık gece kaybolmalarına ben, polisin mektubun evde olmadığına kani olması için serbestçe araştırmaları kolaylaştırmak üzere yapılmış bir hile nazarıyla bakıyordum. Yine hissediyordum ki araştırmalar hâlinde polisin değişmeyen prensiplerine ilişkin bütün o düşünceler silsilesi -size bunu şimdi güçlükle anlatabilirim- işte bu düşünceler silsilesi tabiatıyla nazırın zihninden geçmişti. Bu hâlin onu, bütün bayağı ‘saklanacak yerlerden’ vazgeçmeye mecbur etmesi tabii idi. Bu adam, evindeki en karışık, en derin ‘saklanacak yerlerin’ polis müdürü tarafından kullanılan büyüteçler, burgular, sondalar karşısında, bir oda methali veya bir dolap kadar kolay keşfedilecek yerler olduğunu anlamayacak derecede akılsız olmayacağı şüphesizdi. Hülasa ben görüyordum ki onun, tabii bir meyle kapılmayınca gayet sade bir yol takip etmesi icap ederdi. Ben bu sırrın polis müdürünü bu kadar aciz bırakması ihtimal ki pek açık ve sade olmasından mütevellit olduğunu söylediğim zaman müdür nasıl bir kahkaha koparmıştı, hatırlarsınız.”

Dedim ki:

“Evet, kahkahasını pekâlâ hatırlıyorum. Hakikaten kendisine sinir nöbeti geliyor zannetmiştim.”

Dupin devam etti:

“Maddi âlem tamamı tamamına gayrı maddi âleme benzerliklerle doludur, işte bir istiare6 veya bir mukayesenin bir delili kuvvetlendireceği ve bir tavsifi güzelleştireceği hakkındaki edebî kanaate hakikat rengi veren de bundan başka bir şey değildir. Mesela: Atalet kuvveti prensibinin fizikî ve metafizikî mahiyetleri birbirinin aynıdır. Büyük cisimler küçük cisimlerden daha güç hareket ettirilir. Ve hareketin miktarı bu müşkülatla mütenasiptir. İşte şu söyleyeceğim misalde hareketin miktarı ne kadar müspetse, müşkülat da o kadar mümasildir: Büyük bir istidat sahibinin şuuru, o kadar istidadı olmayanların şuuruna nispetle daha şiddetli, daha sabit ve faaliyet itibarıyla daha arızalıdır. Hâlbuki istidadı az olanların şuurları, daha güçlükle faaliyete geçer ve daha ziyade tereddüt içinde bocalar. Diğer misal: Farkında mısınız? Mağaza levhaları içinde en ziyade nazarıdikkati celbeden hangileridir?”

“Buna dikkat etmek hiç aklıma gelmedi.” dedim.

Dupin devam etti:

“Bir ‘bulmaca’ oyunu vardır. Bu, bir coğrafya haritasıyla oynanır. Oyunculardan biri diğerine herhangi bir kelime, mesela bir şehir, bir nehir, bir hükûmet veya bir imparatorluk ismi tutmasını rica eder. Hülasa haritanın rengârenk ve karışık sahası içinde herhangi bir kelime tutulur. Oyunun acemisi olan bir kimse genellikle karşısındakinin kolay bulamaması için haritada en küçük harflerle yazılmış isimleri tutar. Hâlbuki oyunda mahir olanlar haritanın bir ucundan öbür ucuna kadar uzanan büyük harflerle yazılmış kelimeleri seçerler. İşte büyük harflerle yapılan ilanlar gibi bu harflerle yazılan kelimeler de son derece meydanda olmaları dolayısıyla gözden kaçarlar. Burada da maddi unutkanlık; müptezel ve göze girecek kadar meydanda ve el ile tutulacak bir hâlde olan mülahazaları gözden kaçıran bir fikrin manevi dikkatsizliğine tamamıyla mümasildir. Lakin öyle görünür ki bu durum polis müdürünün zekâsının biraz altında veya üstünde bir durumdur. O, nazırın mektubunu, herhangi bir şahsın görmesine mâni olmak için herkesin gözüne sokacağını hiçbir zaman imkân ve ihtimal dâhilinde zannetmedi.

Lakin ben D…’nin cüretkâr, seçkin ve parlak fikrini ve mektubu istediği zaman kullanmak üzere daima el altında bulundurmak mecburiyetinde olduğunu ve polis müdürünün bize verdiği kati tafsilat üzerine mektubun alelade ve usulü dairesinde yapılan araştırmalar sahasında olmamasının tabii bulunduğunu ne kadar düşündümse o kadar kani oldum ki nazır mektubunu gizlemek için dünyanın en mahirce, en geniş bir çaresine tevessül ederek onu saklamak teşebbüsünde bile bulunmayacaktır.

Bu düşünceler üzerine gözüme yeşil camlı bir gözlük uydurdum ve bir sabah bir tesadüf eseri imiş gibi nazırın konağına gittim. D…’yi evinde buldum. Esniyor, avare avare dolaşıyor ve son derece canı sıkıldığını iddia ediyordu. D… belki bugünün hakikaten en kudretli adamlarından biridir. Lakin bu kudret kendisini kimsenin görmediğine emin bulunduğu zamana mahsustur.

Ondan geri kalmamak için gözlerimin zaafından ve gözlük takmak mecburiyetinde bulunduğumdan şikâyet ettim. Lakin gözlük camlarının arkasından bütün apartmanı dikkatle ve inceden inceye teftiş ediyor, aynı zamanda ev sahibi ile konuşmaya dalmış gibi görünüyordum. Bilhassa onun önünde oturduğu geniş bir yazı masasına dikkat ediyordum. Bu, masanın üstünde birtakım mektuplar, kâğıtlar karmakarışık duruyor ve bir de bir iki musiki aleti ve birkaç kitap bulunuyordu. Uzun bir tetkikten sonra burada şüphelerimi uyandıracak hususi hiçbir şey görmedim.

Nihayet odayı gözden geçirirken gözüm dantele ile süslenmiş pek adi bir kart cüzdanına ilişti. Bu, kart cüzdanı kirli bir mavi kurdele ile ocak siperinin üstünde küçük bir düğmeye asılmıştı. Üç dört gözü olan bu kart cüzdanının gözlerinde beş altı kartvizit ve tek bir mektup vardı. Bu mektup pek ziyade buruşmuş, kirlenmiş ve sanki kıymetsiz bir şey imiş de önce yırtılıp atılmak istenmiş lakin sonra vazgeçilmiş gibi ortasından ikiye ayrılacak derecede yırtılmıştı. Mektubun üzerinde gayet aşikâr görünen ‘D…’ markasıyla geniş bir siyah mühür vardı. Adres nazıra hitaben yazılmıştı. Yazı gayet ince bir kadın yazısı idi. Sanki ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi gelişigüzel kart cüzdanının üst gözüne atılıvermişti.

Gözüme ilişir ilişmez aradığım mektubun bu olduğuna hükmettim. Görünüşte tabii polis müdürünün bize o kadar inceden inceye tarifini okuduğu şekilden büsbütün başka idi. Burada mühür geniş ve siyah ve aynı zamanda ‘D…’ markasını taşıyordu. Öteki tarifte ise mühür küçük, kırmızı ve dukalığın aile markası olan ‘S…’ harfini taşıyor olması lazımdı. Burada adres gayet ince bir kadın yazısıyla nazıra yazılmıştı. Tarifte ise cüretli, azimkâr bir el ile bir haşmetpenaha yazılmış bulunacaktı. İki mektup yalnız ebat itibarıyla birbirine benziyordu. Lakin neticede esas olan bu mübalağalı fark, yani kâğıdın kirliliği ve hazin hâli, buruşukluğu ve yırtıklığı D…’nin o kadar intizamperver olan hâliyle bir tezat teşkil ediyordu ve gösteriyordu ki bundan maksat bunu tamamıyla kıymetsiz bir vesika şeklinde göstererek bir meraklıyı aldatmaktı. Ziyaretçilerin gözü önünde bırakılmış olmasını, benim evvelce ettiğim muhakemeden aldığım neticelerle karşılaştırınca diyordum ki bütün bunlar, şüphe üzerine eve gelen bir kimseyi aldatmak için yapılmış olduklarını teyit eder.

Ziyaretimi, mümkün olduğu kadar uzattım ve nazırın daima şiddetle alakadar olduğunu bildiğim bir nokta hakkında onunla gayet hararetli bir mübahaseye7 giriştim. Mütemadiyen gözümü mektuptan ayırmıyordum. Bir taraftan bu tetkikatı yaparken bir taraftan da mektubun haricî manzarasını ve kart cüzdanındaki vaziyetini düşünüyordum. İşin sonunda öyle bir keşif yaptım ki zihnimdeki en ufak bir şüphe bile zail oldu. Kâğıdın kenarlarını tetkik ederken bunların gayritabii bir surette tarazlanmış olduklarını gördüm. Kırılan bir mukavvanın kenarlarına benziyordu. Sanki mukavva bir ‘kâğıt kesecek’le bükülmüş, sonra aynı hat üzerinde tekrar kıvrılmıştı. Bu keşif benim için kâfiydi. Mektubun bir eldiven gibi tersine çevrildiği, tekrar bükülüp tekrar mühürlendiği meydanda idi. Birdenbire nazırı selamladım ve altın bir sigara tabakasını masasının üzerinde kasten unutarak ayrıldım.

Ertesi sabah sigara tabakasını aramak için tekrar geldim. Bir gün evvelki konuşmaya tekrar hararetle başladık. Lakin konuşma başladığı sırada konağının penceresinin altında gayet kuvvetli bir silah sesi duyuldu. Silah sesinden sonra halkın çığlığı ve küfürleri aksetti. D… pencereye koştu. Açtı ve sokağa baktı. Ben o anda kart cüzdanına doğru gittim. Mektubu aldım. Cebime koydum ve onun yerine haricî manzarası tamamıyla mektubun aynı olan diğer bir mektup koydum. Ben bu mektubu evimde büyük bir özenle hazırlamış ve ona ekmek içinden yaptığım ‘D…’ markasını basmıştım.

Sokaktaki gürültü, silahlı bir kaçığın aklına eserek bir kadın ve çocuk kalabalığı içinde silahını boşaltmasından ileri gelmiş lakin silahta kurşun olmadığı için ona bir kaçık, bir meczup ve bir sarhoş nazarıyla bakılarak yoluna devam etmesine müsaade edilmişti. Adam gidince D… pencereden çekildi. Ve kıymetli mektubun cebimde olduğunu bir daha kontrol ettikten sonra hemen ben de onu takip ettim. Biraz sonra da ondan ayrıldım. Deli zannolunan adam tarafımdan para ile tutulmuştu.”

Dostuma sordum:

“Maksadınız ne idi ki aldığınız mektubun yerine bir sahtesini koydunuz? İlk ziyaretinizde mektubu alıp, hiçbir tedbire müracaat etmeden çıkıp gitmeniz daha sade olmaz mıydı?”

Dupin cevap verdi:

“D…, her şeyi yapabilen bir adamdır. Sonra da sağlam bir adamdır. Zaten konağında kendine sadık hizmetçileri var. Eğer sizin söylediğiniz garip hareketi yapmış olsaydım evinden sağ çıkmazdım. Paris ahalisi artık benden bahsolunduğunu işitmezlerdi. Lakin bu mülahazaları bir tarafa bırakalım, benim hususi bir maksadım vardı. Siz, benim siyasi temayüllerimi bilirsiniz. Bu işte ben mevzubahis kadının taraftarı sıfatıyla hareket ettim. İşte on sekiz aydır ki nazır onu avucu içinde tutuyor. Şimdi de o kadın, nazırı hükmü altına almıştır. Çünkü nazır mektubun artık kendi evinde olmadığını bilmiyor. Mutadı olan şantajına yine başlamak isteyecek ve behemehâl bu teşebbüs siyaseten yıkılmasına sebep olacak. Düşüşü de pek çabuk ve pek maskaraca vukuya gelecektir. Açıkça inmenin çıkmaktan daha kolay olduğu söyleniyor. Lakin tırmanmak hususunda Catalani’nin terennüm hakkındaki sözü söylenebilir: ‘Çıkmak, inmekten daha kolaydır.’ Bu işte benim düşecek olan D…’ye hiçbir meylim hatta merhametim yoktur. Bu seciyesiz bir dâhidir. Bununla beraber, size itiraf edeyim ki polis müdürünün herhangi bir kimse dediği zat tarafından nazıra meydan okuyup da nazırın, kart cüzdanına bıraktığım mektubu açmaya mecbur olduğu zaman neler düşüneceğini iyice öğrenmek isterim.”

“Nasıl! Siz o mektuba başka bir şey mi yazdınız?”

“A canım! Mektubun içini tamamıyla boş bırakmanın pek de muvafık olamayacağını zannettim. Çünkü bu ona bir hakaret olacaktı. Vaktiyle D…, Viyana’da bana fena bir oyun oynadı. Ben de ona tamamıyla latife tarzında, bu oyunu unutmayacağımı söyledim. Bunun için bu defadaki oyunu kendisine kimin oynadığını öğrenmek isteyeceğini bildiğimden ona herhangi bir emare bırakmamak yazık olur diye düşündüm. D…, benim yazımı pek iyi tanır. Ben de sahifenin tam ortasına şu kelimeleri yazdım:

Bu derece meşum bir suiniyetAtre’ye değilse Tiyest’e layık 8

Siz bu mısraları Crebillon’nun ‘Atre’sinde bulursunuz.

ALTIN BÖCEK

Birkaç sene evvel Mister William Legrand’la sıkı dost olmuştum. Bu eski bir Protestan ailesindendi. Vaktiyle zengin imiş. Lakin bir sıra felaketler onu sefalete, zarurete düşürmüş; felaketlerinin sebep olacağı zilletten kaçınmak için ecdadının memleketi olan New Orleans’ı terk etmiş; Güney Carolina’de, Charleston civarındaki Sullivan Adası’nda oturmaya başlamıştı.

Bu ada en garip adalardan biridir. Denizin kumlarından teşekkül etmiştir. Takriben üç mil uzunluğundadır. Enliliğine gelince ancak bir meylin dörtte biri kadardır. Karadan görünür görünmez bir boğazla ayrılmıştır. Bu boğazın suları bir saz kütlesi arasından süzülür. Sazlık karatavukların mutat karargâhıdır. Adada tenebbüt9 tahmin edileceği üzere pek fakirdir yahut daha doğrusu cüce ve cılızdır. Orada biraz yükselmiş ağaç yoktur. Adanın batı müntehasında10 Moultrie istihkâmının yükseldiği ve sefil birkaç ahşap barakanın bulunduğu mahalde vakıa birkaç cüce hurma ağacı vardır. Buradaki barakalar yazın Charleston’un tozundan, sıtmasından kaçan kimselerin meskenleridir. Adanın bu batı ucu müstesna olmak üzere sıkıntılı ve beyazımtırak bir saha deniz kenarını kuşatır. Kenarı, sık bir çalılık ve İngiliz bahçıvanlarının o kadar itibar ettikleri kokulu mersinlerle örtülüdür. Çoğu ağacın boyu, on beş yirmi kademi geçmez. Bunlar orada hemen geçilmez bir baltalık teşkil eder; havayı koku ile doldururlar.

Bu baltalığın en derin yerinde, adanın doğu müntehasında Legrand bizzat bir kulübe yapmıştı ve ben kendisiyle ilk defa tanıştığım zaman burada oturuyordu. Bu tanışma kısa bir zamanda dostluğa inkılap edecek derecede olgunlaştı. Çünkü muhakkak bu aziz münzevide alaka ve hürmet uyandıran bir hâl vardı. Onda kuvvetli bir terbiye gördüm. Bu terbiye, herkeste görülmeyen ruhi kabiliyetlerle bir kat daha kuvvet bulmuştu. Lakin merdümgirizlik11 bunu ihlal ediyor ve fena hâlde üst üste melankoli ve heyecan nöbetleri geçiriyordu. Evinde birçok kitap olmakla beraber bunlarla nadiren meşgul oluyor; başlıca eğlencesi balık avlamak ve sahilde mersin ağaçları arasında dolaşarak deniz hayvanları kabuklarını aramak ve haşerat toplamaktan ibaret bulunuyordu. Onun haşerat koleksiyonu Hollandalı meşhur Swammerdamm’ı hasede düşürecek derecede mükemmeldi. Ekseriya gezintilerinde Jüpiter isminde ihtiyar bir zenci ona refakat ediyordu. Bu zenci, aile felakete uğramadan evvel azat edilmiş lakin ne tehditler ne vaatler ona efendisini terk ettirememişti. Onu her yerde takip etmeyi kendisi için bir hak addediyordu. İhtimal ki Legrand’ın ailesi onun aklında biraz bozukluk olduğuna hükmederek firarinin yanında bir nevi bekçi olsun diye Jüpiter’in inadını teyit etmişlerdi.

Sullivan Adası’nın arz derecesinde kışlar nadiren şiddetli olur. Bununla beraber 18.. senesi ekiminin ortalarına doğru bir gün çok şiddetli bir soğuk oldu. Tam güneş batmazdan evvel baltalık içinden geçerek dostumun kulübesine gittim. Kendisini birkaç haftadan beri görmemiştim. O vakit ben adadan dokuz mil uzakta Charleston’da oturuyordum. Adaya gidip gelmek bugünkü kadar kolay değildi. Kulübeye gelince âdetim üzere kapıya vurdum. Cevap alamadığım için nerede saklandığını bildiğim anahtarı aradım. Kapıyı açtım, içeri girdim. Ocakta güzel bir ateş yanıyordu. Bu şüphesiz, beklenilmeyen fakat çok hoş bir tesadüftü. Paltomu çıkardım, alev alev yanan ateşin yanına bir koltuk sürdüm. Kemal-i sabırla ev sahiplerinin geri dönüşünü bekledim.

Gece olduktan biraz sonra onlar da geldiler. Ve bana pek samimi bir kabul gösterdiler. Gülerken ağzı kulaklarına varan Jüpiter uğraşıyor ve akşam yemeği için bir karatavuk yemeği hazırlıyordu. Legrand kendi heyecan nöbetlerinden birine tutulmuştu. Hakikaten buna başka ne denilebilirdi? O, istiridye cinsinden görülmemiş bir hayvan bulmuştu. Bu, yeni bir cins teşkil ediyordu. Daha iyisi Jüpiter’in yardımıyla tamamen yeni zannettiği bir hunfesa avlamıştı.12 Bu böcek hakkında ertesi sabah benim fikrimi öğrenmek istiyordu. Ateşin karşısında ellerimi ovuşturarak ve içimden Bütün hunfesa nevilerini şeytanlar götürsün! diyerek sordum:

“Niçin yarın sabah da bu akşam değil?”

Legrand dedi ki:

“Ah! Sizin burada olduğunuzu bilmiş olsaydım! Lakin sizi çoktan beri görmedim. Tam bu gece beni ziyaret edeceğinizi nasıl tahmin edebilirdim. Kulübeye gelirken İstihkâm Zabiti Mülazım G…’ye tesadüf ettim, büyük bir gafletle böceği ona ödünç olarak verdim. O suretle ki böceği yarın sabahtan önce görmeniz kabil olmayacak. Bu gece burada kalınız, sabah güneş doğar doğmaz Jüpiter’i gönderir, aldırırım; bu, Hakk’ın en büyüleyici bir mahluku.”

“Ne? Güneş doğar doğmaz mı?”

“Hayır, ah ne diyecektim! Hunfesa, parlak altın renginde, iri bir ceviz büyüklüğündedir, sırtının en nihayetinde siyah kehribar renginde iki leke var. Üçüncü bir leke de ötekine doğru uzanmış. Lamiselerine13 gelince…”

Jüpiter sözünü keserek dedi ki:

“Üzerinde kalay yok Mösyö Will! Hunfesa altın bir böcek. Bir ucundan öbür ucuna kadar som altın. Ben ömrümde bunun yarısı kadar bir hunfesa görmedim.”

Bana öyle geldi ki, Legrand vaziyetin icap ettiği dereceden daha sert bir tarzda cevap verdi:

“Pekâlâ! Tutalım ki haklısınız. Lakin bir pire için bir yorgan yakılır mı? Haşerenin rengi (bana dönerek) Jüpiter’in fikrini doğru telakki ettirebilir, siz bu hayvanın kanatlarındakinden daha ziyade madenî parlaklığı hiçbir yerde görmemişsinizdir. Lakin bunu ancak yarın anlayabilirsiniz. O vakte kadar haşerenin şekli hakkında bir fikir vermeye çalışacağım.”

Söz söylediği sırada küçük bir masanın önüne oturdu. Masanın üstünde kalem ve mürekkep vardı. Lakin kâğıt yoktu. Bir çekmecede kâğıt aradı fakat bulamadı.

Nihayet dedi ki:

“Ne ehemmiyeti var, bu kifayet eder.”

Yeleğinin cebinden bir şey çıkardı. Bu, bana çok pis bir parşömen parçası gibi geldi. Bunun üstüne kalemle kroki gibi bir şey yaptı. Bu esnada ben ateşin karşısındaki yerimden ayrılmadım. Çünkü hâlâ çok üşüyordum. Resmi bitince ayağa kalkmadan bana verdi. Krokiyi elinden alırken kuvvetli bir homurtu ve akabinde kapının tırmalandığı duyuldu. Jüpiter kapıyı açtı. Legrand’ın büyük ternöv cinsi iri köpeği içeri hücum etti, omuzlarıma sıçradı, beni nevazişleriyle14 ezdi. Çünkü evvelki ziyaretlerimde onunla çok meşgul olmuştum. Köpek yaltaklanmasını bitirdiği zaman kâğıda baktım. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dostumun resmi beni oldukça şaşırttı.

Birkaç dakika resmi seyrettikten sonra dedim ki:

“Evet, bu garip bir hunfesa. İtiraf ederim ki benim için yeni bir şey… Ben buna benzer bir şey görmedim. Bu bir kafatasına veyahut bir ‘ölü başı’na benziyor. Bunlardan başka benim tetkik ettiğim haşerattan hiçbirisine benzetmek ihtimali yok.”

Legrand tekrar etti:

“Ah, evet, bir ‘ölü başı’… Kâğıttaki resimde ona benzeyen cihetler var. Anlıyorum. Üstteki iki siyah leke göz gibi duruyor. Daha alttaki uzunca leke bir ağız zannını veriyor, değil mi? Zaten umumi şekli de beyzidir.”15

Dedim ki:

“Bu belki böyledir. Lakin Legrand, korkarım ki sizin ressamlığınız da noksan olmasın. Ben haşereyi görünceye kadar bekleyeceğim, o zaman şekli hakkında tam bir fikir edinirim.”

Biraz canı sıkılarak dedi ki:

“Çok iyi. Bilmem nasıl oluyor. Ben oldukça güzel resim yaparım. Hiç olmazsa iyi resim yapmalıyım. Çünkü çok iyi üstatlardan ders aldım. Kendimin büsbütün kabiliyetsiz olduğumu da iddia edemem.”

Dedim ki:

“O hâlde aziz arkadaşım! Siz latife ediyorsunuz. Bu oldukça iyi bir kafatası resmidir. Hatta teşrihteki16 kemik bahsinin bu kısmı hakkında almış olduğum fikirlere nazaran mükemmel bir kafatası diyebilirim. Sizin hunfesa ise dünyadaki hunfesaların en garibidir. Eğer buna benziyorsa bunun üzerine heyecan verici bir hurafe tesis edebiliriz. Ben tahmin ediyorum ki siz haşerenize ‘scaraboeus caput hominis’ [insan başı şeklinde hunfesa] ismini vereceksiniz. Yahut buna yakın bir isim koyacaksınız. Tabii bilimler kitaplarında bu neviden birçok isimler vardır. Lakin bahsettiğiniz lamiseler nerede?”

Anlaşılmaz surette kızışan Legrand dedi ki:

“Lamiseler mi? Sizin, lamiseleri behemehâl görmeniz lazım. Ben buna eminim. Ben onları aslındaki kadar göze çarpacak bir tarzda yaptım.”

Dedim ki:

“Hele şükür! Lamiseleri yaptığınızı kabul edelim. Lakin doğrusu ben onları göremiyorum.”

Onun sabrını tüketmemek için bir söz ilave etmeyerek kâğıdı kendisine uzattım. İşin aldığı şekilden dolayı pek mütehayyirdim. Haşere krokisine gelince: Hakikaten görünürde lamise yoktu. Heyet-i umumiyesi şüphesiz alelade bir ölü başına benziyordu.

Canı sıkılmış bir tavırla kâğıdı aldı. Buruşturdu, şüphesiz sobaya atmak üzere iken tesadüfen gözü resme ilişti ve oraya dikildi, kaldı. Bir müddet yüzü kıpkırmızı oldu, sonra bembeyaz kesildi. Birkaç dakika yerinden kımıldamadı, resmi inceden inceye tetkike koyuldu. Sonra ayağa kalktı. Masanın üstünden bir şamdan aldı, gitti, odanın öbür ucunda bir sandığın üstüne oturdu. Orada kâğıdı evire çevire merakla tekrar tetkike başladı. Bununla beraber hiçbir şey söylemiyor ve hareketi benim son derece hayretimi mucip oluyordu. Lakin gittikçe artan hiddetini yeni bir tefsir ile ifrata vardırmamak için ihtiyatlı davranıyordum. Nihayet elbisesinin cebinden bir cüzdan çıkardı. Kâğıdı dikkatle cüzdana yerleştirdi ve hepsini bir yazıhaneye koydu ve anahtarla kilitledi. O andan itibaren hâli daha sakinleşti. İlk heyecanı tamamıyla kayboldu. Kendinde bir dargındık hâlinden ziyade bir toplanış hâli vardı. Gecenin saatleri ilerledikçe hayallerine bir kat daha dalıyordu. Hiçbir söz onu bu dalgınlıktan ayıramadı. O gece, gecemi kulübede geçirmek niyetinde idim. Bunu birçok kereler yapmıştım. Lakin ev sahibinin hâlini gördükten sonra müsaade almayı daha muvafık buldum. Beni alıkoymak için hiçbir harekette bulunmadı. Mutattan daha ziyade bir nezaketle elimi sıktı.

bannerbanner