Полная версия:
Zodyak Karşısında
Terslikleri yaşamaya başladığım tarihten çok önce bu yolculuğa başlamamı sağlayan aynı nedenden ötürü, Dünya’nın kendi ekseni üzerindeki dönüşünün hareketini göz önünde bulundurarak seyahatime gece yarısından birkaç saat önce başlamaya karar verdim. Bu zamana kadar bana her zaman destek olan iki dostumdan ayrılarak, 1 Ağustos tarihinde akşamüzeri 16.30 sularında gemiye bindim. Giriş penceresini kapattıktan ve her şeyin yolunda olduğunu dikkatlice tespit ettikten sonra -ki bu görev neredeyse bir saatimi almıştı- jeneratörü devreye alacak şekilde ayarladım; enerjinin tam anlamıyla dolduğunu ve kuvvetin gereken oranda sağlandığını tespit ettiğimde, enerjiyi ilk önce bütün ana iletkene doğru yönlendirdim. Bunu yaptıktan sonra batıdaki alt pencereye döndüm -ya da bulunduğum konum olarak sağ tarafa- ve dışarıya baktığımda ağaçların tepelerinde, yarım mil uzakta ve başlangıç noktamın seviyesinden yaklaşık iki yüz fit yukarıda olduğumu gördüm. Basınç birimini önemli ölçüde sıkıştırdığımı ve oksijen oranını yaklaşık yüzde on oranında artırdığımı ve ayrıca ihtiyaç durumunda ikincisinin tamamını üretme aracını da taşıdığımı söylemeliyim. Araçlarım arasında bir basınç göstergesi vardı, o kadar hassas bir biçimde bölünmüştü ki cam çemberleri okumak için kullanılan sabit güçlerle aynı kuvvete sahip hareketli bir verniyeyle, birkaç saniye içinde havanın en küçük kaçağını bile fark edebilirdim. Bununla birlikte, basınç göstergesi sabitlenmiş durumdaydı. Pencereye yaklaşıp dışarı baktığımda, Dünya’nın benden o kadar hızlı uzaklaştığını görüyordum ki ayrıldıktan sonra beş dakika içinde, ağaçlar ve hatta evler gibi nesneler çıplak gözle neredeyse ayırt edilemez hâle gelmişti. Gemim yukarı doğru yükseldikçe, havanın ıslık çalar şekilde sesler çıkaracağını düşünmüştüm, ancak kalın duvarlarım sayesinde böyle bir şey hiçbir suretle algılanmıyordu. Güneşin batıdan hızla yükselişini gözlemlemek garipti. Üst pencereye bakınca, gökyüzünün hızla kararan yönünü görmek daha da dikkat çekiciydi. Birdenbire biraz uzak mesafedeki parlak bir gökkuşağı dışında her şey kayboldu, belki de sıradan bir gökkuşağı parlaklığından daha ziyade buna bir hale demem daha doğru olurdu çünkü gördüğüm şey aşağıdan görülen gökkuşağı gibi değil, aksine onun yarısından daha az ama neredeyse bir dairenin üçte ikisi gibi bir şeydi. Tabii ki bir bulutun içinden geçtiğimi ve çok sıra dışı yoğunluklardan birine sahip olduğunun farkındaydım. Bununla birlikte, birkaç saniye içinde, farklı seviyelerde binlerce kırık buhar kütlesinin, boşlukların ve sis tepelerinin, güneş ışığının yansıttığı üst yüzeylerine bakıyordum; beyaz ışınlar, karışıklık içinde, tarif edilemez bir parlaklıkta tüm renklerin sayısız ışınlarıyla bütünleşmişti. Bulut tabakasının içinden geçişim sırasında bulut dışındaki her şeyin yoğunluğunun belirsizliğinden değil, genişliğinden kaynaklandığını düşünüyordum çünkü bu yükseklikte aşırı derecede hafif ve dağınık bir kütle olmasına imkân yoktu. Doğu penceresinden yukarıya baktığımda ise artık çok daha parlak görünen yıldızları fark edebiliyordum ve sürekli kararan bir arka fon üzerinde neredeyse her an yeni bir yıldız beliriyordu. Batıya doğru baktığımda, tüm manzara yalnızca gün ışığından ibaretti, o anda yarıçapı beş yüz milden fazla olan yarım daire boyunca uzanan kıyı şeridi ve deniz taslağını fark ettim, bu da deniz seviyesinden yaklaşık olarak otuz beş milden daha uzak olduğumu ima ediyordu. Bu yükseklikte bile, ölçümlerimin boyutu, yüksekliğime kıyasla o kadar büyüktü ki gemiden ufka doğru çizilen bir çizgi, çok kabaca da olsa, yüzeye neredeyse paralel gibi görünüyordu; bu yüzden ufuk bulunduğum seviyemden çok uzak görünmüyor, ancak altımdaki noktanın elbette fazlasıyla uzak bir mesafeye sahip olduğu ortaya çıkıyordu. Bu yüzden yüzeyin görünümü, farzımuhal ufkun görüşümü sınırlayan yarım dairesinin merkezinden otuz mil daha yüksekmiş ve görüş açımdaki alan bir tabak ya da sığ bir kâse şeklindeymiş gibi görünmesine neden oluyordu. Ancak görünür yüzeyin çapı yalnızca yüksekliğin karekökü olarak arttığından, bu görünüm yükseldikçe daha az algılanabilir hâle geliyordu. Otuz beş mil yüksekliğe ulaşmam yirmi dakika sürdü; ama benim hızım, elbette, büyük bir yükseklikten Dünya’ya düşen bir nesnenin hızının artması gibi sürekli olarak artıyordu ve on dakika daha geçmeden, kendimi Güneş’in yönü dışında neredeyse mutlak bir karanlığın içinde buldum -sanki hâlâ denizin üstündeymişim gibi- ve hemen bunun ardında, karasal ufkun etrafında, üzerinde bulutlarla kırılan güneşli masmavi bir gökyüzü halkası vardı. Diğer her yönde ise sadece kapkara bir gökyüzü değil, mutlak bir karanlığa bakıyordum. Ancak bu karanlığın ortasında az ya da çok yıldızlardan oluşan sayısız ışık noktası vardı, artık uzaktaki bir tonozun yüzeyine yayılmış gibi görünmüyordu ama hemen önümde daha parlak ya da daha sönük gördüğümden değil, içgüdüsel olarak görsel kavrayışıma daha yakın veya daha uzak olarak dağılıyorlardı. Parıldama, onları hâlâ yoğun bir atmosferde gördüğüm doğu ufkunun hemen yakını haricinde, hiçbir yerde yoktu. Kısacası, başlangıçtan bu yana henüz daha otuz dakika geçmemiş olmasına rağmen, atmosferden çıkmış ve uzay boşluğuna girmiş olduğumu anlamıştım, şayet böyle bir boşluk varsa elbette.
Bu noktada, anlık olarak ortaya çıkan nedenlerden dolayı, Apergy’nin büyük bölümünü kesmek ve hızımı kontrol etmek zorunda kaldım. Yükselişimin ilk yüz milinde Dünya yüzeyini net bir şekilde görebilmem için gün ışığında başlamıştım. Manzaranın tadını çıkarmak istemediğimden değil, ancak aynı zamanda parkurumu karasal yer işaretleriyle yönlendirmem gerektiğinden, mekiğin hareket hızını ve yönünü belirlemek için bunları görebilmeli ve olası herhangi bir tehlikenin ilk belirtilerini ayırt edebilecek durumda olmalıydım. Ama tabii ki rotam genellikle ekliptik düzlemde yattığı için ve şu an için en azından Dünya ve Güneş’in merkezlerini birleştiren hatta olduğumdan, gerçek uzay yolculuğumun gece yarısı meridyeninin düzleminde, yani Dünya yüzeyinin hemen Güneş’in karşısındaki kısmının üstünden başlamasını istiyordum. Bu çizgiye ulaşmak ve ona ulaştıktan sonra bir süre daha üstünde kalmak zorundaydım. Her ikisini de yapabilmek için mümkünse Dünya’nın dönüşünden türetilen doğuya doğru itici gücü dengelemem yeterliydi, ancak aynı zamanda batıya doğru bir itici güç elde etmeliydim; bu da başladığım enlemde saatte bin mil anlamına geliyordu. Ana çubuktan mekiği sabit bir yükseklikte tutmak için yeterli Apergy akımını yönlendirirken, doğru iletken açısından gereken itici gücü bir saat boşlukta kolayca yedekleyebileceğimi hesaplamıştım, ancak o bir saatlik zaman diliminde giderek artan Apergy gücü beni 500 mil batıya doğru götürecekti. Yani, altı saat içinde Dünya’nın dönüşü yüzeye yakın bir nesneyi 90°’lik bir açı ile gün batımından gece yarısı meridyenine taşıyacaktı. Fakat nesnenin yüksekliği ne kadar büyük olursa yörünge yer kürenin merkezi etrafında o kadar geniş ve her derece o kadar uzun olurdu; bu yüzden de saatte sadece bin mil doğuya doğru hareket etmeli, sürekli olarak Dünya yüzeyinde bir noktanın gerisinde kalmalı ve gece yarısı meridyenine ulaşmamalıydım. Dahası, yukarıda belirttiğim Apergy kuvvetinin etkisiyle, bağlı kalacağım son bir saat içinde 500 mil doğuya doğru kaymak zorunda kalmıştım. Şimdi 330 mil yükseklikte, mekiğe 90°’nin 6500 mil temsil edeceği bir yörünge verilecekti. Yedi saat içinde, mekiğimin Dünya’dan aldığı itici güçle 7000 mil doğuda, yörünge boyunca taşınmam ve Apergy tarafından 500 mil geri gitmem gerekiyordu; böylece sabah birde kronometremle, doğuya doğru Apergy akımını tam olarak gece 12’de devreye sokmam şartıyla, gece yarısı meridyeninin düzleminde veya uzayda başlangıç noktamın 6500 mil doğusunda olmam gerekiyordu. Ayrıca sabah saat birde, saatte 1000 mil batıya doğru bir itici güç de üretmeliydim. Bu, bir kez yaratıldığında, onu yaratan güç kesilmiş olsa da var olmaya devam edecek ve Dünya’dan türetilen zıt dönüş dürtüsünü tam olarak dengeleyecekti; bu nedenle, bu hareketin saniyede neredeyse on dokuz mil hızla uzayda Dünya’yı paylaşmasına rağmen, ikincisinin etkisinden tamamen kurtulmalıydım, bu da beni Mars’ın merkeziyle karşı karşıya kalacağım birleşme hattına götürecekti.
Her şey hesapladığım gibi gidiyordu. Mekiğin hareketini, hemen altındaki Dünya bölgesinde gün batımının hemen ardından gerekli yükseklikte tutmaya çalışıyordum. Kronometre tarafından gece 12.00 veya saat 24’te, gerekli mukavemetin bir akımını, daha önce Dünya’nın yüzeyine işaret ettiğim, ancak aşırı karasal ufkun biraz altında, hesapladığım gibi yönlendirdiğim doğu iletkenine yönlendirdim. Sabah saat birde, kendimi yıldızlara bakarak tam olarak olmak istediğim yerde ve Dünya’ya göre neredeyse durağan konumda buldum. Hemen doğuya doğru akımı sabitledim, o iletkeni Apergy’den ayırdım ve akımın tüm kuvvetini aşağı iletkene yönlendirmek için, dümeni çok az ayarladıktan sonra, yıldızlar, meta pusulanın aynasında sabit kalmış ve Dünya’nın dönüşünün etkisinden kaçtığımı göstermişti. Dünya’nın görünmezliği sırasında katedilen mesafeyi ölçmek elbette imkânsızdı, ancak sabah saat bir ila iki arasında 500 milin üzerinde mesafe katetmiş olduğumu ve saat dörtte yüzeyden 4800 milden daha az mesafede olmadığımı hesaplamıştım. Göstergelerim de bu hesaplamalarımı büyük ölçüde doğrular nitelikteydi. En sondaki alet, Ekvator üzerine belirli bir ağırlıkta sapması çok dikkatli bir şekilde test edilmiş bir yaydan oluşuyordu. Merkezden uzaklığın karesi olarak yer çekimi, yaklaşık olarak 8000 milde -ya da Dünya yüzeyinin 4000 mil üzerinde- azalıyordu, bu yay, Dünya’da verilen ağırlığa göre hesaplamayı sadece dörtte bir oranında saptırabilirdi: yüzeyden 16.000 mil ya da merkezden 20.000 mil, en fazla yirmi beş bin mil mesafede gibi. Ölçeği buna göre derecelendirmiş ve böylece anlık olarak göstergenin merkezden 9000 milden biraz daha az bir mesafeyi gösterdiğini gözlemlemiştim. Dümeni gerektiği şekilde ayarlayarak saatimin alarmını beni altı saat içinde uyandıracak şekilde kurdum ve yatağıma uzandım.
Durumumun kaygısı ve vahameti beni çok az rahatsız etmişken ya aktif olarak makinemi yönlendirmek ve manipüle etmek ya da gözlerimin önüne sunulmuş olan muhteşem görsel şöleni izlemekten dolayı fazlasıyla yorulmuş, bu yüzden uykuya yenik düşmüştüm ve bütün bu duygu karmaşası sonunda sık sık korkunç rüyalar görerek uyanmama neden olmuştu. İki ya da üç kez, bu şekilde uyanış esnasında, meta pusulayı incelemeye gitmiş ve bir keresinde yönlendirdiğim yıldızların doğru pozisyonlarından sağa doğru bir iki saniye kaydığını fark ederek dümenin yeninden ayarlanmasının gerekli olduğunu görmüştüm.
Yükseliş esnasında, gemimin kıç tarafının üst kısmındaki bir elektrikli lambadan yayılan ve cilalı metalik duvarlara yansıyan parlak ışığın altında gemiyi tamamen dolaştım. Sonrasında, yolculuğa çıkmadan birkaç saat öncesine kadar hiçbir şey yemediğim için karnım acıktığından, kahvaltı yapmaya karar verdim. Yer çekiminin azalmış olmasından dolayı, bir miktar sorun yaşayacağımı bekliyor ve Dünya’nın üzerindeki bu muazzam yükseklikte kaynama noktasının etkilenmeyeceğinden şüphe duyuyordum; ancak bunun sadece atmosferin basıncına bağlı olduğunu ve baskının yer çekiminin yokluğundan etkilenmediğini fark ettim. Bulunduğum atmosferde, biraz daha yoğun olan kaynama noktası Dünya’ya göre 100° değil, 101° dereceydi. Geminin iç kısmının, ocaktan ve duvarlardan eşit uzaklıkta olan bir noktada alınan sıcaklığı yaklaşık 5 °C idi; hoş olmayan bir soğukluktu; ancak yine de bir palto yardımıyla bu durum hiç de rahatsız edici değildi. Bu sırada pencerelerin dışına koyduğum termometrelerle mekânın soğukluğunu ölçmenin kesinlikle imkânsız olduğunu da fark etmiştim; ama bazı yazarların varsaydığı uç noktadan çok daha az olduğuna inanıyordum. Bununla birlikte, cıvaları dondurmak ve atmosferik veya laboratuvar sıcaklık testi olarak kullanılan diğer tüm maddeleri, daha fazla kasılmaya gerek kalmayacak bir katılığa indirgemek için yeterince soğuktu. Dış termometrelerden birini ispirto ile doldurmuştum, ancak bu daha kontrol etme olanağı bile bulamadan kırılmıştı ve ampulü maalesef karartılmış ve karbonik asit gazı ile doldurulmuş bir başkasında gözle görülür bir vakum etkisi yaratmıştı. Gaz donmuş muydu, yoksa ampulün alt kısmına mı batmıştı, elbette bunu görebilmemin imkânı yoktu. Yemeğimi tamamladığım ve mekiğin içindeki atmosferin durumu açısından ihtiyatlı bir değerlendirmenin bana izin verdiği oranda, bir miktar puro içtiğim sırada, kronometrenin saati 10’u gösteriyordu. Bu zamana kadar ağırlığın neredeyse yok olması şaşırtıcı değildi. Bedenim neredeyse küçük bir kümes hayvanının ağırlığına düşmüştü ve küçük parmağımı mekiğin duvarının üst tarafına sabitlediğim borulardan birinin üzerine taktığım halkalardan birine sokarak, kendimi on beş dakikadan fazla bir süre boyunca hiçbir yorgunluk hissetmeden asılı tutmuş ve ağırlığımı destekleyebilmiştim; aslında bütün bu süre zarfında kesinlikle hiçbir kas yorgunluğu hissetmemiştim. Bu durum sadece tek bir sıkıntıya neden olmuştu. Hiçbir şeyin istikrarı yoktu; böylece en ufak bir itme veya sarsıntı sabit olmayan her şeyi altüst edebilirdi. Ancak bu zamana kadar böyle bir şeyin olabileceğini daha önceden tahmin edebildiğimden, bazı şeylerin sabitlenmemiş olması benim açımdan çok önem arz etmemişti, sadece kahvaltım esnasında kaşığımla yumurta kabındaki yumurtaya hafifçe dokunmam, onun kahve fincanımın içine düşmesine ve fincanın devrilmesine neden olduğundan kendime sinirlenmiştim. İçeceğimin büyük bir kısmını kurtarmayı başarmıştım çünkü ağırlık çok değişmiş olsa da atmosfer basıncı aynıydı; kurşun, hatta ve hatta porselen veya sıvılar, Dünya’nın yakın çevresinde mekiğin içinde tüy kadar yavaş bir şekilde düşüyordu. Yine de kendimi herhangi bir yöne yaslayıp neredeyse her pozisyonda dinlenebilecek hâlde bulabilmek, vücudun ağırlık merkezi için en ufak bir desteğin bile yeterli olması; ayrıca, Yankilerin en sevdiği alt ekstremite pozisyonu olan, topuklarım havada baş üstü vaziyette algılanabilir bir kan tıkanıklığı ya da beyin karışıklığı olmadan birkaç saat boyunca kalmanın mümkün olduğunu tespit etmek benim için yeni bir deneyim olmuştu.
Bütün günümü soyut hesaplamaları yaparak geçirdim, çünkü bu süre zarfında Dünya’ya ait hiçbir şey göremeyeceğimin -karanlık tarafın karşımda olması ve Güneş’in tamamen gizlenmesi ve henüz yeni göksel olayların beklenebileceği alanlara girmekten uzak olmam dolayısıyla- farkındaydım; tabii ki gemimdeki aydınlatma seviyemi kısıtlı tutmaya çalışarak, zaman zaman diskometre ve metal pusulayı kontrol etmiş, sonrasında saat 19.00’a (7 P.M.) kadar güzel bir uyku çekmiştim. Bu sırada Dünya, bir dürbünle bakıldığında görüş açımda sadece Ay kürenin yaklaşık olarak otuz katı büyüklüğünde bir alana sahipti; -ilk başlarda bunu yıldızların olmamasından kaynaklı olarak tanımlamıştım- ancak giderek çöken karanlığın ardından, ufuktan onun gözüme neredeyse dolunay kadar büyük göründüğünü fark etmiştim. Tam bu sırada, bunun bir küre olduğunu tanımlayabilmem için yeni bir yöntem yakalama fırsatı bulmuştum. Aslında, alt pencereden bakarken, Dünya ile ilgili olarak, aramızda hiçbir dış ortamın bulunmadığı ancak ay mesafesinin yaklaşık üçte ikisi uzaklığında bulunan ay yarım küresinin bir yerlisinin ona doğru dönmüş olabileceği konumdaydım. Ve bir tutulma sırasında, Ay bilimcisi Dünya’nın etrafında Güneş ışınlarının kırılmasıyla oluşan bir haleyi -Ay’ı onu görünür kılmak için aydınlatan çoğunlukla yeterince parlak bir hâle olarak- karasal atmosferde nasıl görüyorsa ben de dünyayı tutulmalarda görüldüğü gibi güneşin ışık halesine benzer bir haleyle çevrili gibi görüyordum. Görünüşünü o kadar parlak olmasa da güneş ışınlarının oluşturduğu halelerin aksine, renkli, kızıllığın baskın olduğu, tutulmakta olan bir Ay’ın tam olarak sahip olduğu tuhaf tonuyla açıklayabilirdim. Işığın resmedilmesini sağlayacak bir araç bulunmuş olsaydı bile, bu görselliği tasvir edebilmek en yetenekli sanatçıların dahi yeteneklerinin sorgulanmasına neden olabilirdi, böylesi bir sanatçı bile bu görseli en iyi ihtimalle kusurlu bir biçimde resmedebilirdi. Okuyucularımın, onun güzelliğini, parlaklığını ve harika doğasını zihinlerinde canlandırabilmesi için, Homeros’tan bu yana -ki Homeros bile yetersiz kalırdı- hiçbir şairin sahip olmadığı kadar kelimelere hükmetmesi gerekirdi. Garip olan ve belki de anlaşılabilir hâle getirilebilen şey farklılığıydı ya da daha açık ve daha doğal bir ifade kullanmak gerekiyorsa, doğru olmasa bile, bu dünyevi hâle tonlarının aşırı hareketliliğiydi. Güneş prototipinin dört ana noktasında genel olarak gözlemlenen, şayet bu şekilde isimlendirmek doğru olacaksa, herhangi bir tozlaşma yoktu. Çemberin dış kısmı uzayın karanlığı içerisinde çok hızlı biçimde soluyordu; ancak kesinlikle tanımsız olsa da kenarlar mükemmeldi. Bununla birlikte genel anlamda gökkuşağı renkleriyle boyanmış kızıl zemin üzerinde -belki de en iyi şekilde parlak koyu kırmızı bir arka plan üzerinde görülen gökkuşağı olarak tanımlanabilirdi- çok yoğun bulutsu oluşum yüzünden orada ve burada siyah ya da açık veya koyu gri lekeler vardı. Bunların her birinin kenarları, birbirlerini kesen ve halelerin sürekli olarak hatlarını değiştirdikleri küçük düzensiz gökkuşağı renk haleleriydi; parlak ışığın düzensiz oynamalarına maruz kaldığında opal, sedef ya da benzer renkte saydam maddelerdeki yanıp sönme ya da patlama sürekli renk değişkenliği gösterebiliyordu. Sadece bu durumda renk tonları karşılaştırılamaz biçimde daha parlaklaşıyor, değişim hızlı olmasa bile çok daha çarpıcı hâle geliyordu. Herhangi bir anda yüzeyin herhangi bir noktasının ya da bir kısmının bunu ya da kesin tonu sunduğunu söyleyemem, ancak yine de arka planının kızıllıkla desteklendiği bu gökkuşağının genel karakteri, gayet sabit ve belirgindi.
Pencereden içeriye süzülen ışık fazlasıyla loş ve mekiğimin içini yeterince aydınlatamayacak kadar kuvvetsiz biçimde dağılıyordu, bu enfes manzaranın sunmuş olduğu görsel şöleni bir anlığına olsun kaçırmamak için, içerideki tüm elektrikli lambaları söndürdüm. Birkaç yansımadan sonra, Güneş diskinin görüntüsünü ölçmek için hedeflenen ayna üzerine düşen halenin görünüşü, elbette çok daha az parlaktı ve dış sınırı doğru ölçüm yapabilmem için yetersiz kalmıştı. Işığın, Dünya’nın karanlık diski tarafından sınırlandığı yerdeki iç kenarları, koyu kırmızımsı mordan mutlak siyahlığa çok daha hızlı bir şekilde geçerek, gölgelenmişti.
Tam bu sırada, beni bekleyen ilk sürpriz hadiseyle karşılaştım. Göstergeler yeniden yer çekimi olduğunu gösteriyordu, diskometre Dünya’nın ve etrafındaki halenin yarıçapını tekrar tekrar ölçmüş, ikinci iç kenar, elbette ki hiçbir yansıma oluşturmayan siyah diskin ölçümünü vermişti. Bir anda, iki belirti arasında sinyal farklılıkları olduğunu gördüm ve toprak ölçümlerini revize etmek için dikkatlice hesaplamaları kontrol ettim. On üç ölçümün ortalamasına göre halenin yaklaşık 87’ ya da disk genişliği olarak yaklaşık 1-1/2’ genişliğe sahip olduğunu tespit ettim, bu da alaca karanlığın kenarı ya da uzvunun yaklaşık 2° 50’ olmasını sağlıyordu. Şayet atmosferdeki sapma yaklaşık 65 mil derinlikte olsaydı, bu oranlar doğru olarak kabul edilebilirdi. Lambayı yeniden yaktıktan sonra iki alet tarafından elde edilen sonuçları kâğıda aktararak üzerlerinde birkaç kez daha çalıştım. Diskometre yaklaşık olarak 40 karasal yarıçap ya da 160.000 mil mesafe sonucunu veriyordu. O zaman bu ölçüme göre gösterge, Dünya’daki yer çekimi nedeniyle, yeryüzünde hâkim olandan 40 değil, 1600 kat daha az yer çekimi olduğunu göstermiş oluyordu ya da daha hassas bir ölçümle ifade etmek gerekirse, 100 lbs’lik bir ağırlık, yer yüzeyinde bir ons ağırlığa sahip olmalıydı. Ancak ölçümler iki ons olduğunu, yerçekiminin 1600 değil, karasal olarak 800’de biri olduğunu, yani beklediğimden iki katı daha fazla olduğunu gösteriyordu. Bu konu hakkında akıllı okuyucuların aksine çok daha fazla aklım karışmıştı: aklımızı yoğun bir şekilde meşgul eden birçok bulmacada olduğu gibi aslında açıklama o kadar açıktır ki bunu ancak utanç içerisinde çözüm bulunduğu anda anlayabilirdiniz. Çözüm aslında Columbus’un yumurta bilmecesi kadar basitti. Nihayetinde, Ay açısı -Ay’ın görünen pozisyonu- aynı ayrılma mesafesi veya yüksekliğini veren diskometrenin okumasını doğruluyordu, göstergelerin düzensiz ya da gelecekteki gözlemlerimin kanıt ve açıklama sağlayabileceği bazı kesin yasalara tabi olması, benim diğer ilgili alanlara yönelmem gerektiğini gösteriyordu.
Soldaki üst pencereden baktığımda ilk fark ettiğim şey, sırada üçüncü büyüklükte olması gereken bir yıldızın hızla genişlemesinden, ancak bir dakikadan kısa bir sürede ilk büyük yıldızın boyutlarına ulaşmasından ve bir dakika içinde yüz kat daha büyük çapa sahip olan bir büyüteçle bakıldığı zaman görüldüğü gibi Jüpiter gezegeninin büyüklüğüne sahip olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşadım. Ancak diskin dış hattının bir sürekliliği yoktu ve ona doğru yaklaştıkça mesafenin kesinlikle belirsiz olmasından dolayı, boyutunun varsayıma dayalı bir tahmin bile oluşturamayacak kadar düzensiz bir kütle olduğunu algıladım. Parlaklığı yaklaştıkça genişleme ile orantılı olarak zayıflıyor ve ışığının yansıtıldığını kanıtlıyordu ve görünüşe göre Dünya yönünde benim yanımdan geçerken, kesinlikle bazı boyutlardan dört, belki de yirmi fit çapında ve görünüşe göre esas olarak demirden oluşan, atmosferde muazzam hız ya da tam tersi düşmenin şokuyla almış kırıklarla az ya da çok kabarık bir yüzeye sahip olan, ancak açıları Dünya’nın yüzeyinde bulunanların çoğundan daha düzenli ve daha keskin olarak tanımlanabilecek, çoğunlukla metalik olduğunu bilmeme yetecek kadar görüşe sahip olduğum bir kütleydi. İçlerinden yüzercesine geçtiğim yıldız denizini saymaya çalışmama rağmen, en parlak gecede bile çıplak gözle göründüğünden çok daha fazla olduklarına ikna olmuştum. Deneyimsiz gözleriyle, şairler ve hatta eski gözlemcilerin Dünya’dan görünen yıldız sayısını deniz kıyısındaki kum tanelerine benzeterek ne kadar abarttıklarını düşündüğümü, bunun yanı sıra sabırlı ve özverili çalışmalarıyla haritaları hazırlayanlarının gökyüzünün tamamında en keskin gözlerin bile sadece binlercesini gördüğünü iddia ettikleri sözlerini hatırladım. Bense, sanırım şimdi bu sayının yüz katını görüyordum. Tek kelimeyle, içinde yüzdüğüm karanlığın küresi ışık noktaları ile dolu görünüyordu, onları çevreleyen mutlak karanlık, en ufak bir radyasyonun olmaması veya geniş alanın aydınlatılması, atmosfer tarafından üretilen ışığın yayılmasına alışkın olan bir gözün kelimelerle tarif edemeyeceği kadar olağanüstüydü. Burada takımyıldızlarının tanınmasının ilk başta aşırı zor olduğunu söyleyebilirim. Yeryüzünden gökyüzünün herhangi bir bölümüne baktığımızda, kişinin çaba sarf etmeden aralarındaki en parlak olanlarını fark ederek işaret edebildiği çok az sayıda yıldız görebiliyoruz; bulunduğum konumda ise çokluk o kadar büyüktü ki sadece sabırlı ve tekrarlanan çabalarım, Avcı ya da Büyük ya da Küçük Ayı gibi takımyıldızlarını tanımlamaya alışık olduğumuz tuhaf derecede parlak ana kısımları diğerlerinden ayırmamı sağlıyordu, ikincil büyüklükteki birkaç küçük takımyıldızı veya daha keyfî düzeyde parlaklık sergileyen diğer yıldızlardan hiç bahsetmiyorum bile. Gözün içgüdüsel olarak bir mesafe hissi yoktu; herhangi bir yıldız o an için sadece bir taş atımı mesafede olabilirdi. Bir yandan geminin hareketi kesinlikle algılanamazken, öte yandan, duyularım açısından çok daha az algılanabilir olan yıldızların arasında hareket ettiğimi doğrulayabilmem için hiçbir konum değişikliğinin olmaması, gerçekten çok zor tarif edilebilir bir durumdu. Tanınan her yıldızın yönü, Dünya’nın yörüngesinin 19 milyon mil aralığındaki iki ucundan da aynı göründüğü için Dünya’dakiyle aynıydı. Herhangi bir pencereden baktığımda, yeryüzüne benzer bir Apergy açıklığına bakmaktan daha fazla bir alan bulamıyordum. Yıldızlara dair beklentilerim açısından yeni ve ilginç olan şey, Ekvator’un yakın çevresi haricinde, sadece dünyanın aynı noktasında asla görünmeyen kuzey ve güney yıldızlarını görebilmem değil; aynı zamanda Dünya diskinin gizlediği küçük alandan tasarruf ederek, pencereden pencereye geçip, tüm gökyüzünü araştırarak bahar ekinoksunu çevreleyen yıldızları ve hemen sonrasında konumumu değiştirerek sonbahar ekinoksunu görebiliyor olmamdı. Başımı biraz çevirdiğimde, aynı yönde hem Büyük Ayı’yı, hem Kuzey Yıldızı’nı (alpha Ursæ Minoris)görebiliyordum, diğer tarafıma döndüğümde ise karşıma Güney Haçı, Carina ve Erboğa takımyıldızları çıkıyordu.
Yaklaşık 23 saat, 30 dakikanın sonunda ilk günün kapanışına yaklaştığım sırada, tekrar göstergeyi inceledim. Bu gösterge, 19 saatte kaydedilen 1/800’den inanılmaz derecede küçük bir değişiklik olan dünyadaki yerçekiminin 1/1100 olduğunu gösteriyordu, bu da farkın sadece karekökü ile orantılı bir ilerleme olduğu anlamına geliyordu. Gözlem, cihazın ölçümlerine güveniyorsam, sadece 18.000 mil ilerlemiş olduğumu ifade ediyordu. Mekiğin şu ana kadar saatte 4000 milden çok daha yüksek bir hıza ve Dünya’dan 33 karasal yarıçaptan veya 132.000 milden daha fazla bir mesafeye ulaşması imkânsızdı. Dahası, göstergenin kendisi 19 saatte 28-1/2 yarıçaplı bir mesafe kat edildiğini ve gösterdiğinden bu yana sürdürülenden çok daha yüksek bir hız olduğunu da göstermişti. Lambayı söndürerek, dünyanın dismetre üzerindeki çapını 2° 3’ 52’(?) ölçtüğünü fark ettim. Bu da 90.000 mil civarında bir kazanımı ifade ediyordu; hesaplamalarıma göre son dört buçuk saat içerisinde eğer hızım bu seviyelere yaklaşacak olursa, tahminlerim tutmuş olacaktı. Bu zamana kadar bana saatte en az 22.000 mil hız vermesi gereken, başladığımdan bu yana büyük bir direnç gösteren kratometreyi inceledim. Sonunda, çelişkilerin savurganlığı tarafından önerilen sorunun çözümü gözlerimin önünde parladı. Gösterge, sadece dismetre ve hesaplamalarım ile çelişmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisiyle de çelişiyordu; çünkü sürekli bir itici güç altında, ilk on sekiz saat içinde Dünya’nın 28-1 / 2 yarıçapını ve sonraki dört buçuk saat içinde 4-1 / 2’den fazlasını aşmış olmam imkânsızdı. Gerçekte, neredeyse tam olarak aynı yönde çalışan iki ayrı çekim merkezi olan, Dünya’nın ve Güneş’in çekim gücünden etkilenmişti. İlk başta eskisinin çekim gücü o kadar büyüktü ki Güneş’in çekim gücü Dünya’nın yüzeyinden daha fazla algılanmıyordu. Ama ben yükseldikçe ve dünyanın çekim gücü, merkezinden uzaklığının karesiyle orantılı olarak azaldığından -8000 milde iki katına, 16000 milde ise dört katına çıkmıştı ve böyle devam edecekti- 95.000.000 mil gibi geniş mesafesine oranla bu kadar küçük farklılıklardan fark edilebilir bir şekilde etkilenmeyen Güneş’in çekim gücü, toplam yer çekiminde giderek daha önemli bir unsur hâline gelmişti. Hesapladığım gibi 19 saat itibariyle 160.000 mil yeryüzünden bir mesafeye ulaşmış olsaydım, Dünya ve Güneş’in çekim gücü merkezleri o zamana kadar neredeyse eşit konumda olurdu ve bu noktada beni şaşırtan olay, göstergenin belirttiği gibi yer çekiminin, Dünya’nın tek başına çekim gücünü göz önünde bulundurarak hesapladığımdan tam olarak iki kat daha fazla olduğuydu. Bu noktadan itibaren Güneş’in çekim gücü esas olarak hâlâ mevcut ağırlığa neden olan faktör; Dünya’ya olan mesafemi iki katına çıkaran, etkisini dörtte bir oranında azaltan, dört yüz kat daha uzak bir cismin algılanmasını etkilemeyen bir konum değişikliğiydi. Kısa bir hesaplama, akılda tutulan bu gerçeğin, göstergenin ölçümlerinin dismetreninkiyle büyük ölçüde örtüştüğünü ve aslında neredeyse tahmin ettiğim yerde olduğumu, yani Ay’ın Dünya’ya karşı en uzak mesafeden biraz daha uzakta olduğumu gösteriyordu. Ay’ın yörüngesini geçtiğim süreci takip edememiştim; şayet bunu yapmış olsaydım, o zaman rotamın üzerinde ciddi bir etki yapmaktan çok uzak olduğunu da fark edebilirdim. Dümeni ayarladım ve yolculuğumun ikinci günü başladığı sırada dinlenmek için yatağıma çekildim.