Полная версия:
Zodyak Karşısında
“Bu.” dedi arkadaşım, parçayı açarak. “Kraterin enkazı arasında bulup aldığım bir el yazmasıdır. Sana orada insan eti ve kemik parçaları olduğuna inandığım kalıntılar bulduğumu da söylemeliyim, ancak öylesine ezilmiş ve öylesine parçalanmışlardı ki bu konuda onların insan kalıntıları olduğu sonucuna tam anlamıyla varamadım. Bir sonraki düşüncem, ticaret gemilerinin seyir güzergâhının dışında olduğundan neredeyse emin olduğum bu adadan kaçmanın bir yolunu bulmaktı. Karaya çıkmamı sağlayan filika -gemiye ait iki filikadan küçük olanı- neyse ki adanın diğer tarafından kıyıya çekilmişti, böylece gemi enkazının sürüklendiği kısımdan uzak kalmış ve bu mesafe sayesinde zarar görmesine rağmen darbeden çok büyük hasar almamıştı. Onu tamir ettim, bir direk yaparak üzerine monte ettim ve açıkçası hiçbir zorluk yaşamadan gemi enkazından toplayabildiğim kumaş parçalarından ona bir yelken hazırladım. Adada kalarak yaşamımı sürdürebileceğimi, bu şartlar altında hayatta kalarak yaşamanın pek de görülmeye değer olmayacağını düşünerek, ölüm şansımın en az beşte bir olduğunu tahmin ettiğim bir yolculuğa çıkmaya kendimi tam anlamıyla hazır hissediyordum. Bir, iki hafta boyunca beni idare edebilecek kadar balık tuttum ve bulduğum küçük bir fıçının içine, tadı acı olmasına rağmen içilebilir tatlı su doldurdum. Bu şekilde güzelce istiflemiş olduğum filikamla, gizemli sarsıntının ardından yaklaşık iki hafta sonra yola çıktım. Yolculuğumun ikinci akşamı, beni yelken açmaya zorlayan bir fırtınaya yakalandım ve hangi yöne gideceğimi hiç bilmeden üç gün ve üç gece boyunca bu fırtınayla boğuşmak zorunda kaldım. Dördüncü sabah fırtına şiddetini yitirmiş, rüzgâr hafiflemişti ve öğle vaktine doğru mükemmel bir sakinlik çökmüştü. Bu noktada herhâlde, birçok batık denizcinin tropikal güneşin altında açık bir filikada tek başına yolculuk yapmasının ne kadar acı verici olduğunu tarif etmeme gerek yoktur. Fırtına bana fazlasıyla içme suyu sağlamıştı; böylece bu konuda acı çekmek zorunda kalan diğer zavallı gemicilerin aksine, ben susuzluk işkencesinden kurtulmuştum. Akşama doğru çıkan hafif rüzgârla ilerlemeye devam ettim ve ertesi sabah karşıma beni güvertelerine kabul edecek bir gemi çıktı. Ancak geminin mürettebatına ve hatta kaptanına başımdan geçen garip hikâyeyi anlattığımda, hiçbiri anlattıklarıma inanmadı. Neyse, bu noktadan sonra artık size daha fazlasını anlatmayacağım: Bu el yazmasını size veriyorum. Ayrıca çözebildiğim kadarıyla, şifrelerin anahtarını da vereceğim. Sanırım el yazması, Orta Çağ’dan kalma Latin dilinde yazılmış olmalı, bu konuda çok fazla bilgim olmadığından ancak tahmin yürütebiliyorum; fakat yine de şifresini çözebildiğim kısımlardan anladığım kadarıyla, Latince olmayan ve bilinen herhangi bir dile ait gibi görünmeyen kelimeler de var; tahminimce çoğu, yazının yazıldığı sırada dünyaca bilinmeyen bir takım teknik cihazları tanımlamak için kullanılmış olan yarı bilimsel terimler. Size sadece tek bir şartım olacak, ben hayatta olduğum sürece hikâyemi yayınlamayacaksınız; vermiş olduğum el yazmasını kimseye göstermeyeceksiniz, kimseye güvenip hikâyemi anlatmayacaksınız, sırrımı en sıkı şekilde saklayacaksınız ve şayet ben öldükten sonra onu açıklayacak olursanız da yazacaklarınızda kesinlikle benim kimliğime dair bir bilgi ya da bir ipucu vermeyeceksiniz.”
“Söz veriyorum.” dedim ona. “Ancak yine de size bir soru sormak istiyorum. Hissettiğiniz o olağanüstü sarsıntının ve tanık olduğunuz tahribatın sebebinin ne olabileceğini düşünüyorsunuz? Kısaca ifade etmem gerekirse bana emanet ettiğiniz bu el yazmasının oluşumunun doğası ve kökeni nedir?”
“Neden bana sorma gereği duydunuz?” diye cevap verdi. “Size anlattıklarımdan kendi adınıza bir çıkarımda bulanacak kadar yeteneklisiniz ve size yardımcı olabileceğini düşündüğüm her şeyi söyledim. Geri kalanını size el yazması anlatacaktır.”
“Ama…” dedim. “Gerçek bir görgü tanığı genellikle hatırlayamadığı, aslında kendisi tarafından ve bireysel olarak kaydedilmesi çok küçük olan birtakım küçük gerçekleri, bir yabancı tarafından yapılan tam bir çapraz sorgulama esnasında anlık olarak anımsayabilir ve o gerçekleri ortaya çıkarabilir. Bu yüzden de el yazmasını açmadan önce kökeni olduğuna inandığınız şeyin ne olduğunu duymak isterim.”
“Size sadece şunu söyleyebilirim.” diye cevap verdi bana. “El yazmasından ortaya çıkarılması gereken şey, onu açmadan önce size çıkarımlarda bulunduğum şeydir. Aynı açıklama, bizzat ilk gece anlattığımda da aklımda kalmış olan tek açıklamadır. O zaman da bana tamamen inanılmaz görünüyordu, ancak yine de aklımın önerebileceği tek mantıklı açıklama da bu.”
“Hiç sarsıntından ve darbeden önce adada, meteor ve güneşin garip bir şekilde kararmasına bağlı olabilecek hatırladığınız bir şeyler var mıydı?” diye sordum.
“Kesinlikle vardı.” dedi. “Bu olay vuku bulduktan sonra, darbeyi en çok hisseden bölgeden sadece tek bir sonuç elde edilebilirdi.”
El yazmasının incelenmesi ve çevirisi, dostumun önceki çabalarından bana sağladığı tüm yardımlarıyla birkaç yıl sürdü. Okuyucunun göreceği ve dostumun da daha önce belirttiği üzere, el yazmasının üzerinde birden fazla muazzam boşluk vardı ve kimi yerlerde yazının okunaksız olması ya da benim bilmediğim bazı teknik terimlerin kullanılmış olması, yapmış olduğum çevirimin doğruluğundan şüphe duymama neden oluyordu. Bununla birlikte, her ne olursa olsun bu konuda büyük pişmanlıklar ve sıkıntılar çekmiş olan dostuma vermiş olduğum sözü tüm koşullarına uyarak yerine getirip dünyaya sunuyorum.
El yazmasının karakteri çok ilginç ve çevirisi de aşırı derecede zordu. Üzerine yazmak için kullanılan materyal, dünyada bu tür amaçlar için kullanılan hiçbir şeye benzemiyordu. Daha çok ince bir keten ya da ipeksi ağa benzer bir dokumaydı, ancak dokusu yakından incelendiğinde ne yakın tarihte bilinen ne de arkeolojik açıdan bilinen herhangi bir kumaşa benziyordu, hatta ve hatta bu tür imalatta kullanılanlar gibi bir dokuma tezgâhında da dokunmadığı aşikârdı. Harfler ya da daha doğru ifade etmek gerekirse semboller çok küçüktü, ancak olağanüstü nitelikte görünüşe sahipti. Yazım esnasında bir kalemden ziyade, kaleme benzeyen ancak en kaliteli kalemden bile çok daha ince yazma yeteneğine sahip bir şey ile yazıldığını düşünüyordum. Daralmalar ve kombinasyonlar sadece sık değil, neredeyse çok amaçlı kullanılabilecek şekilde tasarlanmıştı. Art arda beş ardışık harfin ayrı ayrı yazıldığı bir örnek yoktu ve genellikle dört ila on harf dâhil olmak üzere yarım düzine daralmanın meydana gelmediği tek bir satır da bulunmuyordu. Sayfalar yaklaşık olarak 13x20 cm’lik sıradan defter sayfası boyutundaydı, ancak sayfa başına elli satır ve belki de her satırda sadece yüz elli harf bulunmaktaydı. Muhtemelen ilk yarım düzine sayfa tamamen tahrip olmuştu ve sonraki yarım düzine o kadar ezilmiş, dağılmış ve tahrif edilmişti ki onların üzerinde sadece birkaç cümle düzgün bir şekilde okunabiliyordu. Her hâlükârda, bunları yazarın anlamının büyük ölçüde doğru bir temsili olduğuna inandığım şeyle birleştirmeye çalıştım. Manastırlarda, keşişlerin kullandıkları Latinceye benziyordu -bazen neredeyse birleştirilmiş kelimeler olsa da- bununla birlikte Latince olmayan birçok kelime de vardı. Geri kalanı için, orada burada sayfalar okunaksız ve özellikle sayıları veya kimyasal bileşikleri temsil eden bazı semboller çözülemez olsa da yazılanlar hakkında net ve tutarlı bir çeviri yapmayı başardığımı umuyorum. Aslında sadece anlatımımı yoğunlaştırarak yazacaklarıma mantıksızca karşı koymaya çalışacak kişilerin gereksiz suçlamalarından dolayı sorun yaşamamak için tek bir satır dahi değiştirmedim ya da baskılamadım.
Ve son bir söz daha! Pek muhtemel olmasa da bu hadiseleri açıkça onlara rapor eden anlatıcının bazı dostları hayatta olabilir ve burada yazılanlar onlara tanıdık gelebilir. Şayet öyleyse o zaman beni tamamen şaşırtan bazı sorunları çözmeme yardımcı olabilirler ve isterlerse el yazmasının giriş kısmındaki kasıtlı ya da kazara tahrip olan eksik bölümün sırrını açığa çıkarmak için ellerindeki ipuçları hakkında açıklamada bulunabilirler.
Bu bölümlerin, el yazması kaydının yalnızca ilk bölümünü içerdiğini eklemeliyim. Geri kalan bölüm, ikinci bir yolculuğun olaylarını ilişkilendirmek ve başka bir dünyayı tanımlamak için bilgiler veren kısım hâlâ bende saklıdır ve şayet çalışmanın ilk kısmı halkın ilgisini fazlasıyla çekecek olursa hikâyenin son bölümü tarafımca ya da yasal mirasçılarım tarafından yayımlanacaktır. Aksi olacak olursa ölümümden sonra bu bölüm bazı ulusal ya da bilimsel kurumların kütüphanesinde yerini alacaktır.
BÖLÜM II
DIŞ MEKÂNA BAĞLI
Açık nedenlerden dolayı, Apergy’nin1 sırrına sahip olanlar, bunu asla önerdiğim şekilde uygulamayı hayal etmemişlerdir. Atomik alanda itici bir kuvvetin varlığından uzun zaman şüphelenildiği ve kesinlikle geç tespit edildiği için ve bunun üstünlüğü, maddenin sıvı ya da katı hâlinden farklı olarak gaz hâlinin karakteristiğine sahip olduğundan, onlara meraklı bir doğa sırrından biraz, belki de çok daha fazlası gibi gelmiş olabilirdi. Son zamanlara kadar, bu kuvveti büyük miktarda üretebilecek ya da toplayabilecek bir araç bulunamamıştır. Elektrik biliminin ilerlemesi bu zorluğu çözmeyi başarmıştır ve bu sır bana iletildiğinde, daha önce hiç kendisine ait olmayan bir değere sahip olmuştur.
Gezegenlerin her birinin kendi çapında birer dünya olduklarını öğrendiğim çocukluk dönemimden bu yana, en yakınlarından birine ya da birkaçına ziyaretlerde bulunabilmek en sevdiğim hayalimdi. Böyle bir yolculuğun bir gün mutlaka yapılacağını hissederek konu hakkında elde edebileceğim tüm bilimsel ve hayali ipuçlarını topluyordum. Bu konu hakkında gerçekten zekice yazılmış bir ya da iki roman sayesinde, en büyük hayalimi gözümde canlandırmış, bu rüyalarım esnasında her türlü zorluğu ve risk faktörlerini kendimce tespit etmiştim. Kendi kendimi, ihtiyaç duyulan tek bir şeyin henüz ulaşılamayacak kadar ötesinde, hatta ve hatta bilimin yakın umutlarının bile ötesinde olduğuna ikna etmiştim. İnsani icatlar, dirençli ortam sağlamayan bir bölge boyunca sorunlu hareketin -beyinsel olarak düzgün ve sürekli artan- temel gereksinimini karşılayabilecek tahrik gücünü sağlayamazdı. Bu noktada, kesinlikle mutlak bir boşlukla hareket edebilen itici bir enerji olmak zorundaydı. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, balıklar, her an uygulanan bir itme gücüyle hareket etmiştir. Havada ya da suda, kürekler, yelkenler, yüzgeçler ve kanatlar çalıştıkları akışkan yapı taşına uygulanan itme gücüyle hareketlerini gerçekleştirmiştir. Ancak uzayda, itmenin uygulanabileceği böyle bir direnç elemanı yoktu. Sınırsız bir mesafeden yer çekimi gibi hareket edecek ve uzak bir dayanak noktasında geçersiz bir hareketle, örneğin Dünya’dan Ay’a veya çok daha uzak olan Güneş’e yapılacak bir yolculukta olduğu gibi bir itme gücüne ihtiyacım vardı. O sıralarda, Apergy gücünün karakteri bana bildirildiğinde, bu amaçla uygulanması aklıma yatmıştı. Deney, bu kaydın başlangıcında açıklanan yöntemle, kayıtların pratik olarak sınırsız miktarda üretilip toplanabileceğini kanıtlamıştı. Uzayda yolculuk için diğer engeller, üstesinden gelmekle karşılaştırıldığında önemsizdi; doğada bulunmayan ya da eksik güçler değil, keşfedilmemiş ya da henüz bulunamamış güçler vardı. Bunların en başında gelen ise elbette yolculuk esnasında yolcunun ihtiyaç duyacağı yeterli havanın taşınmasıyla ilgili olan eksikliğin giderilmesiydi. Hava geçirmez bir geminin inşası yeterince kolaydır; ancak taşınan hava kütlesi ne kadar büyük olursa olsun, oksijen tüketilmemesine rağmen, nefes alarak verilen karbonik asit kısa sürede tüm yaşamı imkânsız hâle getirecektir. Bu elementi ortadan kaldırmak için sadece kolayca hesaplanan belirli bir miktarda kireç suyunu taşımak ve havanın tamamını periyodik olarak içerecek bir kaptan geçirebilmek açısından bir fan ya da benzer bir alet gerekli olacaktır. Çözeltideki kireç, zararlı gazla birleşerek suyun bulanık beyazlığı ile karbonik asidin emilimini ve kireç karbonatının oluşumunu gösterecektir. Fakat eğer karbonik asit gazı sadece uzaklaştırılacaksa o gazın bir parçasını oluşturan havanın oksijeni sürekli olarak azalacak ve sonuçta tükenecektir ve yüksek derecede oksijenlenmiş havanın dolaşımı üzerindeki etkisi, bu elemanın oranında başlangıçta kayda değer bir artış sağlayabilmesi için çok büyük olacaktır. Aslında potas klorat gibi bazı katı kombinasyonlarda ihtiyaç olması hâlinde, mevcut olan koşullara yeni bir oksijen kaynağı taşıyabilirdim. Ancak Apergy’nin oluşturulması için kullanılacak olan elektrik, karbonik asidin ayrışmasına ve oksijenin atmosfere geri kazandırılmasına da uygulanabilirdi.
Ancak geminin yönlendirilmesinin yanı sıra itilmesi de gerekiyordu ve bunu başarabilmek için Apergy’nin yönünü iradeli bir şekilde yönetmek gerekli olacaktı. Bunu yapabilmek için kullanacağım yöntemim, bu garip gücün en iyi kurulmuş iki özelliğine bağlıydı: doğrusal doğrultusu ve iletkenliği. Sapmadan ve görünüşte küçülmeden tek bir düz çizgi üzerinde havada ya da boşlukta hareket ettiğini tespit etmiştim. Çoğu katı maddeler ve özellikle de metaller, kendi elektrik koşullarına bağlı, karşılıklı olarak az ya da çok su geçirmezdi. Nüfuz etme gücü çok belirsiz bir yasaya göre azalır, ancak o kadar hızlı bir şekilde akla gelebilecek hiçbir akım gücü, araya giren bir tabaka tarafından yarım inç kalınlığında korunan bir nesneyi etkilemezdi. Öte yandan, diğer tüm hatlara karşılıklı olarak oluşturulacak bir kılıfta çözülemeyen iletken bir çubuğun ekseni tercih edilebilirdi. Bununla birlikte, bu tür bir çubuk kavisli, bükülmüş veya bölünmüş olabilirdi, böylece akım onu dolduracak, takip edecek ve ortaya çıktığı yöndeki sapma, difüzyon veya kayıp olmadan süresiz olarak devam ettirecekti. Bu nedenle, karşılıklı olarak malzeme ile kaplanmış bir geminin jeneratöründen akım toplayarak ve başka bir Apergy bırakmadan, tüm hacmi bir iletkene göndermek gerekebilirdi. Bu iletkeni keserek diğer parçanın daha yakına dönmesine neden olan akımı gerekli bir açıda yönlendirebilirdim. Böylece itmeyi dirençli bir gövdeye (güneş ya da gezegen) döndürebilirdim ve bu sayede gemiyi istediğim herhangi bir yöne itebilirdim.
İlk denememin Mars’ı ziyaret olması gerektiğine karar verdim. Ay görünüşe göre çok daha az ilginç bir cisimdi, çünkü dünyaya doğru çevrilmiş olan yarım küresinde, atmosfer ve su olmaması, bizim bildiğimiz gibi herhangi bir yaşamın -muhtemelen duyularımız tarafından fark edilebilecek herhangi bir hayatın- olmayacağını gösteriyordu ve bu durum inişi de engelleyebilirdi. Neredeyse en sağlam gök bilimciler, görünüşte yeterli gerekçelerle, (küçük bir kısmı zaman zaman dengeli, büyük ölçüde kısaltılmış ve sonuç olarak biraz kusurlu da olsa görünüşüne dair raporlar sunmuş) karşı yarım kürenin bile hayvan ve sebze yaşamının iki temel gerekliliğinden yoksun olduğuna inanma konusunda hemfikirdi.
Mars’ın denizleri, bulutları ve genel olarak bir atmosferi olduğunu kabul ediyor ve onu bu tartışmaların ötesinde tutuyordum. Venüs’ün olağanüstü parlaklığı nedeniyle dünyaya en yakın konumdayken aydınlatılmış yüzeyin çok küçük bir kısmının bizim için görünür olduğu gerçeğine dayanarak her şeyden önce onun yoğun bulut tabakası hakkında çok az şey bilinmesinden dolayı, muhtemelen daha az çekici olmasına rağmen, koşulların ve olası sonucun en açık ve kesin olacağı görüşüne sahip olduğum Mars gezegenine yapılacak ziyaretin ve başlanacak yolculuğun en doğru karar olduğu sonucuna vardım. Dahası, ilk etapta, Apergy’i bir direnç kuvveti olarak değil, itici bir kuvvet olarak kullanmayı tercih ettim. Şimdi, Dünya’nın çekim alanının ötesine geçtikten sonra, Mars’a doğru giderken, çekim gücünün üstesinden gelmek için Apergy’e dayanarak Güneş’ten ayrılmam gerektiği gayet açıktı; oysa Venüs’e ulaşmaya çalışacak olursam, Güneş’e yaklaşmam, bu muazzam çekim gücüne karşı temel itici gücüme güvenmem ve Apergy’i sadece hareket oranını hafifletmek ve yönünü kontrol etmek için kullanmam gerekecekti. İkinci seçenek bana bu ikisinin arasında daha hassas, zor ve belki de en tehlikeli göreviymiş gibi geldi; bu yüzden de bu seçeneği, makinelerimin kontrolünde bazı deneyim ve el becerileri edininceye kadar ertelemeye karar verdim.
Tabii ki gemimi olabildiğince hafif ve aynı zamanda ağırlıkla ilgili düşüncelerin kabul edeceği kadar büyük hâle getirmem gerekiyordu. Ancak uzayın dışsal soğukluğunun içeriye nüfuz etmesini önlemek ya da daha doğrusu, geminin içinde üretilen ısının dışarıdaki yoğun soğukluğa doğru geçişini engellemek ve içerideki havanın muazzam dış basınca karşı direnç göstermesini sağlayabilmek için çok kalın duvarlar inşa etmek büyük önem arz ediyordu. Kısmen bu nedenlerden dolayı ve kısmen de elektriksel karakterini özellikle aperjik akıma karşı geçirgen veya geçirimsiz hâle getirme kabiliyetine sahip olduğu için dış ve iç duvarlarını … alaşımdan yapmaya karar verdim, bu arada tüm boşluklar, doğanın sağladığı diğer herhangi bir maddeden veya malzemelerden inşa edilen insan zekâsından daha az ısıya nüfuz eden bir beton veya çimento kütlesi ile doldurulmalıydı. Bu çimentonun malzemeleri ve oranları aşağıdaki gibiydi.
Kısaca MDCCCXX’te … Mars’ın yaklaşmakta olan direnişinden yararlanmaya karar verdikten sonra gemimi dış kısmı altı inç ve iç kısmı üç inç kalınlığa sahip metaloitten oluşan, üç fit kalınlığında duvarlarla inşa ettim. Gemimin şekli, bir nevi antik Hollanda, Doğu Hindistan ticari gemilerinin biçimine benziyordu zeminden ve tavandan eşit uzaklıkta olan bir düzlemde en geniş ve en uzun, yanlar ve uçlar yine yerden dışa ve çatıya doğru eğimliydi. Bununla birlikte, her biri yüz fit uzunluğunda ve elli fit genişliğindeki güverte ve omurgası kesinlikle düzdü, geminin yüksekliği ise yaklaşık yirmi fit kadardı. Zeminin ve çatının tam ortasına, ilk aşamada pencere görevi görmesi açısından sırasıyla büyük birer kristal mercek yerleştirdim, bu merceklerin alt kısımda yer alanı güneş ışınlarının kırılarak içeri girmesini, üst kısma yerleştirdiğim mercek ise büyüteç görevi görerek yıldızları incelememi sağlayacaktı. Geminin kalan tüm kısımlarından daha ağır olan zemin, elbette ki aşağıya doğru duracaktı; bu da yolculuğun büyük bir kısmı boyunca geminin yönünün güneşe dönük olacağını gösteriyordu. Herhangi bir nesneyi herhangi bir yönde ayırt edebilmemi sağlamak için, aynı malzemeden biri üstte diğeri alt yarısında olmak üzere dört malzemenin her birinin ortasına benzer birer lens yerleştirdim. Söz konusu kristal, benim için üretenlerin de farkında olduğu gibi sıradan camla ulaşılamayan bir mükemmellik ve yapı eşitliğiyle işlemden geçirilerek, fazlasıyla sabırlı ve zahmetli cilalama işleminden sonra orta büyüklükteki teleskopların bile lenslerinin çok zor verebileceği keskinliğe ve netliğe sahip olacak biçimde, ister camdan isterse metalden olsun, ısıyı hiçbir suretle geçirmeyen … malzemeden oluşuyordu. Eğriliği öylesine net hesaplamıştım ki farklı büyüteçlerin birkaç gözü, yanımda taşıyacağım pencere camlarının herhangi birine eşit olarak uyarlanabilirdi ve böylece düzgünce yerleştirilebilen aynalar üzerine 100, 1000 veya 5000 kat büyütülmüş mükemmel bir görüntü sağlayabilirdi.
Zemini birkaç alternatifli mantar ve kumaşla kapladım. Geminin bir tarafına koltuğumu, masamı, kitap rafımı ve yolculuğum için gerekli olabilecek tüm diğer eşyaları dengeyi koruyacak ve yeterli ağırlığa sahip olacak biçimde yerleştirdim. Diğer tarafa ise pencerelere erişime izin verecek biçimde iki parçaya bölünmüş, üç metre derinliğinde ve beş metre genişliğinde topraklı bir bahçe yaptım. Bahçenin ayrılmış her bir bölümünü, kısmen hayvan atıklarını emmek için, kısmen başka yerlerde doğallaştırma umuduyla, mümkün olan en geniş çeşitlilikte çalılar ve çiçekli bitkilerle doldurdum. Bahçenin her iki tarafını çatıdan zemine uzanan tel örgülerle kapladım, bu sayede çeşitli kuşlardan oluşan kafesleri içeri yerleştirdim. Geminin merkezinde, yaklaşık otuz fit yükseklik ve yirmi fit genişliğe kadar alanı kaplayan makineler bulunuyordu. Bu alanın daha büyük kısmı, elbette, yukarıda Apergy’nin yuvası olan jeneratör tarafından doldurulmuştu. Bu, zeminden sağa doğru, karşılıklı konumlandırılmış kılıf içerisinde bir iletken çubuğa iniyor, böylece üst kısımdan ayrılmadan alt kısım, yirmi derecelik (20°) bir açıyla herhangi bir yönde dönebiliyordu. Bu, elbette, itici kuvvetin akışını Güneş’e yöneltebilmek için yapılmıştı. Açı otuz dereceye kadar uzatılabiliyordu, ancak Güneş diskinin dış kısımlarına karşı yönlendirilen bir kuvvete güvenmeyi uygun bulmuyordum, bunların yeterince küçük bir yoğunluk maddesi tarafından işgal edildiğine inanıldığından, böylesi bir eylem için yeteri derecede sağlam bir taban sağlayamayacağını düşünüyordum.
Yolculuk sırasında yanıma yaklaşabilecek herhangi bir objenin hareketine izin vermemek ya da buna karşı koyabilmek için de açıkça belli bir mesafe bırakılması gerekliydi. Yine buna bağlı olarak, Dünya’nın çekim etkisinden kurtulduktan sonra bu objeleri herhangi bir yöne ve yüzeye her açıdan yönlendirebilir olmalıydım. Bu amaçla, çatıdan ve duvarların dört bir tarafından geçerek, ana iletken gibi bağlı olacak biçimde, ancak istenildiği zaman çok daha geniş açılarla dönebilen ve her an ayrılabilir ve yalıtılabilir, bir nevi giriş yuvası veya duya girebilecek beş küçük çubuk yerleştirdim. Direksiyon aparatım ise içinde üç büyük daire bulunan bir masadan oluşuyordu. Bunların orta ve sol kısmı, doğru şekilde parlatılmış ve tıraşlanmış aynalarla doluydu. Merkezî daire veya meta pusula, merkezden çevreye yayılan ve her biri bir sonrakinden bir derecelik yayla sapan birçok farklı yönü işaret eden üç yüz altmış ince çizgiye bölünmüştü. Buradaki ayna, çatıdaki mercekten izlediğim yıldızın görüntüsünü alacaktı. Bu merkezde her şey mümkün olduğunca sabit kalacaktı. Hatlardan herhangi biri boyunca hareket ettiğinde, gemi açık bir şekilde yolundan ters yöne sapıyordu; bunu engellemek ve doğru rotaya yönelebilmek için de itici kuvvetin onu görüntünün hareket ettiği yöne doğru itmesi gerekiyordu. Bunu başarmak için ana iletkenin alt bölümüne bir dümen takıldı, bununla, ikincisinin, dönme sınırı dâhilinde herhangi bir doğrultuda sınırlı hareket etmesi sağlanabilirdi. Bu dümeni kontrol etmek, sağ taraftaki açık veya direksiyon simidinde, meta pusulanın aynasındaki yıldızın sapmasına tam olarak paralel hareket edecek küçük bir düğme ile sağlanacaktı. Sol daire ya da dismetre, birbirinden eşit bin dokuz yirmi eş merkezli daireye bölünmüştü. En dıştaki aynanın, merkezden yaklaşık iki kat daha uzaktaki dış kenarından, dünyadaki herhangi bir gözlemciye en büyük yıldız olan Güneş’in tam olarak eşit orandaki ölçümü sunulabilecekti. Her iç daire bir saniye azaltılmış çap ölçümüne karşılık geliyordu. Bir verniye2 ya da göz parçası aracılığıyla, Güneş’in çapı disometreden okunabilir ve çapından mesafe doğru bir şekilde hesaplanabilirdi. Makinenin diğer tarafında, havanın bir fan tarafından yönlendirildiği karbonik asidin ayrışması için bir bölme vardı. Bu fanın kendisi, iki çıkıntılı karşılıklı metal karesi olan yatay bir tekerlek tarafından çalıştırılıyor, tekerleği sabit ve hızlı hareket hâlinde tutmak için her birine karşı, belli bir noktaya ulaştıkça merkezinden çok küçük itici bir kuvvet akışı yönlendiriliyordu. Elbette kendim için de bol miktarda konserve sebze, kurutulmuş et, süt, çay, kahve vb. malzemeleri ve geçmesi beklenen yolculuk süresinin iki katı kadar yeterli olacak biçimde içme suyu tedarik etmiştim; ayrıca gemiye gayet iyi bir şekilde hazırlanmış alet çantası da koymuştum (teller, borular vb.). Alt pencerelerden biri, içinden rahatlıkla geçebileceğim kadar büyüktü ve girdikten sonra kapısını yerine oturtarak sıkıca çimento ile sıvamam gerekiyordu, eğer gemiden çıkmak istersem bu sıva çıkarılmak zorundaydı.
Geminin ve makinelerinin farklı bölümlerinin imalatı ve bazen de uygulanması gereken kombinasyonların hazırlanması beni elbette birkaç ay meşgul etmişti; temmuz sonunda artık yolculuğa çıkmaya hazır olduğumda, terslikler de oluşmaya başlamıştı. Yaklaşık elli gün boyunca yörüngesinde dakikada yaklaşık bin yüz mil hızla hareket eden Dünya, Mars’ı geçecekti; daha açık bir şekilde ifade etmem gerekirse, Dünya, Güneş ve Mars’ın arasına girecekti. Dünya’dan başlayarak bu harekete eşlik etmeliydim; ben de aynı yönde dakikada bin yüz mil gitmeliydim; ama sürekli genişleyen bir yörünge boyunca seyahat etmem gerektiğinden Dünya beni geride bırakacaktı. Apergy bunu telafi edebilmek ve yanı sıra beni taşıyabilmek için, Mars yörüngesine doğru, bir öncekine dik açılarla kırk milyon mil taşımak zorunda kalacaktı. Yine, Dünya yüzeyinin kendi ekseni etrafında yükseldiğim o noktanın hareketini, enlem ile değişen, Ekvator’da en büyük, kutupta hiçbir şey olmayan bir harekete de eşlik etmek zorundaydım. Bu beni saatte binlerce mil hızla Dünya’nın etrafında döndürecekti ve benim elbette ki mümkün olan en kısa süre içerisinde bu rotadan kurtulmam gerekiyordu. Ve bundan kurtulmam gerektiğinde, ilk başlarda yukarı doğru hareket etmek istiyordum; yani, doğrudan Güneş’ten uzakta ve ekliptik düzlemde olmalıydı ki bu Mars’ın hareketinden çok farklı olmayacaktı. Bu nedenle de etkili tırmanışımı gerçekleştirmek için Dünya’nın mümkün olduğunca Güneş’ten en uzak noktasından yani, gece yarısı meridyeninden bu yolculuğa başlamam gerekiyordu.