Читать книгу Mansfield Park (Джейн Остин) онлайн бесплатно на Bookz (7-ая страница книги)
bannerbanner
Mansfield Park
Mansfield Park
Оценить:
Mansfield Park

3

Полная версия:

Mansfield Park

Miss Crawford kendisini toparlayarak, “Bilseydim, papazlar hakkında bu kadar saygısızca konuşmazdım.” diyerek konuyu değiştirdi.

Bir süre sonra şapel, her zamanki sessizliğine ve dinginliğine terk edildi. İlk çıkan, kız kardeşinin tavırlarından rahatsız olan Miss Bertram oldu. Diğerleri de burada yeterince oyalandıkları düşüncesindeydi.

Binanın alt katını baştan aşağı gezmişlerdi. En ufak bir yorgunluk belirtisi göstermeyen Mrs. Rushworth, konuklarına üst kattaki odaları göstermek üzere ana merdivenlerden yukarı çıkmak üzereyken, oğlu kendisini durdurarak buna zaman kalmadığını söyledi.

“Çünkü…” dedi, gayet mantıklı bir şekilde, “Evde çok zaman harcadık. Dışarıdaki işlerimize zaman kalmayacak. Saat ikiyi geçiyor. Beşte de yemeğe oturacağız.”

Mrs. Rushworth’ün bu sözlere hak vermesinin ardından, bahçenin nasıl inceleneceği, kimin nasıl gideceği tartışmaları yeniden alevlendi. Mrs. Norris, arabaların ve atların en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğine dair düzenlemelere başladığı sırada, gençler bahçeye açılan kapıyı görerek, biraz hava almak ve rahatlamak için kendilerini dışarı attılar.

Gençlerin sıkıldığının farkına varan Mrs. Rushworth, onların ardından bahçeye çıkarak, “Dilerseniz buradan başlayalım.” dedi, “Burada çiçeklerimiz var, şurada da sülünlerimiz.”

Mr. Crawford, çevresine bakınarak, “Acaba…” dedi, “Uzaklara gitmeden burada yapacak bir şey bulabilir miyiz? Duvarlar epey ilgi çekici. Mr. Rushworth, bahçede oturup konuşalım mı?”

Mrs. Rushworth oğluna seslendi: “James, konuklarımız ormanı görmek isteyebilir. Bertram kardeşler ormanı görmemişti.”

Kimseden bir itiraz gelmedi ancak kimsenin de harekete geçmeye niyeti yok gibiydi. Çiçekler ve sülünler çok ilgilerini çekmişti. Hepsi neşeyle bir yana dağılmıştı. İlk harekete geçen, binanın bu tarafında neler yapılabileceğini incelemeye başlayan Mr. Crawford oldu. İki yanı yüksek duvarlarla çevrelenen çimenlik ve çiçek bahçesinin yanı sıra bir dokuz kuka sahası ve sahanın arka tarafında, az ileride başlayan ormana bakan, demir parmaklıklı, uzun bir teras vardı. Sorunları tespit edebilmek için çok uygun bir yerdi. Mr. Crawford’ın ardından Miss Bertram ve Mr. Rushworth o tarafa doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra diğerleri de onları takip etti. Edmund, Miss Crawford ve Fanny terasa ulaştıklarında, Mr. Crawford, Miss Bertram ve Mr. Rushworth’ü, yapılabileceklere dair derin bir tartışmanın ortasında buldular. Bu tartışmaya kısa bir süreliğine katılan üçlü, onları kendi hâllerine bırakarak yollarına devam etti. Diğer üç kişi, yani Mrs. Rushworth, Mrs. Norris ve Julia ise epey geride kalmıştı. Bu ziyaretten giderek sıkılmaya başlayan Julia, Mrs. Rushworth’e eşlik etmeye, sabırsız ayaklarını onun ağır adımlarına uydurmaya mecbur kalmıştı. Teyzesi ise sülünleri beslemek üzere dışarı çıkan kâhya ile dedikoduya dalmıştı. Dokuz kişi arasında bahtına düşenden memnun olmayan tek kişi olan zavallı Julia’nın faytondaki halinden eser yoktu. Âdeta işlediği günahın bedelini ödüyordu.

Aldığı terbiye nedeniyle yaşlı kadını bırakıp gidemiyordu. Bununla birlikte, kendine hâkim olmak, başkalarını da dikkate almak, kendini tanımak ve hislerini anlamak gibi meziyetlerden yoksundu. Bu yüzden de şu an çok mutsuzdu.

Miss Crawford, terasta attıkları turun ardından ormana açılan kapıya doğru döndükleri sırada, “Bu sıcağa dayanılmaz.” dedi, “Biraz ferahlamaya itirazı olan var mı? Şurada ne güzel bir orman var. Keşke o tarafa geçebilsek! Keşke şu kapılar kilitli olmasa! Fakat elbette ki kilitli, zira böyle büyük yerlerde sadece bahçıvanlar dilediği yere gidebilir.”

Ancak kapı kilitli değildi. Üçü birden neşe içerisinde kapıdan çıkarak kavurucu güneşten kaçmaya karar verdi.

Uzunca bir merdivenden indiklerinde kendilerini ormanın içinde buldular. İki dekar genişliğinde, ağırlıklı olarak karaçam ve defne ağaçlarının, budanmış kayınların düzenli bir şekilde dikili olduğu orman, terasa ve dokuz kuka sahasına oranla çok daha serindi. Ferahlamışlardı. Bir süre yürüyerek manzarayı seyrettiler. En sonunda, verdikleri kısa molanın ardından Miss Crawford, “Demek papaz olacaksınız Mr. Bertram.” diyerek söze girdi, “Çok şaşırdım!”

“Neden şaşırdınız ki? Bir mesleğim olduğunun farkına varmış, avukat, asker veya denizci olmadığımı tahmin etmiş olmalısınız.”

“Çok doğru. Ancak sözün kısası, papaz olacağınız aklıma gelmedi. Hem bilirsiniz, genelde küçük erkek kardeşe servet bırakan bir amca veya dede vardır her zaman.”

“Bu çok takdire şayan bir uygulama.” dedi Edmund, “Ancak her zaman geçerli değil. Ben de bu istisnalardan biriyim ve bir istisna olarak kendi adıma bir şeyler yapmam gerekiyor.”

“Peki ama neden papaz olacaksınız ki? Yani önünüzde bir yığın seçenek dururken…”

“Sizce asla kiliseyi seçen çıkmaz mı?”

“Asla, çok ağır bir söz… Ancak evet, pek sık değil anlamında kullanırsak asla çıkmayacağını düşünüyorum. İnsan kilisede ne yapar ki? Erkek dediğin kendini göstermek ister ve bir şekilde bunun yolunu da bulur. Ancak kilisede böyle bir şey mümkün değil. Din adamı dediğin bir hiçtir!”

“Umarım bu ‘hiç’ sözünü de ‘asla’ gibi bildiğimizden farklı bir anlamda kullanıyorsunuzdur. Bir din adamı pek popüler olamaz elbette. Birliklere önderlik edemez, kıyafetlerinin tonunu belirleyemez. Ancak yine de insanlık açısından, hem bireysel hem de toplumsal olarak, hem bu dünyada hem de öteki dünyada büyük önem taşıyan bir konuda söz sahibi olan; dinin, ahlakın ve bunların etkisiyle ortaya çıkan davranışların koruyuculuğunu yapan birisinden, ‘hiç’ diye söz etmezdim. Bu göreve kimse ‘hiç’ diyemez. Eğer bu görevi yürüten kişi bir hiçse, bu, görevini ihmal ettiği, önemini anlayamadığı, görevini bir yana bırakarak dalmaması gereken âlemlere daldığı içindir.”

“Din adamlarına, şimdiye dek duymaya alıştıklarımızdan, benim aklımın alabileceğinden çok daha fazla anlam yüklediniz. Toplum üzerinde bu önemi ve etkiyi maalesef görmek pek mümkün değil. Zaten insanların arasına kırk yılda bir çıkıyorlar. Vaazın dinlemeye değer olduğunu, vaizin James Blair kadar duyarlı olduğunu farz etsek dahi haftada iki vaaz bu sözünü ettiğiniz değerleri ortaya çıkarmaya yeter mi? Cemaatin haftanın geri kalan kısmındaki davranış ve düşüncelerini nasıl yönlendirecekler? İnsanların din adamlarını kürsü dışında bir yerde gördüğü yok ki!”

“Siz Londra’dan söz ediyorsunuz, ben ülkenin genelinden.”

“Bence metropoller ülkenin genelini yansıtır.”

“Kraliyetin genelindeki iyilik ve kötülüklerin oranını yansıtmıyordur umarım. Erdemimizi büyük şehirlere bakarak ölçemeyiz. Hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, saygın insanların iyi şeyler yapabileceği, din adamlarının etkisinin hissedilebileceği yerler değildir büyük şehirler. İyi bir vaizin takipçileri, sevenleri olur. Ancak iyi bir papazın cemaatine ve çevresine yararlı olabilmesinin tek yolu, iyi vaaz vermek değildir. Tabii bunun için cemaatin de küçük olması gerekir ki papazın karakterini tanıyabilsin, davranışlarına şahit olabilsin. Londra’da böyle bir şey söz konusu olamaz. Büyük kentlerde din adamları kalabalıkta kaybolup gidiyor. Çoğu kişi onları sadece vaiz olarak biliyor. Toplumu etkileme meselesine gelince… Miss Crawford’ın beni yanlış anlamasını, din adamlarının görgü kurallarını yönlendirdiğini, toplumun âdetlerini belirlediğini düşündüğümü sanmasını istemem. Din adamlarının görevi, ilkeleri anlatmak ve insanların benimsemesine çabalamaktır. Örneklerine her yerde rastlayabileceğiniz gibi din adamları bu ilkeleri benimsemezse, ulusun geri kalanının benimsemesi beklenemez.

Fanny büyük bir içtenlikle, “Elbette!” dedi.

Miss Crawford, “Görüyoruz ki…” diye atıldı, “Miss Price’ı çoktan ikna etmişsiniz.”

“Keşke Miss Crawford’ı da ikna edebilsem…”

“Bunu yapabileceğinizi hiç sanmıyorum.” dedi muzip bir gülümsemeyle, “Şu anda da en az papaz olarak göreve başlayacağınızı öğrendiğim zamanki kadar şaşkınım. Siz çok daha fazlasına layıksınız. Sözümü dinleyin ve fikrinizi değiştirin. Henüz çok geç sayılmaz, hukuk okuyun.”

“Hukuk okuyun! Bunu ‘Hadi ormana gidelim!’ der gibi rahatlıkla söylüyorsunuz.”

“Şimdi bana hukukun ormandan daha vahşi olduğunu söyleyeceksiniz. Neyse ki elimi çabuk tuttum da buna mahal vermedim.”

“Espri yapmamı engelleme telaşına düşmenize hiç gerek yok. Yapı icabı pek esprili biri değilimdir. Yalın, düz bir insanımdır. Espri yapmaya uğraşsam da beceremem.”

Üzerlerine bir sessizlik çöktü. Üçü de düşünceli görünüyordu. Sessizliği bozan Fanny oldu. “Şu güzel ormanda yürümenin insanı yormaması gerekir ancak ben yoruldum. Oturacak bir yer bulduğumuzda, sizin için de uygunsa biraz dinlenelim isterim.”

Edmund, Fanny’nin koluna girerek, “Sevgili Fanny…” dedi, “Ne kadar da düşüncesizim! Umarım çok bitkin düşmemişsindir. Belki de…” Miss Crawford’a dönerek sözüne devam etti: “Diğer arkadaşım da koluma girerek beni şereflendirir.”

Miss Crawford, “Teşekkür ederim ancak ben hiç yorgun değilim.” dedi ama yine de Edmund’ın koluna girdi. Edmund, Miss Crawford’ın bu hareketinin verdiği sevinç ve ilk kez bu kadar yakınlaşmış olmanın heyecanıyla Fanny’yi unutuverdi. “Koluma girdiniz ancak böyle bir faydası olmaz ki! Parmağınızın ucuyla dokunuyorsunuz âdeta. Bir kadının kolunun ağırlığıyla bir erkeğinki ne kadar farklı… Oxford yıllarından arkadaşlarımın koluma girmesine alışkınım. Onların yanında siz tüy gibi hafif kalıyorsunuz.”

“Gerçekten de hiç yorgun değilim. Oysa ormanın içinde neredeyse iki kilometredir yürüyoruz. Sizce de o kadar olmuştur, değil mi?”

Edmund kendinden emin bir tavırla, “Bir kilometre bile olmadı daha.” diye cevapladı. Henüz mesafeleri ve zamanı kadınlara özgü kural tanımazlıkla ölçecek kadar âşık değildi.

“Ne kadar dolaştığımızın farkında değilsiniz. Dolana dolana geldik. Orman bir uçtan bir uca, kuş uçuşu bir kilometre vardır. Patikadan saptıktan sonra onca yürümemize rağmen hâlâ ucuna ulaşamadık.”

“Ancak hatırlarsanız, patikadan sapmadan önce ormanı bir uçtan, ilerideki demir kapıda son bulan diğer ucuna dek görmüştük. İki yüz metreden fazla değildi.”

“Sizin metre hesabınızdan anlamam ama büyük bir orman olduğuna ve sürekli sağa sola saparak ilerlediğimize eminim. Dolayısıyla iki kilometre pek de isabetsiz bir tahmin sayılmaz.”

Edmund saatine bakarak, “Yola çıkalı on beş dakika olmuş.” dedi, “Sizin hesabınızla saatte yedi kilometre yürüyebilmemiz gerekir.”

“Bana saatinizle saldırmayın! Saat dediğiniz şey her zaman için ya ileri gider ya da geri kalır. Saate göre hareket edecek değilim!”

Biraz daha ilerleyince, az önce sözünü ettikleri yolun ucuna ulaştılar. Bir hendeğin kıyısındaki kuytulukta parka tepeden bakan geniş bir bank olduğunu görerek hep birlikte oturdular.

Edmund, Fanny’ye bakarak, “Korkarım çok bitkin düştün Fanny.” dedi, “Keşke daha önce söyleseydin. Yorulursan gezmenin ne eğlencesi kalır ki? Miss Crawford, ata binmek dışında her türlü egzersiz Fanny’yi hemencecik yoruyor.”

“Ne kadar kötüsünüz! Bunu bile bile geçen hafta boyunca Fanny’nin atını tekelime almama izin verdiniz! Sizden de kendimden de utanıyorum. Ama söz veriyorum, bir daha olmayacak.”

“Bu kadar düşünceli olmanız, ihmalkârlığımdan dolayı kendime daha da fazla kızmama neden oluyor. Fanny’nin iyiliğini benden bile çok düşünüyorsunuz.”

“Neden bu kadar yorulduğunuzu şimdi anlıyorum. Bu sabah yaptıklarımız insanı elbette yorar. Bir odadan diğerine gire çıka, sürekli bir şeylere baka baka, anlamadığımız şeyleri dinleye dinleye, kimsenin umursamadığı şeyleri çok beğendiğimizi söyleye söyleye koca evi gezdik. Dünyadaki en sıkıcı şeylerden biri… Miss Price da farkında olmadan yorulmuş olsa gerek.”

“Birazdan kendime gelirim.” dedi Fanny, “Böyle güzel bir günde, gölgede oturup yeşillikleri seyretmek kadar dinlendirici bir şey yoktur.”

Miss Crawford bir süre daha oturduktan sonra ayağa kalktı, “Hareket etmeden duramıyorum.” dedi, “Hendekten yeterince baktım. Şimdi gidip aynı manzaraya bir de demir kapıdan bakacağım. Manzaraya buradaki kadar hâkim değil galiba, ama olsun…”

Edmund da ayağa kalktı, “Şimdi Miss Crawford, eğer patikadan yukarı doğru bakarsanız iki kilometre olamayacağını hatta bir kilometre bile olmadığını anlayacaksınız.”

Miss Crawford, “Uçsuz bucaksız bir yer.” dedi, “Benim gördüğüm budur.”

Edmund’ın ikna çabaları bir işe yaramadı. Miss Crawford ne hesaplamaya ne de karşılaştırmaya razı oluyordu. Sadece gülümseyerek inat etmeye devam ediyordu. Mantıklı ve tutarlı değildi ama böyle çok daha sevimliydi. Bu şekilde bir süre karşılıklı gülüp eğlendiler. Sonunda da ormanın büyüklüğünü belirlemek amacıyla çevresinde bir tur atmaya karar verdiler. Hendeğin yanından aşağıya doğru inen yoldan ormanın bir ucuna kadar gidecekler, ardından da ya sağa ya da sola dönerek birkaç dakika içerisinde tekrar buraya geleceklerdi. Fanny artık dinlendiğini söyleyerek onlarla birlikte gitmeye yeltendi ancak buna izin çıkmadı. Burada kendilerini beklemesini isteyen Edmund’a karşı koyamayarak tekrar banka oturdu. Bir yandan Edmund’ın kendisini bu kadar düşünmesine seviniyor, bir yandan da bu kadar güçsüz olmasına yanıyordu. İkili köşeyi dönene dek arkalarından baktı. Gözden kaybolmalarının ardından ayak seslerine kulak verdi. Bir süre sonra sesler de kesildi.

10

Onbeş yirmi dakika geçmişti. Hâlâ tek başına oturan Fanny, Edmund’ı, Miss Crawford’ı ve kendisini düşünüyordu. Bunca zamandır onu bir başına bırakmalarına şaşırmaya başlamıştı. Ayak seslerini veya konuşmalarını duyabilme umuduyla kulak kabarttı. Nihayetinde yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu. Ancak tam rahatladığı sırada, bunların duymak istediği sesler olmadığını fark etti. Gelenler, az önce kendilerinin indiği patikadan inmekte olan Miss Bertram, Mr. Rushworth ve Mr. Crawford’dı.

Yeni gelenlerin ilk tepkisi, “Miss Price, burada bir başınıza ne yapıyorsunuz?” oldu. Onlara olanları anlattı. Kuzeni, “Zavallı Fanny!” diye haykırdı, “Seni ne kadar yormuşlar! Keşke bizimle kalsaydın.”

Ardından Miss Bertram iki erkeğin arasına oturdu ve yapılacak düzenlemeler hakkındaki konuşmalarına kaldıkları yerden devam ettiler. Henüz bir karara varabilmiş değillerdi. Henry Crawford’ın aklında bir yığın proje vardı ve söylediği hemen her şey, ağzından çıkar çıkmaz, önce Miss Bertram, hemen ardından da Mr. Rushworth tarafından kabul görüyordu. Mr. Rushworth’ün tek görevi insanları dinlemekten ibaret gibiydi. Sadece arkadaşı Smith’in evinde gördüklerini anlatıyordu. Kendisine ait herhangi bir fikri yoktu.

Bir süre bu şekilde konuşmalarının ardından, demir kapıyı süzen Miss Bertram kapının ardındaki parka gitmeyi önerdi. Böylece farklı şeyler görebilir ve daha sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilirlerdi. Bu fikre hepsi onay verdi. Yapılabilecek en iyi şey buydu. Başka türlü bir ilerleme kaydedemeyeceklerdi. Henry Crawford’a göre, beş yüz metre kadar ilerideki tepecik, malikânenin her tarafına hâkim bir konumdaydı. O tepeciğe gitmeleri iyi olabilirdi. Ancak kapı kilitliydi. Mr. Rushworth, “Keşke anahtarı getirseydim!..” dedi. Aslında anahtarı yanına almayı aklından geçirmişti. Bir daha asla anahtarsız çıkmama kararı aldı. Ancak bu kararı, hâlihazırdaki dertlerine derman olmayacaktı. Kapıyı açamıyorlardı. Miss Bertram’ın çıkmakta kararlı olduğunu gören Mr. Rushworth kendisini, anahtarı almak üzere eve dönmeye mecbur hissetti.

Mr. Rushworth’ün gitmesinin ardından Mr. Crawford, “Yapılabilecek en mantıklı şey buydu.” dedi, “Evden bu kadar uzaktayken hep birlikte dönmemizin bir anlamı yoktu.”

“Evet, başka seçenek yoktu. Şimdi dürüst olun, evin hâli umduğunuzdan da kötü, değil mi?”

“Hayır, tam aksine… Tahminimden daha iyi durumda… Benim zevkime uymasa da kendi tarzının iyi bir örneği. Doğrusunu isterseniz…” dedi kısık bir sesle, “Sotherton’a bir dahaki gelişimde bu kadar keyif alabileceğimi sanmıyorum. Olası değişikliklerden sonra bu kadar hoşuma gitmeyebilir.”

Utanan genç kız kısa bir sessizliğin ardından, “Siz hâlden anlayan bir insansınız. Elbette yapılanlara da bu gözle bakacaksınız. Sotherton’daki değişiklikleri başkaları beğenirse, eminim siz de beğenirsiniz.”

“Korkarım ki bazı açılardan pek de hâlden anlamıyorum. Doğrusunu isterseniz öyle olmayı isterdim. İstesem de geçmişi o kadar kolay unutamam.”

Bu sözler üzerine kısa bir sessizlik yaşandı. Sessizliği bozan yine Miss Bertram oldu: “Bu sabahki yolculuktan büyük keyif alır gibiydiniz. Eğlendiğinizi gördüğüme sevindim. Siz ve Julia yol boyu gülüşüp durdunuz.”

“Öyle mi? Sanırım öyle oldu. Ancak inanın hatırlamıyorum. Tamam! Sanırım amcamın İrlandalı uşağının komikliklerini anlatıyordum. Kız kardeşiniz gülmeyi çok seviyor.”

“Onu benden daha mı neşeli buldunuz?”

“Eğlendirmesi daha kolay diyelim.” diye cevapladı. Ardından da gülümseyerek, “Dolayısıyla da daha iyi bir yol arkadaşı. Sizi on beş kilometre boyunca İrlanda fıkralarıyla eğlendiremezdim sanırım.”

“Aslında en az Julia kadar neşeliyimdir. Ancak şu sıralar kafam çok karışık.”

“Şüphesiz… Bazı durumlarda neşeli davranmanız duyarsızlık olarak yorumlanabilir. Ancak sizin geleceğinizin ne kadar parlak olduğu düşünülürse böyle keyifsiz olmaya hakkınız yok. Önünüzde cıvıl cıvıl bir manzara uzanıyor.”

“Bunu gerçek anlamda mı yoksa mecazi anlamda mı söylüyorsunuz? Gerçek anlamda kullandığınızı farz ediyorum. Evet, parlak güneş altında patika gerçekten de cıvıl cıvıl görünüyor. Ancak maalesef demir kapı ve şu hendek beni boğuyor. Kendimi ‘Dışarı çıkamıyorum!’ diye haykıran sığırcık gibi hissediyorum.” Bu manidar sözlerin ardından kapıya doğru yürümeye başladı. Mr. Crawford da peşinden gitti. “Mr. Rushworth’ün anahtarı alıp gelmesi ne kadar uzun sürdü!”

“Ve siz hiçbir koşulda, anahtar ve Mr. Rushworth’ün izni, himayesi olmaksızın dışarı çıkamazsınız, değil mi? Oysa bence, benim de yardımımla, biraz zorlanarak da olsa kapının üzerinden atlayarak dışarı çıkabilirsiniz. Bence bunu yapabiliriz. Tabii siz de daha özgür olmayı gerçekten isterseniz ve bunu yapmanın yasak olduğunu aklınızdan çıkarabilirseniz.”

“Yasak mı? Çok saçma! Kesinlikle çıkabilirim ve çıkacağım! Zaten Mr. Rushworth her an gelebilir. Gözden ırak bir yerde olmayacağız ya!”

“Gitsek bile Miss Price kendisine bizi o tepecikteki meşelikte bulabileceğini söyleme nezaketini gösterecektir.”

Çok büyük bir hata yapmak üzere olduklarını hisseden Fanny, onları engellemesi gerektiğini düşündü. “Bir yerinizi incitebilirsiniz Miss Bertram!” diye bağırdı, “O sivri demirler bir yerinizi kesebilir, elbiseniz yırtılabilir, kayıp hendeğe düşebilirsiniz. Gitmeseniz daha iyi olacak.”

Fanny bunları söylediği sırada kuzeni çoktan karşıya geçmiş, neşeyle ve başarmanın guruyla gülümsüyordu. “Teşekkürler Fanny, ben de elbisem de gayet iyi durumdayız. Hoşça kal!”

Fanny bir kez daha tek başına kalmıştı ve bu durum hiç hoşuna gitmemişti. Gördükleri ve duyduklarına üzülmüş, Miss Bertram adına utanmış, Mr. Crawford’a çok kızmıştı. Dolambaçlı bir rota izleyerek kısa sürede gözden kayboldular. Ne bir ses duyuluyordu ne de gelen giden vardı. Tüm orman ona kalmıştı âdeta. Edmund ve Miss Crawford’ın kendisini burada unutup gitmelerinden korkmaya başlamıştı. Ancak Edmund böyle bir şey yapmazdı.

Bu nahoş düşüncelerden, birdenbire duyulan ayak sesleriyle uzaklaştı. Birileri ana yoldan aşağıya doğru hızla geliyordu. Mr. Rushworth’ün gelmekte olduğunu düşündü. Ancak gelen Julia’ydı. Terlemiş, nefes nefese kalmıştı. Fanny’yi görünce hayal kırıklığı içerisinde, “Diğerleri nerede?” diye bağırdı. “Maria ve Mr. Crawford’ın senin yanında olduğunu sanıyordum!..”

Fanny olanları anlattı.

Julia parka göz gezdirirken, “Yemin ederim, çok güzel bir numara çekmişler!” dedi, “Hiçbir yerde göremiyorum. Ancak çok uzaklaşmış olamazlar. Maria buradan çıktıysa, ben de çıkabilirim. Üstelik kimsenin yardımı olmaksızın…”

“Ama Julia, Mr. Rushworth birazdan anahtarla gelir. Mr. Rushworth’ü beklesen ya…”

“Beklemeyeceğim! Bu aileye bugünlük yeterince katlandım! O korkunç annesinden kaçmak için niye bu kadar beklediysem!.. Sen burada keyifle otururken benim neler çektiğimi bir bilsen! Emin ol, benim yerimde olsaydın sen de aynısını yapardın. Ama sen zaten ne yapar eder, böyle işlerden yırtarsın!”

Bu söylediği çok büyük bir haksızlıktı ama Fanny aldırış etmedi. Julia şu anda fena hâlde sinirlenmişti ve telaş içindeydi. Julia’nın sinirinin kolay kolay geçmeyeceğini düşünerek aldırmamaya karar verdi. Sadece Mr. Rushworth’ü görüp görmediğini sordu.

“Evet gördük. Ardından kovalayan varmış gibi koşuyordu. Bize nereye gittiğini, sizin nerede olduğunuzu söylemek için bile durmayacaktı neredeyse…”

“Boş yere bunca sıkıntıya girdi, yazık!”

“Onu Miss Maria düşünsün. Onun günahlarından dolayı kendimi cezalandıracak değilim. O sinir bozucu teyzem kâhya ile çene çalmaya dalınca annesinin yanından ayrılamadım ama en azından oğlundan kaçabilirim.”

Bu sözlerin hemen ardından, parmaklıklardan atlayarak uzaklaştı. Edmund ve Miss Crawford’ı görüp görmediğini soran Fanny’yi duymamıştı bile. Artık korkmaya başlayan Fanny, Mr. Rushworth’ü görünce biraz rahatladı. Mr. Rushworth’e çok ayıp ettiklerini düşünen Fanny, olanları anlatma görevinin kendisine kalmasından rahatsız olmuştu. Fanny elinden geldiğince yumuşatarak anlatmasına rağmen adamın bu durumdan hiç hoşlanmadığı, utancından yerin dibine geçtiği ortadaydı. Önce pek bir şey demedi. Ancak bakışları yaşadığı büyük şaşkınlığı ve sıkıntıyı anlatmaya yetmişti. Kapıya doğru yürüyerek önünde dikildi. Ne yapacağını bilemez hâldeydi.

“Benden kalmamı rica ettiler. Kuzenim Maria size haber bıraktı. Onları tepecikte bulabileceğinizi söyledi.”

“Buradan öteye gideceğimi hiç sanmıyorum!” dedi öfkeyle, “Görünürde yoklar. Ben tepeciğe varana dek onlar başka yere giderse ne olacak? Bugün yeterince yürüdüm zaten.”

Düşünceli bir ifadeyle Fanny’nin yanına oturdu.

“Çok üzgünüm…” dedi Fanny, “Büyük talihsizlik!” Bir şeyler daha söylemek istiyordu ancak ne diyeceğini bilemiyordu.

Mr. Rushworth, uzun bir sessizliğin ardından, “Beni bekleyebilirlerdi.” dedi.

“Miss Bertram, onlara yetişebileceğinizi düşündü.”

“Beklemiş olsaydı, peşinden koşmama gerek kalmazdı.”

Bu söze verecek cevabı olmayan Fanny sustu. Bir süre duraklayan Mr. Rushworth sözlerine devam etti: “Yalvarırım söyleyin Miss Price, siz de bazıları gibi Mr. Crawford’a hayran mısınız? Şahsen o adamda hiçbir şey bulamıyorum.”

“Ben de yakışıklı olduğunu düşünmüyorum.”

“Yakışıklı mı? Böyle çelimsiz birine yakışıklı denir mi? Boyu 1,70 bile yok! Hatta daha da kısadır. Bana sorarsanız, bu Crawford kardeşlerin gelişinin kimseye bir faydası dokunmadı. Onlarsız da gayet iyiydik.”

Fanny iç geçirdi. Ne cevap vereceğini bilemiyordu.

“Anahtarı alıp gelmeye nazlanmış olsaydım bu yaptıklarının bir mazereti olabilirdi. Ancak istediğini söyler söylemez koşa koşa gittim.”

“Bu davranışınız her türlü takdiri hak ediyor. Elinizden geldiğince hızlı gidip geldiğinizden de eminim. Yine de buradan eve epey bir mesafe var. Bekleyen insan için zaman geçmek bilmez. Her dakika bir saat gibi gelir.”

Mr. Rushworth ayağa kalkarak tekrar kapıya yürürdü. “Keşke gerektiği sırada anahtar yanımda olsaydı…” dedi. Fanny, adamın hâline bakıp insafa gelmeye başladığını sezdi ve bu cesaretle yeni bir girişimde bulunmaya karar verdi: “Onların yanına gitmemeniz çok kötü olacak. Parkın o tarafından malikâneyi daha iyi görebileceklerini, ne tür düzenlemeler yapılabileceğine daha rahat karar verebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak siz olmaksızın bu konuda kesin bir karara varmaları mümkün olamaz.”

Fanny, insanları kaçırmakta, yanında tutmaktan daha başarılı gibiydi. Çabaları işe yaramıştı. Mr. Rushworth, “Pekâlâ.” dedi, “Gitmemin daha iyi olacağını düşünüyorsunuz madem… Hem anahtarı da boşuna getirmemiş olurum.” Bu sözlerin ardından kapıdan çıkıp tek kelime etmeden uzaklaştı.

Fanny, uzun süredir ortalıkta görünmeyen ikili için yine meraklanmaya başladı. Giderek sabırsızlanıyordu. Nihayetinde kalkarak onları aramaya karar verdi. Aşağı doğru inen yol boyunca ilerlemeye başladı. Bir köşeyi döndüğü anda kulağına Miss Crawford’ın kahkahaları geldi. Ses giderek yaklaşıyordu. Birkaç köşeyi daha dönünce onları karşısında buldu. Fanny’den ayrıldıktan kısa süre sonra gördükleri bir kapıdan parka geçmişler ve Fanny’nin sabahtan beri görmek istediği ağaçlıklı yola gitmişlerdi. Bir ağacın altında oturmuş ve az önce tekrar ormana dönmüşlerdi. Anlattıkları buydu. Keyiflerinin yerinde olduğu ve ne kadar zamandır ortalarda olmadıklarının farkına dahi varmadıkları belliydi. Fanny’nin tek avuntusu, Edmund’ın kendisinin de yanlarında olmasını çok istediğini söylemesiydi. “Gelip seni de alacaktım ama yorgunsun diye vazgeçtim.” demişti. Ancak bu, Edmund’ın iddia ettiği gibi birkaç dakika değil, tam bir saat boyunca tek başına bırakılmasının verdiği acıyı da bunca zamandır baş başa ne yaptıklarına dair merakını da gidermeye yetmemişti. Hep birlikte eve dönmeye karar verdiklerinde, bu geziden Fanny’nin payına hayal kırıklığı ve üzüntü düşmüştü.

bannerbanner