
Полная версия:
Jo'nun Oğulları
“Bu şekilde konuşmana sevindim. O yaşta biri için sanatsal hayallerinin o kadar etkisi altında kalıyor ki… Gerçi bu tamamıyla benim hatam. Yine de onun duygularını derinden paylaşıyorum. Bazen akıllı davranmayı unutuyorum işte.” Sonra da Amy derin bir iç geçirerek bebeğini nemli bir havluyla örttü.
“Bu dünyadaki en tatlı şeylerden biri, çocuklarımızdaki yaşama sevinci olduğunu düşünüyorum ama bir zamanlar Marmee’nin Meg’e söylediği bir şey, hiç aklımdan çıkmıyor. Hem kızların hem de oğulların eğitiminde babalar da paylarına düşeni yapmalı. Bu nedenle Ted’in mümkün olduğunca babasıyla zaman geçirmesini sağlıyorum, Fritz de zaman zaman bana Rob’ı verir. Onun sessiz tutumu bana ne kadar huzur verici ve rahatlatıcı geliyorsa Ted’in öfke nöbetleri de babasına bir o kadar iyi geliyor. Şimdi sana tavsiyem şu Amy, bir süreliğine Bess çamurla oynamayı bıraksın ve Laurie ile müzik çalışmaya başlasın. Böylelikle Bess hep annesiyle fazlasıyla vakit geçirmez, babası da bu durumda kıskançlık yapmaz.”
“Duyun, duyun! Bir Daniel konuşuyor. Tam anlamıyla bir Daniel!” diye bağırdı Laurie, memnuniyetini gizleyemeyerek. “Bana yardım elini uzatacağını ve bir şeyler söyleyeceğini biliyordum. Gerçekten Amy’yi biraz kıskanıyorum ve kızımla daha çok zaman geçirmek istiyorum. Haydi kadınım, seninle bir anlaşma yapalım. Bu yazı benimle geçirirsin ve gelecek yıl Roma’ya gittiğimizde onu sana ve o çok değerli sanatınıza teslim ederim. Bu adil bir anlaşma değil de nedir?”
“Sana hak veriyorum ama hobilerini, kendinizi doğaya vermenizi, bir de araya müzik eğitimi sıkıştırmanızı düşününce bizim kızımızın sadece on beş yaşında olduğunu unutmamalısın. Tabii bizim Bess yaşıtlarına göre çok daha olgun bir genç kız ve ona asla çocukmuş gibi davranmamalısın. O benim için o kadar değerli ki… Onun o çok sevdiği mermerler kadar saf ve güzel olarak kalmasını istediğimi düşünüyorum.” dedi.
Amy üzüntüyle konuşmuştu. Sahip olduğu bu değerli çocuğuyla birlikte geçirdiği onca mutluluk verici zamanı düşünerek odanın sağına soluna bakmakla yetindi.
“Eskiden Ellen adını taktığımız ağaca çıkmak istediğimizde ya da o rustik botları giymek istediğimizde ‘Hep bana hep bana Rabbena olmaz.’ derdik.” dedi Jo hararetli bir şekilde. “Bu nedenle kızınızı paylaşmayı öğrenmelisiniz ve hanginizin onun hayatına daha çok şey katacağını görmelisiniz.”
“Öyle yaparız.” dedi kızlarına düşkün ebeveynleri gülerek. Jo’nun söylediği deyim onlara birçok anı hatırlatmıştı.
“O eski elma ağacının ana dalında zıplamayı ne çok severdim! Bindiğim hiçbir at orada aldığım hazzın ya da eğitimin yarısını bile vermemiştir.” dedi Amy yüksek pencereden dışarı bakarak âdeta o eski, sevimli meyve bahçesini ve orada oynayan küçük kızları tekrar görür gibiydi.
“O bizim için kutsal sayılan botlarla ne çok eğlenirdim!” dedi Jo gülerek. “O yadigârlar hâlâ duruyor ama oğlanlar onları paçavraya çevirdiler. Yine de onları çok seviyorum, şu an mümkün olsa onlarla tekrar haşmetli bir şekilde yürümekten büyük keyif alırdım herhâlde.”
“Benim en sevdiğim anılarım o çok ısınan tavayla, sosisle ilgili olanıdır. Ne çok muziplik yapardık! Bütün bunlar çok gerilerde kalmış gibi geliyor!” dedi Laurie, önünde duran iki kadına gözlerini dikip bakarken onların bir zamanlar küçük Amy ile isyankâr Jo’nun olabilecekleri inanılması güçmüş misali bir tavır takınmış gibiydi.
“Sakın yaşlanıyor olduğumuzu ima etmeyesin, Lord’um! Biz daha yeni yeni çiçek açıyoruz ve etrafa saçılmış tomurcuklarımızla çok güzel bir demet çiçeği andırıyoruz.” diye cevap verdi Bayan Amy, bir kıza yeni bir elbise alındığında gösterdiği titizlik ve aynı zamanda memnunluk edasıyla gül rengi önlüğündeki katlanma yerlerini silkeledi.
“Dikenlerimiz ve ölü yapraklarımızdan söz etmiyorum bile.” dedi Jo iç geçirerek. Hayat onun için hiç de kolay geçmemişti ve şimdi bile hem evin içinde hem de evin dışında bazı sorunlarla yüzleşmek zorundaydı.
“Gel gidip bir bardak çay içelim, tatlım ve gençlerin neyin peşinde olduklarına bir bakalım. Gidip yanımıza bir demlik dolusu çay ile biraz elma alıp rahatımıza bakalım.” dedi Laurie, sonra da her iki kardeşe kollarını uzatarak Parnas’ta asla eksik olmayan öğleden sonrası çayı için yolu gösterdi.
Yazlarını geçirdikleri oturma odasında buldular Meg’i, havadar ve zevkli döşenmiş bir odaydı bu. Öğleden sonrası bol bol güneş ışığı ile ağaçlardan gelen hışırdamalarla doluydu burası, ne de olsa bahçeye açılan üç tane boydan boya pencere vardı. O devasa müzik odası evin bir ucundaydı ve diğer ucundaysa mor renkte perdelerin asıldığı derin bir cumba bulunuyordu, ailenin toplanabileceği ufak bir mekândı burası. Orada üç tane portre asılıydı, köşelerde ise iki tane mermerden yapılmış büst duruyordu, ayrıca bir divan, oval bir masa, üzerinde çiçeklerle dolu ayaklı vazo, bu kuytu yerde görebileceğiniz yegâne eşyalardı. John Brook ve Beth’in büstleri vardı. Her ikisi de Amy’nin çalışmasıydı. Gerçekteki karakterleriyle büyük bir benzerlik vardı ve her ikisi de durağan bir güzelliğe sahipti. Âdeta şu sözleri hatırlatıyordu: “Çömlekçi çamuru hayatı, alçı ölümü ve mermer de ölümsüzlüğü temsil etmektedir.” Sağ tarafta evin kurucusu olan Bay Laurence’ın portresi asılıydı. Gururlu ama aynı zamanda hayırsever bir yüz ifadesinin karışımını görebilirdiniz. Canlı ve yakışıklı duruyordu. Bir zamanlar o kızın, yani Jo’nun, o portresine beğeniyle baktığını yakalamıştı. Karşı duvarda March teyze vardı. Mirasını Amy’ye bırakmıştı. Etkileyici bir türbanı, kıyafetinin de abartılı kolları vardı ve mor renkli saten elbisesinin önünde uzun eldivenli ellerini çaprazlama tutmuştu. Görünüşündeki sertliği zaman yumuşatmıştı. Karşı tarafın duvarında asılı duran yakışıklı ve yaşlı beyefendinin yüzünde sabitlenmiş saygınlık ifadesi, yıllardır tek bir kötü söz söylemeyen o dudaklarında sıcakkanlı sırıtmanın nedenini açıklıyor gibiydi.
Oranın onur konuğuna gelince, üzerine güneşin sıcaklığı vuruyor, etrafını yeşil bir çelenk çevreliyordu. Bu Marmee’nin sevgi dolu yüzünden başkası değildi, fakir ve tanınmadığı zamanlarda arkadaşlık ettiği bu muhteşem ressam, müthiş bir beceriyle bu tabloyu boyamıştı. Öylesine hoş şekilde capcanlı duruyordu ki âdeta kızlarına doğru yüzünü çevirip gülümsüyor, neşeyle “Mutlu olun. Hâlâ aranızdayım.” diyor gibiydi.
Üç kız kardeş bir süreliğine o değerli tabloya bakakaldılar. Hürmet dolu bakışlarla ve asla azalmayan bir özlemle duygulu anlar yaşadılar, bu asil annenin varlığı o kadar önemliydi ki onlar için, bir daha onun yerini hiç kimse dolduramayacaktı. Onu kaybetmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş, farklı bir yerde yeniden yaşamayı ve yeniden sevgiyi tatmak için yanlarından ayrılmıştı. Arkasında öylesine tatlı anılar bırakmıştı ki ev ahalisine, hem ilham kaynağı hem de avutucu olmuştu. Böyle duygu dolu hisler içindeyken kardeşler birbirlerine biraz daha yaklaştılar. O sırada Laurie tüm ciddiyetiyle duygularını kelimelere döktü.
“Kızımızın annemiz gibi bir kadına benzemesinden daha iyi bir şey isteyemem. Lütfen Tanrı’m, onun gibi olsun, bunun için çok uğraşacağım çünkü bu melek gibi kadına bunu borçluymuşum gibi hissediyorum.”
O sırada müzik odasından duru bir sesin “Ave Maria”4 şarkısını söylemeye başladığı duyuldu ve Bess bilinçsizce babasının duasını tekrarlamaya başladı çünkü babasının isteklerine, görev duygusuyla itaat ederdi. Eskiden Marmee’nin söylediği o yumuşak ses tonuyla söylenen şarkı, orada bulunan dinleyicileri tekrar günümüze geri getirdi. Çok sevdikleriyle ve kaybettikleriyle yaşadıkları o duygusal anları geride bırakarak hep birlikte açık pencerenin yanına oturup müziğin keyfini çıkardılar. O sırada mümkün olduğunca, hassas anı bozmamaya çalışarak Laurie sessiz sedasız çayları getirip servisini yaptı.
Nat bir süre sonra Demi ile içeri girdi. Arkalarında Ted, Josie, sonra da Profesör ve ona çok sadık olan Rob içeri girdi, hepsi “oğlanlar” hakkında haberleri almak için çok hevesliydiler. Çay fincanlarının çıkardığı takırtılar arasında orada bulunanların sohbetleri ortamı canlandırmıştı. Güneşin batmak üzere olmasına ve hepsi gün içerisinde yaptıkları yorucu işlere rağmen, bu neşeli topluluk dinlenmek için o aydınlık odaya âdeta demirlenmişti.
Profesör Bhaer’in saçları kırlaşmıştı belki ama her zamanki gibi dinç ve güler yüzlüydü, ne de olsa çok sevdiği bir işi yapıyordu ve o kadar içtenlikle işini yapıyordu ki bütün üniversite onun o muhteşem etkisini hissedebiliyordu. Genç bir oğlan olmasına rağmen Rob da onun izinden gidiyordu. Ona “Genç Profesör” lakabı çoktan takılmıştı bile. Onurlu babasının yaptığı çalışmalara tapıyor ve her bakımdan onu yakından taklit ediyordu.
“Eh, kalbimin içi, oğullarımıza tekrar kavuşacağız, hem de her ikisine de bayram havasını estireceğiz buralarda.” dedi Bay Bhaer, sevinçle parlayan bir yüz ifadesiyle. Jo’nun yanına oturup herkesin neşeli tebriklerini tokalaşarak kabul etti.
“Ah, Fritz eğer sen de Franz’ı onaylıyorsan ben de Emil adına çok mutluyum. Ludmilla’yı tanıyor muydun sen? Sence akıllıca bir eşleşme mi?” diye sordu Bayan Jo, bir fincan çayı uzatıp Bay Bhaer’e biraz daha sokularak. Sığınağı olan kocasına bir taraftan neşeyle, bir taraftan kaygıyla iyice yaklaştı.
“Her şey yolunda. Franz’ı yerine yerleştirmek için gittiğimde Madchen’i gördüm. Bir zamanlar çocuktu ama artık çok sevimli ve yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş. Sanırım Blumenthal ondan memnun. Eminim çocuk oralarda mutlu olacak. Alman olduğu için belki Vaterland’dan uzak olmaktan çok memnun olmayabilir ama bu nedenle eski ile yeni arasındaki bağımız o olacak. Bu da benim hoşuma gitti doğrusu.” diye açıkladı.
“Ya Emil’e ne dersin? O da bir sonraki seferde üçüncü kaptan olacak. Bu çok iyi değil mi? Senin iki oğlunun başarılı olmalarına memnunum. Hem onlar için hem de anneleri için çok büyük fedakârlıklarda bulundun. Sen bunu hafife alıyorsun tatlım ama yaptıklarını asla unutmayacağım.” dedi Jo. Sanki genç bir kız gibi duygu yüklü bir hâlde elini onun eline koymuş ve Fritz de onunla flört etmek için fırsatı kolluyormuş gibiydiler.
Fritz de o şen kahkahasını atarak eşinin yelpazesinin arkasından fısıldadı: “Benim zavallı oğullarım için Amerika’ya gelmeseydim asla Jo ile tanışma fırsatını yakalayamazdım. Zor günler artık geride kaldı. Kaybettiğim her şey için Tanrı’ya şükrediyorum çünkü artık hayatımın en kutsalına sahip oldum.”
“Oynaşıyorsunuz! Oynaşıyorsunuz! Bunlar sezdirmeden birbirleriyle flört ediyorlar.” diye haykırdı Teddy, tam da o sırada yelpazenin üzerinden onlara bakıyordu. Annesi şaşkına dönmüş ama babası da eğlenceli bulmuştu, ne de olsa Profesör, karısının dünyanın en tatlı kadını olduğunu düşünüyor ve bundan da asla utanmıyordu. Rob hemen erkek kardeşini o pencerenin önünden kovdu ama ne var ki haylaz, hemen diğer pencereye koştu. O sırada Bayan Jo, yelpazesini kapatarak eğer o afacan oğulları onlara yaklaşırsa parmaklarına vurmaya hazır hâlde beklemeye başladı.
Bay Bhaer’in çay kaşığını tıngırdatarak işaretle çağırması üzerine Nat koşuşturarak kendisi için büyük fedakârlıklarda bulunan bu mükemmel adamın önünde sevgi ve saygı dolu bir yüz ifadesiyle durdu.
“Senin için mektupları hazırladım, oğlum. Leipsic’te bulunan eski dostlarıma vereceksin, onlar da sana yeni yaşantında yardım eli uzatacaklar. Onları tanıman sana iyi gelecektir çünkü gurbette ilk başlarda biraz kederli olabilirsin ve seni avutacak bir şeylere ihtiyacın olabilir, Nat.” dedi Profesör, onun eline birkaç mektup tutuşturarak.
“Teşekkür ederim, efendim. Evet, işime başlayana kadar biraz yalnızlık çekeceğimi düşünüyorum ama yine de müziğim ve hayata devam etme ümidimin beni biraz neşelendireceğini düşünüyorum.” diye cevapladı Nat, bütün arkadaşlarını geride bırakıp yeni arkadaşlıklar kuracağının hem özlemini çekiyor hem de korkuyordu.
Artık erkekliğe bir adım atmıştı, masmavi gözlerinden dürüstlüğü okunuyor ve dikkatle kestiği, değer verdiği bıyığına rağmen ağzı çelimsiz görünüyordu. Geniş alnı müziksever doğasını açıkça ifşa ediyordu. Nat alçak gönüllü, sevecen ve sorumluluk taşıyan biriydi, Bayan Jo’ya göre çok üstün başarılar elde etmese bile yine de tatminkâr bir düzeydeydi. Bayan Jo tabii ki onu seviyor ve ona güveniyordu, elinden gelenin en iyisini de yapacağını biliyordu ama mükemmel olması beklentisi içinde hiç değildi. Tabii şu an biraz zor gibi görünse de yabancı eğitimin ve öz güvenin teşvik etmesiyle onu daha iyi bir sanatçı ve daha iyi bir erkeğe dönüştürmesinin beklentisi içindeydi.
“Bütün eşyalarına işaret koydum. Daha doğrusu Daisy yaptı. Ve bütün kitapların bir arada toplandığında paketleme işine başlayabiliriz.” dedi Bayan Jo, dünyanın her tarafına gönderdiği oğullarının bavullarını hazırlamaya o kadar alışıktı ki Kuzey Kutbu’na bile gitseler onun için paketleme işi vız gelirdi.
Onun adını duyar duymaz Nat’in yüzü kızardı. Oldukça solgun olan yanaklarına güneşin batışının son pırıltıları mı yansıyordu yoksa? Onun gösterişsiz çorap ve mendillerine o sevimli kızın işlediği N ve B harflerini düşündükçe Nat’in kalbi mutlu mutlu çarpmaya başladı. Nat delicesine tapıyordu Daisy’ye ve hayatında el üstünde tuttuğu en büyük hayali, bir müzisyen olarak kendine toplumda bir yer edinmek ve bu melek gibi kızı eşi yapmaktı. İçinde yeşerttiği bu ümit Profesör’ün verdiği öğütlerden, Bayan Jo’nun ona gösterdiği ilgiden ya da Bay Laurie’nin cömert yardımlarından daha değerliydi. Daisy uğruna çalıştı, bekledi ve ümit etti. Daisy’nin onun için kuracağı o ufak yuvayı ve kendisinin de keman çalarak kazanacağı paraları eşinin önüne atarak, birlikte kuracakları mutlu geleceğin hayaliyle yüreklendi ve sabırla bunun olmasını beklemeye başladı.
Bayan Jo, onun Daisy’ye olan sevgisini biliyordu ama tam olarak da bu adamı yeğeni için uygun görmeyeceği gibi Nat’in ihtiyacı olan akıllıca idareyi ve sevgi dolu özeni ancak Daisy’nin sağlayabileceğini de biliyordu ama Daisy’ye sahip olmadan Nat’in fazla yumuşak başlı davranacağı ve bir amacı olmayacağı tehlikesi vardı. Böyle erkekler doğru rotayı saptayarak dünyada güvenle gidebileceği birilerine ihtiyaç duyarlar. Zavallı çocuğun aşkını düşününce Bayan Meg, kararlılıkla kaşlarını çattı ve bu dünyada en uygun erkeği bulana kadar sevgili kızını asla bir başkasına vermeye niyeti yoktu. Aslına bakarsanız çok iyi niyetli bir kadındı ama sakin ruhlu insanların olabileceği kadar da sertti, bu nedenle rahatlamak istediğinde her zaman tüm içtenliğiyle oğullarının ilgi alanlarını destekleyen Bayan Jo’ya sığınırdı. Adı geçen oğlanlar artık büyümeye başladıklarından birtakım yeni kaygılar boy göstermeye başladı ve kendi sürüsünde tomurcuklanmaya başlayan aşk meşk ilişkilerinde tasanın ama aynı zamanda eğlencenin de ortaya çıkacağını öngördü. Aslına bakarsanız Bayan Jo’nun en iyi müttefiki ve aynı zamanda akıl hocası Bayan Meg idi, ne de olsa gelişmekte olan bir genç kızken de şimdi de romantizme bayılırdı. Fakat bu durumda bağrına taş bastı ama asla yalvarışlara kulak asmadı. “Nat yeterince erkek gibi davranmıyor, asla da davranmayacak, kimse onun ailesini bilmiyor, bir müzisyenin hayatı da zor. Daisy fazlasıyla genç, aralarında en az beş altı yaş var ve bu yaş farkı, belki onlara zorluk çıkaracaktır. Bakalım Nat’in yokluğu kendisi için neler sağlayacak?..” Böylelikle konu kapandı, anneliğe özgü içgüdüleri uyandığında oldukça sert davranabiliyordu çünkü değerli çocukları için kendi üzerindeki son tüyü yolabilir, kanının son damlasını bile verebilirdi.
Nat’e baktı, Leipsic hakkında kocasıyla konuşurlarken Bayan Jo da tam olarak bunları düşünüyordu ve oğlu yola çıkmadan önce bu konu hakkında açık açık konuşmayı aklına koydu. Ne de olsa başkalarına güvenmeye alışık biriydi ve en başından beri hayatlarında karşılaşabilecekleri sorunlar ve onları günaha teşvik edecek şeyler hakkında son derece rahatça oğullarıyla konuşabilecek yapıda bir kadındı, zaman zaman onların tadını kaçırabiliyordu belki ama her daim, doğru anı bekleyip doğru sözlerle onlara tavsiyeler verirdi.
Bu, ebeveynlerin ilk görevidir ve çocuklarına karşı zayıflık göstermeyip her zaman onları dikkatle izlemeli ve gerektiğinde uyarmalıdır. Evin güvenli limanından ayrıldıklarında onlara yön verecek ve rotalarından sapmayacak olan bilgileri ve kendi kendilerini kontrol etme yeteneklerini sağlamak çok önemlidir.
Bay March etrafında birkaç genç erkek ve kadınla içeri girdiğinde Teddy saygısızca “Plato ve müritleri yaklaşmaktadır.” dedi. Aslına bakarsanız, bu yaşlı bilge adam, bütün dünyada çok seviliyor ve gençlerden oluşan topluluğuna mükemmel vaizler veriyordu. Hepsi hayatları boyunca hem kalplerine hem ruhlarına hitap edecek yardımları için ona müteşekkir kalırdı.
Bess onu görür görmez yanına gitti. Marmee öldüğünden beri büyükbabasına özel bir ilgi göstermeyi görev edinmişti. Bakımını büyük bir istekle üstlenmişti ve onun rahat koltuğunu sürükleyerek çıkardığında o sapsarı saçların grileşmiş saçların üzerine düşmesiyle çok sevimli bir görüntü oluşturuyordu.
“Bizde her zaman iyi demlenmiş çay hazır ve nazırdır, efendim. Sade mi yoksa kokulu çay mı istiyorsunuz?” diye sordu Laurie; bir elinde şekerlik, bir elinde bir tabak dolusu pasta ile boş boş gezinirken. Çayları tatlandırmak ve aç insanları doyurmak, en sevdiği işler arasındaydı.
“Hiçbirini almayacağım, teşekkür ederim. Bu çocuk benim her ihtiyacımı karşılıyor.” diyerek Bay March, sandalyesinin kolçaklarının birinde, elinde bir bardak taze süt ile oturan Bess’e dönüp baktı.
“Sizin bakımınızla ilgilenmesi için Tanrı ona uzun ömürler versin ve ben de gençler ve yaşlılar bir arada yaşayamaz adlı şarkının hoş tezatlığına tanık olayım.” diye cevap verdi Laurie, her ikisine gülümseyerek.
“ ‘Anlaşılması güç olan yaşlılık’ konusuna döndük yine babacığım, sanki dünyada en önemli konu buymuş gibi!” dedi Bess alelacele. Şiiri çok severdi ve çok iyi okurdu:
Karların arasında hürmete layık şekilde dikilmişTaze güllerin yetiştiğini görmek istemez miyiz?diye alıntı yaptı Bay March. O sırada Josie gelip diğer kolçağa tünedi, bol dikenli ufak tefek bir gülü andırıyordu o sırada çünkü Ted ile çok ateşli bir tartışmaya girmiş ve her hâliyle alt edildiği gözlerinden okunuyordu.
“Büyükbaba, erkeklerin sadece en güçlü oldukları için mi kadınların onlara itaat etmesi ve en akıllı sizsiniz demesi gerekir?” diye yüksek sesle sordu. O sırada kışkırtıcı bir gülümsemeyle, uzun boylu yapısında hep komik duran, çocuksu yüz ifadesiyle taciz edici bir tavır takınan kuzeni içeri girdiğinde ona öfkeyle baktı.
“Ah, tatlım, o modası geçmiş bir inanış ve onu değiştirmek biraz zaman alacaktır. Ama artık günümüzün kahramanlarının kadınlar olduğuna inanıyorum ve bana öyle geliyor ki artık kadınların da aynı seviyeye eriştiklerini ve amaçlarına ulaşacaklarını biliyorum. Bu nedenle erkekler, onları el üstünde tutmalıdır.” diye cevap verdi Bay March. Orada bulunan genç kadınların aydınlık yüzlerini babacan bir memnuniyetle inceledi. Aslına bakarsanız bu kadınlar, üniversitenin en parlak öğrencileri arasındaydılar.
“Bizim zavallı Atalantaların5 önlerine konulan bütün engeller dikkatlerini dağıtıyor ve zaman kaybettiriyor maalesef. Öyle ya da böyle bu engeller altından yapılmış elmalar da değil. Ama daha iyi koşmayı öğrendiklerinde eşit şartlara sahip olacaklarını düşünüyorum.” diyerek güldü Laurie amca, kızgın bir kedi yavrusu gibi tüyleri diken diken olan Josie’nin hacimli saçlarını okşayarak.
“Varilleri elmalarla doldurup önüme atsalar bile ben yoluma başladığımda beni hiç kimse durduramaz ve ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bir düzine Ted bile olsa karşımda, bana asla engel olamazlar! Bir kadının, bir erkek kadar iyi olabileceğini hatta daha da iyi olabileceğini göstereceğim ona. Bu daha önce kanıtlandı ve ben yine kanıtlayacağım. Benim beynimin hacmi daha küçük olabilir ama onunki kadar iyi çalışmadığı anlamına gelmez!” diye heyecanla haykırdı genç kız.
“Eğer öyle şiddetle kafanı sallamaya devam edersen geriye kalmış beyin hücrelerini iyice sersemleteceksin ve ben senin yerinde olsam onlara da iyi bakarım.” diye alaylı alaylı konuşmasını sürdürdü Ted.
“Bu iç savaşı kim başlattı?” diye sordu büyükbaba, kullandığı kelimelere hafif vurgu yaparak. Bu da yiğitlerin hararetini söndürmeye yetti.
“Vallahi biz gece gündüz demeden İlyada destanını çalışıyorduk ve Zeus’un, Juno’ya6 planları hakkında soru sormamasını yoksa onu kırbaçlayacağını anlatan bölüme gelmiştik. Juno’nun süklüm püklüm susması üzerine Jo çok sinirlendi. Ben de ona bunun çok normal olduğunu, Zeus’a katıldığımı, kadınların pek fazla bilgili olmadıklarını ve erkeklere itaat etmeleri gerektiğini söyledim.” diye açıklamada bulundu Ted, bu sözleri dinleyicilerin eğlence kaynağı olmuştu.
“Tanrıçalar ne isterlerse yapabilirler ama kendi savaşlarında bile doğru dürüst dövüşemeyen ve yenilgiye uğramak üzereyken Pallas7, Venüs8 ve Juno tarafından apar topar başka yerlere götürülmek zorunda kalan o erkekleri önemseyen Yunan ve Truvalı kadınlara sadece korkak diyebiliriz. Düşünsenize bir çift kahraman birbirlerine taş atarken diğer iki ordu durup oturuyor ve bekliyor bitmesini! Sizin Homeros hakkında çok iyi şeyler düşünmüyorum. Benim kahramanlarım Nopolyon ya da Grant diyebiliriz.”
Josie’nin bu tepeden bakma tavrı bir sinek kuşunun bir deve kuşunu azarlaması kadar komikti, ölümsüz şairi küçümsemesi ve tanrıları tenkit etmesi karşısında herkes kahkahalara boğuldu.
“Napolyon Juno’suyla çok iyi zaman geçirdi, öyle mi? İşte kızlar hep olayların bu yönüyle tartışmaya bayılırlar. Önce bir tarafı tutarlar sonra da diğer tarafı.” diye dalga geçti Ted.
“Johnson’ın hanım arkadaşı gibi. Asla kesin karar veremez ve onun yerine daldan dala konardı.” diye ekledi Laurie amca, bu sözlü düellodan büyük keyif alarak.
“Ben sadece onların askerî yönlerinden söz ediyordum. Ama kadınların gözünden bakarsak Grant nazik bir koca ve Bayan Grant de mutlu bir kadın değil miydi? Herhangi bir soru sorduğunda onu kırbaçlamakla tehditler savurmadı ve eğer Napolyon, Josephine’e karşı hatalar yaptıysa da en azından savaşmayı biliyordu. Minerva’nın9 gelip üzerinde titremesi beklentisi içinde hiç değildi. Züppe görünümlü Paris’ten10 gemilerinde sürekli somurtan Achilles’e11 kadar hepsi aptal bir takımdı. Ayrıca Yunanistan’daki bütün Hektorlar ve Agamemnonlar12 için asla fikirlerimden vazgeçmeyeceğim.” dedi Josie, hâlâ yenilgiyi kabul etmeyerek.
“Bir Truvalı gibi savaşabiliyorsun, bu belli. Sen Ted ile savaşırken biz de iki itaatkâr ordu gibi oturup sizi izleyeceğiz.” diye söze başladı Laurie amca, küstahça mızrağı üzerine eğilen bir cengâver gibi poz vererek.
“Korkarım burada kesmek zorundayız çünkü Pallas birazdan göklerden inip bizim Hektor’u kapıp götürecek.” dedi Bay March gülümseyerek. O sırada Jo gelmiş ve oğluna yemek zamanının yaklaştığını hatırlatmıştı.
“Bu meseleyi daha sonra tartışarak çözeriz, özellikle bize müdahale edecek tanrıçalar olmadığında.” dedi Teddy. Oradaki ikramları hatırlayarak beklenmedik bir neşeyle başka tarafa yöneldi.
“Bir kek tarafından fethedildin! Vay anasını!” diye arkasından seslendi Josie. Hemcinslerine yasak olan klasikleşmiş bir sözü kullanabilme fırsatını yakaladığına çok sevinmişti.
Ama Ted, son derece erdemli bir yüz ifadesiyle oradan neşeyle ayrılırken son sözlerini esirgemeden konuşmasını sürdürdü. “İtaatkârlık bir askerin son görevidir.”
Her zaman son sözü söylemek, bir kadını ayrıcalıklı kıldığından Josie kararlılık içerisinde peşinden koştu ama dilinin ucuna gelen o iğneli sözleri ifade edemedi çünkü mavi bir takım giymiş ve güneşten oldukça esmerleşmiş genç bir adam, merdivenleri sıçrayarak tırmanıyordu. Neşeyle “Kara göründü! Kara göründü! Neredesiniz millet?” diye haykırmaya başladı adam.
“Emil! Emil!” diye haykırmaya başladı Josie ve çok geçmeden Ted de koşarak üzerine atladı, yeni geleni neşe dolu karşılayarak. Böylelikle en son düşman olan ikili çekişmelerine son vermiş oldular.
Kekler tamamıyla unutulmuştu ve çocuklar kuzenlerini sürüklemeye başladılar, sanki işini iyi bilen bir tüccarla anlaşma sağlandıktan sonra çekme halatıyla mallarını telaşla çekiştirir gibiydiler. Çocuklar oturma odasına döndüler. Orada Emil, bütün kadınları öptü ve bütün erkeklerle el sıkıştı, amcası hariç; bildiğiniz eski Alman usulüyle onunla kucaklaştı, bu da orada bulunanların çok hoşuna gitti.
“Bugün izin alabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra bir baktım ki izni koparmışım ve ben de doğruca bizim eski Plum’a gittim. Orada hiç kimse yoktu, bu nedenle ben de geminin burnunu Parnas’a doğru döndürdüm. Ve bakın her biriniz buradasınız. Tanrı hepinizden razı olsun! Hepinizi gördüğüme ne kadar mutluyum bilemezsiniz!” diyerek haykırdı denizci oğlan. Ayaklarının altında sallanan güverteyi hâlâ hissediyormuş gibi bacaklarını ayrık tutarak duruyor, aynı zamanda yüzü sevinçle parlıyordu.
“Bizden razı olmak bir yana, herhâlde senin geminin kaburgası dalgalara kapıldı, Emil. Hiç denizci gibi konuşmuyorsun. Ah, ne kadar da gemi gibi, katran gibi kokuyorsun!” dedi Josie, kuzeninin beraberinde getirdiği taze deniz kokularını büyük bir zevkle içine çekerek onu kokladı. O Josie’nin en sevdiği kuzeniydi ve Josie de onun gözdesiydi. Bu nedenle mavi ceketinin şişkin ceplerinde, en azından kendisi için hediyelerin bulunduğunu çok iyi biliyordu.