
Полная версия:
Gizemli Kütüphane
1066 yılında İngiltere’nin Normanlar tarafından fethedilmesinden sonra Beowulf gözden kaybolmuştur. 1815’te yeniden yayımlanması üzerine unutulmaktan kurtulmuştur. Şiirin günümüze ulaşabilmesi pek çok yönden bir mucize sayılabilir. Modern çağda ilk çevirisinden veya Seamus Heaney’nin çevirisi gibi başka kaynaklardan okuyabilmemizi iki adama borçluyuz: İzlandalı-Danimarkalı akademisyen G. J. Thorkelin ile pek tanınmayan İngiliz milletvekili ve antikacı Sör Robert Cotton.
Beowulf, on dokuzuncu yüzyılda çoğaltılana kadar tek bir elyazması halinde korunmuştur. Çoğaltılmadan önce dünya üzerindeki tek kopyası, şans eseri Cotton’ın eline geçmiştir. Aslında şu an elimizdeki tüm Anglosakson şiirlerini günümüze ulaşmış dört elyazması sayesinde biliyoruz: Cotton elyazması (Beowulf’un da dahil olduğu), Exeter Kitabı, Vercelli Kitabı ve Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi yazmaları.
Cotton’ın Beowulf yazmasını koruyup ortaya çıkarması dünyanın pek de ilgisini çekmedi. Cotton’ın ölümünden sonra elyazması, şiirdeki Beowulf gibi oradan oraya, bir felaketten ötekine her defasında yok olmaktan kıl payı kurtularak savruldu. 1640’lı yıllardaki İç Savaş’tan kendisini koruyup kollayan bir antikacının çabaları sayesinde zarar görmeden kurtuldu. Ancak 1731’de çıkan bir yangında Cotton’ın koleksiyonunun geri kalanıyla birlikte büyük ölçüde zarar gördü.
Beowulf on dokuzuncu yüzyılın başlarında Thorkelin’e kadar yıpranmış, ancak eksiksiz bir biçimde ulaştı. Thorkelin, Cotton’ın elyazmasından bir kopya çıkarması için Britanya Müzesi’nden birini görevlendirdi. Sonrasında, ileride birçok kişinin yapmaya çalışacağı gibi modern bir çeviri yapmaya hazırlandı. Ancak çabaları 1807 yılında çıkan Kopenhag Savaşı yüzünden boşa gitti. Savaş esnasında akademisyenin evi ve yaklaşık yirmi yıllık çalışmanın eseri olan 3182 dizelik şiir yanıp kül oldu.
Ancak Thorkelin evinin yıkıntıları arasında şiirin orijinal yazmasını kurtarmayı başardı ve çeviri üzerinde tekrardan çalışmaya başladı. Sonunda, 1815 yılında şiiri yayımladı. Şiir tam zamanında yayımlandı. Sonraki yıllarda Cotton’ın yazması, bazı yerleri okunamayacak kadar bozuldu; yani Beowulf’u eksiksiz biçimde okuyabilmemizi Thorkelin’e ve çevirisine borçluyuz.
Thorkelin’in çevirisinin yayımlanmasından sonra ilk kez 1825 yılında Virginia Üniversitesi’nde Eski İngilizce dersi verilmeye başlandı. Oxford ve Cambridge’deki İngiliz Edebiyatı dersleri bundan neredeyse yüz yıl sonra verilmeye başlamıştır. Bu derslere başlandığında Beowulf üniversite müfredatının en başında yer aldı. J. R. R. Tolkien, Beowulf üzerine yıllarca ders verdi. Şu an İngiliz Edebiyatı’nı Beowulf olmadan hayal etmek zor, ancak şiir hak ettiği ilgiyi meraklı bir milletvekili ve yılmak bilmeyen bir akademisyen sayesinde sadece son bir iki yüzyılda görmüştür.
Merlin’in Edebiyat Sahnesinde Yerini Alması
Kral Arthur’un hikâyeleri Beowulf ile yakın bir dönemde geçmektedir. Bazı dilbilimciler Arthur ve Beowulf isimlerinin etimolojik olarak ayılarla bağlantısı olduğunu düşünmektedir; bunu da yıkılmaz bir cesarete sahip, korku salan karakterlerini betimleme isteğiyle ilişkilendirirler (ancak bu teoriye katılmayanlar da vardır). İkisinin arasındaki en büyük fark, Arthur’un savaştığı Angıllar ve Saksonların Beowulf’u Britanya’ya getiren kişiler olmasıdır. Arthur, Saksonlardan önce ortaya çıkmış, Britanyalıların veya yerlilerin kralı olarak vatanını göçebe Germen topluluklarından koruyan bir karakterdir.
Arthur’un hikâyesi, tahminen dokuzuncu yüzyıldan beri birçok yazar tarafından sayısız kez anlatıldı. Bunun sonucunda da efsaneyle ilgili garip ve tutarsız fikirler türedi. Çoğu kişi “taşa saplı kılıç” hikâyesini bilir. 1938 yılında T. H. White tarafından Taşa Saplanan Kılıç adıyla tekrardan aktarılan, daha sonra Disney tarafından filmi çekilen hikâyede rivayete göre sadece gerçek kralın yapabileceği gibi Arthur’un taşa saplı kılıç Excalibur’u çekip alması anlatılır. (Bu mitin kökeni, metal kılıçların taştan kalıplara dökülerek metal donduktan sonra taştan çıkarılmasına dayanıyor olabilir.) Ancak hikâyenin birçok yorumunda Arthur’un taştan çekip çıkardığı kılıç Excalibur değildir: Excalibur, Arhtur’a kral olduktan sonra Gölün Hanımı tarafından verilir. Hikâyenin bazı versiyonlarında kılıcı taştan çekip almak zorunda olan kişi Galahad’dır. Başka versiyonlardaysa Gölün Hanımı kılıcı Arthur yerine Bedivere’e verir. En eski serüvenlerde Arthur’un yeğeni Gawain’in Excalibur isminde bir kılıcı vardır. Bu tutarsızlıkların nedeni Arthur’un hikâyesine çok sayıda yazarın katkıda bulunmasıdır, bu yüzden efsanenin doğru olan tek bir versiyonu yoktur. Arthur’un bugün bildiğimiz hikâyesi çok sayıda mitin, hikâyenin ve yorumun birleşimi ve karışımıdır.
Ancak Arthur’a uluslararası anlamda okur kazandıran kişi, yirminci yüzyılda Galler’de yaşamış olan Monmouth’lu Geoffrey olmuştur. Historia Regum Britanniae yani Britanya Krallarının Tarihi adlı eseri, Arthur mitini konu alan yazarlar üzerinde etkili olmuştur. Geoffrey’nin eseri, ortaçağda basılı kitap döneminden önce çok satmıştır. Bahsettiğimiz gibi Beowulf tek bir yanmış elyazmasıyla günümüze ulaşmışken Geoffrey’nin eserinin ortaçağdan günümüze ulaşmış 200’den fazla kopyası vardır. Geoffrey’nin yazdığı dönemde tarihle kurgu arasına çizgi çekmek hiç de kolay değildi; bu nedenle eserin ne kadarının gerçek, ne kadarının Geoffrey’nin veya başkalarının kurgusu olduğunu bilemiyoruz.
On dokuzuncu yüzyıl Fransız akademisyeni Gaston Paris, Geoffrey’nin Galcedeki Myrddin’i, Latincede “dışkı” anlamına gelen merdaya benzememesi için Merlin şeklinde değiştirdiğini öne sürmüştür.
Geoffrey’nin efsanevi kral hakkındaki anlatısında Büyücü Merlin dahil, Arthur mitiyle ilgili birçok ikonik karakterden ilk kez bahsedilmiştir. (Ayrıca eserde Merlin’in büyü yaparak İrlanda’dan devasa taşlar getirip Stonehenge’i yapması gibi garip ifadeler de yer almaktadır. Bu iddiadan sonra insanların Stonehenge’le ilgili kafası karıştı. On yedinci yüzyıl mimarı Inigo Jones bunun bir Roma anıtı olduğunu düşünmüştür.) Tüm bunlar kültürel mirası yeterince etkilememiş gibi Geoffrey’nin eseri Shakespeare’in Kral Lear ve Cymbeline oyunlarına (dolaylı da olsa) kaynaklık etmiştir.
Monmouth’lu Geoffrey Arthur mitini dünyaya duyururken kendi çıkarını da gözetiyordu; ancak çıkarının ne olduğu eleşirmenler arasında fikir ayrılığı yaratıyor. Normandiyalıların Hastings Muharebesi’ne katılmasının, Saksonlarla Arthur gibi yerli Britanyalılar arasındaki çatışmayı sonlandırdığını öne sürmüş olabilir. Ancak durum böyleyse Geoffrey’nin Normandiya Kralı Stephen ile kuzeni İmparatoriçe Matilda arasındaki kanlı savaşın perde arkasını yazması oldukça ironik. Sonraki yazarların da kendi dönemlerini yansıtmak için Arthur’un hikâyesini kullandığıysa kesindir. Assisi’li Francis, ortaçağın diğer göz önündeki isimleri Şarlman ve Roland gibi Arthur’un da İsa’ya olan inancını savunmak için savaş alanında ölmeye hazır olduğunu öne sürmüştür. Arthur efsanesi ortaçağ boyunca tekrar tekrar anlatıldı. Normandiyalı yazar Wace (“wassi” şeklinde okunur) efsaneye Yuvarlak Masa hikâyesini; Fransız yazar Chrétien de Troyes ise on ikinci yüzyılın sonlarında yazdığı şiirlerde Lancelot karakterini ve Arthur’un eşi Guinevere ile yaşadığı yasak ilişkiyi eklemiştir. 1400’lü yıllarda ortaçağ İngilizcesiyle Alliterative Morte Arthure yazılmıştır. Bu eserler arasında en uzun süre yaşayanı ise Sör Thomas Malory’nin on beşinci yüzyılda yazdığı Le Morte d’Arthur’dur.
Marco Polo’dan Önce
Seyahatname adlı eserinin önsözünde Venedikli kâşif Marco Polo başka hiç kimsenin kendisinden çok seyahat etmediğini iddia etmiştir; bunun muhtemelen doğru olması harika. Ancak yaygın inanışın aksine kendisi, Uzakdoğu’ya seyahat edip bunu kaleme alan ilk Avrupalı değildir. Bu onur Polo doğmadan iki yıl önce ölen Giovanni da Pian del Carpine, yani Plano Carpini’li John adlı başka bir İtalyan’a aittir.
Fransisken rahibi ve Assisi’li Aziz Francis’in öğrencisi Carpini, Cengiz Han’ın torunu Güyük Han’ın huzuruna kabul edildiği Uzakdoğu seyahatine çıktığında iddiaya göre yaşlı ve şişman bir adamdı. Uzakdoğu’da yaptıkları hakkında birçok söylenti vardır ancak eserinde Moğolların askeri stratejilerinin tuttuğu yer düşünülünce muhtemelen orada ajanlık yapmaktaydı. Diğer taraftan eserinde Moğolların evlilikleri, yemekleri, kıyafetleri, kanunları ve gelenekleriyle birlikte daha birçok konuda bize değerli bilgiler de sunuyor. Seyahatlerine dair raporunu 1240’lı yılların sonlarında yazmıştır ve Moğol dünyasını Avrupalı Hıristiyanlara ilk kez açan adam olarak ömrünün son yıllarında ünlü olmuştur.
Marco Polo kendi seyahatlerini bundan elli yıl sonra yazmaya başlamıştır. Dahası Polo, Moğolistan’ı ziyaret ettiğinde imparatorluk güç kaybetmekteydi; Carpini ise Moğolistan’ı çok güçlü olduğu zamanlarda ziyaret etmiştir. Ayrıca Carpini’nin anlatımı gerçekçiyken, Polo’nun Seyahatname’si için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. (Polo’nun gergedanları tek boynuzlu at sanması, kendini tanık olması imkânsız muharebelerin ve önemli olayların ortasında resmetmesi de kendisi için iyi olmamıştır.) 1995 yılında Frances Wood Did Marco Polo Go to China? (Marco Polo Sahiden Çin’e Gitti Mi?) adlı bir kitap bile yazmıştır. Wood, bu soruya “hayır” cevabını vermiştir. Wood, Polo’nun Karadeniz’den öteye geçtiğinden bile şüphe etmektedir. Diğer akademisyenlerse Polo’nun bazı iddialarının kesinlikle abartılı olduğunu kabul etmekle birlikte, “Hitay” (Çin’in eski adı) gezisini kendi deneyimlerine dayanarak yazdığını düşünürler.
Bunlardan bahsetmemizin amacı Polo’nun sahip olduğu devasa ünü veya Seyahatname’sinin yarattığı etkiyi inkâr etmek değil. 1300’lü yıllarda Polo tarafından hapishane arkadaşına dikte edilerek yazılan eseri, Polo’nun Ortadoğu ve Uzakdoğu’da, Ermenistan ile Endonezya arasında her yere yaptığı seyahatlerin raporudur. Kudretli ancak çok da iyi insanlar olmayan liderlerle (Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han en ünlüsüdür) karşılaşmasını ve İran çölünde bulduğu siyahımsı “yeşil” suyu içtikten sonra ishal olmasını bile bizimle paylaşmıştır. (Deneyimlerine dayanarak söylediğine göre bu sudan tek bir damla içmek bağırsakları art arda on kez boşaltmaya yetermiş.) Ayrıca Seyahatname Batı dünyasına vazgeçilmez iki yeni icat kazandırmıştır: Avrupa, kâğıt para ve gözlükle Polo’nun eseri sayesinde tanışmıştır. Kolomb 1492 yılında yaptığı ünlü seferde yanına Polo’nun Seyahatname’sini de almıştır.
Ancak Carpini’nin Polo’dan önce davrandığını ve “Uzakdoğu’yla ilgili kitap yazan ilk Batılı” onurunun Carpini’ye ait olması gerektiğini de unutmamak gerek.
Gösterişli Şeytanlar
İkisini bir arada hayal etmek zor olsa da Şair Dante Alighieri, Marco Polo’nun çağdaşıydı. Dante’nin seyahatleri Polo’nunkilere kıyasla coğrafi açıdan daha mütevazı, ancak teolojik açıdan çok daha kapsamlıydı. Dante en çok cennet, cehennem, lanetlenme, araf ve kurtuluş hakkındaki epik şiiri İlahi Komedya ile tanınır. Ancak bu isim Dante’nin yaşamından sonra ortaya çıkmıştır. İlahi Komedya, Dante’nin kendi eserine verdiği isim değildi. Dante eserinden kısaca Komedya olarak bahsederdi. Başka bir İtalyan şairi Boccaccio eserden İlahi adıyla bahsetmiştir, ancak eser yazılmasından iki yüz elli yıl sonra 1555’te İlahi Komedya adını almıştır.
Esere “komedya” denmesinin sebebi komik olması değildir. Kahkahalar atmayı bekleyen okurlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Eser, yüksek sınıfın dili kabul edilen Latinceyle de yazılmamıştır ve trajedi değildir. İlahi Komedya cehennemden cennete gitmeyi konu alır (normal trajedilerden çok daha heyecanlı) ve o zamanın İtalyancasıyla yazılmıştır. Dante seyahatine 1300 yılında Kutsal Cuma gününde, İncil’e adadığı muazzam ömrünün yarısında, yani otuz beş yaşındayken başlamıştır. (Marco Polo’nun hapishanede seyahatlerini dikte ettiği dönemlerde.) İlahi Komedya’da, şairinin cehennemden arafa, oradan da cennete yani “Paradiso”ya seyahatinin anlatıldığını düşündüğümüzde eser ilk fantastik üçleme olarak görülebilir. Latince yerine İtalyanca yazılan ilk büyük İtalyan edebi eseri olduğuysa kesindir.
Dante’yi çok seven T. S. Eliot, Dante’nin eseri için okuruyla iletişimde bulunduğu yorumunu yapmıştır. Gene de şüphesiz ki Dante günümüzdeki büyük ününe rağmen fazla kişi tarafından okunmuyor. 1764’te Voltaire, Dante’yle ilgili şunları söylemiştir: “Şöhreti giderek artacak, çünkü pek az kişi tarafından okunuyor.” Okumaya kalkışanların, üç mısradan oluşan tekrarlı sıradışı kıtalardan (terze rima) veya şu an az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız ortaçağdaki önemli İtalyanlara yapılan göndermelerden dolayı hevesi kaçabilir. (Önemli bir istisna Montague ve Capulet aileleridir: Görünüşe bakılırsa Shakespeare’in Romeo ve Juliet’indeki düşman ailelerin kökeni tarihsel bir gerçekliğe dayanıyor.)
Teoloji konulu şiirlerin günümüz insanını heyecanlandırmaması da durumu zorlaştırıyor. Ancak Dante’nin şiirini, soyut dini öğretiler ile günah ve kefaret üzerine havada kalan konuşmalar olarak görmek yanlıştır. Şiir, hem vücutla hem de ruhla ilgilenir, görsellik açısından da içerik açısından da çok zengindir. Valerie Allen On Farting – Language and Laughter in the Middle Ages (Osuruk Üzerine: Ortaçağda Dil ve Kahkaha) adlı kitabında Dante’nin dini epiğinin abartılı yanlarından bahseder. Dante’nin ve güvenilir rehberi Romalı şair Virgil’in cehennemin çeşitli katlarında anlaşma yapmasına yardım eden şeytanlardan biri olan Malacoda, diğer şeytan arkadaşlarına doğru gaz çıkarır. Başka bir bölümde Dante, günahkârların yemek, pislik ve osurukla dolu devasa bir kanalizasyonda pişirilmesini betimler. Inferno’da (Cehennem) şair, işkence edilmiş bir grup günahkârı küçük odalardan akan ishal dışkıyla kaplı görür. Sanki cehennem, devasa umumi bir tuvalete dönüşmüştür.
Tuvaletle ilgili bu tür betimlemeler, mesela Satyricon’da yapıldığı gibi komik olması amacıyla yapılmamıştır. Dante’nin İlahi Komedya’yı yazma amacı kısmen politikti. O dönemde Floransa şehrinin yönetimi, “Siyahlar” olarak bilinen bir grup tarafından ele geçirilmişti ki Dante bu gruba düşmandı. Dante, karşıt “Beyazlar” grubuna mensuptu. Beyazlar Floransa sınırlarında daha özgür olmayı isteyerek Papa’nın kontrolüne karşı direnmekteydi. Siyahlarsa Papa’ya şehir sınırları içinde daha çok güç vermeyi istiyordu. Beyazlar arasında söz sahibi olan Dante, Siyahlar tarafından Floransa’dan kovuldu ve bir daha şehre dönerse kazığa bağlanıp yakılacağı söylendi.
Rivayete göre Dante yemek yerken ya da kitap okurken kedisi ona patileriyle mum tutardı; Dante bunu yapabilmesi için kediyi eğitmişti.
Şiirin en ünlü bölümleri muhtemelen cehennemin çeşitli katlarının tasvirleri ve sadece iki kez görmesine rağmen bağlılık duyduğu genç kız Beatrice. Modern düşünce yapısına göre Dante’nin Beatrice’e duyduğu hayranlık garip gelebilir. Ancak Beatrice’i ilk kez daha çocukken gören Dante, onun saflık ve erdem timsali olduğunu, hatta neredeyse dünya üzerine gönderilmiş bir tanrıça olduğunu düşünür. Beatrice 1290 yılında 20’li yaşlarındayken öldüğünde Dante, Beatrice’in anısına şiir ve düzyazı karışımı ilk büyük eseri olan La Vita Nuova’yı (Yeni Hayat) yazmıştır. Komedya’nın son bölümünde Dante’ye cenneti sunan Beatrice’tir. Cehennemin katlarına gelecek olursak, toplamda dokuz adet katın birçoğu yedi ölümcül günahtan birine odaklanmıştır. Cehennemin ihanetle ilgili dokuzuncu katında Şeytan beline kadar buzun içinde, cehennemin merkezinde oturur (Dante’nin cehennem görüşünde her yer ateş ve kükürtten ibaret değildir) ve bu Şeytan’ın üç yüzü vardır: siyah, kan kırmızısı ve soluk sarı. Görünüşe bakılırsa konu Şeytan’a gelince ikiyüzlü olmak yeteri kadar büyük bir ihanetten sayılmıyor.
İtalyan yazar arkadaşı Boccaccio, Dante’nin annesinin kendisine hamileyken rüyasında Dante’nin tavuskuşuna dönüştüğünü gördüğünü söylemiştir. Dante sonunda, İtalya’nın ilk büyük şairine dönüşmüştür. Bir metamorfoz sayılmasa da hatırı sayılır bir dönüşümdür.
Chaucer’ın Astronomisi
1370’lerin başında henüz genç bir adam olan Geoffrey Chaucer, Kral III. Edward adına diplomatik bir görev için İtalya’ya seyahat etmiştir. İtalya’dayken İtalyan edebiyatının altın çağının meyvelerini tatma fırsatı da bulmuştur: Petrarca’nın soneleri, Boccaccio’nun eserleri (bir grup insanın çeşitli hikâyeler anlattığı Decameron adlı eseri Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’ne ilham vermiştir) ve Dante.
Kendisinden önce gelen Dante gibi Chaucer da tanınmasını sağlayan tek uzun kitaptan başka eserler de vermiştir. Canterbury Hikâyeleri’nin yanı sıra Truva Savaşları’ndaki şanssız bir çifti anlatan Troilus ile Cressida ve dua ederken kullanılmak üzere yazdığı akrostiş şiir ABC gibi eserler de çıkarmıştır. Chaucer’ın birçok eseri gibi ABC de, Guillaume de Deguileville tarafından yazılmış Fransızca duanın eski İngilizceye çevirisiydi. Her biri sekiz dizeden oluşan yirmi altı kıtalık şiirde dizelerin hepsi alfabenin sıralı harfleriyle başlar. Muhtemelen 1370’li yıllarda yazılmış olan şiir Chaucer’ın sanatının ilk aşamalarını yansıtmaktadır. (Chaucer 1343 yılı civarında Londra’da doğmuştur. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Bu arada soyadı da Fransızca chausseur, yani “kunduracı” kelimesinden gelmektedir.)
Ayrıca Chaucer ilk popüler bilim kitaplarından birini yazmıştır: 1391 civarında yazdığı A Treatise on the Astrolabe (Usturlap Üzerine Bilimsel İnceleme) muhtemelen İngilizce olarak yazılmış ilk bilim kitabıdır. Bu kitap aynı zamanda İngilizcede yazılmış ilk çocuk kitabıdır; Chaucer, kitabı kendi oğlu Lewis için yazmıştır.
Usturlap (kelime anlamı “yıldızyakalar”), yıldızların konumunu kullanıcının bulunduğu enleme bağlı olarak ölçmekle birlikte daha pek çok amaç için kullanılan astronomi aracıdır. Bilimsel bir araç olarak yerini gelecekte sekstant almıştır. Usturlap, hem astrolojik hem de astronomik amaçlarla kullanılmıştır; usturlabın kullanım alanlarından biri de yıldızların ve gezegenlerin yörüngeleri ile konumlarını belirleyip burçlar kuşağının hareketlerinden ilahi ve mistik anlamlar çıkarmaktı. Aynı zamanda astronomik takvimi, yani bir anlamda uzay ve zamanı belirlemek için de kullanılırdı. Chaucer’ın kitabına, okuru aletin nasıl ve ne için kullanılacağı konusunda bilgilendiren bir kullanım kılavuzu diyebiliriz. Aynı zamanda popüler bilim kitabıdır çünkü Chaucer uzman bir astronom değildir; aletle uğraşan, oğlunu da aynısını yapması için teşvik eden amatör bir astronomi meraklısıdır.
Chaucer 1400 yılında ölmüştür. Westminster Manastırı’ndaki mezar taşına ölüm tarihi 25 Ekim olarak yazılmıştır. Şairler Köşesi’ne gömülen ilk kişi olmuştur. Ancak Chaucer’a Manastır’daki yerini kazandıran şiirsel başarıları yerine bürokratik hizmetleri olmuştur.
Ortaçağdan Bir Yemek Kitabı
II. Richard’a birçok konuda teşekkür borçluyuz. Shakespeare’in en iyi tarihi oyunlarından birine konu olmakla birlikte İngiltere’ye mendili getiren kişidir. Aynı zamanda sadece on dört yaşındayken Köylü Ayaklanması’nı bastırmasıyla tanınır.
Ancak birçok yönden pek de iyi bir kral olmayan II. Richard’a borçlu olduğumuz bir şey daha var: İngilizce yazılan ilk yemek kitabı kendisi için derlenmiştir. The Forme of Cury (Yemek Pişirme Yöntemleri) 1390 yılında bilinmeyen bir yazar tarafından toplanıp bir araya getirilmiştir. Yemek kitabında kişin1 öncülü sayılabilecek bir tarifle süt, pirinç, badem, şeker ve ne kadar gariptir ki et parçalarından yapılan “blank mang” adındaki tatlı bir yemek dahil yaklaşık 200 tarif vardır. Kulağa lezzetli gelmeyebilir ancak zamanında oldukça popüler bir tatlıydı ve zamanla bildiğimiz pelteye dönüşmüştür.
Özellikle baharatlarla birlikte birçok malzeme The Forme of Cury ile İngiliz mutfağına giriş yapmıştır. Karanfil ve hindistancevizi ilk kez bu kitapla mutfaklara girmiştir. Ayrıca zencefil, toz kırmızı biber ve muskat gibi nadir baharatlar da tariflerde yer almıştır. İngiltere’nin tek yerel baharatı hardal ise şaşırtıcı şekilde sadece “hardal topları” adlı bir tarifte kullanılmıştır.
The Forme of Cury’de ilk İngiliz makarna tariflerinden üçü yer almıştır: ravioli (İtalyan usulü mantı), lazanya ve peynirli makarna.
Ayrıca The Forme of Cury, zeytinyağı kullanımından bahseden ilk İngiliz kitabıdır. Kitapta eski bir salata tarifi verilmiştir: Maydanoz, adaçayı, biberiye, sarımsak, nane, arpacık soğan, soğan, rezene ile diğer otlar ve sebzeler doğranarak yağ, sirke ve tuzla (zaten salata kelimesinin kökeni de Latincede “tuzlu” anlamına gelen bir kelimeye dayanmaktadır) karıştırılmıştır.
The Forme of Cury’deki tariflerin birçoğu artık kullanılmamaktadır. Ancak kitap bize köklü bir miras bırakmıştır. Eski İngilizcede “aşçılık” anlamına gelen “cury” kelimesi, Uzakdoğu’ya seyahat eden İngiliz tüccarlar tarafından kullanılmıştır ve bir teoriye göre Asya mutfağındaki baharatlı sosları tanımlamak için kullanılmaya devam etmiştir. Birçok dil tarihçisi de “köri” kelimesinin buradan geldiğini düşünmektedir.
Bir Kadına Gelen Vahiyler
8 Mayıs 1373’te otuz yaşında bir kadın ciddi bir hastalık geçirdi ve ölümden döndü. Hezeyan halindeyken birtakım hayaller gördü. Bu hayalleri Tanrı tarafından bahşedilmiş görüler olarak yorumlayarak kendisine vahiy geldiğini düşündü. Bu kadının ismi Norwich’li Julian’dı. Aslına bakarsanız gerçek adının Julian olmadığından emin sayılırız. Julian, bu kadının yaşadığı bölgenin yerel kilisesinin adıydı. Ancak kadın bu isimle tanınmıştır ve ortaçağ İngiltere’sinde ünlü olmuştur. 1390’lı yıllarda, yani II. Richard’ın pelte veya peynirli makarna yemek ya da favori adamlarını hediye yağmuruna tutup asilzadeleri sinirlendirmek ve başkalarının topraklarını fethetmekle meşgul olduğu zamanlarda, Julian da gördüğü hayalleri yazıyordu.
Görülerini anlattığı eserinde Julian, kendini “eğitimsiz” olarak tanımlar. Ancak böyle bir eseri yazabildiğine göre, bu tanımı yersiz bir mütevazılıkla yaptığı düşünülebilir. Ama bu tanım, o dönemde ayrıcalıklı erkeklere verilen kapsamlı eğitimden geçmediği gerçeğini de ortaya koyar. Bu yüzden Julian gördüğü hayalleri, o dönemde bu tür kitapların yazıldığı gibi Latince değil, İngilizce yazmıştır. Böylelikle Revelations of Divine Love (İlahi Aşkın Vahiyleri) bir kadın tarafından İngilizce yazılan ilk kitap olmuştur. Julian’ın resmi eğitim eksikliği, İngilizcenin yararına olmuştur.
Julian, toplumdan kaçıp Norwich’teki kilisesinde bir rahibe odasında münzevi bir hayat yaşamasına neden olan on altı hayali, zamanın İngilizcesiyle tasvir edip irdelemiştir. Kitabın büyük bölümü, Julian’ın gördüğü hayallerin teolojik açıklamalarından ibaret olduğu için dindar olmayan kişilerce anlaşılması zor olabilir. Revelations of Divine Love hezeyanın mı yoksa tanrısal iletişimin mi eseriydi? Julian’ın gördüğü hayallerin çoğunda İsa (özellikle İsa’nın çarmıha gerilmesi ile dirilişi) yer almaktadır. Vahiyleri arasında en hatırda kalanlarından biri oldukça sadedir: İsa, Julian’a gelerek içinde “tüm yaratılanlar”ın olduğu bir fındık gösterir.
Ancak modern okurların çoğu için önemli olan ne yazıldığı değil, nasıl yazıldığıdır. Julian kadın olduğu için profesyonel teologlara ve rahiplere özel olan Latinceyle yazamamıştır. Ancak bu, kendisinin ve eserinin lehine olmuştur. Julian’ın eseri, sıradan İngiliz toplumunu ve Hıristiyanlık deneyimini kendi dilinde anlatan demokratik bir kitaptır. (Julian’ın toplumdan kendini soyutladığı düşünülünce bu biraz ironiktir.)
Kitaptaki en ünlü cümle şöyledir: “Günah kaçınılmazdır, ancak her şey güzel olacaktır, her şey düzelecektir ve her şey her açıdan güzel olacaktır.” Kitabın verdiği gerçek mesaj budur. Julian’ın nüfusun üçte birini öldüren vebanın İngiltere’ye yayılmasına ve (1381’deki Köylü Ayaklanması gibi) sivil itaatsizliğe şahit olduğu düşünülünce eserinin verdiği mesaj, İngiliz tarihinde halkın korktuğu bir dönemde halkı rahatlatmak için oldukça uygundur. T. S. Eliot’ın 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında kaleme aldığı Four Quartets’teki (Dört Kuartet) savaş ve kurtuluş konulu şiiri Little Gidding’te Julian’ın “her şey güzel olacak” mesajını alıntılaması da oldukça hoştur.
İlk Otobiyografi
1934 yılında William Erdeswick isimli bir adam sıradışı bir keşifte bulundu. Çoğu edebiyat alimi böyle bir keşifte bulunmayı hayal eder. Ancak Erdeswick bir profesör değil, yarbaydı. Chesterfield’daki evinde bir dolapta beş yüz yıldır kayıp olduğu düşünülen bir elyazması buldu. Bulduğu elyazması, ilk kez 1430’lu yıllarda yazıya dökülmüş ve daha sonra da anlaşıldığı üzere tarihte yazılan ilk İngilizce otobiyografinin korunmuş tek kopyasıydı.