Читать книгу Gizemli Kütüphane (Oliver Tearle) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Gizemli Kütüphane
Gizemli Kütüphane
Оценить:
Gizemli Kütüphane

3

Полная версия:

Gizemli Kütüphane

Benzer şekilde, Elementler’den “Öklid’in Elementler’i” olarak bahsedilmesine ve yazarının Öklid olduğunun kesinliğine rağmen kitaptaki özgün çalışmalar oldukça azdır. Elementler, Sakız Adası’ndan gelen Hipokrat’ın daha öncelerde yazdığı ve günümüze ulaşmamış bir kitabı model alarak yazılmış olabilir. Ancak Elementler’in başkalarının çalışmalarına da yer vermesi Batı dünyasının ilk ders kitabı olması niteliğini güçlendiriyor. Öklid’in büyük yeteneği diğer matematikçilerin teoremlerini bir araya getirerek geometri ve trigonometri alanının tümünü açık ve anlaşılır bir tarzda sunmasında yatar.

Oidipus Kompleksi

Aristoteles büyük etkiye sahip, yenilikçi bir filozoftu. Ayrıca Platon’dan sonra ilk edebi eleştirmenlerdendi; hatta eseri günümüze ulaşan en eski edebi eleştirmen kendisiydi. Poetika adlı eserinde yirminci yüzyılda olanları bize edebi bir teori çerçevesinde sundu. Poetika’da iyi bir trajedinin unsurlarını inceleyerek bu türün en güzel örneğinin Sofokles’in Kral Oidipus adlı oyunu olduğunda karar kılmıştır.

Bir tür olarak trajedi, Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. İlk trajedilerin en güzelleri City Dionysia adıyla bilinen büyük festivalde sahnelenmiştir. Binlerce Yunan vatandaşı, Dionysos Tiyatrosu’nda Eshilos’un Oresteia’sı gibi trajedi üçlemelerini izlemek için toplanırdı. Antik Yunan’da tiyatroya gitmek bugün sosyal anlamda modern bir tiyatroya gitmektense futbol maçına gitmeye daha yakındı.

Seyircilerin sayısı çok fazla olduğu için oyuncular, en uzaktaki seyircinin bile oyunu rahatça takip edebilmesi için karakterlerini simgeleyen maskeler takardı. Latincede bu tür maskelere persona (karakter) denirdi. Bu yüzden bugün İngilizcede yeni bir kişiliğe bürünerek, gerçek anlamda olmasa da mecazen bir maske takmayı kast ederken “adopting a persona” deyimi kullanılır. Bir oyunda yer alan karakterlerin listesine de aynı sebepten “dramaris personae” denir.

Yunanistan’da düzenen City Dionysia Festivali, oyunların sahnelendiği; şarap, bereket ve mahsul tanrısı Dionisos için keçilerin kurban edildiği diğer eski bereket festivallerine göre çok daha büyüktü. Keçi kurban etmenin şehri günahlarından arındırdığı düşünülürdü. Yahudi-Hıristiyan toplumlardaki “günah keçisi” kavramı da bu düşünceyle benzerlik göstermektedir. Trajedi ise toplumu arındırma amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu amacın dile yansımasını, kökeninin muhtemelen Yunancada “keçi şarkısı”na dayanmasından görebiliyoruz.

Psikanalizin babası Sigmund Freud’un, her erkek çocuğunun bilinçaltında Oidipus’un yapmak istediğini arzuladığını öne süren “Oidipus Kompleksi”, Oidipus hikâyesine dayanmaktadır.

Antik Yunan’ın en çok sevilen trajedilerinden biri Sofokles’in Kral Oidipus’udur. Bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenerek hayatı boyunca kaçtığı kehaneti gerçekleştiren Thebes kralını konu alır. Trajedide, bir şey yapması gereken (her zaman olmasa da çoğu zaman birini öldürmesi gerekir) trajik bir kahraman olmalıdır. Kahraman yapması gerekeni yaptıktan sonra düşüşe geçer. Bu düşüş de kahramanın ölümüyle veya Kral Oidipus’ta olduğu gibi kendi gözlerini çıkarmasıyla sonlanır. (Freud bunu sembolik bir kısırlaştırma olarak görerek altında birçok anlam yattığını düşünmüştür.)

O dönemlerde Yunan trajedilerinin amacı, izleyenlerin kendi düşünceleri ve davranışlarını gözden geçirip Oidipus’unki gibi bir kaderden kaçınmalarını sağlamaktı. Oidipus babasını öldürüp annesiyle evlenmekten kaçamamış olabilir ama Laios’la (babası olduğu ortaya çıkan kişi) aralarındaki anlaşmazlığa gururu neden olmuştur. Bu kadar gururlu olmasaydı yolda karşılaştığı adamı asla öldürmezdi, annesi dul kalmazdı, kehanet de asla gerçekleşmezdi. Ama Yunanların olacakların hepsinin kaderde önceden yazıldığını düşünmeleri durumu adaletsiz kılıyor: Oidipus istese de istemese de kehaneti bir şekilde gerçekleştirecekti. Öyleyse Yunan trajedilerinden alınacak ders: Hayat adil değil. Kurban edilen onca keçiye söylenen şarkılar boşunaymış.

Satirler

Trajedi ve komediyi hepimiz biliriz. İki türün de kökleri Yunan tiyatrosuna dayanmaktadır. Ancak daha az bilinen üçüncü bir tiyatro türü de satirdir.

Tanrı Dionysos’la bağlantılı olarak penis, bereketin ve gücün popüler bir simgesiydi. Satir, kayışlarla üzerlerine büyük penis figürleri bağlı olan oyuncuların sahne aldığı müstehcen ve satirik bir oyun veya vodvildi. Satirler, satirik bir tondadır ancak satirik oyunlarla aralarında bir bağlantı yoktur. Satir, adını oyunlarda yer alan yarı insan yarı keçi efsanevi yaratıktan almıştır.

Bilinen ilk satir oyun MÖ 500 yılı civarında yazılmıştır, ancak daha basit satirler çok daha önceleri sahnelenmiş olabilir. Euripides, Sofokles ve Eshilos bu yıllardan kısa süre sonra yaşamış ve eser üretmiştir. Yani komedi ve trajedi, satir oyundan veya satirin ilk örneklerinden geliştirilmiş bile olabilir.

Satir oyunlarda genellikle Yunan mitlerinden hikâyeler değiştirilerek parodiye çevrilirdi. Kısa oyunlarda keçi insan melezi satirlerden oluşan gruplar şarkı söyleyerek dans ederdi. Çeşitli oyunların sahnelendiği City Dionysia’da oyun yazarları trajik üçleme oyunlar sahneler, finallerini de satir bir oyunla yapardı. Bu oyun yazarlarından biri festivalin kazananı olarak seçilirdi. Festival, Dionysos’a adanmıştı ancak bu gelenek mahsuller, bereket ve yeniden doğmaya adanmış dini geleneklerin dışında gelişmişti.

Yalnızca bir satir oyun tam olarak günümüze ulaşmıştır: Euripides’in Tepegöz adlı oyunu. Tepegöz, Odisseas’ın tek gözlü canavar Polyphemos’un (penis şakası yapmayacağım) mağarasında tutsak kalmasını anlatan hikâyeye odaklanmıştır. Tepegöz’den sonra en iyi korunmuş satir oyun Sofokles’in Ichneutae’sidir (Takipçiler).

Duygusal anlamda oldukça güçlü olan önemli trajedi üçlemelerini kısa ve komik bir vodville bitirmek bize garip geliyor. Ancak bu gelenek yok olmamıştır, biraz değişerek Shakespeare’in zamanına kadar gelmiştir. Elizabeth dönemi tiyatrolarında da Romeo ve Juliet’in trajik ölümünün veya Macbeth’in kanlı sonunun ardından eski bir İngiliz dansı olan cig eşliğinde kısa ve komik bir skeç gelir ve öğleden sonra eğlencesi böyle sona ererdi.

Romalı Gatsby

1920’lerden beri Batı edebiyatının en önemli üç eseri T. S. Eliot’tan Çorak Ülke, James Joyce’tan Ulysses ve F. Scott Fitzgerald’dan Muhteşem Gatsby olmuştur. Bu eserlerin üçü de klasik Roma döneminden günümüze parçalar halinde ulaşan muazzam bir edebi eserden izler taşımaktadır. Bu eser görüşünüze göre ya yazılan ilk romanlardan biridir ya da skandal yaratan, ucuz bir pornografiden ibarettir. “Satirlerinkine benzer maceralar” anlamına gelen adı Satyricon’dan içinde yer alan müstehcenliği tahmin edebilirsiniz.

Eserin yazarı Petronius da bir o kadar ilgi çekici. Birinci yüzyılda Elegantiae Arbiter, yani Güzel Sanatlar Eleştirmeni unvanıyla İmparator Nero’nun saray mensubuydu. Tarihçi Tacitus, Nero’nun her düşüncesini önce Petronius’a onaylattığını yazmıştır. Maalesef Nero’nun Petronius’a duyduğu saygının bir sonu vardı: Nero, Petronius’un yapabileceği en güzel şeyin intihar etmek olduğu fikrine vardı. Petronius’un yüksek statüsünü kıskanan, Tigellinus adlı entrikacı rakibi dolap çevirerek Nero’yu güvenilir Güzel Sanatlar Eleştirmeni’nin vatan haini olduğuna inandırdı. Nero da sonunda eski gözdesini ölüme mahkûm etti. Petronius bu hükmü bizzat gerçekleştirmeyi tercih ederek bileklerini kesmiş, arkadaşlarıyla hafif bir yemek eşliğinde şiir hakkında konuşurken yavaş yavaş kan kaybederek ölmeyi seçmiştir. Böylelikle ölümü bile bir sanat eserine dönüşmüştür.

F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby’ye “West Egg’in Trimalchio’su” diyerek sık sık parti veren zengin Jay Gatsby ile Petronius’un eserindeki varlıklı ev sahibi arasındaki bağlantıya işaret etmiştir.

Romanı Satyricon’un adı çift anlamlıdır: Yunan mitlerinden esinlenen müstehcen satirleri (kayışlarla takılan devasa penisli olanları) kastetmekle birlikte kitabın satirik tonuna da işaret etmiştir. Satyricon, sarhoşluğun ve ahlaksızlığın yaygınlığından, sanat ve eğitime dair ateşli tartışmalardan ve tuvalete yapılan ziyaretlerden oluşan bir menippos satiridir (belirli kişileri veya kurumları yermektense genel tavrı hedef alan satir türü). Eserin günümüze ulaşan bölümü (muhtemelen eserin onda biri, belki daha da azı) anlatıcı olan Encolpius adlı eski gladyatör ile hizmetçi bir erkek çocuğu olan âşığı Giton’u konu almaktadır. Günümüze ulaşan parçalarının çoğunda aşırı derecede zengin eski bir köle olan Trimalchio’nun savurganlıkla verdiği ziyafetler anlatılmaktadır.

Satyricon harika bir sanat eseri midir yoksa heyecan verici pornografik bir eser midir? Edebiyatın bu sonu gelmez tartışma konusu Petronius’un romanıyla başlar, tabii bu esere “roman” diyebilirsek. Özellikle Roma halkının günlük hayatlarını gerçekçilikle anlatmasıyla birlikte başka birçok açıdan çok modern bir eserdir (Petronius’tan önce klasik şiir ve dramada insanlar gerçekçi yerine idealist bir tutumda tasvir edilirdi). Steven Moore’un da The Novel: An Alternative History’de (Roman: Alternatif Tarih) belirttiği gibi, Petronius’un eseriyle James Joyce’un modern eseri Ulysses arasında birçok ortak nokta vardır: Homeros’un Odysseia’sının hikâye örgüsünün gevşek hatlarla yeniden örülmesi, küfürlü dille müstehcenlik, edebi tarzdaki çeşitlilik ve eski edebi eserlere bağlılık. Ancak Petronius, Ulysses adlı eseri 1922’de yayımlanan Joyce’tan neredeyse iki bin yıl önce yaşamıştı. T. S. Eliot’ın yine 1922’de yayımlanan Çorak Ülke’sindeki yazıt da Petronius’un çalışmalarından alınmıştır.

İlk kez Petronius’un romanında anlatıcı aynı zamanda hikâyedeki karakterlerden birisidir. Petronius’a kadar yazılan romantik ve epik eserlerde anlatıcı hikâyenin dışında olurdu. Eser, hem bu yüzden hem de diğer pek çok sebepten kurgunun gelişiminde kilometre taşı niteliğindedir.

Gerçek Bir Hikâye…

Bilimkurgunun ortaya çıkış ânını belirlemek oldukça zordur. Bilimkurgu ilk kez 1864 yılında Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Yolculuk adlı eseriyle mi ortaya çıktı? Yoksa 1818 yılında Mary Shelley’nin Frankenstein’ıyla mı? Aralarında Isaac Asimov ve Carl Sagan’ın da bulunduğu önemli yazarlardan bazıları, astronom Johannes Kepler’i “kurucu” saymıştır. Kepler, 1608 yılında Somnium (Düş) adlı Latince eserinde Dünya’nın Ay’dan nasıl göründüğüne dair tahminlerde bulunmuştur. (Tıpkı Asimov ve Sagan gibi Kepler de hem bilim insanı hem de bilimkurgu yazarıydı.) Ancak bilimkurgunun kökleri Kepler’den çok daha geriye uzanmaktadır.

MS ikinci yüzyılda Lucian adlı Suriyeli yazara ait kısa eser A True History’nin (Gerçek Tarih) ilk bilimkurgu eser olduğu söylenmektedir. Lucian şu anki Türkiye topraklarında doğmuş, yetişkinlik hayatının büyük bölümünü Suriye’de geçirmiş, Yunanca konuşarak Roma İmparatorluğu sınırlarında yaşamıştı. Birçok türde eser veren satirist bir yazardı, üzerinde uğraştığı türlerden biri de sonralarda “roman” adını alan romantik düzyazıydı. Aslında Lucian hem bilimkurgunun hem de komik diyaloğun babasıdır. Bu türleri daha sonra Oscar Wilde da kendince kullanmıştır. Başka bir eseri Philopseudes (“yalan aşığı”), Goethe ve bestekar Paul Dukas ile ünlenen Sihirbazın Çırağı hikâyesinin kaynağıdır.

A True History, antik zamanda iyi bir hikâye yazmak için gerçeklikten feragat ederek abartılı seyahatnameler yazan klasik dönem kâşiflerinin parodisidir. Zamanın seyahatnamelerinde fantastik mekânlar ve imkânsız olaylar gerçek gibi gösterilmiştir. Lucian en başta hikâyesinin başından sonuna bir yalan olduğunu muziplikle itiraf ederek bu durumla alay etmektedir. Çünkü diğer yazarların inanılmaz iddialarıyla dalga geçmeyi amaçlamaktadır. Lucian’ın hayal gücü kendisini özgür kılmıştır: Hikâyesinde şaraptan nehirler, peynirden yapılmış adalar ve testisten büyüyüp penis şeklini alan ağaçlar görüyoruz.

A True History’nin hikâyesi havada durma numarası kadar şüphe çekici değildir. Anlatıcının gemisi devasa bir kasırgayla Akdeniz’den uzaya fırlatılır (ilk uzay gemisi olduğunu da söyleyebiliriz). Sonunda Ay kralının, Güneş kralıyla Venüs’ün kolonileştirilmesi için savaşa girdiği Ay’a iner. Ay’ın ordusunda Kiklad Adaları’ndan gelen dev örümcekler Ay ve Venüs arasında 500 metreden uzun ağ örer ve bu ağdan savaş alanı yapar. Güneş’in ordusunda ise 500 metreden büyük karıncalar, devasa sivrisinekler ve düşmanlarına büyük turplar atarak gözle görülmeyen kötü kokulu yaralardan ölmelerini sağlayan “Gökyüzü Dansçıları” vardır.

Tahmin edeceğiniz üzere Lucian, anlatıcının Ay’a nasıl çıktığı konusunda az detay vermiştir, gemiyi uzaya sürükleyenin sadece güçlü bir kasırga olduğunu yazmıştır. Ancak eser, Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Yolculuk’undan H. G. Wells’in Ay’da İlk İnsanlar’ı gibi tam anlamıyla bilimkurgu olan eserlerin tohumlarını ekmiştir. Ayrıca fantastik bir anlatımla çağdaş edebi akımları taşlamasıyla Thomas More’un Ütopya’sına ve Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri’ne de öncülük etmiştir.

Plinius’un Tarihi

MS 79 yılında Vezüv Yanardağı patladığında üç büyük İtalyan yerleşimi yerle bir olmuştu. Genelde sadece Pompei bilinir ancak Herkulaneum ve Oplontis kentleri de yok olmuştu. Filozof ve doğabilimci Plinius’un ölümü, bu patlamanın sebep olduğu en büyük kayıplardan biridir.

Plinius’un Vezüv patlamasında sınır tanımaz merakı yüzünden öldüğü sıklıkla söylenir. Volkandan çıkan dumanı merak eder ve aptallık ederek yakından görmek ister. Meraklı bir filozofun merakı yüzünden ölmesi güzel bir hikâyedir; ancak gerçek, bundan biraz farklıdır (en azından yeğeninin, amcasının ölümüne dair anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla). Pompei ve Herkulaneum’daki yıkımdan sonra Plinius, yakındaki Stabiae kasabasına yakın arkadaşı Pomponianus’u kurtarmak için yelken açar. Vardıktan sonra Plinius rüzgârın kendilerine karşı estiğini ve oradan hızla kaçmanın imkânsız olduğunu görse de yapabileceği tek şeyi yapar ve oradan uzaklaşmaya çalışır. Çünkü sığındıkları bina çökme riski taşımaktadır ve şehrin tüm sokakları lavlarla kaplanmıştır. Bu kaçış sırasında astım hastası Plinius ölür. Plinius’un kafasına çarşafla bağlı bir yastıkla dumana göz atmak için Vezüv Yanardağı’na doğru yürüdüğü iddiası asılsızdır. Öte yandan Plinius ve ekibinin Stabiae’ye kaçarken havadan yağan lavlardan korunmak için kafalarına yastık bağladıkları doğrudur.

Gene de Plinius, Romalı yazarların en meraklısı olduğu için, ölümü hakkında mitlerin ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Gaius Plinius Secundus’un (23-79) yaklaşık 75 kitap ile 160 defter yazdığı düşünülmektedir. İşkolik olduğu kesindi; güzdüzleri Roma İmparatoru Vespasian’ın sarayında yöneticilik yapıyordu ama kontrol edemediği bir merakı vardı. Cüzam tedavisinde kullanıldığı söylenen zümrütlerden kadınlar tarafından cinsel fetişler için kullanılan bala batırılmış sırtlan penisine kadar çevresindeki her şeyi inceleme arzusu ve merakıyla yanıp tutuşurdu. Gözlemleriyle çok sayıda defter doldurmuştu. Ancak sadece bir eseri tanınmaktadır: Naturalis Historia. Plinius bu eserinde “tüm dünyayı detaylandırarak anlatmak” gibi oldukça mütevazı bir amaç gütmüştür. Çok okurdu; ona göre en ufak bir fayda bile sağlayamayacak kadar kötü kitap diye bir şey yoktu. Vezüv Yanardağı patlamasında öldüğünde Naturalis Historia üzerine çalışmaktaydı ve otuz yedinci cilde gelmişti.

Plinius’un Naturalis Historia’sının gelecekte üretilen bilimsel ve tarihi eserler üzerinde bu kadar etkili olmasının nedeni, önemli bilgilerin yazarlarına sık sık atıfta bulunduğu için bir dizin görevi görmesiydi. Böylelikle daha sonra basılan akademik eserler için bir model oldu. Aynı zamanda Plinius, Romalı şair ve dilbilgisi uzmanı Quintus Valerius Soranus’tan aldığı fikir doğrultusunda içerik bölümüne sahip ilk eserlerden birini vermiştir. Naturalis Historia’nın ilk ansiklopedi olduğu söylenir, ancak bu eseri Roma hayatına ve kültürüne açılan, ufuk açan, hatta bazen dudak uçuklatan bir pencere olarak görmek muhtemelen daha iyi olacaktır.

Yeğeni Genç Plinius’un dediğine göre Naturalis Historia çoğunlukla geceleri ve Plinius’un Vespasian için resmi görevde olmadığı anlarda, eline geçen her boş vakitte yazılmıştır. Eserdeki bazı tuhaf (nazik olmak adına tuhaf diyelim) teorilerin nedeni, kompozisyonun bu yöntemle kurulması olabilir. Eserin bir bölümünde insan kafası yerine köpek kafasına sahip insanlardan gerçekmiş gibi bahsetmiş. Kafası olmayan insanları, ağzı olmadığı için burun deliklerinden yemek yiyen insanları yazmış. Ayrıca tek bacaklı insanların, tek bacaklarını güneşlik olarak kullandığını görev aşkıyla anlatmış. Plinius’un eserinin bir kısmı Naturalis Historia’dan ziyade Lucian’ın A True History’sine (Gerçek Tarih) benziyor diyebiliriz.

Kitapta bir de günümüz doktorlarının gülünç bulacağı tedavilerden ve ilaçlardan bahsedilmektedir. Baş ağrısı, tilkinin “erkeklik organı”nı başa “bir tılsım olarak” bağlayarak giderilebilirdi. Hemoroid, taze biberiye kökünün ilgili alana sürülmesiyle veya domuz yağı ile savaş arabalarının tekerleğinin pasından yapılan bir kremle tedavi edilebilirdi. (Rektuma soğan sokmak da çok tavsiye edilirdi). Sarımsaksa her şeye iyi gelirdi; epilepsiden romatizmaya, ülserden elbette ki hemoroide kadar her şeyin tedavisinde kullanılırdı. Plinius, kafaya fare dışkısı sürmenin kelliğin kesin çaresi olduğunu söylemiştir. 1469 yılında Naturalis Historia, klasik döneme ait kitapların ilk basılanlarından biri olmuştur. Ama maalesef Plinius’un tavsiyesi sayesinde kaç kişinin kellikten kurtulduğunun kaydı tutulmamıştır.

En Eski Fıkra Kitabı

Neredeyse bölümün sonuna geldiğimize göre bir fıkraya ne dersiniz? Kamp yapmaya giden aptal, berber ve kel adamın hikâyesini duymuş muydunuz? Uyurken eşyalarının çalınmaması için gece boyunca sırayla dört saatlik nöbetler tutmaya karar verirler. İlk nöbeti tutan berber eğlenmek için jiletini çıkarır ve aptalın saçlarını keser. Berberin nöbeti dolduğunda yerine geçmesi için aptalı uyandırır. Aptal, kel kalan kafasına dokunarak: “Berberin salaklığına bak! Benim yerime keli uyandırmış,” der.

Bu alıntı günümüze ulaşan en eski fıkra kitabı Philogelos’tandır. Bu, tarihteki ilk fıkra derlemesi olmayabilir ancak günümüze ulaşanların en eskisidir ve oldukça kapsamlıdır. Fıkraların bazıları hâlâ komiktir, tabii bu biraz da espri anlayışınıza göre değişir. Bir köle sahibi ile müşterisinin arasında geçen konuşmayı anlatan bir fıkraya, Monty Phyton’un “Ölü Papağan” skecine klasik dönemden gelen cevap bile denmiştir. Memnuniyetsiz bir müşteri, köle sahibine giderek kendisine sattığı kölenin öldüğünden şikâyet eder. Köle sahibi çok şaşırır ve “Benim kölemken hiç öyle bir şey yapmamıştı,” der. Yüzeysel de olsa benzerlik kesinlikle mevcuttur. Ancak önemli olan şakaların yapılarındaki büyük benzerliktir: Bir veya iki satırlık anlatım, birçok modern komedyenin yaptığı gibi kısa ve öz bir biçimde kurguyu ve can alıcı cümleyi barındırır.

Philogelos, kabaca “kahkaha sever” veya “şakacı” anlamına gelmektedir. Hieorokles ve Philagrios adlı iki Yunan tarafından, üçüncü veya dördüncü yüzyıl civarlarında Yunanistan Roma İmpratorluğu’na katıldığında derlenmiştir. Yaklaşık 260 kısa fıkranın bulunduğu eserde fıkraların her biri farklı türden kişilerin etrafında döner. Fıkraların birçoğu aptallar veya şapşallar hakkındadır. Ancak çeşitli etnik gruplar, yani Yunan doğacak kadar şanslı olmayan herkes hakkında veya herkesin aleyhinde fıkralar da mevcuttur. Bu etnik gruplar arasında aptallıklarıyla tanınan Kyme halkı, oldukça aptal oldukları düşünülen Saydalılar ve aptal olmakla birlikte fıtıktan çok fazla mustarip olma ününe sahip Abderalılar vardır.

Philogelos’un en güzel bölümleri, bizim mizah anlayışımızla birçok ortak noktaya sahiptir. En çok bilinen fıkralardan biri berber ve müşterisi arasındaki alışverişi anlatır. Berber, müşterisine saçınızı nasıl keseyim diye sorar; müşterisi de “Sessizlikle,” cevabını verir. Başka bir fıkrada paraya sıkışık bir adam vasiyetinde kendini mirasçı olarak gösterir; bir başkasındaysa tek yumurta ikizlerinden biri ölür ve hayatta kalan ikizi gören bir aptal “Ölen sen miydin yoksa kardeşin miydi?” diye sorar. Kadınlarla alakalı şakalar da vardır: Bir tanesinde bir adam arkadaşına gidip “Dün gece karınla yattım,” diye böbürlenir. Arkadaşıysa “Hadi kocası olarak ben mecburum da sen neden yatıyorsun?” der. 1970’li yıllardaki komedyenlerin pek de özgün olmayan şakalar yaptığını söyleyenler kesinlikle haklıdır.

Philogelos, antik dönemdeki insanların mizah anlayışının bizimkinden hiç de farklı olmadığının kanıtıdır. Şakaların ne kadar komik olduğu tartışmaya açık. Söylenenlere göre Stoacı Yunan filozof Solili Hrissippos, boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen eşekle ilgili kendi yaptığı şakaya o kadar çok gülmüştür ki gülmekten ölmüştür. Kulağa pek inanılır gelmiyor. Isaac Newton’ın ise hayatı boyunca yalnızca bir kez, Öklid’i okumanın ona ne kattığı sorulduğunda güldüğü söylenir. Bu da “komedinin elementleri” söyleyişine yeni bir anlam kazandırıyor.

ORTAÇAĞ


Ortaçağ İngiltere’sindeki en büyük kütüphanenin kime ait olduğu bilinmiyor ama en güçlü aday Richard de Bury. 14. yüzyılda Durham piskoposluğunu yapmış olan de Bury, dev bir kütüphaneye sahip bir bibliyofildir. Odalarında o kadar çok kitap vardı ki misafirleri oturmaya zor yer bulurdu. Biyografisini yazan Samuel Lane Boardman’ın kendisini “kitapseverler arasındaki koruyucu aziz” olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğer kitapları, kitap satın almayı, kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı, kitap okumayı veya kitap kokusunu çok seviyorsanız Richard de Bury’yle muhtemelen iyi anlaşırdınız.

De Bury, ilk kütüphane yönetimi kitabı olan Philobiblon’u (Kitap Aşkı) yazmıştır. De Bury, kitapları neden sevdiğini ve kitaplara iyi bakmanın önemini anlattığı eserini ölümünden kısa bir süre önce, 1345 yılında tamamlamıştır.

Bu bölümde göreceğimiz gibi, bazı kitaplar doğru kişi tarafından keşfedilerek veya unutulmaktan kurtarılarak günümüze ulaştı. Beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla başlayıp yaklaşık bin yıl sonra Rönesans’la sona eren ortaçağda yaşam tehlikeliydi. Hayat ucuzdu, hastalıklar çok yaygındı ve savaş yaşamın bir parçasıydı. Piskopos de Bury’nin ahiretteki kütüphaneye katılmasından üç yıl sonra İngiltere vebayla tanıştı ve nüfusun üçte biri öldü. İnsanların bir yıldan ötekine zar zor hayatta kaldığı bir çağda kitapların korunamaması pek de şaşırtıcı değil. Bu koşullara rağmen korunabilen kitaplar da oldu elbette. Bu bölümde ortaçağın yazılı hazinelerini inceleyeceğiz.

Anglosaksonların Düşünceleri

Günümüzde Anglosakson (aslında İngiliz) edebiyatının önemli eserlerinden sayılan muhteşem epik şiir Beowulf aslında neredeyse bin yıl boyunca unutulmuştu ve bilinmiyordu.

Beowulf’un hikâye örgüsü oldukça sadedir. Çoğu kişi şiirin konusunun baş karakterin Grendel adlı canavarı öldürmeye çalışması olduğunu bilir. Ancak pek az kimse Beowulf’un bir değil, üç canavar öldürmesi gerektiğini bilir: Beowulf, Grendel’i öldürdükten sonra Grendel’in annesi gelir. Kahramanımız için öldürmesi daha zor bir canavar da olsa, sonunda Beowulf zafere ulaşarak günü kurtarır. Şiir, son yıllarını yaşayan Beowulf’un üçüncü canavarını (bu sefer bir ejderha) öldürmesiyle sonlanır. Ancak bu karşılaşma, savaşta ölümcül yaralar alan Beowulf’un felaketi olmuştur. Şiir, Beowulf’un ölümü ve cenazesinin denize bırakılmasıyla sona erer. Beowulf’un ne zaman yazıldığı bilinmemekle birlikte, 1000 yılı civarında yazıldığı düşünülmektedir.

İngiliz edebiyatının ilk büyük eseri olarak görülse de Beowulf, İngiltere’yle pek az yönden alakalıdır. Angılların ve Saksonların istilasından sonra (beşinci yüzyılda Britanya’ya yerleşmeye başlamıştılar) İngiltere’de yazılmasına rağmen Danimarka’da geçen, Almanlar (Kuzeybatı Almanya’daki Angıllar) tarafından anlatılan ve İskandinavlar hakkında bir hikâyedir. İngiltere’de yazılmış olmasına rağmen, yazıldığı tarihlerde “İngilizlik” kavramı daha yeni şekillenmekteydi. Angıllar ve Saksonların Britanya’ya gelmeden önceki sözlü geleneğine ait Germen kahramanlık şiirlerinden büyük izler taşımaktadır. Beowulf’un hikâyesinin, yazılı versiyonundan öncesine dayanıp dayanmadığı ise bilinmemektedir. Fakat “İngiliz” kelimesinin kökeni, Beowulf’u Britanya’ya getiren Germenlere (Angıllara) dayandığından, Beowulf’u edebiyattaki en “İngiliz” eser olarak tanımlamak daha doğru olabilir.

bannerbanner