Читать книгу Hayma Ana (Oğulmaya Saparova) онлайн бесплатно на Bookz (3-ая страница книги)
bannerbanner
Hayma Ana
Hayma Ana
Оценить:

5

Полная версия:

Hayma Ana

Delikanlılar sorgulu gözlerle birbirlerine baktılar. Gerçekten de Kuşçu Sofi’den böyle bir karşılık beklemiyorlardı. Hâlbuki Cüveyn’den geldiklerinden beri, onun; “Filanın yanına gidin, adımı söyleyin” diyeceğini, Türkmen Gücüne katılacaklarını tahmin ve arzu ediyorlardı.

Süleyman, Kuşçu Sofi’nin cevabına sevindi. Diğerleri seslerini çıkarmadan, serili koyun derilerinin üzerine uzandılar. Uzun yol yorgun düşürmüş olacak ki üçü de yatıp kaldılar..

Uyandıklarında, gün mızrak boyu yükselmişti. Ocakta pişen süt, kaymak tutmaya başlamıştı. El yüz yıkamak için dışarı çıktılar. Kuşçu Sofi ve torunu ağılda işleriyle meşguldü. Alabay ise konukları takip etmesi için kapı önüne konulmuş gibi, kocaman başını ayakları üzerine koymuş, yattığı yerden iri gözlerini onlardan ayırmadan yatıyordu. Delikanlılar ellerini yüzlerini yuyup ağıla doğru yöneldiler. Çalı-çırpı ile çevrelenmiş ağıla girmek istediler. Kuşçu Sofi’nin sesi duyuldu.

“Yiğitler! Eve girin de süt, çörek yiyin. Bizim işimiz bitti. Süleyman, sen gel Oğul! Şu tokluyu al getir. Size bir konuk sofrası hazırlayayım, sövüş edivereyim. Artık konuk da gelmez, son devir.”

İkisi, eve geçti. Süleyman da ağıla girip tokluyu tutmaya çalıştı. Ancak el uzattığı o durumda donup kaldı. Karşısında duran, uzun dört örüm saçlarını beline kuşak edip bağlamış, incecik, ak yüzlü kızı görerek şaşırdı. Yanaklarındaki çukurdan onu tanımıştı. Kapıda kendisini seyreden Kuşçu Sofi’yi görünce toparlanarak gözlerini kızdan ayırdı, titreyen elleriyle tokluyu iki ayağından kavrayıp boynuna yükledi. Şaşkınlıktan çıkışı karıştırdı, kızın yol göstermesiyle birlikte dışarı çıkabildi. Koyunu, evin karşısındaki ağacın yanına koydu. Ayaklarını bağladı. Başı dönmüşçesine ağacın çevresinde birkaç kez dolandı. Kekeleye kekeleye kendi kendine söylendi.

“Erkek mi ki dedim de, ancak hiç erkeğe benzemiyor da demiştim. Kız imiş ya! Peh, giyinmesi de erkek gibi. Saçını görmesem, anlamam mümkün olmayacak. Ne güzel kız ama dilsiz. Bizim obada olsa kızıl keten giydirip, saçına sarı yağ çalarlardı. Başına gümüşlü başlık giydirirlerdi.”

Süleyman, onu bir an kızıl keten elbiseli, başı gümüş tahyalı(*) olarak düşünüp gözlerini yumdu. Dede ile torunun yanına geldiklerini anlayamamıştı. Koç, kesilip misafirlere sövüş edildi. Taze etin kebabını yiyen delikanlılar, dua edip, Kuşçu Sofi’den müsaade istediler.

“Gidiyorsanız, yolunuz açık olsun; kalırsanız da ev sizin oğullar. Burla hanıma da söyleyin: Bir bakalım hele, eğer düşman gelirse obaya toplaşırız. Bizim için kaygılanmasın. Şimdilik Kuşçu’nun gücü kuvveti yerinde, deyin. Obamı da korurum, çadırımı da. Şu bayırdan aştığınızda, dereye inersiniz. Torunum götürsün, isterseniz. Dereden çıktığınızda, Üç Mazı denilen yerde üç meşe ağacı görürsünüz; uzaklaşmadan dolanırsanız, alvancık da bulursunuz. Burla hanıma, hamur mayası olur.”

Delikanlılar, birbirlerinin yüzlerine baktılar. Bu adam, sıradan biri değildi. Biliyormuş gibi, Tanatar’ın ninesine verdiği sözü hatırlarına getiriverdi. Miriş, gösteriş yaparcasına, atın üzengisine basmadan zıplayıp bindi. Tanatar da arkasına Süleyman’ı alarak artlaşıp Karayel’e bindiler. Sofi, Miriş’in hareketine tebessüm etmişti.

Önlerinde zayıf, ak yüzlü, yanakları gamzeli torun atına binmiş, onları yola salıyordu. Atın üstünde dik duruşu, sırtındaki ok ve yay, belindeki değerli taş saplı bıçağı, ayağındaki deri çizmesi pek yakışıyordu. Atın yularını saldı. At, yol boyunca yel gibi eserek diğer atları geçti ve dereye indi. Delikanlılar bu çelimsiz gencin at sürüşüne hayran kaldılar. Peşinden atlarını topukladılar. Üç Mazı’ya ulaştıklarında torun, atından inerek, “peşimden gelin”, dedi. Delikanlılar da ellerindeki çakı, bıçaklarıyla alvancık arayıp, kazmaya başladılar.

Süleyman her şeyden vazgeçmiş, kızın hareketlerini izliyordu. Kız, yanına geldi.

“Ben döneceğim. Dedemin söylediği yere getirdim. Siz de geceye kalmadan obanıza gidersiniz, değil mi? Bulutlar bölük bölük dolanıyor. Sele, suya kalmayın. Her seferinde sizi kurtarır mıyım, kurtaramaz mıyım bilemem. Gününüzü, kendiniz görürsünüz artık…”

Kızın birdenbire dillenmesi Süleyman’ı şaşırtmış, üstelik kinayeli, alaycı dili bir hayli zoruna gitmişti.

“Senin dilin var mıydı? Senin lal, ahraz olduğunu sanmıştım..”

“Bazan dilsiz, bazen sağırım; bazen de dilim açılıveriyor işte!”

“Adını söylesen, kurtarıcımın kim olduğunu bileyim.”

“Haa, Sultan askeri olduğunuzda beni aklınızdan çıkarmayın. Adım Nurbike. Okçu Dağbaşı’nın kızı, Kuşçu Sofi’nin torunuyum.

“Nurlu gün karşıma çıktığında bilmeliydim. Güzel Nurbike! Adın da ne güzelmiş…”

Kız, Süleyman’ın söylediklerini duymazdan geldi. Doğrusu, Süleyman da şaşkındı. Ömründe bir kızla yan yana gelmediği halde, bu kızın karşısında dili açılıvermişti. Ağzından çıkan sözleri kendisi değil, ona bir başkası söyletmiş olmalıydı!

“Hadi, Sağ esen evinize varın. Yine görüşünceye dek, Tanrı sizi korusun!”

Kız, atının yularını tepeden yana çevirdi. Süleyman, onu gözden kayboluncaya kadar seyredip gözleriyle uğurladı. ‘Biraz dursana!’ diyesi geldi. Gönlünün gürültüsünü işitti. İlk kez bütün bedeninin boşalmış gibi olduğunu hissetti. Sabahtan beri yaşadığı hadiseleri gözünde canlandırdı. Nurbike’nin ince beline kemer gibi dolanan simsiyah saçları, yanaklarındaki gamzeler, edalı sesi, atın üstünde oturuşu çevresini kuşatan dağların, gür kırların, ormanların renklerini değiştirmiş gibi göründü gönlüne. İlk defa doğduğu obaya dönmek istemedi. Buradan doğruca Kuşçu Sofi’nin çadırına geriye dönesi geldi. Kendi kendine söylendi:

– “Ne yüzle gideceksin. Teşekkür ettin, konuk sofrasına oturdun. Şimdi bahanen de yok. Ayağım kırıldığında hiç kalkmadan yatıvereydim keşke!”

Süleyman, Miriş’in;”Yeter bu topladığımız, gidelim artık” sesiyle kendisine geldi. Atlarına atlayıp Gökkaya’ya geldiklerinde, güneş dağın arkasında gizlenmişti. Burası, Süleyman’ın çocukluğunun geçtiği yerdi. Çok kereler bu kayada, kendi sesinin yankısını dinlemişti. Atından indi. Gökkaya’nın eteğine varıp yavaşça;” Okçu Dağbaşı’n kızı Nurbike!’”diye seslendi. Kayadan ses yankılandı:

“Dağbaşı’n kızı Nurbike! Kızı Nurbike! Nurbike! Bike, keee.. keee…”

Süleyman’ın yarası tazelenmiş gibi oldu. Derdini paylaşmak için Gökkaya’yı bulmuştu, sırdaşı sadece burasıydı. Miriş ile Tanatar koşa koşa Süleyman’ın yanına geldiler.

“Gün battı, gidelim. Bilmiyorum ama biri, Bike diye bağırıyor gibi geldi. Geceye kalmayalım. ‘Kayalarda Al(*) olur, Arvah(*) olur.’ derdi ninem. Duyduğum sesten korktum..”

“Tanatar! Hani sen, Sultanın askeri olacaktın ya! Bu korkaklığınla, ninemin sözünü tut, Kumru Eley’in kızını al da evin başköşesinde yatıver. Kulağına kızların adı geldiyse yapacağın belli..”

Tanatar, Süleyman’ın bu sözlerine karşılık altta kalmak istemedi.

“Gerçekten duydum ya.. Sadece ben değil, Miriş de duydu. Nurbike! Nurbike! Der gibi oldu. Çabuk bu kayadan uzaklaşalım.”

Obaya geldiklerinde el ayak çekilmiş, herkes evine girmişti. Burla nine ile Aysenem, getirdikleri alvancıkları koklayıp koklayıp yere koydular. Bunları bulmak herkesin harcı değildi. Bu dağ bitkisinin kökündeki meyveyle yoğrulan hamur, obanın bir yıllık maya ihtiyacını karşılıyordu. Dağlarda seyrek görülen bu bitkiyi bulup getiren torunlarına gururla baktı Burla nine. Evdekileri sofra başına çağırdı. Sofra başında sohbete devam ettiler.

Kuşçu Sofi’den, gerektiğinde obada toplaşmak isteği olduğundan, kendilerine gösterdiği hürmetten, yol gösterip alvancık bulunan yerleri tarif ettiğinden, hatta kocaman başlı, adam kılıklı Alabay’dan dem vuran Tanatar birden:

– “Süleyman! Sen, onun dilsiz torunu ile Üç Mazı’nın yanında konuştun mu?” diyerek beklenmedik bir soru sordu.

“Haa.. O dilsiz değilmiş. Konuştuk biraz. Utanacak gibi olursa konuşmuyormuş!”

“Adı neydi, sormadın mı? Kuşçu Sofi’nin tek oğlu Okçu Dağbaşı’nın oğlu olmalı.”

“Yok, sormadım. Az konuştuk. Geceye kalmayın, obanıza dönün, dedi.”

“Okçu Dağbaşı’nın oğlu da mı varmış? Kuşçu Sofi’nin hanımı, Tutuş beyin kızı rahmetli Çiğildem kızı olduğunda bir yaşındayken ölmüş, diye duymuştuk. Garibin kızı değil de oğlu mu olmuş?”

Burla nine, Süleyman’ın yüzüne baktı. Süleyman;

“Bilmiyorum!” diyerek elleriyle iki omzunu yokladı.

* * *

O günden beri ay dolandı, gün dolandı. Yasa evindekiler bir neticeye vardılar. Obalar birleşip yavaş yavaş göç hazırlıklarına başlayacaklardı. Korkut Dağının eteğindeki Çakır Bayat’ın obasına ulak gönderildi. Herkes, gidecekleri yerin yollarını, uzaklığını öğrenmek için birbirlerine sorular soruyordu. Ancak sorulara cevap verebilen yoktu. Bildikleri tek şey, Kaya Alp’in ağzından kaçan bir kısım bilgilerdi. Yani Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in taht mirasçısı Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah’ın bir zamanlar Türkmenleri yerleştirdiği yere göç edecekleri bilgisiydi.

Kandaşlarının sürüleri için otlak, yaylak, yurt yerleri verecekleri ve kendilerini kabul edecekleri inancıyla yol hazırlıklarına giriştiler. Kaya Alp’in niyeti, birkaç atlıyı beş-altı gün önceden gönderip, yol-iz öğrenildikten sonra ağır göçü yola salmak şeklindeydi. Suvar’dan, Beyli’den, Dumanlı’dan, Köyler’den, Bayat’tan, Bayındır’dan gelecek atlıları bekliyordu. Bir gün belirlense yola çıkılıverilecek gibiydi. Şafak söker sökmez, Töre Evinde obalardan gelecek haberleri bekliyordu. Ancak annesi Burla hanımın bağırtılı sözleriyle toparlanıp otağdan çıkmaya mecbur kaldı.

“Erkenden kalktım. Baktım ki Tanatar’ın yatağı boş. Gece de yatmamış. Miriş’in evine koştum, gördüm ki Keyik bacı da Miriş’i bulamamış. Ava gitseler, söyleyip giderlerdi. Hiç kimseye de haber vermemişler. Gelirler diye beklesek lâkin heybeye yiyecek-giyecek doldurup gitmişler. Bu onların uzak yollara niyetlendiklerini gösterir. Son zamanlarda yatıncaya kadar hiç ayrılmıyorlardı. Cüveyn’den geldikten sonra daha da yakınlaştılar. Şimdi bunları nerden buluruz. Ah, Gündoğdu oğlum sağ olsaydı, ben Tanatar’a hiç kaygılanmazdım. Babasını görmeden büyüdü diyerek ne dese yaptım. İşte sonunda beni de yaktı, annesini de!.”

– “Süleyman da bilmiyor mu onların nereye gittiklerini? Gidip, Süleyman’ı çağırın derhal.”

Süleyman, ta şafakta bu haberi almış, atıyla Gökkaya’ya kadar gidip gelmişti.

“Oğul! Senin haberin yok mu? Nereye gitti bu yiğitler?”

“Bilmiyorum ki baba!”

Miriş’in annesi Keyik bacı koşarak geldi, Burla ninenin ellerini tuttu. Titrek sesiyle acı acı söylenmeye başladı.

– “Geçen gördüğüm düş, gerçek mi çıktı ne! Kapımıza iki kartal yavrusu gelip konmuş. Şimdi yeni tüylenmiş yavrular uçmayı da bilmezler, diyorum. Kapıdaki tavuk kümesine girmeye çalıştılar. Ben elimdeki sopayı kaldırıp salladım. Aceleyle ikisi de çırpınıp uçuverdi Allah’ın kudretiyle. Ben de peşlerinden: Yere konan kartal görmedik ömrümüzde. Uçun, gidin; yeriniz gökyüzü, yüce dağların başı deyip bağırmışım. Obanın üzerinde dolana dolana uçup gittiler. Ben şimdi derim ki: Tanatar’ın ninesi! Kartallarımızı uçurup gittik mi? Ben de göçmeye hazırlanıyordum. Onların nereye gittiklerini bilmezsek, gözümüz arkada kalır, nerelere gidelim?”

– “Dur hele, Keyik bacı! Çocukların akılları başındadır. Yolda kavurma gerekir diyerek ava çıkmışlardır belki de. Hadi oğul, yanına Örcen Böke’yi al da obanın çevresini bir dolaş, bak bakalım bir iz yok mu?

“Baba! Ben anlatayım. Gökkaya’ya kadar iz sürdüm. Hiçbir yerde onlardan iz yok. Fakat..”

“Fakat da ne? Bildiğin bir şey varsa söyle. Biz de ona göre davranalım..”

“Baba! Onlar Cüveyn’den geldiğimizden beri Selçuklu sultanlarına asker olmak istiyorlardı. Ben de alvancığa gittiğimizde, Kuşçu Sofi’ye anlatırlarken duydum.

“Ne? Ne? Alvancık nere, Kuşçu Sofi nere! Hadi sen bana olan işleri anlat tek tek bakayım.”

Süleyman her şeyi olduğu gibi anlattı. Kuşcu Sofi’nin yardım etmediğini, kendi oğlu Dağbaşı’ndan da arkadaşlarıyla birlikte gittikten sonra hiçbir haber alamadığını söyledi.

“Baba! Olmazsa ben Kuşçu Sofi’nin çadırına varıp geleyim. Yalvar yakar gitmiş olabilirler.”

“Git oğlum, çabuk onları geriye döndür. Başıma asker oldunuz ya! Asker olduysanız, gayretinizi gösterin. Yolda nelerle karşılaşacağız, kim biliyor? Obayı, halkımızı, duvağı açılmadık gelinlerimizi, ceylan gibi kızlarımızı, namusumuzu, iffetimizi kim koruyacak? Ah, siz cahil yiğitler!”

Süleyman, Örcen Böke ile birlikte hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ballıkaya’ya uğramadan, kestirme yollar seçip Kuşçu Sofi’nin yaşadığı dağa doğru at saldılar. Şimdi Alabay çıkar diyerek atını yavaşlattı. Fakat ne Alabay önüne çıktı, ne de uzaktan kara çadırın bacasından bir duman çıkıyordu. Yolu mu şaşırdım diyerek çevresine baktı. Yook..

İşte Deve Örgüçü, işte Eyer Kaşı dağları.. Kuşçu Sofi’nin evi tam karşıda olmalıydı. Atlarını tepikleyip yettiler. Ocaklıktaki odunlar kararmıştı. Ağılın içi boş ama bozulan bir şey yok. Hatta süzme yoğurt da torbasında duruyor. Gelip geçen yer, diye bırakıp gitmişlerdir.

Bir soluk oturdular. Çaresiz obaya dönmek zorundaydılar.

Süleyman’ın boğazı düğümlendi. Tanatar’ı, Miriş’i, Sofi ağayı, Nurbike’yi en son gördüğü mü ki şimdi!

Burada yaşadıklarını aklına bile düşürmeden Nurbike’nin son sözlerini hatırladı:

“Yine görüşünceye dek Tanrı sizi korusun!..”

“Seninle bir daha görüşmek nasip olacak mı Okçu Dağbaşı’nın kızı Nurbike…”

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

“Kurt Postuna Bürünen Tilkiler…”

Ağalar yârin elinden,Yüreğimde dağlar kaldı.Bülbül ayrılıp gülünden,Gül gülşenli bağlar kaldı.

Süleyman ile Örcen Böke’nin Kuşçu Sofi’nin çadırına gidişleriyle gelişleri bir olmuştu. Yanlarında ne Miriş, ne de Tanatar vardı. Keyik bacı Miriş’i göremeyince sızlanmayı, yakınmayı sürdürdü:

“Yelden, günden sakındığım oğul! Kolumu gölge, saçımı yorgan ettiğim oğul! Kuş olup dağlara mı uçtun? Ceren olup çöllere mi kaçtın? Nerede arayıp, nerede bulayım seni kılavuz balam, kartal balam! Senin izini şimdi kim sürsün?”

“Bırak, Keyik bacı! Genç yiğitlerdir, kafaları esmiştir; gezer, dolanır gelirler. Tanatar’ım da yok görüyorsun. Eğer üç-dört gün içinde gelmezlerse, aramaya gideriz.”

“Vah! Tanatar’ın ninesi! Yüreğim sızlayıp durur. Gel-meze gitmişlerdir onlar. Oba göçünü toplamaya başlamışken, haber vermeden gitmezler. Başka bir düşünceleri var herhalde. Süleyman’ın Kaya Alp’e söylediklerini sen de duydun, ben de duydum.Kuşçu Sofi de yerinde yok diyorlar, şimdi kimden haber alacağız. Yel getirir, yağmur getirir haberlerini diyerek beklemekten başka çaresi yoktur.”

“Onlardan haber olmazsa, bir oturduğumuz yerden bir adım bile atmayız. Oba göçse de biz, iki ev bekleriz Keyik can. İyi niyet, yarım devlet demişler! Niyetimiz iyi olsun, iyi haber duyalım.”

Ah, Tanatar oğul! ‘Yetim oğlak büyüttüm, ağzım burnum yağ oldu. Yetim oğlan büyüttüm ağzın burnum kan oldu’ demişler ya, işte öyle oldu. Annesinden gönenmedi, atasından gün görmedi diyerek yelden günden büyüttüm, yetiştirdim. Yetimliğini bildirmedim. Gündoğdu’mun ocağını söndürmesin deyip koruyup gezdim. Bir haber verip gitseydi yüreğimiz yanar mıydı? Devlete hizmet etmek istiyorsan, söyleseydin Alp dedene. Kolundan tutup kendi götürürdü. Şimdi nereye gideyim, kime derdimi anlatayım…”

Keyik bacıyı avutmaya çalışan Burla ninenin kendisi de hıçkırmaya başlamıştı. Kimse bir şey diyemedi, teselli edemedi. Yürek yangınlıkları hafiflemezse, dertleri hafiflemeyecekti. Kaya Alp, Süleyman’ı alıp yasa çadırına girdi.

– “Miriş ile Tanatar’ın şunu yapalım, bunu edelim dediklerinden haberiniz var mıydı?”

“Kuşçu Sofi’nin vaktiyle Selçuklu sultanına hizmet ettiğini duymuşlar. Gittiğimizde haberim yoktu. Ancak Sofi ağanın yanına vardığımızda, bu düşüncelerini açığa vurdular. Ben de orada işittim. Sofi ağa onlara; gidin de bu günlerde Kaya Alp’e asker durun, demişti ya yine dinlemediler. Sonradan bana da bir şey söylemediler. Sofi ağa, dağın öbür yüzünden obaya gitmiş olmalı. Gittiği obayı bilmediğimiz için dönüp geri geldik. Yol boyunca karşılaştığımız çobanlara da sorduk, gören duyan yokmuş. Ancak Cüveyn’e gitmiş olmalılar. Çoğan vadisinde önümüze çıkan askerden bir hayli bilgi almışlardı. Ne bileyim, size yeni haberler getirmek için merak ediyorlardır diye düşündüm. Fırsat verirseniz, Cüveyn’e mi gideyim, diyorum.”

“Cüveyn gitmişlerse, siz oraya varıncaya kadar, hangi şehre varacakları belli değil. Ecrihara asker duranlara her yerde eğitim veriyorlardır. İş başa düştü. Artık kendileri gelmezse, onları bulmak mümkün olmaz. Biz de uzak yollara düşeceğiz. Halk bizi bekliyor.

“Onlar, Türkmen Gücünde asker olmak istiyorlardı..”

“Haa.. Türkmen Gücü, Selçuklu sultanının en güvendiği güçtür. Katılmak isteyen herkesi hemen almazlar. Ancak bunların Türkmen olduğunu görünce hassa sipahilar(*) gücüne almış olabilirler. Oradan halkayı has(*) gücüne yaklaşabilirlerse, Miriş işlerine yarar. Ancak Tanatar’a yanarım! Ne eline mızra aldı, ne de mancınık attı. Burla annemin sayesinde eline sapan alıp kuş vurmuş bile değildir. Selçuklu’ya asker durmak kolay mı! Kuşçu Sofi’nin bahadır oğlu Dağbaşı’n babası, dedesi, atası Sultanın sipahi buzgurt(*) görevlerinde bulunmuş olsalar bile, kendi gücüyle alt yılda Türkmen Gücüne girmiş ve hayl başı(*) olabilmiştir. Ah, ayran beyinli oğlanlar; “hazır aşın iyesi, nişanlı kızın eri”olacakken!.”

Süleyman’ın, Okçu Dağbaşı adının anılmasıyla birlikte üstünden kaynar sular dökülmüş gibi oldu. “Ben, Okçu Dağbaşı’n kızı, Kuşçu Sofi’nin torunu Nurbike’yim!” sesi, kulağında çınladı. Babasının yüzüne bakıp;

“Siz, Okçu Dağbaşı’yı tanıyor musunuz?”

“Evet.. Çocukluğumuz aynı yerde geçti. Yayı çektiğinde, eğri yayı doğrulturdu. Attığı ok hedefe dosdoğru saplanırdı. Küçüklüğünde Nişabur’da, Nizamiye mektebinde eğitim almıştı. Babası obaya getirdiğinde, geniş oba dar göründü. Ayağını bağlarsak alışır, diyerek Tutuş beyin kızı Çiğildem’le evlendirdiler. O garip de doğum sırasında öldü. Bunu bahane edip çekip gitti sultanın hizmetine. Zaman zaman kızını görmeye geliyormuş, diyorlar. En son ne zaman geldiğini Allah bilir. Ha, ne oğul! Senin de Miriş ve Tanatar gibi askerliğe gitme niyetin varmış gibi soruların çoğaldı ya?”

“Yok, yok.. Ben sadece Sofi dededen duydum da; sekiz yıldır gelmiyor, demişti.”

– “Evet, öyledir. Asker olduysan, emir kulusun. Hangi diyarlardadır, kiminle savaşırlar bilen yok. Tanatar ile Miriş’in geleceği de onlar gibi olur…”

Dışardan gelen at sesleriyle birlikte baba-oğul çıktılar. Eve yaklaşan dört-beş atlının arasından her bir omzuna insan oturur gibi iriyarı adamı, ikisi de tanıdı. Süleyman koşup atının yularını tuttu.

Bu gelen konuk, daha doğrusu göç yolcusu Çakır Bayat idi. Misafirlerin atlarını at yatağına götürüp sulayıp yemlediler. Süleyman, Çakar Bayat ile gelenlerin ellerine su döktü. İzzet hürmet ettiler. Çakır Bayat ilkin Süleyman’ın yüzüne bakıp;

“Oğul! Dostlarını tek başlarına koyvermişsin!” dedi. Süleyman önceleri anlayamasa da sonradan sözün Tana-tar ile Miriş hakkında olduğunu kavradı.

“Siz onları gördünüz mü Çakır ağa?”

“Evet. Geçen akşam gece yarısı benim eve geldiler. Nişabur’a gidiyoruz, dediler ancak ben, şu dar zamanda sizi hangi iş için gönderdiler, dediğimde yüzleri kızardı. Sonunda rahmetli Gündoğdu’nun oğlu dillendi: “Çakır ağa, biz sultana askerliğe gidiyoruz. Evdekilere de söylemeden çıktık. Göç vaktinde izin vermezlerdi. Öylece yola çıkıverdik.” Dedi. Onları alıp getirmek istedim. “Asker olmak istiyorsunuz ancak yol uzak, eşkıya-talancı dolu. Yollarda rehber de gerek, ok atan da” dedim. Kendilerine pek güveniyorlardı. Yaşlılığıma dayanıp kızdım, ağır laf söyledim: Asker olmak basit bir şey değildir. Gidip gelmemek var, şehit olmak var. Geri dönmek nasip olursa da ardınızda kalanların, annenizin, babanızın, ağabeyinizin dünyada olup olmayacağı var. ‘Ecel kayıp; yüz, nikâh kayıp’ derdi atalarımız. Bir kiminle yüz yüze görüşeceğini, bir de kiminle evleneceğini ve ne zaman öleceğini bilemezsin. Yola helalleşip, dua alıp çıkmak lazım yiğitler, dedim. Eve gelen misafire bundan fazla söz desen yakışmayacak. Tan ağarırken, Nişabur’a deyip yola çıktılar. Şu an Aladağ’dan aşmışlardır. Onları yola salıp biz de buraya geldik. Kimseye haber vermeseler de sana söylemişlerdir demiştim.”

“Yok, Çakır ağa, bana da söylemediler. Bizi de zor durumda bıraktılar.”

“Oğul, sen git ninene ve Keyik hanıma haber ver. Çakır Bayat’ın obasına varmışlar; askerliğe gidiyoruz, deyip sabahtan ayrılmışlar. Çakır ağa alıp getirmek istese de ikna edememiş, de..”

Süleyman’ın getirdiği haber, Keyik bacı ve Burla hanım için beklenmedik şey değildi. Yine de yüreklerine biraz su serpilmiş gibi oldu. Sağ olduklarına dair ilk haberdi bu. Keyik hanım ağlamaklı olsa da kocası teskin etmeye çalıştı:

– “Önceleri kuş olup uçtu mu, ceren olup kaçtı mı diyordun. İşte şimdi al sana haber. Oğlumuz, yolunu kendisi seçmiş. Demek ki kendine yeten koç yiğit olmuş. Sultan askeri olup halka yararı olursa, bize de takdire boyun eğmekten başka çare kalmaz. Bir gün görürsün ki oğlum Miriş sipahi olarak gelir şu eşikten.”

“O zamana kadar bu eşik, bu çadır kalacak mı Miriş’in babası? Göçümüz sırtımızda!”

“Yok, Miriş’in annesi, oğlumuz gelinceye kadar bu eşik de durur, bu ocak da. Obadan dışarı bir adım atmayız. Oğlumuz peşimizden gelip aramaktansa, ocağımızı koruyup beklememiz daha iyidir. Yedi çocuk doğurdun, hiçbirine kıvanmak nasip olmadı. Yedi çocuktan sonra Miriş bize umut oldu. Nerelerde ki, bizi arıyor mu ki diyerek göç yolunda yürüdüğümüzden, ne zaman gelir ki diyerek kendi ocağımızda beklediğimiz daha iyidir.”

Keyik hanımın isteği de buydu. Başka diyarlara gitmek istemiyordu. Bu ormanlık yerde, ağaçların arasında dünyaya gelmişti. Rahmetli annesi, kızım büyüdüğünde kapı kapı gezen olmasın, köyden uzaklaşmasın inancıyla Keyiğ’in kesilen göbek bağını kara çadırın ortasına gömmüştü. Salıncağı, işte şu meşe ağacının gölgesine kurulmuştu. Göbeği evde kesilen Keyik, evcil kız olup yetişti. Edepli, terbiyeli, on parmağında on hünerli bir kız olduktan sonra, yengesinin dediği gibi tanımadığı bir delikanlıya âşık olmuştu. Bunu yengesinden başkasına da söyleyemedi. Çeşmeye suya giderken gördüğü genci hiç aklından çıkaramayan Keyik, aşkını yüreğine gömdü.

Eli becerikli bu güzel kızı, boyu yeter yetmez istemeye gelenler oldu. Kendisine soran olmadı, istiyor musun bile demediler. Boynuna alaca bir bağ örüp taktılar. Boyunu karışlayıp göynek biçtiler. Başına dassar(*), yüzüne yaşmak(*) örtüp kızıl halının üzerine oturtarak “göter göter”(*) ettiler.

“Ağır kız, bu kıza paha biçilmez” diyerek yengesi pay aldı, kardeşi pay aldı. Sonunda Keyiz kız, Keyik gelin oldu. Bir başka eve salıp, yabancı bir gence teslim ederek kendileri de gerdeğin karşısında oturdular. Keyik, bir süre sonra yanına gelen damadı gördü ve yeniden âşık oldu. Çünkü bu delikanlı, çeşme başında görüp âşık olduğu, Miriş’in babası Mergen ağa idi.

İşte bu obada önce dünyaya gelen önce Keyik kız, sonra Keyik gelin, şimdilerde de Keyik bacının ikbali bunlardan ibaretti. Çünkü burada dünya zenginliğine değişmeyeceği hatıraları yatıyordu. Bunca yaşanmışı, bunca hatırayı bırakıp gidemezdi. Bu yüzden Mergen’in sözleri hoşuna gitmişti.

“Toprak bırakılır mı? Gelmiş geçmişimi, toprağa verdiğim yavrularımı, sevgimi paylaştığım çeşmeyi, salıncak kurduğum ağaçları bırakıp nereye gideyim. Şimdi de Miriş oğlumu beklemeliyim.”

Keyik hanım bunları düşünürken, birdenbire içini dışa döktü:

– “Gitmeliyiz, Miriş’in babası; obamızı ardımızda koymalıyız..”

– “Keyik! Yoksa bırakıp gitmek aklımda yoktu baştan. Miriş bir bahane oldu. Çakır Bayat’ın dediği gibi, ya dönüp gelirse!?”

Üç gün umutla beklediler. İt ürüse çıktılar, at kişnese baktılar. Ne Miriş’ten, ne de Tanatar’dan bir haber yoktu. Süleyman yola çıkmadan önce Gökkaya’ya varıp teselli bulmaya çalıştı. Kayanın eteğine çıkıp bütün gücüyle bağırdı:

“Tanatar! Miriş! Sizi nerede bulayım şimdi. Tanatar, aaaataaar! Aarr.. Miriş, irişşş, işşşş.

Nurbike! Sen nerdesin? Seni görebilecek miyim? Nur-bike, Bike… Keeeee..”

Süleyman’ın sesi uzun bir süre Gökkaya’da yankılanıp durdu, yankılanıp durdu. Gözlerini kollarıyla silerek gerisin geriye koştu. Sesi, ardından kovalıyor gibiydi:

– “Tanatar! Miriş! Nurbike! Sizileri görür müyüm!?”

* * *

Göç kervanı yola hazırlandı. Obayı terk etmeyecek olanlar belirlendi. Koyun, keçi sürülerini götürmeyecek olanlar vardı. Küren obasının yarısı yola koyuldu. Bir kenarda Ataman’dan kalan kara ev de sökülmemişti. Burla nine “gitmem” deyip ayak direyenlerdendi. Kaya Alp, yaşlı annesini koyup gitmek istemediği için çok yalvardı.

– “Ben, obalardan gelenlerin, yola düşenlerin yolbaşçısıyım, ardımızda yol yok, gidelim.” dese de fayda etmedi.

“Yarı yolda ölürüm. Uzak uzak yollara dayanamam oğul! Yaban elde, yol boyunda bir mezar bulmaktansa, işte bu kendi evimde, obamda, komşularımın arasında kalayım. Baban rahmetliyi bırakıp gitmeyeyim. Moğol gelse benim gibi bir yaşlıyı ne yapsın. Öldürseler, leşim yük olur onlara. Gözümü açıp gördüğüm kara dağlarımdan beni ayırma oğul!”

bannerbanner