Читать книгу Hayma Ana (Oğulmaya Saparova) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Hayma Ana
Hayma Ana
Оценить:

5

Полная версия:

Hayma Ana

“Dönüşümüzde Çoğan vadisinde atlı askerleri, eğitim verilen yerleri gördük. Halkı telaşa salmamaya gayret etseler de durum hayra alamet değil. İki gün sonra yine Çakır Bayat’ın evine yettik. Yolumuzu gözlüyormuş. Size anlattıklarımızı ona da söyledik. Göç etmek veya kalıp savaşmak gerekir, bizi habersiz bırakmayın, dedi. Kaya Alp’e söyleyin, birleşelim, dedi. Sabah kalktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Çakır ağa havanın bozulduğunu görerek, bizi yola salmak istemedi. Ancak Süleyman yerinde duramayıp; “Herkesin gözü yoldadır, bizi beklerler, dedi.”

“Korkut’tan ağıp Kesedağ’a yettiğimizde tuttu yağmur, bastı tufan. Sel bir yerden, yel bir yerden yüklendi. Biz de yüksek bir yere çıkarak, bir haneye sığınıp yatıverdik. Yağmur dindikten sonra kımıldamak mümkün olmadı. Şarıldayıp gelen selin gürültüsünü işiterek sizden yana kaygılandık. Dünyayı sel alıyor sandık. Yattığımızda Süleyman henüz uyuyamamıştı.”

– “Erken kalktığımızda Karayel’in kişnemesiyle doğrulduk. Dışarı baktığımızda her yer dümdüz, sis, duman. Süleyman civarda bir yerdedir diyerek, bekledik. Gelmeyince, seslendik. Ses veren olmadı. Ateş yakalım desek kuru ot yok. Sis duman dağıldıktan sonra, ateş yaksak belki dumanını görür gelir, dedik. O gece de bekledik, gelmedi. Sonunda dolanıp yürürken Miriş, Sülgürt’te çarık izini gördü. Bir iki adım göründü ancak yağış izleri silip süpürmüştü. Obaya dönüp gelmiştir, diye tahmin ettik, işte.. Şimdi ne yapsak ki!?..”

Anlatılanları dinleyen Kaya Alp, derin bir nefes çekti. Ocağın başında oturan Aysenem’in ağlamaklı sesi işitildi.

“Sel sularına mı kapıldı ki? Kurtlara, kuşlara yem mi oldu ki? Gittiğinden beri yüreğimin başı cız edip duruyor, dediydim. Kim beni dinliyor! Şahin balam, sağ salim gelse; Baba Kızıl Evliyanın yoluna, yedi kapıya aş paylayacağım. Aç susuz mu ki? Obaların birinde mi ki?”

Aysenem’in fısır fısır çıkardığı, agu katılmış acılı sesi evdekilerin hepsi işitirken, bu sefer ona Burla nine de hiçbir şey diyemedi. Anne yüreği dolup dolup taşmıştı. Ağlayıp rahatlamasa olacak gibi değildi. Ağlasın da içini boşaltsın dercesine, Kaya Alp ile yiğitler dışarıya çıktılar. Evdeki ses, güçlenerek sürdü. Burla ninenin;

– “Tövbe deyin, kötüye yormayıverin” diye yankılanan sözleri, uzun bir süre dışarıdan da duyuldu.

* * *

Şu vakte kadar, gün kuşluğa kalıncaya yatıp duran Süleyman’ın sanki kafasına kum dökülmüş gibiydi. Başını yastıktan kaldırası gelmedi. Yattığı yerde güçlükle başını sağa sola çevirdi. Bulunduğu yerin kendi evi olmadığını anlayıp kalkacak oldu.

Bu olanlar da neydi? Başına gelenleri hatırlamaya çalışsa da başaramadı. Ara sıra aklına düşen şey; kaçışan geyikler, kayalar, kartal ve kendi yoldaşlarının sesi. Bu her ava gittiklerinde tekrarlanan şeyler olsa da Süleyman, dünkü hadiseleri hatırlayacak gibi oldu. Her ne kadar gözlerini yumsa da değişik bir şeyler göremedi. İçini yakayım dercesine kapı da açılmıyor, bir kişi bile gelmiyordu. Güçlükle yerinden doğrulmaya çabaladı. Ancak uzun bir tahta parçasının ayaklarına sarılmış olduğunu fark etti. Ayağını sarıp sarmalamışlar. Demek ki ayağım zarar görmüş, diye mırıldandı.

– “Ses verin! Kimse yok mu?”

Kendi sesini sadece kendi işitebildi. Halsizlikten olacak ki sesi de zor çıkıyordu. Alacakaranlık çadırda yattığı yerden çevresine göz gezdirmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Üstelik ayağının ağrısı da artıyordu. Kaşlarını çatarak, yattığı yerden, yeri yumrukladı. Yan taraflara asılmış otları, bitkilerı görerek, burasının bir tabip evi olduğunu düşündü.

Vaktin ne kadar geçtiğini anlayamadı. Çünkü yarı uyur-yarı uyanık yatıyordu. Birden kapının yavaşça açıldığını hissederek, gözlerini açıp başını çevirdi.

“Gözümüz aydın. Kalktınız mı?”

“Evet. Ben neredeyim? Siz kimsiniz?”

“Oğul! Telaş etme. Ayağa kalktığında tanışır, bilişiriz”

Yaşlı adam kapıyı açtı, eşik serpisini(*) gerdi. Kara çadırın gözeneklerini araladı. İçeriye ılık bir yaz havası hücum etti.

Süleyman:

“Dışarıda böyle iyi bir hava vardı ise beni niçin bu temiz havadan mahrum ettiler ki!” diyerek kaşlarını çattı.

“Dön bakalım, arkandaki yaraya bir merhem çalalım..”

“Arkamda yara mı var?”

“Sen en iyi, neremde yara yok desene yiğit!”

“Bana ne oldu?”

“Bunu sen söylemezsen, ben ne bileyim. Ben seni Ballıkaya’nın eteğinde buldum. Ya ot-ilaç toplamaya gelmişsindir ya da kuş avlamaya. Kayadan düşmüşsündür desem; diken batar, her yerin kulak gibi şişerdi. Kaplan dalamıştır desem, pençe yok, tırnak izi yok. Sel suyuna kapılmış olmalısın ki bütün vücudun balçıktı. Kurt tabip de gelip gördü. İki güne kadar ayağa kalkar, dedi. Hadi şimdi şu sıcacık keklik çorbasını iç, kendine gel. De bakalım, sen kimsim? Nerden gelip, nereye gidersin?”

“Ben iki gün mü yattım? Siz kırık-çıkık tabibi misiniz?”

– “Ay, iki gün daha yatarsan, ben de tabip olurum. Hadi, sen bir dayan yeter ki.”

Süleyman’ın, yoldaşlarıyla dağ başında yağmur altında kaldığında onları yatırıp kendisinin uykusuzluk çektiği aklına düştü. Tan vaktine yakın, sel biraz olsun yavaşladı mı ki diyerek çevreyi dolaşırken, ayağı kayarak dereye yuvarlanıp gittiğinden ve sele gark olup telaşlandığından başka bir şey hatırlamıyordu. Sel suları Süleyman’ı uzağa alıp götüremese de sisin-pusun içinde bir hayli yatmıştı. Bir süre kulağına arkadaşlarının sesleri gelmiş, zamanla kesilmişti. Orada ne kadar kaldığını, buraya kimin getirdiğini, burada ne kadar yattığını bilmiyordu.

– “Seni bizim köpeğimiz Alabay bulmuş. Ürkmüş, konuşacak gibi olmuş hayvancağız. Torunumla seni eşeğe bindirip güçlükle getirdik buraya. Bugün ikinci gün değil, üçüncü gün oluyor yatışın. Hadi, şimdi otur. Kurt tabip; yaşı kaç ise, yaşı kadar yatarsa iyileşir, dağ ilacından içiversin, demişti.”

– “Yok.. Ben yirmi iki gün yatamam ki! Benim ardımda bekleyenlerim var. Babam beni bir iş için Cüveyn’e göndermişti. Yoldaşlarım nerede? Karayel’im, can yoldaşım beni bırakıp gitti mi? Ne olursa olsun, ben obama gitmeliyim.”

“Beh! Sen hangi obadansın? Kimin oğlusun?

“Kalecik’ten, Kayılardanım! Kaya Alp’in oğlu Süleyman..”

“Kalecik’tenim desene oğul. Kalecik, benim dayı tarafımdır. Burla teyzenin torunuyum desene! Beh! Daha yatman gerekiyor ancak iş acilmiş madem, ne yapıp edip seni yola salmalıyım. Bugün hava açıldı, yol iz müsait. Obanız da uzakta değil. Seni at arabasına bindirip gönderirim. Yola çıkmadan önce, şu sıcacık keklik çorbasını bitir bakalım.”

Süleyman’ın boğazından bir şey geçmedi. Aklı fikri yoldaşlarında idi. Eğer onlara bir şey olacak olursa, obadaşlarının yanında, ana-babalarının yanında, Burla ninenin yanında yüzü kızaracak, küçük düşecekti. İhtiyar, Süleyman’ın koltuğuna girip dışarıya çıkardı.

Dışarıda at arabası hazırlanmıştı. Süleyman’ı, üstüne saman döşenmiş at arabasına yatırdı. Kırık ayağını kımıldamayacak şekilde berkitti. Atı sürecek ‘kişi’ye talimat verdi:

– “Atı yavaş sür, yaralı bacağa zarar vermesin. Kumlu-topraklı yerden git, taşlı yerden gidersen yarası açılır. Kısa yolları biliyorsun, akşama yetiş. Yanına ok ve yay al. Bu günlerin havasına güvenilmez. Öğlenki yağış birdenbire gelebilir. Alabay’ı da yanından ayırma kuzum. Sağ salim git gel. Bu yiğidi yerine ulaştırıp dön balam…”

Ata arabası yavaşça ilerlemeye başladı. Obadan çıkıp dağlık yere geldiklerinde eşlikçi genç, değmeyeyim dese de, arabanın tekeri taşlara değiyordu. Kaşlarını çatan Süleyman, atın yularını çekene seslendi:

– “Taşsız yerden git diye söylendi sana. Obaya varıncaya kadar sağlam yerlerimi de yaralayacaksın bu gidişle. Dedenin sözünden çıkıp, gönülsüz gönülsüz götürüyor gibisin! Daha at sürmesini de bilmiyorsun.”

Süleyman ne kadar söylenip dursa da, ondan yana dönüp bakmadı bile. Süleyman dirseğine dayanıp at üstündeki yiğdekçeyi(*) seyretti. Atın yularına sıkı sıkı yapışmasını, kalpağın altından görünen incecik boynunu, yuları bırakmamak için iki yanını öne doğru itişini seyrederken içi daraldı.

– “Vah.. Dili lal, kulağı da sağır galiba bunun!”

Süleyman’ın sesini çıkarmadan, ağrısına dayanarak gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yattığı yerden obaya yaklaştığını fark ediyordu. ‘Gurbakgalı Kak’ın yanındaki Ulu Mazı’dan geçtik. Kanlı Çeşme’den geçtik. Baba Kızıl Evliya’dan geçtik’ diye diye yattığı yerde, kendi kendine konuşup dururken, öğleyi geçerken obanın sınırına girdiler.

Kaya Bey, yanına atlılarını alıp biraz önce obadan çıkmış, geliyordu. At arabasıyla karşılaştığında, üzerinde oğlunu gördü. Atının başını çekti. Oğlu dirseklerine dayanarak oturuyordu.

“Demine değmemiş, buna da şükür!” diyerek, hızla attan inip oğlunu kucakladı.

At üzerindeki delikanlı, başıyla onları selamladı. Arabayı eve yaklaştırıp Süleyman’ı indirdiler. Onu da eve davet ettiler ancak yine, sesini çıkarmayarak sağ elini sol göğsüne koyup arabasına bindi. Süleyman, annesine seslendi;

– “Ana! Bu, sağır galiba. Siz ona işaret ile anlatıverseniz.”

Yiğdekçe birden Süleyman’a gözaltından bakarak anlamlı anlamlı yılıştı. Yanaklarında kızıllıklar peyda oldu. Kaşları gerildi. Süleyman’ın da güleceği tuttu:

– “Bu kız yüzlü eşlikçiden hiç hoşlanmadım. Baksana, üzülecek yere yılışıyor. Yine de doğrusunu söylemek gerekirse, yolları iyi biliyormuş, üzmeden getirdi.” diye söylendi.

Arabacının yanına bir tandır çöreği ve bir kolca sarı yağ alarak gelen ve onu ‘Tanrı yalkasın’(*) duasıyla uğurlayan Burla nine, torununun başucundan ayrılmadı. Merhemini ne Aysenem’e, ne de Kaya Alp’e emanet edemiyordu. İlacı kendi çaldı, yarayı kendi sardı.

Başına üşüsenlere, başından geçenleri bir bir anlatıp yorulan Süleyman, bu arada, Burla nineye, Kuşçu Sofi’nin selamı olduğunu söyledi. Burla nine donup kaldı, Süleyman’a diklenip baktı.

“Kuşçu Sofi mi dedin? Seni, Sofi mi iyileştirdi. Bu gelen sağır yiğdekçe onun torunu mu?”

Süleyman, ard arda gelen sorulara karşılık vermedi. Nedendir bilinmez, aklına, iki yanağı kızarmış, üstündeki elbiselerine, ayağındaki ayakkabıya gücü yetmeyen, Kuşçu Sofi’nin yanına kattığı genç düştü. İçinden; “Yanına ok ve yay alan kişiye, yayı çekmeye gücün var mı desene!” diye geçirdi.

* * *

İKİNCİ BÖLÜM

“Göçe Göç Eyledi Gönül Kervanı…”

Ey ağalar kurdu gördüm,Kurt yerinden durdu gördüm.Ben ağlaman kim ağlasın,Yâr göçen şu yurdu gördüm.

Tabibin dediği gibi, Süleyman’ın kırık yerleri yaşına göre, yirmi iki günde iyileşti. Burla nine, kaya kenarlarından toplanıp kaynatılmış ilacı, torununa içirdi. Süleyman’ın ayağa kalktığında önceleri ata binmeye, obadan uzaklaşmaya bile dermanı yoktu. Kırık, çıkık yerleri iyileşse de ağrısı henüz kesilmemişti. Bu yüzden hep Burla ninenin gözünün önündeydi. Annesi de ayaklarına sürekli porsuk yağı sürüyordu. Obadaki dostları halini-hatırını sormak üzere ara sıra yanına geliyorlar, Tanatar ile Miriçneredeyse hiç yanından ayrılmıyordu..

Süleyman, Cüveyn’den geldiklerinden beri, Miriş ve Tanatar arasındaki gizli fısıldaşmaları hatırlıyordu. Ama sebebini soramadı. İçinden; “Bir gün kendileri anlatırlar” diyordu.

“Süleyman, hani sen bizden ayrıldıktan sonra, Kuşçu Sofi denilen adamın evinde kalmışsın ya, bu adam hakkında biraz bilgi versene. Bir dağ başında neden tek başına yaşıyor ki? Neden obadan, ilden ayrılmış ki? Çoban değil, çoban yamağı değil obada yaşamıyor; sebebi nedir ki?”

“Ben iki gün onun evinde kaldım ama kendimi bilmeden yatmışım. Gözümü açtığımda, evin duvarlarında asılı duran kuru otları, bitkileri görünce; burası bir tabip evi mi ki, dedim. Kuşçu Sofi eve gelip yaralarıma merhem sürdü. Kısa bir konuşmamızdan sonra onun tabip olmadığını anladım. Kırık çıkıklarıma Kurt tabip bakmış. Adını, ayrılırken kendisi söylemişti. Beni obama götürün, bekliyorlar dedim. Sağır ve dilsiz torununu yanıma katıp arabaya yüklediler. Uzun bir süre ne bir şey dedim, ne de sohbet ettim. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; torunu çok hünerli, çok becerikliymiş. Doğruca obamıza yetiştirdi. Sanki ata bir kamçı vurmadan, elma soyar gibi etti. Cesaretli delikanlıymış maşallah.”

“Süleyman! Bizim duyduğumuza göre; Kuşçu Sofi, Selçuklu sultanının yanında hizmette bulunmuş. Avcılıkta benzeri yokmuş. Uçan kuşu gözünden vururmuş. Yaşlı babası da Turan Şah’ın korumasında bulunmuş. Biz Sofi’yi bir görebilsek! Sen ayağa bir kalksan, bize yol göstersen. Ne de olsa onunla tanışıyorsun ya..”

“Miriş! Tanatar! Sizin Kuşçu Sofi ile ne işiniz olur ki? Anlatın bakalım. Başım döndü. Sofi’yi yedi arkadan tanımanızın bir sebebi olmalı! Sultan askeri de olsa size ne?”

“Evet.. Süleyman, sebebi var. Her bir şeyi zamanla öğrenirsin. Ancak biz öncelikle Kuşçu Sofi’nin yanına varmak istiyoruz. Seninle gidersek, tanıyorsun, yüzümüz olur. Bu yüzden sen götür, diyoruz. Ata binemesen de durumun yol arkadaşlığına müsait olursa bize haber versen. Sana uğrarız. Bir aydan beri iyileşmeni bekleyip duruyoruz.”

“Ne zaman deseniz yol arkadaşlığına varım ama evdekiler öğrenirlerse, kırık-çıkık yerlerini azdırırsın, derler. Sonra ben onların kulübesine kendi isteğimle gitmedim ki! Beni Ballıkaya’nın eteğinde bulup baygınken getirmişler. Sora sora evi bulurum desem, belli bir obası yok, sınırı yok. Gelirken de arabanın üstünde yatıp geldim, etrafımı bile göremedim. Arayıp bulmak mümkün olur mu ki?”

Tanatar, Süleyman’ın sözünü kesti:

“Sen onu kaygı etme. Evdekileri ben razı ederim. Bize Ballıkaya’yı buluverirsen, Sofi’yi de buluruz. Avcı adam ava çıkamadan edemez. Miriş izini bulur.”

Süleyman’ın kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Olur, deyip başını salladı. Başını salladı ama bu yağmurlu, fırtınalı günde nasıl edip de Ballıkaya’nın dibine varabileceğini bilmiyordu. Aklında kalan tek şey, kendinin sel sularına kapılıp gitmesiydi.

Bu arada, Tanatar’ın dışarıda yün diden ninesinin yanından sesi geliyordu:

“Nine! Bize yakışmayan bir şey var. Kuşçu Sofi, Süleyman’ı ölümden kurtardı. Bir aya yakın vakit geçti lakin biz ona, ne bir Allah razı olsun diyebildik, ne de elin gözün dert görmesine gidebildik. Babam da yasa evinden çıkmıyor, bir başına gelenle gidenle görüşüyor. Bir tandır çörek pişirsen de biz gidip geliversek, ne dersin? Miriş, Süleyman, üçümüz gitsek olur. Yaşadığı yer uzakta değil.”

Burla nine, yün dittiği elindeki incecik çubukla Tanatar’ın arkasına yavaçca vurdu. Ninesinin feri zayıflamış gözlerinin titrediğini fark eden Tanatar donup kalmıştı. Torunlarına el kaldırmayı bırak, onlara gelinleri bile el kaldırsa gün boyu söylenip duran Burla nine, bu defa Tanatar’a ikinci defa el kaldırdı.

– “Senin de Miriş’in de başka işiniz mi yok? Torunumun canını, başını kurtarmıştır; vakti gelince, Allah razı olsun demeye senden büyükler giderler, söylerler. Siz gidin yasa evinin yanlarında durun. Kuşçu Sofi, sizin teşekkürünüze bekleyip durmuyor…”

“Nine! Süleyman bir aydır evden çıkmıyor. Karayel de kazığında yaşlandı. Süleyman’ın içi açılır, atını rahatlatır. Dönüşte sana ırgay(*) ağacından yün ditme çubuğu getiririz. Bulabilirsek alvancık(*) otundan mayalık da getirelim. Hani geçen sefer, hamur mayamız eskidi demiştin ya. Bu yıl alvancığa gitmeye kimsenin vakti değecek gibi görünmüyor. Biz getiririz, olur mu?”

“Hmm. Tamam da amcan Alp sorarsa, ben ne derim. Siz hazırayak delikanlılarsınız, o oba bu oba gönderecek olsalar ne cevap vereyim. Yoksa Kuşçu Sofi’ye teşekkür etmek bizim boynumuzun borcu…”

Ninesinin gitmelerine razı olacağını sözlerinden anlayan Tanatar, Burla hanımın bir o yanına, bir bu yanına geçerek durmadan konuşyordu.

– “Nineciğim! Bir gün yeter. Alp amcam sorarsa, hamur mayalık aldırmaya gönderdim, dersin.”

– “Olur, varın gidin. Kuşçu Sofi’ye de selam edin. Şimdilerde obalarda toplanılıyor. Geçen geçti deyin. Eğer kendi obasına gitmek istemezse, buraya gelsin. Burla hanımın obasında ona uygun bir yer bulunur deyin. Moğol belasının geleceğini söyleyin. Bir başına kurda kuşa yem olmasın töresizler gibi. Ancak bir ayağımız burada, bir ayağınız orada olsun. Tez gelin..”

“Tamam, Ninem can! Söyleriz. Kabul ederse de alıp döneriz.”

“O zaman ben size çörek vereyim. Hem yolda yersiniz, hem de Sofi’ye hediye olur. Haydi, git de kamışlı gölgeliğe serdiğim süzme yoğurt kurudu ise al gel. Torununa göndereyim.”

* * *

Delikanlılar, Burla ninenin sarıp sarmaladığı bohçayı heybeye atıp yola çıktılar. Obadan çıkar çıkmaz atlarını kamçıladılar. Önce Ballıkaya’yı, ardından gün aşmadan Kuşçu Sofi’nin evini bulmaları gerekiyordu. Her ne kadar acele etseler de Süleyman’ın kaybolduğu yerlere ancak öğleye doğru ulaşabildiler. Cüveyn’den dönüşlerinde sisten, dumandan başka bir şey görmemişlerken bugün çevredeki her yer apaydın, gözlerinin önündeydi. Kayalar, dağ sırtları uzayıp gidiyordu. Her birinin bir adı var. Hangisinin Ballıkaya olduğunu nereden bileceksin? Bütün ümitleri, kılavuz Miriş’te idi. Geldiklerinden beri gözü yerde olduğu halde hiçbir iz kestiremiyordu.

– “Buradan uzaklaşmamıştım ki ayağım kaydı, şu dereye yıkıldım. Sel sularına kapılınca dere boyunca sürüklenmiş olmalıyım. Dere akıntısına doğru gidersek, belki bir ize, bir yola rastlarız.”

– “Doğru söylüyorsun Süleyman! Dere boyunca gidelim.”

Dere içinden atlarının yularlarını tutup yürürlerken bir köpek sesi geldi. Sesin geldiği tarafa yöneldiler. Dereden çıkıp yüksek bir bayırın üstüne ulaştıklarında, karşılarında kendilerine bakan, başı kazan gibi, kulağı-kuyruğu kesik bir köpeğin durduğunu görerek geriye çekildiler. Köpek havlamasını kesmiş onlara bakıyordu. Ürküp geldiği tarafa yöneldi. Gelenlerin zararsız olduklarını hissetmiş olmalıydı. Delikanlılar da çekine çekine köpeğin peşinden, atlarının yularından tutmuş yürüyorlardı. Köpek ara sıra geriye dönüyor, “geliverin” dercesine yoluna devam ediyordu. Uzakta bir çatma çadır gördüler. Arkadaşları soran bakışlarını Süleyman’a çevirdi. Süleyman, “Ha!” deyip başını doğrulttu.

– “Bu ev, Kuşçu Sofi’nin eviydi!”

Eve yaklaştıklarında önlerindeki köpek ürümeye başladı. Sahibine haber veriyordu. Evden çıkan ihtiyar, gözlerini elleriyle siperleyip gelenleri uzaktan seçmeye çalıştı. Atlarının yularını tutup gelenlerin hızlı adım atışlarından gençler olduğunu anlamıştı. Çok geçmeden de eve yaklaşanların arasında Süleyman’ı görerek kollarını açtı.

“Oho- hov.. Maşallah.. Ayağa kalkıp ata binmeye mi başladın koçum! Kurt Tabib’in eli iyidir gerçekten. Eceli yetmeyene yetmiş iki yerden ok değse iyileştiren tabiplerdendir o. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Şu Alabay itim bir yerlere kaybolup gidiverdi demiştim, geldiğinizi görüp karşılamış. Bu asil bir köpeğin eniğidir. Bir günlük yoldan gelen misafirimi karşılar. Konuğun niyetini, iyisini-kötüsünü kokusundan bilir. Süleyman’ı tanımıştır. Yoksa sizi buralara asla getirmez. Alabay yanımda oldukça yalnızlık hissetmem. Maşallah, yanımda oba var gibi. Boşa ürümez. Bu vakte kadar koyunuma, keçime kurt dadanmamıştır.”

Kuşçu Sofi, Alabay’ın başını okşadı. Köpek, sahibinin kendisinden hoşnut olduğunu hissetmiş olmalı ki ayaklarını yaladı. Delikanlılar, atın sırtındaki heybeyi indirdiler. Kara keçelerden yapılan, duman isi sinmiş çadıra girdiler. Çadırın ortasındaki ocağa konulan etin kokusu iştahlarını açtı. Tanatar, heybedeki çörekleri ve süzme yoğurdu; “Ninem, torununuza gönderdi” diyerek uzattı. Kuşçu Sofi, hediyeleri kıvançla kabul etti. Ocakta kaynamakta olan etli çorbayı, ağaç çanağa dökerek içine Burla ninenin gör-derdiği çöreği doğradı. Tıka basa doydular.

Gün gecikmişti… Dışardan yine Alabay’ın sesi duyuldu.

“İşte, torunum da geldi. Bugün konuğum olduğu için ona yardım edemedim. Koyunları, keçileri sağıp ağıla salmıştır. Ona da sıcak bir çorba vereyim.”

Kuşçu Sofi, ocaktaki ateşi canlandırdı. Sacayağın üzerine çorba dolu kazanı koydu. Bu sırada torunu, sıska delikanlı kapıdan eğilerek girdi. Kapı ağzından içerdeki konuklara tek tek göz gezdirdi. Aralarında Süleyman’ı görünce adeta yılıştı. Çadırın ortasındaki ocağın başına oturdu. Çorbasını önüne alarak kıyılayıp yemeye başladı.

Kuşçu Sofi, delikanlılardan olandan bitenden haber almaya girişti.

“Evet, yiğitler! Geliş gidiş nereden nereye? Hayırlı, uğurlu ola. Avlanmaya mı çıktınız? Yahut ötelere mi gidiyorsunuz?”

“Sofi ağa! Biz, size hem Süleyman’ı beladan kurtardığınız için teşekkür etmeye, hem de Burla ninemin verdiği görevi yerine getirmeye geldik. Burla ninem size; devir kötüleşip gidiyor, torunuyla birlikte obasız, ıssız yerde kalmasın, dedi. Bizim obaya, Kalecik’e gelseler onlara göre barınacak bir yer bulunur, dedi. Moğol belası Harezm’i ele geçirmiş, Horasan’a da yaklaşıyor, sahipsiz-töresizler gibi dağ başında tek başına kalmayın, dedi.”

“Hmm.. Moğol’un geldiğini gözleriyle gören var mı? Ya da obadaki kadınların tandır başındaki lafları mı?”

“Yok, Sofi ağa! Süleyman’ın sele kapılıp sizin onu kurtardığınız gün biz, Cüveyn’den geliyorduk. Kaya dedem haber toplamak, olanı biteni öğrenmek için göndermişti. Bayatların obasında, Derbent’te, Cüveyn’de, hemen hemen her yerde bu söylenti var. Kaçıp gideni de gördük, başımıza ne gelirse gelsin katlanırız diyeni de. Kara Amid’e, Dımışk’a, Rum-i Kayser’e giderim deyip gidenlerin de haddi hesabı yok. Doğuya, gün doğusuna giden kervan görmedik. Herkes batıya doğru yollara düşmüş.

“Beh… Ne yani şimdi Moğol geliyor diyerek ata toprağını terk edip gitmek olur mu? Düşman görmemiş yer değildir bu kadim toprak. Gelseler, geldiklerini görüveririz han oğul! Bir Moğol görmemiştik, onu gören gözümüz sağ olsun. Bizim obada da iki niyetliler var. Kaya Alpler çevre obalardan gelen aksakallılarla oturup yol gözlüyorlarmış. Her geçen gün kötü kötü haber yayılıyor. Sizler gibi yiğitleri olan obada Moğol ayağı sekemez. Onlar da bilirler Oğuz hanın nesillerinin yenilmezliğini…”

“ Sofi ata! Size gelişimizin bir başka sebebi de işte bu anlattıklarınız. Cüveyn’e giderken, Çoğanlı vadisinde oba oba gezip asker toplayanları gördük. Fakat onlar askerlerini ‘ecrihar’ denilen askeri güce kabul ediyorlar. Bunların arasında ücretle tutulan askerler de var, karnını doyurmak için gelenler de, yolunu şaşırmışlar da. Siz önceden Selçuklu sultanlarının hizmetinde bulundunuz. Eğer bizi de Sultanlığın himayesindeki Türkmen Gücü askerlerinin arasına gönderebilirseniz diyecektik. Siz tavsiye ederseniz, bizi alırlar. İşte ben iz sürebiliyorum. Kuşu gözünden vurmasam da attığım ok boş geçmiyor. Yayına gücü yetmeyenlerden değilim. Nayza sallamayı da öğrendim. Kulağımı yere koyup dinlesem, beş menzilden gelen atların sayısını bilirim..”

Rehber Miriş, tıpkı hemen kalkıp savaşa girecekmiş gibi bel kuşağını çekip toparlandı. Tanatar da Miriş’ten geri kalmamak istercesine kendi hünerlerini anlatmaya başladı:

“Sofi ata! Türkmen Gücüne katılırsak, yüzünüzü yere baktırmayız. Ata binmekte, yay çekmekte, kılıç sıyırmakta biz de geride kalmayız hani! Kaya babam ta yürümeye başladığımızdan beri her şeyleri öğretti. Sizi utandırmayız, Türkmen’in adını yere düşürmeyiz.”

Süleyman’ın aklı başına gelmişti. Tanatar ile Miriş’in gizli gizli konuşmalarını, şimdi daha iyi anlıyordu. Kuşçu Sofi’nin birlikte yola salacağını tahmin ederek, bir an hayretler içinde kaldı. Burla ninesine, Kaya Alp’e, Miriş’in babasına ne cevap vereceğim, şeklinde sorular zihninden gelip geçti. Görmüş geçirmiş Kuşçu Sofi’nin, delikanlılara nasihat etmekten başka çaresi kalmamıştı:

“Hadi, sizi gönderdim, diyeyim. Peşinizden anneniz ağlayıp gelse, babanız yumruğunu sıkıp gelse ben ne derim? Savaş dediğine aksakallıların rızası, annelerin duasıyla gidilir. Düşmanla karşılaştığınızda sizi koruyacak olan dua ve dileklerdir. Ayrıca siz, Moğol yaklaşıp geliyormuş diyorsunuz. Düşman geliyor ise her obanın yiğidi, kendi obasını koruyup kollamalı değil mi? Türkmen Gücü askerliğine, içinden alev geçenleri seçiyorlar. Bunlar Sultanın yanından kuş geçse kanadından, kulan geçse tırnağından vuran bahadır askerlerdir. Doğru, ben uzun yıllar Türkmen Gücünde askerlik yaptım. Fakat şimdi devir, zaman değişti. Selçukluların düşmanları da çoğaldı. Bir kanadı Acem’de, bir kanadı Arap’ta. Birinin söylediğini diğeri duymuyor, duyduğunu da kabul etmiyor. Düşman, yedi başlı ejderha gibi; vücut bir olsa da her baş, kendininkini doğru biliyor.

İşte.. Moğol belası geliyor. Siz dememiş olsanız bile benim haberim var. Sokak söylentisi olmadığını biliyorum. Buna göre, oğullar, sizin yeriniz Kaya Alp’in yanıdır. Bir dediğini iki ettirmeyin. Bu zor günlerde çekip gitseniz olmaz. Üçünüz birden obayı terk ederseniz, Alp’in kolu-kanadı kırılır. İşte, benim evimin direği, koç oğlum Dağbaşı gideli 8 yıl oldu. Yanına da obanın ben diyen, en sıkı yiğitlerini almıştı. Sultanın sağ kolu olduğu haberini aldım. Fakat şimdi onlardan ne bir selam, ne de bir haber var. Şama’a mı gitti, yoksa Rey’de mi? Bilmiyorum. Dağbaşı’mla birlikte giden yiğitlerin anneleri, babaları, hanımları, çocukları; “Ne zaman gelecekler” diye sormuyorlar ama onların hicranlarından kendimi, oğlumu suçlu hissediyorum. Bu yüzden kaçıyor, torunumla avcılık bahanesiyle dağda, derede yaşayıp duruyorum.”

bannerbanner