
Полная версия:
Yol
Ben de hiçbir şey anlamadım dercesine omzunu kaldırdı ev sahibi.
– Sekizinci sınıfı bitirdiğimiz yıldı… Asıravbay konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü: Beni şeytan dürttü. Her hâlükârda öğretmen olacağım hayalinden olsa gerek, öğretmen okuluna girelim diyerek Caylıbay’a aman vermedim. O vakitler şehri kim görmüş, karmakarışık bir dünya… Babamın verdiği adresle, gün boyu yürüdükten sonra amcasının kızının evini güç zorla bulduk. Akşam yemeği yerken ablamız “Paranız varsa evvela güzelce bir giyinin, yoksa bu kılığınızla milleti ürkütürsünüz.” dediği için ertesi gün alışveriş merkezine gittik. Orada ilk gözümüze ilişen, alışveriş merkezinin pencereleri önünde duran iri iri kız mankenler oldu. Çok şık bir şekilde giyindirmişler. Evvelce böyle bir şeyi düşümüzde bile görmeyen biz zavallılar olağanüstü şaşkınlık içindeyiz. Şaşkınlığımız batsın, dünür, siz şu itliğimize bakın şimdi. Yahu diyoruz, bu manken kızların başı, ayağı, eli, yüzü, ipince beli var, peki ya şeyi… Şeyini göreceğiz diye kimseye çaktırmadan eteklerini kaldırıp altına da baktık ya…
Ev sahibi gülümsedi.
– Acayip olmuş.
– Yok, hayır, dünür; acayipliğin dik âlâsı öğretmen okulunda oldu; çekiştire çekiştire götürdüğüm imtihanı Caylıbay verdi, ben ise veremedim. Ömrümde bu kadar utanmamıştım. Başkası şöyle dursun, Caylıbay’ın bile yüzüne doğru dürüst bakamadım. Hakkını yemeyelim, ben imtihanı veremeyince Caylıbay da belgelerini geri aldı, avıla birlikte döndük. Söyler misiniz, dünür; her yere birlikte gidip her yerden birlikte döndüğümüz o günler nerede kaldı? Önceleri bir olan yolumuz sonra neden ona, yüze bölünerek bölük bölük olup gidiyor? Takdirden mi? Tamam, öyle olsun lakin neden ara sıra kesişip bireşmiyor?.. Yarın bir gün, Allah uzak etsin, hepimiz küçücük patikalara dönüşüp ot saman içinde yolsuz izsiz kaldığımız zaman ne yapacağız?
– Üzülmeyin lütfen dedi ev sahibi.
– Üzülmemek elde değil dedi Asıravbay. Üzülmezsek ümit tükenir, hayal biter. Benim ümidim Kökmoynak’ımdır. Kadimden beri odu sönmeden, dumanı dinmeden yaşayagelen Kökmoynak’ın bengi yaşayıvermesidir. Hayalim ise Kökmoynak’ın oğlu ile kızının bunu bilmesi, buna kıvanması ve onun için ömür sürmesidir. Caylıbay, iki oğlum yurt dışında okuyor diyor, okusun. Peki, Kökmoynak’ın bugününü ve yarınını onun yurt dışında okuyan iki oğlu mu düşünür, yoksa Kökmoynak’ta sıvası sarkmış sürekli düşüp duran mektepte okuyan, giysilerinin biri uzun, biri kısa olan çocuklar mı düşünür?.. Bütün Kazak eline yarın iye olacak erin, belki de Kökmoynak’taki o sekiz yıllık mektepte okuyan çocukların arasında koşturup durmaktadır…
Dünürü uzun uzun yüzüne baktı.
Gecenin bir vaktine değin gevezelik eden, yattıktan sonra da döşeğinde uzun süre ağnayan, ancak tan atarken güç bela uykuya dalan Asıravbay düş görüyordu.
Kökmoynak’ın üstü boz duman. Kendisi kuyuda duruyor. Kuyunun ağzından biri el uzatıyor, bakıyor ki -o da nesi- kendisi…
Bir zaman sonra belinleyerek uyandı. Pencereden gün ışığı dökülüyor. Çıt sesi bile yok. Kafası karmakarışık. Giyinip mutfağa girdi, sofra hazırlanıp üstü örtülmüş. Kıyısındaki tepside ağzı açık bir zarf ve el kadar bir kâğıt duruyor. “Dünür!” Böyle başlıyor kâğıttaki not. “Evde azıcık birikmişimiz vardı, kabul edin, zarfın içinde. Mektebinize bir yardımı dokunur. Eliniz bollaşınca ödersiniz, acelesi yok. Sabah Manarbek’le de konuştum, oğlunuz ve gelininiz de bir şeyler yapar. Manarbek kendisi telefon edecek. Biz işe gidiyoruz. Bir şey lazım olursa buzdolabındadır.”
Asıravbay hemen zarfı aldı, içindekini saydı, tamı tamına bin dolar. Sevinçten oturduğu sandalyeden düşeyazdı. Ya Rabbi, bu dünür… Bir de oğlu ve gelin de verirse…
Kalkıp buzdolabını açtı, şişelere biraz göz gezdirdikten sonra “Hayır, Asıravbay…” dedi kendi kendine. “Artık unut bu belayı. Artık ırak olsun senden. Artık bu hayırlı işe temiz bedenle başla.”
Oğlu telefon edebilir düşüncesiyle banyoya telefonu da götürdü, sımsıcak suda güzel bir yıkandı. Yıkanırken de yıkandıktan sonra terleye terleye çay içerken de dünürü aklından çıkmadı. Neden böyle yaptı? Acıdı mı? Yoksa insanlık mı yaptı? Ara sıra bir araya gelmeleri dışında oturup derin derin konuşarak dertleştikleri de yok. Hakkında bildiği tek şey ana babasını çok erken yitirdiği için yetiştirme yurdunda büyüdüğüdür. Doğduğu avılı arayıp sormak gençlik çağında aklına gelmemiş; sonradan bulup gitmiş ama anlamış ki avıl ona, o da avıla yabancıdır. “Böylece avılsız Kazak olduk. Avılsız Kazak…” deyip derin derin iç çekmişti bir keresinde.
Nedense o anda Asıravbay’ın aklına Caylıbay’ın yurt dışında okumakta olan çocukları geldi. Şimdi onlar… Böyle düşünmeye devam ediyordu ki telefon zır zır çalarak düşüncesini böldü. Oğlu imiş.
– Benim, baba.
– Ha, Manarbek, iyi misiniz dedi heyecanla. İt eniği, şu babanı biri ala koyun tekmeleyerek zindana atsa da arayıp sormazsın yahu!
– Öyle demeyin baba! Birazdan gelip eve götüreceğim sizi. Giyiniverin.
– Hey, dur bakalım. Eve götürmeyi bırak şimdi. Şimdi onu düşünme; yeni eve tek başına, eli boş, odun gibi gitmek yol yordama uymaz. Çok yakın bir zamanda ananla birlikte geliriz. Ev alıp ayrıldığınızı bilmiyorduk.
– Şimdi baba, buraya kadar gelmişken bize uğramadan mı döneceksiniz?
– Söyledim ya. Sözümü dinle. En iyisi ben şimdi sana geleyim. Uğrayıp dükkânını göreyim. Sonra avıla gitsem iyi olur, ahali beni bekliyor. Kurban olduğum dünür aklıma bile gelmeyen bir iyilik yapıp…
– O kadar da gelininiz hazırladı, baba.
– Öyle mi?.. Asıravbay’ın göz çukuru ısınıverdi. Acayip bir şekilde duygulandı. İçinden “Gelininiz de…” dedi. “Gelini öne çıkarıyor, it oğlu it, karısını ölesiye seviyor demek…” deyip düşünecek vakit de buldu.
– Baba, araba tutup geleyim mi dedi Manarbek. Neden sesiniz çıkmıyor?
– Hayır, kendim gelirim. Dükkân pazarın hangi yanında? Gün doğusu tarafı… Adı?
– Meyram.40
– Bulurum, bulurum.
– Evin kapısını dışarıdan sertçe iterseniz kendisi kapanır, İngiliz kilidi ya…
– Asıravbay apar topar giyinip dışarı çıktı. Ayakları yere değmiyor sanki, yepyeğni. Gönlü de oldukça kedersiz. Oğlu ile gelininin yanında en çok yarın kalır, sonra ver elini Kökmoynak… “İşte getirdim…” diyecek. “İşte…” Büyük caddece araba, otobüs sağlı sollu akıp duruyor. Yolun karşısında iki üç taksi var. Durakta duran otobüsün önünden onlara koşmak için davranmıştı ki nereden çıktıysa… Asıravbay’ın aklında kalan son sürat gelen cip, sert çarpma ve zifirî karanlık…
Birkaç sonra ancak kendine gelebildi. Gözünü açtığında anladı ki her yanı sızlayarak yatıyor. Sanki birileri üstüne saldırıp elini ayağını burkmuş, içini dışını enikonu ezmiş.
Yanında yüzüne dikkatle bakarak oğlu ile dünürü oturuyor.
– Uyandınız mı dedi dünürü. Korkuttunuz bizi biraz.
– Ne oldu bana?
– İçkili serseriler imiş. Hepsi yeniyetme. Siz de acele etmişsiniz…
– Vücudum sağlam mı?
Dünür, Manarbek’e baktı.
– Baba, bir ayağınızı…
– Göster, kaldır battaniyeyi.
Oğlu battaniyeyi yukarı sıyırdı. Sol ayağının topuktan beri tarafı yok…
– Canınız sağ ya çok şükür dedi dünürü. Kaza da yağıdır. Yağıdan kalan can ganimettir, Aseke.41
Konuşsunlar diye olsa gerek babası ile oğlunu yalnız bıraktı.
– Oğlum, cebimde dünürün verdiği para vardı.
– Duruyor, baba.
– Senden ricam, oğlum; parayı al, gelin de verecek demiştin, onu üstüne koy ve Kökmoynak’a yollan. Bugün çık yola. Millet bekliyor. Günler ise hızla geçiyor. Parayı yetiştir. Caylıbay başta olmak üzere ağaların topladığı para de.
– Yahu baba…
– Dediğimi yap. Adını işitince her şeyden vazgeçen, başları göğe eren halk, Caylıbay’a gönül koymasın. İyi denen kişilere güvenç kaybolursa sonra halkın herkesten sıdkı sıyrılmaya başlar. Kökmoynak öyle olmasın, oğlum. Kökmoynak’taki kardeşlerin hiçbir zaman hiç kimseye olan güvencini yoğaltmasın. Sonra anana söyle, bana geleceğim diye boşuna zahmet çekip yorulmasın. Vaziyet bu. Diriyim çok şükür. Bir zamanlar cephede bir bacağını kaybettikten sonra gelip bize ders veren Emirekul’e öğrenciler “Vay, koltuk değneği geliyor…” deyip gülerlerdi. En fazla bana da öyle yaparlar…” Asıravbay zorla gülümsedi. “Yorulmasın anan. Burada, çok şükür, siz varsınız… Kaynatan imanlı adammış, nereden bileyim… Ömrümüz gerçek iyiyi tanımayarak sahte iyinin çevresinde dolanmakla geçiyor, vay it vay…”
– Başka ileteceğiniz bir şey var mı?
– İleteceğim bunlar, daha fazla uzatmadan ahali işe girişsin. Bunu Türkbay dedene iyice tembihle. Parayı da ona teslim et.
Oğlu çıkıp gittikten sonra kesilmiş ayağına gözü ilişti. Allah’ın işi işte dedi içinden kendi kendini teselli ederek; uzvun kemliği hiçbir şey değil, Allah niyet kemliğinden saklasın. İnsanların birbirini arayıp sormuş olması, arayıp soruyor olması ve arayıp soracak olması her şeyden önce niyet düzgünlüğü ve temizliğinden olmalıdır. Evet, öyle, öyle… Başka nedir ki…
Kökmoynak’tan şimdi belli belirsiz bir haberler geliyor. Resim öğretmeni Kökmoynak mektebine her hâlükârda Asıravbay’ın adını vermek gerektiği meselesini gündeme getirmiş. Ayrıca “Kökmoynak’tan Çıkan Yeleli Kurt” adlı altı defter hacminde belgeli bir eser yazıp ilçe gazetesi yazı işleri müdürüne götürmüş. “Bu eserinizi gazete üslubuyla yeniden yazmanız gerektiğini bir yana koyuyorum; daha önemlisi eserde bazı kişilerle ilgili yakışıksız sözler var. Biz kaymakamlığın çıkardığı bir gazeteyiz. Edebî şekilde söylemek gerekirse kaymakamlığın saçtığı darıyı derip yiyoruz ve bu şekilde çoluk çocuğumuza bakıyoruz. Bu yüzden, evladım, bu yazdıklarınız bize uygun değildir.” diyerek uğurlamış öğretmeni, yazı işleri müdürü.
KİŞİ İYESİ
(Hikâye)
Oyıl Arkarlı Geçidi’ni karakuş kaplamıştı… Kencegazi on iki on üç yaşında idi; geçidin güneyi ile kuzeyinde Kızılların kovalayıp Akların42 kaçtığı, Akların kovalayıp Kızılların kaçtığı o kızılca kıyamette de böyle kaplamıştı karakuş. Eteğin aşağısındaki küçük çukurlarda kurulu avıllar, Aklar da gelse Kızıllar da gelse altüst oluyordu o zamanlar. Akın ve baskın yaparak at üstünde yaşayan askerlerin azgınlığı ve aygırlığı da fena oluyormuş. Avıllar bütün malını önüne katıp, çoluk çocuğunu terkisine atıp çöle doğru göçüp gitmişti. İşte o vakitler -Akların askeri mi, Kızılların askeri mi hangisi ise- askerler böyle boşalmış avıllardan birinde bir iki gün kalmıştı. Kışın en şiddetli zamanı idi. Karınları acıkmış olmalı ki Arkarlı’da hayvan avlamışlar, geçidin altını üstüne getirmişlerdi. Eti yenir mi, yenmez mi diye ayırt etmeksizin önlerine geleni vurmuşlar, kaçanı kovalayıp yere sermişlerdi. Bir gün çat pat patlayan tüfek sesinden korkmuş değirmenin yanında dinelmiş duruyordu, karşı yamacın kalın karını göğüsleyip yara yara kendisine doğru gelmekte olan gökbörüyü43 gördü. Dana kadar kurt o hızla tam dibinden geçerek kapısı açık duran ahıra giriverdi. Bağrı tamamen buz tutmuş kurt, ahırın karanlık bir köşesinde böğrü körük gibi inip kalkarak durdu. Kanlı gözleri bomboz. Hırlıyor mu, çeniliyor mu belli değil, sesi tuhaf bir biçimde acıklı. “Canımı kurtarmak için geldim.” der gibi. Şaşkınlığı geçip aklını başına devşirmeden üç dört asker çıkageldi yakıp yıkarak. Hangi kudret söylettiyse “Şu yana doğru kayıp gitti.” diyerek başka tarafa yönlendirdi onları. Ahıra tekrar girdi fakat kurt yok, nereden, kaçan,44 nasıl çıkıp gittiğini fark etmemişti. Evdeki iki çoban köpeğinin ürümeyerek sessiz kalışına da hayret etmişti. Hatta kuyruklarını apış arasına kıstırıp eteğin aşağısındaki çukura dereye inmişlerdi…
Düş mü görüyor, gerçek mi? Düş dese uyanık. Gerçek dese inanılacak gibi değil. O yüzden o gün bu gündür hiç kimseye bu olaydan söz etmiş değil. Gülerler diye düşündü. Biraz kaçırmış demeleri de pek âlâ mümkün.
Daha sonra gökbörünün bir iki kez düşüne girmişliği var. Görüyordu lakin ne olup ne bittiğini uyandığında hatırlamıyordu.
En son bu kıtlığın arifesinde düşüne girdi. Dehşetli bir şey; bunun danasını düvesini, kuzusunu oğlağını kovalayıp ahıra soktu ve ardına göğe bakarak uluyup durdu. Ancak sesi işitilmiyor. Belinleyerek uyandı.
* * *O zamanın yeniyetmesi, bugünün olgun erkeği Kencegazi’nin Arkarlı Geçidi’ni o yıllarda kaplayan karakuşun aradan şu kadar vakit geçtikten sonra daha kalabalık olarak gelip geçidi kaplayacağı aklına gelir miydi?..
* * *Kalabalık karakuş ile Arkarlı artta kaldı. İlkyazın ılık havası; toprağın çamuru yeni yeni yaşlığı gidip kurumaya başlamış. At arabası yolundan iki kişi geliyor. Kencegazi’nin omzunda ala heybe, elinde uzun namlulu fitilli tüfek, karısının sırtında çocuk. Büyük bir örtüyle sarıp bağlamış.
Yola erkenden çıktılar. Güneş zirveye dayandı. Yürüyüşleri verimsiz, kımıl kımıl. Geçitten çok çok beş altı çağrım kadar ıradılar. Gözleri önlerinde duran, enine nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan kıranda. Ona ulaşırlarsa öbür yanda ana yol var. Oraya değin de bunun gibi kıraç bozkır. Bu akıllarına geldikçe “Ya Rabbi, sen yâr olmazsan…” deyiveriyor ikisi birden.
Bunların tek ümidi ana yolun boyundaki istasyon. Orada kadının dayısı yaşıyor. At arabası ile yolcu taşıyor. Yeme içme bakımından yokluk çekmeyen biriydi. Lakin şimdi kim bilir… Kıtlık ve açlıktan dolayı handiyse bütün elin kazanı devrilip kalmadı mı!.. Her şeye rağmen bunların başka gidecek yeri, sığınacak dağı yok.
Ala heybede değirmenin yanından yöresinden süpürdükleri, küf kokusu burnun direğini kıran aşlık kalıntılarından öğütüp kışın yediklerinden tasarruf ettikleri talkan45 ile kışın vurdukları erkek argalinin bir parça eti var. Pişirilmiş. Sırttaki bir yaşındaki çocuk dırıldanmaya başlayıp buna bir de kendi hâlsizlikleri de eklenince mecburen mola verdiler. Çocuğa çiğneyip talkan verdiler; kendileri ise ağızlarına birer parça argali eti attılar ve yutmadan usul usul sorudular.
– Allah’ın kudretine kurban olayım dedi kadın.
– Neyi diyorsun? Erkek başını kaldırdı.
– Şu argaliyi çıkardı karşımıza.
– Doğru söylüyorsun.
– Tek başına…
– Sürüsünden bir sebeple ayrılmış demek.
– Ölmeyene ölü balık…
– Bizim nasibimiz ise argali. Konur argali.
* * *Kasım ayının sonunda kestikleri tek danalarının eti daha ocak ayında tükenmeye yüz tutmuştu. Artık kalanı ile yaza çıkmak şüpheli idi. Arkarlı’nın yabani hayvanları ise ya kırılıp gitmiş ya da göçüp gitmiş olmalıydı; diğerleri şöyle dursun keklik sesi bile duyulmaz olmuştu. Buna rağmen Kencegazi bir umut, bir kuruntu uzun fitilli tüfeğini alıp ava çıkmıştı. O vakit çok geçmeden derince bir derenin dar bir yerinde duran argaliyi görmüş, sevincinden düşeyazmıştı.
Allah’ım, bu argali burada ne arıyor diye düşündü. Argali sürüsü yazın burayı yaylar, kışın daha ilk ayında Han Dağı’na göçüp giderdi. Hayır, bu gerçek mi? Gözünü kar ile silip tekrar tekrar baktı.
Argalinin böğründen bağırsağı dışarı çıkmış ve bir kuş kirazı dalına dolanmıştı. Güçten kuvvetten tamamen düşmüş olmalı ki dört ayağı dört yana yayılmış, başı da gökyüzüne dönmüş duruyordu. Bir şeyden çok ürktüğü belli oluyordu. Neden? Kencegazi sezdirmeden argalinin çevresindeki çukurlukları ve çalılıkları iyice gözden geçirdi. Küçücük bir kıpırtıyı bile fark eden avcının keskin gözüne sıra dışı hiçbir şey ilişmedi. Olsaydı da onun için fark etmezdi. Bağırsağı kuş kirazı dalına dolanmış, kendisi de bitkin düşmüş erkek argaliyi tek kurşunla yüzükoyun düşürdü. Hareketsiz upuzun yatan argalinin yanında geldiğinde attığı kurşunun, nişan aldığı gibi boyun dibinden girip üst çene kemiğini darmadağın ederek çıkmış olduğunu gördü. Bağırsakları ise kasıktan dışarı çıkmıştı. Bir argalinin kendi kendine böyle yaralandığını ne işitmiş, ne görmüştü. Kurşun değmiş de yarılmış dese bu yörede kendisinden başka avcı yok; kurt yaraladı, it daladı dese neden yemedi? Daha fazla kafa yormadı. Allah’ın verdiği nasibe delice sevindi, argaliyi yüzüp parçalamaya başladı.
* * *– Allah işimizi rast getirse diyor karısı kederlenerek. Olur mu dersin?
– Hüzünlenme.
– Nihayetinde az da olsa yiyecek bir şeyimiz var. Bilhassa talkan… Göz aydınlığımızın canını saklıyor. Değirmenin sayesinde tabii deyip gözyaşını sildi kadın. Atamızın ruhundan razıyım iki cihanda da.46
* * *Evet, Arkarlı Geçidi’ne ilk değirmeni yapan Kencegazi’nin dedesiydi. Değirmen, çayın çağlayarak aktığı derin dar boğazın ta başında. Vaktiyle mübarek adam, onların şu anda gelmekte oldukları başı nereye başlayıp sonu nerde bittiği meçhul bulunan dağ kıranının öbür yanındaki Rus zenginine birkaç yıl çalışmış. Para kazanıp avıla dönerken kendisi gibi ırgat olan Ruslardan biri peşine takılmış. Av meraklısı imiş. Arkarlı’da argali kaynadığını öğrendiği günden itibaren “Giderken beni de birlikte götür.” diyerek yanından ayrılmazmış. Ayrıca usta imiş. Elinden gelmeyen iş yokmuş. Çay kıyısındaki avılın baş tarafına değirmen kurmayı öneren de o imiş. Ondan sonra geçidin falan koyağındaki, filan koyağındaki el, aşlık öğütmek için yerin dibindeki Köktal’a yortmadan aşlığını buraya getirip safa sürmüş. Babadan oğluna miras fehvasında değirmencilik bunların mesleği hâline gelmiş.
O Rus’tan dedesi avcılığı da öğrenmiş. Ondan babası, babasından kendisi…
* * *– Arkarlı önceden göğe yakın gibi görünürdü diyor erkek, o yana doğru bakarak. Şimdi… Apalçak sanki. Üstümüzde uçup geziyor gibiydi…
– Tanrı’ya ne kötülük ettik diyor karısı. Ne ettik!
– Öyle deme.
– Öyle ise kimden bu? Nihayet birinden değil mi bu kıtlık?
– Tamam, yürüyelim deyip erkek, fitilli tüfeğe dayanarak yerinden kalktı. Gel, çocuğu sarayım sırtına.
Biraz yürüdükten sonra yoldan biraz ırakta bir öbek kamış göründü.
– Arasında sülün olur dedi erkek. Bir bakıp gelsem iyi olurdu lakin yalnızca üç fişek var, dahası saçma değil, tek kurşun. Bununla uçan kuşa isabet ettiremezsin. İsabet ederse bile parça parça olur.
Kadın karşılık vermedi. Herkes kendi düşüncesine dalmış, kımıl kımıl ilerliyor. Erkek, karısının it canlılığına hayret ediyor. Ayaklarına o kadar yük binmesine rağmen hareketi çevik. Sırtında çocuk, ara sıra ala heybeyi de alıyor eline. Keşikleşe taşıyalım diyor. “Kadını erkekten ayıran özellik, gücünün tükenmemesidir.” derdi babası. “Çünkü kadın gücünün kaynağı ana sütüdür.” Bu söze çok önem vermemişti. Sözün anlamını açlık boğazına yapışınca anladı. Konur argaliyi vurduktan sonra biraz hastalanmıştı. O vakit evin bütün işini hiç aksatmadan yapan karısıydı. Dağdaki çalıyı kesip odun etti, değirmenin diplerindeki aşlık kalıntılarını eliyle toplayıp savurdu, kuruttu, kavurup çekerek talkan yaptı. Çocuk da var bir yandan. Çamaşır yıkama, yemek pişirme… Kendisine böyle bir kadın nasip ettiği için Allah’a binlerce şükrediyordu. Evet, gerçekten de onu kendisine Tanrı armağan etmişti.
* * *Bunların değirmenine çevredeki avılları bir yana koyarsak başının nerede başlayıp ayağının nerede bittiğini bilmedikleri dağ kıranından da hatta onun öbür yanındaki çıplak bozkırı geçerek büyük yolun boyundan da Kazaklar deve deve aşlık getirip un edip götürürlerdi. İşte karısıyla o zaman tanışmıştı. Bir seferinde aşlık öğütücülerin yanında genç bir kızın da gelmesine hem babası hem de kendisi şaşırmıştı. “Büyük yolun boyundaki istasyonda at arabacısı adamın yeğeni” demişti gelenler. “Kız çoğunu neden aşlık öğütmeye gönderiyor?” demişti babası. “Allah kendisine oğlan çocuğu vermediyse ne yapsın?” “Neden kendisi gelmiyor?” “At arabacısıdır. Kazadan oraya buraya mektup ve haber taşıyanları karşılayıp uğurlar kendisi.”
O vakit görenler kızın gayretine hayret etmişlerdi. Aşlık dolu her boy çuvalı erkeklerle birlikte kaldırıp indirirken “Ya Rabbi, Kalmıklarla47 savaşılan zamanda doğmuş olsaydı her baturla teke tek vuruşmaya çıkacak kızmış bu.” deyip şaşırmışlardı. “İp gibi uzun ve zarif bir vücuda sahip kurban olduğumun güç neresinde acaba?”
İkisi de birbirinden hoşlanmış, babası istasyondaki arabacıya gidip kızı istemiş, böylece hayatlarını birleştirmişlerdi çok geçmeden. İkisi de böyle bir mutluluğun ardından bir anda her yeri kasıp kavuran bu açlık ve kıtlığın geleceğini bilmiyordu elbette.
* * *Kamış öbeğinin yanından geçip giderken… Oradan çıkıp beri doğru gelmekte olan üstü başı perişan üç karaltı gördüler.
– Aman Allah’ım, şunlara bak dedi karısı korkulu bir sesle.
– Gördüm.
– Arkamızdan geliyorlar… Nedir bu?
– Bizim gibi insanlardır.
– Lime lime… Korkuyorum…
– Yürüyüverelim, korkma.
Arkalarındakilerin yürüyüşleri gerçekten de kötü idi. Usul usul yaklaşıyorlardı.
– Hey, durun bakalım! Hırıltılı ses kesik kesik ulaştı kulaklarına: Sağ kalmak istiyorsanız çocuğu bırakıp yolunuza devam edin.
– O da ne? Kadın korku dolu gözlerle kocasına baktı. Ne diyor bu, eyvah!
Hemen kaçıp uzaklaşacak güç nerede!
– İşittin mi? Kadının sesi çok telaşlı idi.
– İşittim.
– Yavrumuzu ne yapacaklar?
– Sen yürümeye devam et dedi erkek karısına. Durma. Yürüyüver.
– Ya sen?
– Yetişirim sana.
Hiddet ve heybetle arkasına döndü. Deminkiler sesin açık ulaşacağı mesafeye kadar gelmişler.
– Hey, siz kimsiniz dedi tüfeğini önüne aykırı tutarak. Çocuğu bırakın da ne demek?
– Canın sana lazımsa bırakırsın.
– Ne hezeyan o öyle?
– Ne işittiysen o. Bırak çocuğu. Kendiniz gidin.
– Öyle diyerek Tanrı’dan yüz çevirme!
– Göster bakalım, gözünü iki çiğneyip bir yutayım onun, dedi kaba sakallı kubat.
Kencegazi fitilli tüfeğini doğrulttu.
– Dağıtırım sizi, it!
– Hadi vur dedi karşısındaki. Dağıt bakalım! Yapamıyorsan saçmalamadan çocuğu bize bırakıp uza.
Adam tetiğe basmaya cesaret edemedi. Birden geri dönüp var gücüyle karısının ardından koşmaya başladı. Karısı arayı bayağı açmıştı.
– Durma, yürümeye devam et! Durma dedi nefes nefese. Bunu karısı işitti mi, işitmedi mi bilmiyor. “Durma! Durma!” Bunu devamlı tekrarlayıp durdu. İç dünyasında yanıp sönen odun ancak kızgın külü kadar olan bütün ateşi bir anda yoğalıverdi; bedeni tamamen soğudu, titremeye başladı. Gücü kuvveti gittikçe tükeniyor. Arkasına bakmaya ölesiye korkuyor. Sapır sapır yürüyen soysuzlar bir anda gelip alaşağı edecekler sanki.
Açlık başlayalı beri insanların insan yediğini işitmişti. İlkin inanmamıştı. Erkek argaliyi vurduktan sonra ne olup bittiğini öğrenmek için aşağı avıla inmişti. Orada… Küçücük avılın insanları açlıktan kaskatı kesilmişlerdi. Birdenbire avılın hemen dışında paçavralar giyinmiş bir güruhun yalazlanmış ateşin çevresinde dönüp durduklarını görmüş, kaynamakta olan kazanın kıyısından bir çocuk elinin sarktığını fark etmişti. Aklı başından gitmiş, düşeyazmıştı. Dağa doğru kaçmaya başlamıştı. Üç gün kusmuştu.
– Sağ kalmak istiyorsanız bırakın çocuğu dedi ardındaki kaba sakallı kubat. Hırıltılı sesine homurtu gibi bir şey de karışmış.
Buna rağmen adamın sesi tanıdık gibi geldi ona. Hantal vücudu da… Üğrüne üğrüne yürüyüşü… Aman Allah’ım… Bu… O mu?..
– Kimsiniz siz yahu diye bağırdı.
– Seni ilgilendirmez orası.
– Sesin tanıdık sanki…
– E, iyi.
– Tanıyorum seni, dedi yalandan. Böyle dersem beni izlemekten vazgeçer diye düşündü.
– Tanısan ne olacak, dedi peşindeki. Söyle de dursun karın.
Yahu bu… Bu… Ya Rabbi… Kozubas… Evet, o zahir… Ta kendisi…
Birdenbire acayip bir şekilde sevinir gibi oldu.
– Vay, siz… Kozubas ağa…
– Çocuğu bırakıp gidin diyorum.
– Yahu ağa, ben Kencegazi’yim… Nuvbay dayınızın…
– İyi, dedi adam. İşim yok kim olduğunla, çocuğu bırakın. Yoksa karınla beraber seni de… Ölüyoruz, it…
– Kencegazi’yim diyorum ya! Değirmenci Nuvbay’ın…
– Nuvbay Muvbay’ınla birlikte kuru. Dur de karına.
Karısından yana baktı. Oldukça uzaklaşmıştı. Adamdan hayır olmadığını iyice anlayınca çaresiz tüfeği sallamaya başladı.
Doğrultarak adamı korkutmaktı niyeti. Ürker belki dedi. Olduğu yerde kalır dedi. O sırada da karısı ile çocuğu enikonu uzaklaşır diye düşündü.
– Vururum şimdi.
– Hadi vursana it oğlu it, deyip eskisi gibi hiddetle geliyor adam.
Derhâl tüfeğin dipçiğini omzuna dayadı ve başlarının üstünden nişan alarak tetiğe bastı. Böyle bir şey beklemedikleri için şaşırmış olmalılar ki saldırıya geçen üç adam oldukları yerde hareketsiz kalakaldı.
Adamlara göstere göstere tüfeğe ikinci fişeği sürdü.
– Şimdi size nişan alarak ateş ederim. Canınız lazımsa olduğunuz yerde kalın, kımıldamayın.
Hemen karısı ile çocuğunun peşinden yürümeye başladı. Artık izlemeye cesaret edemeyeceklerinden emindi. Sürüklene sürüklene yürürken aklına neler gelmiyor ki… Şu… Kozubas…
* * *Kozubas kendisinden bir müçel48 büyüktür. Ana babasını erken kaybettiği için Tümenbay Molla’nın kapısında büyüdü. Onun abdest suyunu ısıttı, kapısında bir nevi kölelik ederek yetişti. Eski harflerle okumayı öğrendi. Millete demir yolu propagandası yapmaya gelen bir Bolşevik’in peşine takılıp gitti, birkaç yıl sonra geri dönerek yeni açılan kooperatife geçti. Çok geçmeden mahkemelik oldu. Çünkü denetimde kooperatifin malı olması gerekenden az çıkmıştı.