
Полная версия:
Yol
Asıravbay, Kökmoynak’a hayal kırıklığı içinde, bitkin ve kırgın döndü.
– Bunları da gördük ya, dünür dedi Asıravbay, ev sahibinin önüne koyduğu tabaktaki buda elini uzatırken. Neticede ben mektep müdürlüğünden alınıp sıradan öğretmenliğe tenzil edildim. Yeni vali iki yıl sonra vazifeden alındı, eğitim müdürlüğü yeniden açıldı. Kültür müdürlüğü de…
– Doğrusu da o zaten.
– Elbette. Şimdi şu mektebimizi iyileştirmeye, iyileştirmek derken esaslı bir tadilattan geçirmeye gücümüz yetmiyor. Para meselesi yani… Geçen güz açılışının yetmişinci yıldönümünü kutladık…
Mektebin açılışının yetmişinci yıldönümünü kutlama meselesini de gündeme getiren Asıravbay idi. Tam iki ay hazırlık yaptı. Sadece bu mektebi bitirip Almatı ve Astana’da çeşitli işlerin başında bulunanların dizelgesini hazırlamak bir hafta aldı. İlçe ve il yetkililerinin ekleyip çıkardıkları da çok oldu. Konuşmayı kimin yapacağı meselesi de oya sunuldu, ciddi tartışmalara sebep oldu. Emekliye ayrılmış olmalarına rağmen hâlâ mektebe girip çıkarak biri millî güvenlik, biri ise müzik dersleri veren Türkbay ile Kıylıbay aksakallar eşit oy alınca çekişme enikonu kızıştı. Mektep idaresi kimin galip geldiğine karar vereceğini şaşırdı. Nihayet biri şöyle bir çözüm önerdi: “Dostlar! Bu mektebi yaptıran merhum Soltubay’ın babasıdır. Hepimiz Karabala’nın çocuklarıyız. Ancak bu Kıylıeken,29 Soltubay ile amca çocuklarıdır. Demek ki diğerlerine göre daha yakındırlar. Dolayısıyla konuşma yapma hakkı manevi olarak Kıylıbay Ağa’nındır diye düşünüyorum…” Bunu bekliyormuş gibi resim öğretmeni “Bu apaçık kabilecilik!” deyip yerinden kalkarken uçayazdı. “Yahu bu kabilecilik de nedir?” dedi biri. “Kabilecilik…” dedi resim öğretmeni, adama bunu da bilmiyor musun dercesine şaşkın bir yüzle bakarak. “Kabilecilik, kabileciliktir!”
Hararetli tartışmalar sonucunda konuşma yapma şerefine Türkbay aksakal sahip oldu; konuşmayı yazma vazifesi ise -dört parmak uzunluğunda olsa da- tarihî makaleleri ilçe gazetesinde ara sıra neşredilen malum resim öğretmenine verildi. Ne çare ki ikisinin üç gün üç gece uymadan uğraşarak yazdığı konuşma metni değerlendirmede beğenilmedi. Resim öğretmeni umumen Kazak Hanlığı’nı anlatarak asıl konudan sapmıştı. Şimdi ne yapacağız darboğazı başlayınca yine bu avılın çocuğu imdada yetişti. Vaktiyle ilçe gazetesinde çalışmış, şimdi dede yaşına gelmesine rağmen sakalını kesmeye devam ederek içkiyi bütün bedenini ve ruhunu ortaya koyarak içen gazeteci akrabaları akıllarına geldi; ondan rica edelim, kendisi de bu mektepte okudu ne de olsa dediler. Gelgelelim o bela, ayyaş olduğu için çağrılılar dizelgesine girmemiş meğer. Onu da eklediler mecburen. İlçe merkezinde oturan gazeteciye resim öğretmeni gönderildi; öğretmen, giyimiyle bir fıçı votkaya düşmüş gibi dünyası şaşmış, ayağını bastığı yere görmeyecek şekilde on gün sonra ancak döndü. Allah’tan konuşma metnini bitirmişti.
Asıravbay esas olarak konukları karşılayıp ağırlama meselesiyle ilgilendi; gerekli hazırlıkları yaptı, eksikleri temin etti. Yarım gün yol yürüyerek askerlerden içine iki yüz üç yüz kişinin rahatlıkla sığabileceği bir çadır alıp getirdi. Kesilecek hayvanları hazırlattı. Yalnızca içki meselesinde ağzını hiç açmadı. Çünkü danışmak için gittiğinde Almatı’da büyük bir mevkide bulunan dostu Caylıbay “Eğer gözüme bir şişe ilişirse o saat kaybolurum oradan, bunu unutma.” demişti. Caylıbay’ın sözü onun için kanundur. Caylıbay’ın dediğini yapmamak ise itliktir. Mektebin yıldönümü kutlamasına Caylıbay katılıp başköşede oturmazsa ne yarar!
– Caylıbay dediğin şu yurt dışına çıktığı için çocukların düğününe katılamayan dostunuz mu diye sordu dünürü araya girerek.
– Ta kendisi.
– Ağzınızdan düşürmüyorsunuz da.
– Nasıl düşüreyim? Niye düşüreyim deyip yok yere övündü Asıravbay. O benim Caylıbay’ım.
– Peki. Neticede mektebin yıldönümü kutlaması yapıldı mı?
– Yapıldı. Caylıbay’ın kişiliğini o vakit gördük. Gördük derken vaka şöyle olmuştu…
Konuşmanın son iki üç bölümcesini Asıravbay, mektebim bugünkü müşkül vaziyetine hasrettirmişti. Bakım yapılmadan böyle durursa iki üç yıl içinde yıkılma tehlikesi olduğunu bilhassa yazdırmıştı. Kutlamaya gelenler üzerinde bu sözler bayağı etkili oldu. Bilhassa Caylıbay çok yazıklandı. Onun söylediğine göre Kökmoynak’ta doğup da bugün adam sırasına girmiş, insan olmuş, devlet ve toplum nezdinde hatırı sayılır bir şahsiyet derecesine yükselmişse bu mektep sayesindedir. Kökmoynak’taki mektebi bitirenler arasında yazar da, bilgin de, siyasetçi de, besteci de varmış. Özellikle iş adamının çok olduğu anlaşıldı. Koca koca on beş kişi… Bunların her biri bugünlerini her şeyden evvel Kökmoynak Mektebine borçludur. Kökmoynak Mektebini koruyup kollamak -bilen kişi için- babamızın ak duasının, anamızın ak sütünün hakkını vermek demektir…
– Usul bilen, erkân tanıyan kişinin sözü böyle olur dedi ev sahibi.
– Yoksa Caylıbay olur mu dedi Asıravbay ve iyice coştu. Uzun sözün kısası dostum çok güzel konuştu. Taşı öyle gediğine koydu ki mektebi onarmak, eksiklerini gidermek ve zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere para toplamak için özel banka hesabı açmayı teklif etti. Hesabı açtığınız gün bana bildirin, ilk parayı ailem adına ben yatıracağım; dışarıdan gelenler, içeriden olanlar, hepinizi bunu yapmaya davet ediyorum dedi.
– Büyük yiğitlik göstermiş gerçekten.
– Seselim oluşturdu dersek daha doğru olur. Caylıbay’ın söylemesi üzerine hemen orada hesaba para yatıracakların dizelgesi yapıldı, başımız göğe ermiş gibi oldu. Orada toplanan parayı içimden tahmin yürüterek hesaplıyordum.
Asıravbay’ın hesabına göre bayağı bir iş görülecekti hatta mektebi onardıktan sonra da para artacak gibiydi. Öyle güzel bir fırsat doğarsa bıldır biçerdöverin altında kalıp vefat eden Seyit’in öz ailesinden kaçıp şehirde ticaret yapmakta olan esnaf karısının peşine çoluk çocuğunu terk ederek takılan İlyas’ın evindeki yavrucaklara kışlık giyecek yardımı yapmasak hiç olmaz. Yoksa anladığı kadarıyla çocukların bu yıl mektebe gelecekleri şüphelidir. Ayrıca Asıravbay’ın kendini bildiği günden beri beslediği emel var: Kökmoynak’ın dışında tek başına duran taşlık tepeye Ağıbay batur önderliğinde Sovyet Hükûmeti’ne karşı çıkan ataları için bir anıt dikmek… O tepenin altında Kökmoynak’tan ve aşağı etekteki avıllardan Ağıbay batura katılan yüz kişinin naaşı yatmaktadır. Sovyet’in kızıl askerleri onları tam burada katletmişler, avıl sakinlerine tepeye derin bir çukur kazdırmışlar, cesetleri gömdükten sonra da üstüne iri taşlar yığmışlar. Kökmoynaklılar buraya eskiden Taştepe derlermiş, şimdi Kızılkıran diyorlar.
– Şimdi bu, geçen gün olan hikâye mi dedi ev sahibi.
– Aynen öyle.
– Netice ne oldu, peki?
– Hesabı hemen açtık. O saat her yere haber de gitti fakat şu güne değin hiç kimseden hiçbir hareket görmedik; işte görüyorsun, yakıp kavuran yaz sıcakları da geldi; sonra Caylıbay’a bir gideyim dedim ve geldim.
Ev sahibi ses etmedi. İkisi de ellerini yıkayıp çaya oturdular. Karanlık çoktan çökmüş. Demli sütlü çayı yudumlarken Asıravbay artık oğlu ile gelininin durumunu sormaya başladı.
– Görünmüyorlar…
– Bizde de havadis çok deyip gülüyor kadın dünür. Biz de yakın arada size haber göndermek istiyorduk.
– Hayırdır inşallah?
Ev sahibi söze karıştı. Meğerse dünürleri bunun oğlu ile gelinine yakında Maygül’den iki odalı bir daire satın almış. Oğlu Manarbek işten ayrılmış.
– Ayrılmış ne demek? Asıravbay başını kaldırıverdi: Beş altı yıldan beri yaptığı araştırma boşa mı gitti şimdi?
Dünürün düşüncesi: Bugün Kazaklarda koyun denecek koyun kaldı mı? Kalmadığına göre neyin yününü uzatacak, neyin yününü inceltecek…
– Bu dünya böyle kalmaz herhâlde… Asıravbay’ın ağzı tükürükle dolmak üzereydi; Allah’tan tam o sırada içeri oğlu ile gelini girdi de bela çıkmadı. Oğlunu görmeyeli üç dört ay oldu; gözleri yuvasından çıkmış, butları incelmiş. “Altı ay kışta yılkıda mı kaldın, ağzını kırayım…” diyeyazdı.
Sabah çayına iyice kandıktan sonra Asıravbay “Ya Allah!” deyip sokağa çıktı. Biraz sonra dostu Caylıbay’ın çalıştığı çok katlı görklü binanın merdivenlerinden yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladı. Yukarı demek yanlış olur, kelimenin tam anlamıyla göğe doğru yükseldi. Böyle güzel duygularla bekleme odasının kapısını açmıştı ki müdürünün kapısını gözetleyerek oturan ince zarif belli sekreter kız “Cin mi kovalıyor ardından?” dercesine hoşnutsuzca baktı. “Bu sekreter kızların hepsi neden birbirinin kopyası gibi!” diyerek cinlendi Asıravbay.
– Caylıbay yerinde mi dedi soğuk bir sesle.
– Meşgul.
– Meşguliyeti biter mi bu yıl deyip öfkesini de dile getirdi.
Kız, omzunu silkti.
– Bir bakıversene, Kökmoynak’tan Asıravbay geldi de.
– Moskova’dan gelmiş olsanız de şimdi kabul etmesi mümkün değil sizi.
– Beni kabul eder, kurban olayım.
– Poymite, tam lyudi, şetelden.30
– Ben ise o itin aynı avılda birlikte büyüdüğü dostuyum.
Sekreter kız kaşlarını yıktı.
– Hangi itin?
– Caylıbay itinin.
– Kak vı smeete, tak Jaylıbay Sembayeviçti31… Sekreter kız “Bu nasıl bir bela!” der gibi döşündeki şişkin çifte şamanayı32 eliyle bastırdı: On je… On je…33
Kızın soluğu kesilip hıçkırıp durmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor.
– Yurt dışı, murt dışı anlamam ben; doğru içeri gireceğim şimdi deyip yerinden kalktı.
Kız hemen telefona sarıldı.
– Evet… Asıravbay, Caylıbay’ın sesini uzaktan da olsa açık işitti.
– Caylıbay Sembayeviç, affedersiniz… Burada biri var, doğruca… Söz dinlemiyor hiçbir şekilde.
– Kim?
– Govorit Kökmoynak,34 Asıravbay…
Öbür taraftaki ses bir müddet kesildi. Neden sonra;
– Ahizeyi ver bakayım dedi.
Ahize eline değer değmez Asıravbay bağırmaya başladı.
– Hey Caylıbay, selamünaleyküm!
– Nasılsın?
– İyiyim de içeri giremiyorum.
– İçeride yabancılar oturuyor. Sen şöyle yap; öğleye doğru gel. Öyle yap!
Asıravbay böyle bir durumda hayır öyle yapmam diyemedi. Gelir gelmez içeri girmediğine pişman olmuş değil, bilakis sokağa neşeli bir ruh hâliyle çıktı. Saatine baktı, henüz on buçuktu. Kaldırım boyunca biraz yürüdü. Oğlu ile gelininin gök pazardaki35 dükkânına gidip bir göreyim dedi, sonra vazgeçti. Temiz işe ticareti karıştırmak istemedi. Büfeden bir iki gazete alıp dostunun çalıştığı binanın yanındaki küçük bahçede bulunan bir oturağa yerleşti; elindekileri bir öteye bir beriye çevirdi ama doğru dürüst okumadı; aklı tamamen Caylıbay’da. Kökmoynak’ta doğdu, Kökmoynak’tan çıktı ne de olsa. Hepsinden önemlisi budur. Ya Kökmoynak’tan çıkan Caylıbay’ın Almatı’nın ortasındaki bu göz kamaştırıcı binanın başköşesinde oturması… Şükür, şükür… E, sonra Allah’ın kudretiyle Asıravbay’ın en samimi dostu bu Caylıbay oldu. Son yıllarda çok sık görüşmedikleri doğru. Dostu bugünkü gibi yükselmiş olmadığı geçen yıllarda ailesiyle birlikte avıla sık sık uğrardı. İlkin dul yengesinin evinde geceler, ertesi gün Asıravbay’a gelirdi. Hem de bir oğlunu omzuna bindirip bir oğlunun elinden tutarak bizzat Asıravbay getirirdi onları eve. Bu arada Caylıbay için geceleyin hususi kesilen semiz şişeğin etinden yapılmış sıcak kavurma Gülcemal’in sofrasında dumanı çıkararak hazır beklerdi. Kaymak, sütte ezilmiş katık, kuru üzüm gibi kurumuş sarı kurut, peynir, şekerli darı talkanı36 ve daha bir sürü şey… Bunlar sıcak kavurmaya girişir girişmez Kökmoynak’ın tozunu toprağını vaktiyle birlikte altüst ettikleri, biri on yıl mektebe devam etmesine rağmen kendi adını bile başkasından kopya çeken, biri tahsile devam edecek imkânı olmadığı için çaresiz avılda kalan ve köylünün kazanında kaynayıp giden sınıftaşları toplanırdı. Gülcemal’in sandığındaki iki üç şişenin başı görünüverirdi. Ondan sonra uğuldamaya başlardı bunlar. Kavurmadan sonra kebap pişerdi, ardından ise kelle. Bu arada çocuklar da dükkâna birkaç kere çaparak gidip gelirlerdi. Vakit geçtikçe konuşulmayan konu kalmazdı. Daha çok Caylıbay konuşurdu. Hepsi birlikte onun ağzına bakardı. Dünyada neler olup bitiyor, yarın ne olacak, hepsini bilirdi Caylıbay. Her meseleye ayrıntısıyla girip enikonu yorulduktan sonra da insan hayatının anlamı, iyilik, insanlık konularına girerdi. Sınıftaşları aralarından böyle gönlü yüce, bilgili ve ateşli bir hatibin çıkmış olmasına hem seviniyor hem ağzı açık hayret ediyorlardı. Hayret ediyorlardı çünkü daha dün aralarında kimseden geride kalmayan ancak kimseden ileri de gitmeyen herkes gibi bir insan olan Caylıbay’ın birkaç yıl içinde filozofa, siyaset bilimciye ve ansiklopediye nasıl dönüştüğüne akıl erdiremiyorlardı. Yoksa Caylıbay ileri zekâsını, geniş anlayışını, derin düşüncesini onlara göstermeden içinde mi saklamıştı?..
Hakkını yememek lazım, saat tam birde Caylıbay, Asıravbay’ı girişte karşıladı. Dostunu samimice kucaklayarak öptü, Asıravbay da dostluk işareti olarak sırtına vurarak karşılık verdi.
Çalışma odasının arkasında özel bir dinlenme odası daha varmış. Küçük bir divan, büyük bir buzdolabı, bir de masa var. Yer ise halı döşeli.
Sekreter kız sofra hazırladı. Masanın üstü bir anda sucuk, sarı yağ, kara havyar, şeker ve şekerleme ile doldu. Sıcak çayı yudumlarken evvela Kökmoynak sakinlerini gözden geçirdiler. Parmaklarını bükerek sayınca kendi önündekilerin bayağı seyreldiğini anladılar. Hatta kendileriyle birlikte büyüyenlerden üç dördü de bâki âleme göç etmişler.
– Hayat böyle böyle tezek gibi süpürüyor herkesi işte dedi Asıravbay mahzunca.
– Elden ne gelir deyip iç geçirdi Caylıbay.
– Birbirimizi de seyrek görür olduk.
– Ne yaparsın… Ben şunlara bağlıyım. Caylıbay yan yana duran iki üç telefona baktı: Mecbur…
– Tabii, deyip Asıravbay dostuna nedense acıyarak baktı: Vazife denen belanın çevresinde dolaşanların hürriyetleri ellerinde olmuyor… Ne olursa olsun halk senden razı. Caylıbay’ımız var deyince Kökmoynak’ı sallıyoruz.
Caylıbay gülümsedi. Asıravbay’ın boğazına bir söz daha takıldı. Söylesem mi, söylemesemmi diye bir türlü karar veremediği sözler var. Erimbet aksakalın torununun düğününde ayyaş Botaş “Caylıbay, Caylıbay deyince aklınız başınızdan gidiyor; yassı kavun başlı o yaramazı kaç kere dükkâna içki almaya gönderip tekmelemiştim… Şimdi gelip… Gökten zembille indiriyorsunuz. Gökten zembille inmiş bir önder olsa da -başkaları şöyle dursun-merhum Seyit’in tek yorganın altında bitlenerek büyüyen çocuklarına neden elden geldiğince yardım etmiyor?”
Asıravbay bunu tam söyleyecekken kendini zor tuttu.
– Geçen güzde gelişinizin üzerinden de sekiz dokuz ay geçti diyerek sohbeti asıl meseleye getirdi.
– Biliyorum.
– Açtığımız hesaba, avıldan toplanan bir miktar parayı saymazsak, henüz bir kuruş da yatırılmadı dedi Asıravbay. Mektebin onarımına başlayamadığımız için perişanız. Yaz desen hızla yaklaşıyor. Hasılı ne yapayım, çaresizlikten sana geldim.
Caylıbay bir müddet sessiz oturdu.
– O işten bir netice çıkmaz herhâlde. Ticaretle uğraşan yiğitlerimizi yakalamak mümkün değil; bugün Almatı’da, yarın Astana’da veya yurt dışındalar dedi Caylıbay. Devir böyle.
– Öyleyse bütün halkın önünde ettiğiniz vaat unutulup gidecek mi deyip Asıravbay elindeki çay dolu fincanı masanın üstüne koyuverdi: Öyle mi yani?..
– Vaat derken…
– Vaat, Allah sözüdür, Caylıbay.
– Sen hiç değişmemişsin dedi Caylıbay, sorgularcasına bakarak. Aynı çocukluğundaki gibisin…
– Yahu Caylıbay, hesap açın, ilkin ben para yatıracağım diyen herkesten önce sen değil miydin?
– Söylüyorum ya, tıpkı çocukluğundaki gibisin. Ben halka önayak olmak için öyle yaptım. Onları teşvik edeyim dedim, yoksa ben para mı basıyorum. Sen de biliyorsun, iki oğlan yurt dışında okuyor. Kızım ile güveyiye merkezden daire aldık. Almatı’nın fiyatlarını duymuşsundur…
Asıravbay kendinden geçti. Kırgınlık, pişmanlık, üzgünlük karışık bir duygu içini yaktı, gözünün önü puslandı.
O pusarığın arasından Caylıbay’ın yassı kavun biçimli uzun başı zar zor görünüyor.
– Senin iki çocuğun yurt dışında okuyorsa Kökmoynak’ın bütün çocuklarının okuduğu mektep -sıvası düşmüş, temeli oyulmuş, çatısı delinmiş- yıkılmak üzeredir.
– Sakin ol dedi Caylıbay soğuk bir sesle. Bağırıp çağırmakla hiç kimsenin evi yıkılmaz.
– Yıkılıyor işte.
– Dinle. Önümüzdeki yıldan itibaren üç yıl “avıl yılı” ilan edildi. Hükûmet avıllara hadsiz yardımda bulunacak. Her gördüğüne el açmanın anlamı ne, para kendiliğinden gelirken?
– Peki ya kendimiz?.. Avılımız için kendimiz bir kişilik, bir erlik yapmayacak mıyız?
– Felsefeyi bırak şimdi.
Sohbetleri artık tatsızlaştı. Asıravbay’ın çıkmaza girdiği andı bu. Ya Rabbi, şimdi Kökmoynak’a varınca ne diyecekti? Bomboş elle nasıl çıkacak milletin karşısına? Halk bekliyor, ümit ediyor. Alet edevatınızla birlikte hazır kıta bekleyin deyip gitmişti. Tüh, yazık. Sart,37 zekâsıyla bayırmış… Olacak da olacak, yapacağız da yapacağız deyip pes etmeyen; önüne dağ çıksa dağa tırmanan, taş rast gelse taşa çıkan; bu heyecanlı ve ateşli deli karakter kimden geçti buna! Ne zaman görsen hareket hâlinde, oraya buraya koşturup duruyor. Nereye iviyor, neye iviyor? Bu dünya ona gerek mi? O olmasa bu dünya viran kalacakmış çoluk çocuğunu utuyor. Ev işlerini ite kaka yalnız başına çekip çeviren karısı ise bir deri bir kemik kaldı. Sanki bir tahta at. Arada sırada bir coşup oynaşmak istese sıcak ve yumuşak bir ten arzulayan eli, domalıç kaburga ile çıkıntılaşmış kalçaya değer değmez sırtını dönüveriyor. Yaşları yakın iki kızının geçen kış bir mavi paltoyu sırayla giymeleri başka bir mesele… Yo, olmaz, yoksulluk bir kusur değil. İnsan defalarca zenginleşmiş, defalarca fakirleşmiştir; defalarca fakirleşmiş, defalarca zenginleşmiştir. Aynı derinin içinde hep dolmuş hem solmuştur…
Başkasını bilmem ama Asıravbay bugününe de şükretmektedir. Bir yağı akıp suyu taşıp dökülmese de yiyecek yemeği, parıl parıl etmese de giyecek giysisi var. Allah’ın nuru yarattığı bütün kullarına aynı şekilde düşer. Bunların da baylıklarının bugün yarın yayık gibi gümbürdeyeceği kesindir. Beyaz camdan, gazete ve dergilerden sınırsız bolluk ve refah içinde yaşayan nicelerinin iflas edip talihinin ters döndüğünü hatta bu durumda bazılarının intihar ettiklerini öğrendikçe yakasını ısırıyor. Peki, insanın insanlığı iflas ederse ne olur? İnsanlığım iflas etti, eyvahlar olsun diyerek saçını başını yolan, kendini asan veya vuran bir kimse var mı yahu?…
Dinlenme odasının ayakyoluna giren Caylıbay hâlâ çıkmış değil. Ya Rabbi, millete… Kıpkızıl bir utanca uğradı şimdi. Kışın kendisini dönüşümlü olarak sokum38 başına çağırıp saygıyla ağırlayan Kökmoynak’ın her hanesindeki oturmada “Şu kadar para mektebe, şu kadar para kızıl askerin kırdığı yüz kişiye dikilecek anıta, şu kadar para yetim ve dullara…” diye bol keseden dağıttığı konuşmalarla kendinden geçen halk şimdi ne diyecek? Dur hele… Birden… Birden Asıravbay’ın aklına bir fikir geldi.
– Hey Caylıbay, çıkacak mısın, dedi bağırarak hemen, bir anda gelen düşünceyi anında unutup gitmiş gibi.
Caylıbay çıktı.
– Aklıma bir fikir geldi.
– Söyle.
– Söyleyeyim, bana iki bin kadar gökkâğıt39 bul. Borç olarak tabii. İki kısrak var, buzağı dana var, satıp borcumu bu güz öderim.
Caylıbay yanına geldi.
– Neye lazım bu para sana?
– Avıla götüreceğim. Sizin verdiğinizi söyleyeceğim. Boş elle gitmek ayıptır, hepimiz için ayıptır.
– O kadar para elde bulunmaz dedi Caylıbay kayıtsızca. Gelen para gerekli yere harcanır.
– Sende yoksa birinden alamaz mısın? Arkadaşın çok, itibarın da var diyerek yalvarır gibi yaptı Asıravbay.
– Yanlış anlama dedi Caylıbay. Ben hiç kimseden borç isteyemem. Vazifenin konumu yüzünden böyle.
– Yani…
– Söyledim ya yanlış anlama diye. Dostu saatine baktı: İki olmuş, akşam eve gel; yemek yersin, bizde gecelersin. Şimdi benim toplantım var. Gücenme…
“Kime güceneceğim. Benim gücenikliğim kimin umurunda artık…” cümleleri boğazına gelip gelip dayanmasına rağmen sesini çıkarmadı Asıravbay, sessizce çıkıp gitti.
Hava gelirken açıktı, yağmur serpiştirmeye başlamış. Bir anda bin kılığa girersin dedi Asıravbay içinden; değiş bakalım değiş. Değişimden başka ne var bu yalan dünyada.
Yol kenarında etrafı açık bir kafe gördü. Buraya nasıl ve niçin girdiğini kendisi de bilmiyor; yağmur düşmeyen orta masalardan birine oturuverdi.
Garson kız elinde bloknotu ile kalemi, tık tık basarak geldi.
Etine yapışmış bir pantolon giymiş. Ön taraftan kabarık kıymetlisi, art taraftan kalkık kalçası açık seçik fark ediliyor. Değiş… Bu da değişimin bir türü, değiş…
– Ne dediniz? Kız bunun dişinin arasından çıkan fısıltıyı işitmişti sanki.
– Hiçbir şey.
– Girip içeride de oturabilirsiniz, dedi kız kırıtarak.
– Boş ver, buraya getir.
– Ne içersiniz.
– Votka.
– Ne kadar?
– Büyük bardağa doldur.
– Bizde kadeh var.
– Ne varsa ona koyuver.
– Yemek olarak?
– Boş ver yemeği.
– Belki salata? Mevsim salatası…
– Tamam.
Asıravbay bir kadeh dolusu votkaya uzun uzun baktı. Ağzına sürmeyeli birkaç yıl olmuştu. Çocukken sarılık geçirmişti, o meret karaciğerde bir iz bırakıyormuş mutlaka, bir zaman sonra ortaya çıkıp sızlatmaya başladı. Hekimin tavsiyesi: “Hayatın sana lazımsa içki içme…” Asıravbay şimdi kendisine ne lazım olduğunu bilmiyor. Lazım olan Caylıbay’ın yardımı, yardımıydı ancak artık yok. Ya hayat?.. Derin bir nefes aldı ve ağıyı içine çekiverdi… Hayat… Nedir hayat? İnsanların hayatı mı?.. Eğer öyle ise o vakit hayat da insanın kendisidir. Eğer insan hayatın kendisi ise… Yok, hayır… Hayat bütün dünyadır. Toprak, göl, bozkır, dağ, ırmak, okyanus, hava, dal, ağaç… Onun için bengidir. Kazakların “dünya yalan” demesi boş söz. Dünya yalan değil, insanın kendisi yalan… Dünya kendi biçimini korur, bozmaz. Lakin insan dönek, değişken. Öğleden önce gördüğün adamı öğleden sonra tanıyamıyorsun. O bugün söylediği sözü yarın unutup gidiverdi.
Asıravbay akşamleyin dünürünün evine ateş gibi yanarak geldi. Ev sahibi şaşkın…
– Dünürüm…
– İçtin dedi. İçmesem olmazdı.
– Dostunuzla mı?
– Dost… Hangi dost? Dost nedir? Ne zaman, kim icat etmiş onu? Her şey yalan… Evvelce belki her şey gerçek idi fakat bugün yalan… En iyisi doldur, dünür.
– Hay Allah, tamam dedi aklı kızıllı iki üç şişeyi alıp koştu.
Yüz gram içtikten sonra Asıravbay gözyaşlarına boğuldu. Sebebi açıktı: İnsan yalan imiş demek. Yalan değilse dünkü Caylıbay nerede? Dünkü Caylıbay bugün neden başka Caylıbay? Niye bozuldu, niye kokuştu? Yoksa et yüreğini, yumuşacık bağrını aldırıp yerine demir yürek, taş bağır mı koydurdu?
– Öyle bırakmayın kendinizi, dünür dedi dünürü teskin ederek. Her şey bir Tanrı’nın elindedir.
– Tanrı’nın elinde… Peki, adaletin iyesi kim? Var mı? Varsa niçin nasibimiz eşit değil? Niye birileri sürekli yükselerek, birileri de sürekli alçalarak göçüp gidiyor bu dünyadan? Niçin Caylıbay, Almatı’daki gösterişli bir binanın başköşesinde, ben ise kör itin öldüğü yerdeki Kökmoynak’ın odu ile külündeyim? Kökmoynak avılı diye diye kendini bildi bileli çarık eskiten, eteği gözyaşı ile dolan benim ve benim başımda şu kötü şapka; onun başında ise parıldayıp duran baht… Tanrı diyorsunuz… Tanrı’ya ne yaptım ben?
Benim suçum, enstitüyü bitirdikten sonra şehirde kalmayıp avıla dönerek Kökmoynak’ın çocuklarını okutayım, canım sağ olursa Kökmoynak’ta Bolşeviklere karşı çıkıp kızıl askerlerin kılıcıyla vefat edenler için anıt dikeyim deyişim mi?
– Galiba kimisi başkasının mutluluğu, kendi mutsuzluğu için doğuyor, deyiverdi Asıravbay sonra. Eğer benim alnıma yazılan ikincisi ise razıyım. Koy azıcık, dünür.
Ev sahibi kadehi doldurdu.
– İşiniz rast gitmedi sanırım…
– Rast gitse böyle oturur muydum? Uçardım uçar, Kökmoynak’a doğru uçardım. Asıravbay kadehi tokuşturmayı bile beklemeden dikti başına: Ne kadar ilginç, baksanıza dünür. Bugün düşünüyorum da sürekli Caylıbay ilerliyormuş, ben ise hep geride kalıyormuşum. Bakın ne kadar ilginç.
Asıravbay içini döktü iyice:
– Caylıbay’ın benden neresi artık idi? Ayyaş Botaş’ın da dediği gibi gökten zembille inmedi ya. İkimiz de sığır çobanı oğluyuz. Yünü didik didik olmuş yamalı yorganın altında birlikte yattık. Bitimizin sayısı da bir olurdu. Yediğimiz aynı yemek. Ancak sürekli onun yıldızı parlıyor. Çocukluğundan beri öyledir. Çocukken yaz boyu tırpancılara yardım ederdik. Çalışma günümüz de var. On on iki yaşlarındaydık tahminen. Bir gün Caylıbay dağdaki alaçığa bağsız, burnu küt, ele alınca yaylanıp duran bir lastik ayakkabı getirdi. Evvelce gördüğümüz bir şey değil. “Bu ne, iskarpin mi?” diyoruz. “Bot…” diyor Caylıbay. “Su geçirmiyor.” Bıldır ablası demir yolu istasyonuna kocaya varmıştı, “Güz çamurunda giyersin…” diyerek o satın alıp getirmiş. Caylıbay bize gösterip övünmek için evinden gizlice çıkarmış onu. Çok heveslendik. Sırasıyla giyip bakıyoruz, sırasıyla giyip yürüyoruz. Yazın en sıcak günleri. İki üç gün ya geçti ya geçmedi, ayağımız sasık sasık kokmaya başladı. Meğerse bot dediğimiz sıcak havada ayağı terletip kokutan bir bela imiş. Denemediğimiz ilaç kalmadı. Nihayet katık şifa oldu. Oldu olmasına ama Caylıbay’ın ayağı tamamen iyileşti, benimki ise azalmasına rağmen tam iyileşmedi. Ne korkunç bir şey! Onun sürdüğü katığı ben de sürdüm. Kalınlığı da aynı idi. Onunki geçti, benimki kaldı… Yine bakın, beşinci sınıfta okurken temriye belasına uğradık. Kafa derimiz tamamen lekelerle dolu. Kükürt serptiler, tavulga yağı sürdüler olmadı; geceleyin iki elimizle başımızı dalayarak yatıyoruz. Nihayet analarımız çaresiz ilçe çocuk hastanesine götürdü bizi. Koyulan teşhis çok ürkütücü: kellik. Tam olmamışız ancak böyle devam ederse olurmuşuz. O yetiyormuş gibi bir de temriye bulaşıcı bir illet imiş. Dolayısıyla Kökmoynak’tan gelen kafa derisi kızıl ala dört oğlan, üç kızımızın başı önce elektrik akımı ile yakıldı, sonra ak gazlı bezle sarılıp alçıya alındı. Birkaç gün sonra başımızın küçüldüğünü görünce, daha doğrusu alçının baskısıyla kavlayan illeti, önünü makasla keserek başımızdan sıyırıp alınca aklımız başımızdan gitti; kafa derimiz deri değil, pelteleşmiş kıpkızıl et… Uzun sözün kısası, bu kıpkızıl et, sonraki tedavinin ardından kara kabuk bağlayarak iyileşti ve yeniden deriye dönüşüp kafamızda saç çıktı. Caylıbay’ın başı yassı kavun gibi uzundu, benim ise tepem sivriydi. Allah nasip etmeyecek ya, benim eski sık saçım, ilkyazda biçilip güze değin gün altında yatan ve çoğu yele savrulan ot gibi seyrekleşti; Caylıbay’ın çölün sorguç otu gibi seyrek eski saçı ise sık ve dalgalı bir şekilde çıktı. Başının yassı kavun biçimindeki uzunluğu da fark edilmez oldu. Benimkiyse, işte, eskisinden daha sivri bir biçim aldı. Başının üstünü ev sahibine gösterdi: Neden? Neden Caylıbay’ın işi sürekli rast gidiyor da benimki niye geri gidiyor diyorum.