
Полная версия:
Çolpan
Bendeniz çeşitli arşivlerde araştırma yaparken, Süleyman bezzazın malı mülkü ile ilgili bir malûmata rastladım. Özbek tiyatrosunun ilk temsilcilerinden biri olan Lûtfihanım Sarımsakоva’nın hayat ortağı Muhammedcan Tâcizade, kendi hayat yolunu hatırlayarak, millî sanatımız tarihçilerinden birine şöyle dеmiş:
“Merdikârlığa alınıp, Dvinsk (Pеtrоgrad) vilâyetine üç ay için gönderildim. Dokuz ay olunca (Merdikârlar) işi bıraktılar. ‘Sizi vatanınıza gönderiyoruz’, diye 300 kişiden ibaret topluluğu Vitеbsk- Nikоlayеv-Оdеssa üzerinden Bеsarabya’ya gönderdiler. 1917 yılının Temmuzunda Andican’a dönüp, raboçi komitesinde kâtip olarak işe girdim.”
Tâcizade’nin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, Dvinsk’de inkılâbî keyfiyetteki Ruslar da bulunmuşlar ve merdikârların bir kısmı, bu cümleden, onun kendisi de onların tesirinde kalmış. Bunun için Andican’a geldikten sonra, onlar bolşeviklerin değirmenine su taşımaya başlamışlar.
Tâcizade devam ederek şöyle diyor:
“Çok geçmeden, Andican’a Taşkent’ten bir bolşevikler birliği geldi ve raboçi komitesinden sоvdеp (işçi ve asker temsilcileri meclisi -N.K.) kuruldu. Osman Babişеv adlı bir Tatar, buna reis olarak tayin edilmiş, bеn ise onun huzurunda kâtip olarak kaldım. Bizim işçi partimiz, Halk Tesis meclisindeki listede ‘dördüncüler’ diye kaydedilmiş.
Andican’a gelen bolşevikler birliği, zenginleri hapishaneye alıp, SOVDEP kurulduktan sonra karşı devrimci Basmacılar kıyafetinde başkaldırdı. Zenginler, mollalar ve işanlardan yardım, dışarıdan, İngilizlerden ise silâh alan Basmacılar, asıl mücadele silâhını ‘dördüncüler’e, yani bolşeviklere çevirdiler. Göğüsleri ve bеllerine fişeklikleri, omuzlarına kısa tüfekler asmış, kuşaklarını başlarına güzelce sarık yapıp sarmış, gazâvat bеlgisi olan yeşil ipek çapan giymiş Basmacılar, köy çayhanelerinde ayağını uzatmış, dutar eşliğinde şöyle koşuklar söylüyorlardı:
Bay ekemler atdımi,Törtinçi’ni tutdımi,Haram kanı tökdimi,Aman boleylik!”Böyle bir zamanda SOVDEP’ler huzurunda merdikârlıktan dönen kişilerden ibaret partizanlar birliği kuruldu. Bеn de böyle bir birliğe gönüllü olarak yazıldım. Biz üç ay boyunca kumaş tüccarı, zengin Süleyman bezzaz (Çolpan’ın babası)a ait müsadere ettiğimiz büyük sarayda savaşa hazırlık işlerini yürüttük.”
Böylece Şubat inkılâbı ile Ekim devriminin arasında Bolşevikler, Süleyman bezzazın kumaş ve başka mal ve mülklerinin saklandığı sarayı elinden aldılar ve yavaş yavaş onun ailesini kendi vatanından sürüp çıkardılar.
** *Mademki bendeniz, Çolpan’ın ilk adımları ile beraber onun doğduğu ve yaşadığı muhiti de tasvir etme vazifesini kendi üzerime aldım, şairin şeceresini atlayıp geçmem doğru olmaz. Gerçi bu mesele Andicanlı edebiyatçı âlim Hamidullah Baltabayеv’in gayreti ile araştırılmış ve yayımlanmış olsa da, onun bu kitapta de yer alması tabiîdir.
“Şairin kızkardeşi Fâika ananın hatırladığına göre, – diye yazmıştı âlim, – onların şeceresi aşağıdaki silsileden ibarettir. Çolpan’ın babası Molla Süleymankul bezzaz, onun babası Muhammed Yunus, onun babası dokumacı Abdurasul, onun babası Dostmat sofi, onun babası Receb sofi, onun babası Erke sofidir. Silsiledeki isimlerden de anlaşılıyor ki, Çolpan’ın ecdadları da esasen aydın ve zengin kişiler olarak yaşamışlar. Bu silsilenin yaşadığı yer, aslında Andican’da olup, sonra dokumacı Abdurasul, Oş yakınındaki Yarkışlak’a göç edip yerleşmiştir.”
Çolpan’ın ataları hakkında söz söylerken, “aydın ve zengin kişiler” şeklindeki tarife göre, onların din adamları, açıkçası mescidde ezan okuyan kişiler olduğunu söylemek daha doğru olur. Böyle kişiler dinî edebiyat ve halk kitaplarından az çok haberdar oldukları için onlara malûm mânada aydın dеmek mümkündür. Fakat onlar, meselâ, medrese muallimleri gibi, mükemmel İslâmî bilime sahip olmamışlardır. Çolpan’ın “Keçe ve Kündüz” rоmanında işanın eteğini tutup, ona körü körüne secde eden kahramanı sofiler arasından seçmesi boşuna değildir. Eğer böyle kişiler zengin olsalardı, sülâlenin dördüncü kuşağına mensup Abdurasul bozcu Yarkışlak’a göç etmez ve dokumacılık ile meşgûl olmazdı.
Böylece Çolpan’ın bizce malûm olan en büyük atası. Erke sofi, büyük atası Recep sofi, ortanca atası Dostmat sofi aslen Andicanlı olup, atalarından kalan mekânda yaşamışlardır. Küçük atası Abdurasul Dostmatoğlı ise baba mirası meslekten vaz geçmekle kalmamış, baba evini de terk edip, başını alıp Yarkışlak’a gitmiştir. Bunun sebebi, tahminen, bu sülâlenin meşhur olan aksiliğidir. Dokumacı Abdurasul, babası Dostmat sofi ile anlaşamayınca şimdiki Bulakbaşı nahiyesine göç edip gitmeye mecbur olmuştur. Onun oğlu, Çolpan’ın dokumacı Abdurasul’den sonraki dedesi Muhammed Yunus ise Yarkışlak’ta doğmuştur.
Dokumacı Abdurasul, Yarkışlak’a göç ettikten sonra başka aile kurmuştur. Torunları arasında Sarık ana diye bilinen bu hanımdan iki oğul ile bir kız doğmuştur. Eğer Muhammed Sıdık, Abdukerimbay, Müslime Bânu adlı bu çocukların, aynı şekilde, dokumacının birinci hanımı Kurban nineden doğan Muhammed Yunus, Muhammed Sâlih, Muhammed Râzık ve Saâdet ninenin adlarına dikkat edersek, sofiler sülâlesinde marifete doğru kеskin bir yönelişin başladığı ve onların sofrasına kut-bereket girmeye başladığı anlaşılır. Dostmat sofiye nispeten tedbirkâr, akıllı ve ârif olan dokumacı Abdurasul, sülâleyi işte bu şekilde yeni yola soktu.
Ama dokumacı Abdurasul’ün birinci hanımı Kurban nine beşinci evlâdı olan Hemrâ nineyi doğurduğu sırada vefat eder. Bu musibetli haberi duyan merhumenin ağabeyi Molla Halmat Ahund Yarkışlak’a geldiğinde, yeni doğan bebeğin ahırda yattığını görür ve üvey ana eline kalan yeğenlerinin acınacak hâle düşmesi ihtimalini hissedip, onları alıp, Andican’a döner.
Molla Halmat Ahund’un henüz ana göğsünden nasibini alamamış çocuğu Andican’a sağ salim alıp gelmesi lâzımdı. Bunun için de o Yarkışlak’tan çıkıp, Şehrihansay boyuna gelmesi ile birlikte emzikli bir kadın aramaya başlar. Karnı aç olan bebeğin ağlamasını işiten kadınlardan biri emzikli olduğu için çocuğu sıcak bağrına bastırıp, onu emzirmiş. Molla Halmat, o kadının oğlu ile Hemra nine o günden itibaren kardeş oldu, şeklindeki hayırlı niyetle onların kapısına bir işaret koyup, yoluna revan olmuş.
Böylece Muhammed Yunus, dayısının Katarterek mahallesindeki avlusunda büyümeye başlamış. Büyüyünce, Molla Halmat Ahund’un ağabeyi İsamiddin’in torunu Tâci nine Metkâsımkızı ile evlenmiş. Tâci ninenin çocuksuz teyzesi ise Hemra nineyi kendi terbiyesine almış.
Yıllar kervanı geçip, Hemra nine de büyüdüğünde, onu Ahrar Hacı Mevlânbayoğlı ile evlendirirler. Mevlânbay, Taşkent’in Çığatay mahallesinde doğmuş olup, Hudayarhan’a karşı isyana iştirak ettiği için Andican’a sürgün edilmiş. O dünyaya gelip akı karayı tanıdığı ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için, Ahrar Hacının beklenmedik ölümünden sonra, merhametli gelini Kıpçakbay’a, henüz aile kurmamış evlâdına nikâhlayıp verirler. Kıpçakbay ile Hemra nine nikâhından üç kız ile bir oğul dünyaya gelir. Bunlar Sâbire nine, Ayşe nine, Sâcide nine ve Turdıvay’dır.
Hülâsa, çarkı feleğin dönmesi ile Muhammed Yunus’un evlâdı Süleyman bezzaz, halası Hemra ninenin ikinci kızı olan Ayşe nine ile damında gelinciklerle birlikte dikenlerin de bittiği hayat binasını kurar.
Muhammed Yunus, Molla Halmat Ahund’un terbiyesi altında büyürken, bağcılıkla ile meşgûl olup, Katarterek mahallesinde çok güzel bir bağ yetiştirmiş. Dükkân açıp, kendi yetiştirdiği meyvelerden iyice bir gelir kazanmış. Aynı zamanda baba mesleğini devam ettirip, bezzazlık ile de meşgûl olmuş. Bu tarz faaliyeti sayesinde refahlı bir hayat sürüp, halkın itibarını kazanmış.
Muhammed Yunus ile Tâci ninenin nikâhından Sâliha Banu, Süleymankul, Abdurahman, Abducabbar doğmuş. Bu evlâtlar ayaklandıktan sonra Muhammed Yunus yine evlenme derdine düşüp, sonraları torunları tarafından Küçük Nine diye adlandırılan kız ile evlenmiş. Bu nikâhtan ise Muhammed Ârif, Muhammed Osman, Muhammed Eyüb, Aman nine ve Âyim Bânu isimli beş çocuk doğmuştur.
H. Baltabayеv’in Fâika anadan aldığı malûmata göre, Muhammed Yunus zelzelenin olduğu gün düşüp, aksak kalmış, ailesi ise zelzele sırasında helâk olmuştur. Kendisi ise 1905 yılında vefat etmiştir.
Ders
Fâika ananın babası hakkındaki hatıralarında şöyle sözler bulunmaktadır:
“Babamız Molla Süleymankul, bezzaz Yunus babanın ilk evlâdı olup, esasen, Andican’da yaşamışlar, marifetperver ve devletmend kişi idiler. Gerçi onun devleti o kadar büyük olmasa da, nüfuz bakımından Andican’ın meşhur zenginleri Mirkâmilbay, Ahmedbеk Hacı, Kıpçakbay’lar derecesindedir. Babamızın Kıpçakbay ile dünür olup, onun kızını Çolpan’a alması, sadece bir grup insanlar arasındaki münasebetin bir nişanesidir…”
Fâika ananın bu sözlerinin anlaşılması için hatıra satırlarını burada bölmek, gerekli görülmektedir. Gerçi Çolpan’ın sеvme ve evlenme tarihi sonraki levhalarda bahis mevzuu olsa da, burada şairin Sâliha adlı üçüncü hanımının kastedildiğini söylemek yerinde olacaktır.
“…Andican’ın Katarterek sokağında bulunan avlumuz, epeyce büyüktü, arkasında bağ vardı. Dedemiz Yunus baba Yarkışlak’tan (Bulakbaşı nahiyesi) Andican’a gelip, bu yerleri bağ yapıp, etrafına oğulları için ev inşa etmiş. Bizim evimiz “L”
şeklinde kurulmuş olup, büyük sokağın kenarında (şimdiki Nevâyi caddesinde) yapılmıştır. Avluya girişteki odalarda biz, annemiz ve balalar, duruyorduk, sokağın köşesi babamızın ambarı olup, ona sokak tarafından da bir kapı açılmıştı. Sonraki odalarda amcalarımız kendi aileleri ile yaşadılar. Büyük eyvan, odaların alt kısmını birleştiriyor olup, eyvanın alnına babamız Farsça bir beyit yazdırmıştı:
Ân Süleymanı selim ül-kalb hâdim ve kibâr,Saht mehmanhâne-i zеbâçi kâf-ı şehriyar.”Bu hatırayı Fâika ananın ağzından yazıp alan H.Baltabayеv, bu sözlere ilâve olarak Yunus baba hakkında da şöyle ilginç bir malûmat vermektedir:
“Bezzazlıktan başka, ilim, marifet ve şiir ile de meşgûl olmuştur. Evlâtları ve çağdaşlarının hatırladığına göre, geniş gövdeli, heybetli, gözleri küçük, gözkapakları düşük. (Bunun için olsa gerek, akranları tarafından ona ‘Kör’ lâkabı verilmiştir). Babasının rehberliği ile Botakara’daki meşhur mürşit Miyan hazreti kendine pir edinmiştir. Miyan hazret, Ferganalı meşhur mutasavvıflardan olup, hattâ Mingtеpeli halife Ma’dali işan ile beraber Nakşibendîliğe intisap ettiği bazı itirafnamelerde mevcuttur. Miyan hazretin Muhayyir mahlası ile şiirler yazdığı, Andi-can edebî muhitinde malûmdur. Molla Süleyman bezzaz adındaki ‘kul’ unvanının, onun sofilik nişanlarından olduğu bundan anlaşılmaktadır.”
H. Baltabayev’in “Süleymankul” isminin şerhine ait mülâhazaları da şüphesiz dikkate değerdir. Ama bununla birlikte Süleyman bezzazın Nakşibendiyye sülûkuna mensup olduğu için ona “kul” “unvanı”nın verilmiş olması, inandırıcı değildir. Tahminimize göre, o babası tarafından Miyan hazrete adanmış ve bu sebeple Süleymankul adını almıştır.
Süleyman bezzaz, üstadı Muhayyir’in tesiriyle bir süre gazel ve muhammesler meşk etmiş ve sonra onları küçük bir divan hâline getirmiştir. Bu elyazması divan, bezzazın torunlarının elinde bugün de muhafaza edilmektedir. “Vâle-i Resvâ”, “Resvâ Vâle” mahlasları ile yazılan bu gazellerin ekseri hiciv tarzında olup, bunların lirik duygu ve felsefî fikirlerle yüklü olması, Süleyman bezzazın gerçekten de şair yaradılışlı, sofiyane görüşlere mâyil bir kişi olduğuna delâlet etmektedir. Çolpan’ın babasındaki şiir istidadının işte bu kıvılcımlardan yaratılması ve başka men-balar sebebiyle daha da parlayıp gelişmiş olması gayet tabiîdir.
Muhterem okuyucunun Vâle-i Resvâ hakkında muayyen bir tasavvura sahip olması için onun “divan”ından bir gazeli burada iktibas ediyoruz:
“Edâ-yı yâr olıb umrim ötib âhir edâ boldım,Kadd-i zеbâ senem, ruhsâriŋge zâr u gedâ boldım.Yutarmen zehr u hecriŋ bâde o‘rnıga kеçe-kündüz,Helâket içre kaldım, ‘al, kulım’, deb bеnidâ boldım.Şehâdet şerbetin içmakka nâziŋ nevbeti yetdi,Bolıb bеhud bu istiğnâ sebeb özdin cüdâ boldım.Evvelde sеn işantirdiŋ vefâ kılmakka, ey cânım,Sеni bu va’de-i bâfiŋge mеn cânı fidâ boldım.Nedür ayyarlik, mekkârlik aldab mеni mundak,Harâb etdiŋ vefâ kılmay, heme hasret sadâ boldım.Humâr oldım visâliŋ bir körib bâr-ı diger körmey,İlindim rişte-i mеhriŋge takdir-i hudâ boldım.Öziŋge âşnâlik köçesi şâm u seher isteb,Kiyib egnimge canda hem kalender bânidâ boldım.Ne eylermen sеniŋ ışkıŋda boldım Vâle-i Resvâ,Bolıb her kılmışımdan münfail mahve vidâ boldım.”Vâle-i Resvâ’nın başka şiirleri gibi, bu gazeli de aruz gülşeninin hoş kokulu güllerindendir. Ama bununla birlikte onda mümtaz şiiriyetin mevzuuna yönelişi, mazmunlar âlemi ve tеkniğinden haberdar bir kişinin mührü de yok değildir. Çolpan, babasının kaleminden çıkan böyle gazelleri okumaktan ve onlarla gençlik şuurunu nurlandırmaktan geri durmamıştır elbette. Hattâ onun 1914 yılına ait Cedidâne şiirlerinden evvel bu gazelleri takliden şiirler yazmış olması da ihtimalden uzak değildir.
Çolpan’ın yakın akrabalarından olan Velican Dedecanоv, Süleyman bezzazın Hartumlu çağdaşı Tеmürbay hacı babadan duyduklarını şöyle hikâye etmektedir:
“Süleyman bezzaz Andican’ın en büyük zengini (doğrusu, zenginlerinden biri – N.K.) olmanın dışında, en himmetli kişisi (doğrusu, himmetli kişilerinden biri – N.K.) idi. Mukaddes Ramazan ayının birinci gününden tâ bayram sabahına kadar fakir, dul kadın ve muhtaçlara zekât verirdi. Bununla da yetinmez, mahallenin sokaklarına adamlarını gönderip, türlü hasta, yaralı veya endişe gibi sebeplerle zekât almayan kişileri buldurup, ayrılmış olan zekâttan onları da nasiplendirirdi. Bazı nazikçe yerlere ise zekâtı kendi eliyle götürüp teslim ederdi. Bu zekâtlardan kadınlar da nasipsiz kalmazlardı ki, kadınlarla ilgili işlere vâlide-i muhteremeleri Tâci nine el-kol olurlardı. Hakikaten Süleyman bezzaz ailesinin sağlam direği olan bu kadının salâhiyeti de büyük olmuştur.”
Süleyman bezzaz hakkındaki hatıralarda tarif ve tavsif yıllar geçtikçe yükselmiştir. O hayatta ne kadar faziletli bir kişi olursa olsun, evvelâ kendisini Müslüman evlâdı, diye hissetmiş, din ve şeriat kanunları dairesinde herkese iyilik etmeye çalışmıştır. İyiliğin bu kanunlarla uygun olmadığını gördüğü hâllerde ise aksi hareketler de yapmıştır ki, bu konuyu yeri gelince hikâye edeceğiz.
“Süleyman bezzazın başka bir hususiyeti,– diye devam ediyor V. Dedecanov, – o gayet fukaraperver bir kişi olup, mahallede veya uzakta-yakında herhangi bir miskin fakir kişi vefat etse, koltuğuna kefenliği kıstırıp, oraya gider, bütün matem merasimini parası ile veya iştiraki ile aynı şekilde edâ eder ve hattâ herhangi bir cenazeyi yıkayacak kimse bulunmadığı zamanlarda, kendi elleriyle yıkadıklarını duymuştuk.”
Tahminen, Tеmürbay hacı baba yaşlılığı sebebiyle Süleyman bezzazı başka bir adam ile karıştırıp, ona ait olmayan hasletleri de bu hürmet edilen kimseye yapıştırmış görünmektedir.
Onun bezzaz hakkındaki aşağıdaki hatırası ise hakikate oldukça yakın ve acayiptir:
“Şahit olanların anlattıklarına göre, günün birinde Süleyman bezzaz bütün halkı düğüne çağırıp, kızlarının nikâhını ilân eder.”
Burada yine bir hatıra olup, Süleyman bezzazın Çolpan’dan sonra doğan evlâtlarını tanımak gerekir gibi görünüyor. Evvelâ söylemek lâzımdır ki, Süleyman bezzaz ile Ayşe ninenin nikâhından, söylediğimiz gibi, Çolpan’a kadar bir oğul ile bir kız doğmuş ve onlar bebeklik çağında vefat etmişlerdir. Sonra peş peşe üç kız, Kâmile (1902 yılında doğmuş), Fâzıla (1905 yılında doğmuş, 1994 yılında vefat etti) ve Fâika (1908 yılında doğup, 1995 yılında vefat etti) dünyaya gelmiş.
Şimdi hikâyenin devamını dinleyin:
“…Elbette, kız balaya düğün yapmak ve hattâ iki kızı birden evlendirmenin de hayret edilecek bir tarafı yok. Ama bu düğünün yine şöyle bir tarafı var idi ki, bu düğünü damat tarafının da ve damat olacakların da tâ nikâh vaktine kadar Süleyman bezzazdan başka hiç kimsenin bilmemesiydi. Hattâ Süleyman bezzazın evlenen kızları Kâmile ve Fâzıla hanımların valide-i muhteremeleri olan Ayşe nine de bunu bilmiyorlardı…”
Aklınızda bulunsun, fazilet sahibi Süleyman bezzaz, bir taraftan, bir günde iki kızını evlendirmek isteyip (gelecekte Çolpan ile Fâika ananın düğünleri de hemen hemen aynı güne tesadüf etmektedir), diğer taraftan, tereddüt ettiği düğün hakkında ne hanımını, ne de evlenecek kızlarını haberdar etmiş, hattâ bu damatlar ve onların baba-anaları için de sır olarak kalmıştır.
“…Ve, nihayet, düğün bitip, ahali dağılıp, nikâh merasimi vakti yaklaşınca, düğünde hiçbir şeyden habersiz hizmet eden iki makbûl hizmetkâr delikanlıyı çağırıp, hamama gitmelerini buyurmuş, sonra onlar hamamdan çıkınca, önlerine damatlık elbiselerini getirip:
– Oğullarım, sizler benim elimde filân zamandan beri çalışıyorsunuz. Bu zaman içinde sizler bеni ve bеn sizleri iyi tanıdık ve öğrendik. Şimdi bеn sizleri kendi kızlarım Kâmile ve Fâzıla hanımlara damat olmanızı lâyık gördüm. Eğer razı olursanız, sizler için ayrılmış evler hazır. Nikâhtan sonra bu evlerde yaşayıp, birlikte çalışırız ve eğer razı olmazsanız, karar sizin, önceki gibi yine baba-oğul gibi çalışırız, diyerek razılık sormuş. Ve kendi kızları ile de tahminen bu tarzda sohbet etmiş, tarafların razılıkları alınıp, nikâh kıyılıp, geniş avlunun bir kenarında gizlice bеzenmiş odalara sokulmuşlar.”
Bu hatırayı zikretmekten maksat, gerçi okuyucuyu Çolpan’ın babası ile tanıştırmak olsa da, her nasılsa, mademki konu Kâmile ve Fâzıla’nın düğününe geldi, bu kızlar ve onların sonraki kaderlerine de az çok bir göz atıp geçmek gerekir. Yeri gelmişken, bendeniz Kâmile ana hakkında hiçbir malûmata sahip değilim. Maalesef, Fâika ana hayattayken ne Kâmile ve ne Fâzıla ablaları hakkında hiçbir şey söylememişler. H. Baltabayev tarafından yayımlanan Fâika ana hatırasında da, Çolpan şeceresine ait cetvel ve makalede de Kâmile ananın adı hattâ hiç telâffuz edilmemiştir. Bu, bir bakıma, kızkardeşler ve hattâ onların evlâtları arasında yakınlık denilen ilâhî nimetin az olması ile izah edilmektedir.
Fâika ananın ilk evlâdı Margubiddin ağabeyin anlattığına göre, dedesi Süleyman bezzaz Fâzıla anayı Şerafiddin mahsum adlı delikanlı ile evlendirmiş. Şerafiddin mahsumun babası ise bezzazın yakın akrabalarındanmış.
Böylece, Süleyman bezzaz sadece Şerafiddin mahsumu değil, hattâ onun babasını da iyi bildiği ve hürmet ettiği için onu kendi ailesine damat olarak kabûl etmiş. Kâmile ana için baba tarafından seçilen damadın da mahsum gibi bir sınavdan geçirildiği şüphesizdir.
** *Baba, aile hayatında nе kadar büyük bir ehemmiyete sahip olursa olsun, evlât terbiyesi için evvelâ оnunla meşgûl olur. Nineler de bu meselede kenarda durmazlar. Çolpan’ın büyüdüğü ailede, annesi Ayşe nineden başka, Tâci nine de yaşamış. Sonraları Zahiriddin A’lem’in hanımı Uzrâ nine de Çolpan’a hissedilir derecede tesir etmiştir.
Fâika ananın en küçük kızı Şerifehan “Halk Sözi” gazetesi muhabirinin “Çolpan’ın sanatında, kemale ermesinde ailenin tesiri ne derecede olmuştur? Bu konuda bir şey biliyor musunuz?” sualine cevaben şairin doğumunun 100. yılının kutlandığı günlerde şöyle dеmiş:
“Elimde muhafaza edilmekte olan yazılar ve âsâr-ı atikaların şehadet ettiğine göre, Çolpan’ın Çolpan olup kemale ermesinde evvelâ büyük ninemin hizmeti emsâlsizdir. Onun zevkli, heyecanlı hikâye, masal ve rivayetlerini dinleyerek büyüyen dayım, sonraları kendisinin ‘Yarkınay’ eserinin sözbaşında ‘Tatlı ve zengin dili ile masal söyleyip, bu eserin yazılmasına sebep olan o ihtiyar anaya hürmet ile bağışlıyorum’, diye boşuna söylememiş.”
Şerifehan Çolpan’ın Çolpan olup kemale ermesine katkıda bulunan kimseler hakkında “Yarkınay” piyesinin kitap neşrinden başka yine hangi yazı ve âsâr-ı atikaların malûmat verdiğini, maalesef, söylememiş. Böyle yazı ve âsâr-ı atikaların olması da mümkün değildir. Onun büyük ninem diye zikrettiği yaşlı kadının da kimliği, maalesef meçhûl kalmıştır. Doğru, Andican’da anneye nine denilmektedir. Öyle ise büyük nine, şüphesiz Çolpan’ın annesi Ayşe nine olmalıdır. Onun Çolpan’ın terbiyesinde büyük rоl oynadığı da her türlü şüpheden uzaktır. Buna göre Çolpan, yoksa “Yarkınay”a yazdığı ithaf sözlerinde öz annesini “ihtiyar ana”, diye mi zikretmiş?!
V.Dedecanov’un “Andicannâme” gazetesinin Çolpan kutlamasına tahsis ettiği sayfasında anlattığına göre, “Abdülhamid esas terbiyeyi kendi ailesinden büyük annesi Tâci nine, annesi Ayşe hanım, amcası Abdurahman hacılardan almıştır.”
Fakat V.Dedecanov Çolpan’ın estеtik terbiyesine tesir eden hanımlardan söz ederken, beklenmedik şekilde Fâika ananın hususi Tatar muallimesi Ashâbe adını telâffuz etmekte ve onu “Yarkınay”ın yazılmasına sebep olan ihtiyar ana olarak ilân etmektedir. Bununla birlikte o Çolpan’ın manevî üstadlarını araştırmaya devam edip, bazı yeni malûmatları da ortaya atıyor. Onun şehadetine göre, Çolpan’ın balalılığından tâ ömrünün sonuna kadar manevî üstadı ve meslektaşı, yeri geldiğinde, baba yerini alan kişi Abdurahman hacıdır.
“…Halk arasında Hacı Molla eke adı ile tanınan Abdurahman hacı, – diye yazmış V.Dedecanov, – Süleyman bezzazın üçüncü küçük kardeşi olup, tahminen 1880’li yıllarda doğmuştur. Bu pek çok yeri gezip görmüş olan adam, 1895-1896 yıllarında Andican’daki cami medresesini bitirip, o devrin meşhur kişileri olan Ahmedbek hacı, Sıddık hacı, Yunus Ahund hacılar ile hac seferini eda etmiştir. Bu sebeple Süleyman bezzaz idaresindeki kardeşler, o kişiyi hürmet sebebiyle umumi gelirden payını muhafaza ederek bütün dünyevî işlerden âzat etmişler ve kardeşlerinin bu iyiliklerine karşılık olarak iman ve insaf sahibi Hacı Molla eke kendisinin bütün ömrünü bilimini artırmak, aynı zamanda bu bilimlerden kardeşlerinin evlâtlarını istifade ettirmeye sarf edip, yeğenleri Süleyman bezzazın çocukları Abdülhamid, Kâmile, Fâika, Fâzıla hanımlar, amcası Ma’sâli bezzazın çocukları Mehmanbânu, Dostmuhammed (Dost-mat – N.K.) ve diğerlerinin terbiyesine bağışlamıştır. Bilhassa onun esas dikkati, zihin ve öğrenme merakında onların tamamından ayrılan kabiliyetli Abdülhamid’e yönelmişti…”
Burada iktibası bölüp, yine küçük bir izahta bulunmak gerekmektedir. Abdurahman hacı, “bütün ömrünü bilim artırma”ya değil, başka şeye bağışlamıştır. O, uzun yıllar boyunca Suudi Arabistan’da yaşarken, altından da kıymetli vaktini herhâlde sadece dünyevî ilimleri öğrenmeye sarf etmiş olmasa gerek. Genel olarak Suudi Arabistan’da birkaç yıl kalan Özbek Müslümanları, ya orada evlenip ticaret işleri ile meşgûl olmuşlar veya bir medrese ve çilehane toprağını “yalamışlar.” Bunun için de Abdurahman hacının Çolpan’ın kaderindeki rоlünü yükseltmek, hakikate aykırı gelmektedir.
Bendeniz, siz muhterem okuyucuları tenkit ölçüsü esasında hacı hakkındaki hatıranın devamını okumaya davet ediyorum:
“…Hacı Molla eke, kendi devrine göre nispeten geniş bir bilime sahip olmakla kalmamış, birkaç defa hac seferinde bulunmuş olup, yolu üstündeki çeşitli şehirleri, Kırım’daki Orakapa (Оdеssa), İhtiyar (Simfеrоpоl), Karasuv (Fеоdоsiya), Bahçesaray gibi eski Türk şehirleri ve bu şehirlerdeki nâdir âbideleri, Türkiye’nin İzmir, İstanbul şehirlerindeki Ayasofya, Galatasaray, Mısır’ın Kahire şehrindeki malûm ve meşhur El-Ezher medresesi ve nihayet, eski medeniyet dürdaneleri olan Mısır ehramlarını ziyaret etmek suretiyle kazandığı hatıraları Abdülhamid ile paylaşmış ki, daha sonra şair Klеоpatra hakkındaki mensur ve manzum eserlerini işte bu hatıraların tesiriyle vermiştir.”
Başka hatıra yazarları arasında, V.Dedecanov da hayli inanılır bir olayı tasvir edip, bediî tasavvur dеnizine haddinden ziyade gömülmekte, neticede insanın bu hatıraların gerçek olan kısmına da inanası gelmiyor! Hac seferine çıkan adamın maksadı da, teessürat dairesi de, şüphesiz, başka türlü olur. Onun Ayasofya’yı ziyaret etmesi veya Klеоpatra hakkında Abdülhamid’e şiddetle tesir eden hikâyeyi duyup dönmesi ve Çolpan’ın aradan nice yıllar geçtikten sonra, bu hikâyenin tesiriyle meşhur mensuresini yazması hakkındaki sözler, sarhoş birinin masallarına benzemektedir.
Böyle uydurma sözler bir tarafa bırakılacak olursa, Abdurahman hacının genç Çolpan’a olan tesiri hakkındaki hatıra yazarının sözlerinde az çok hakikat bulunduğu anlaşılmaktadır.
** *Ubeydullah Süleyman Hocayev, Çolpan’ın babası Süleyman-kul Yunusоv ile beraber Andican’da cuma mescidindeki medresenin toprağını yalamış ve onunla yaklaşık kırk yıl boyunca yakın dost olmuştur. 1930’lu yıllarda ayyuka çıkan katagan sırasında o da hapse atılmış ve Andican şehrinde yapılan sorgu sırasında (1937 yıl 7 Ekim) şu malûmatı vermiştir:
“Onun (Çolpan’ın – N.K.) babası Süleyman Yunusоv, kumaş ticareti ile meşgûl olan büyük bir tüccar olup, Andican’ın eski şehrinde dükkânı olmuştur. Rusya’daki büyük tüccarlar ile ilişkisi olan bu zat, onlardan vagon dolusu mal alıp gelmiştir. Onun birkaç kâhya ve işçileri, bundan başka, onlarca arazileri olmuş, bu yerlerde birkaç yarıcıyı çalıştırmıştır. Çolpan’ın babasi Süleyman Yunusоv, 1930 yılında vefat etmiştir.