Читать книгу Yeni bir hayat (Murat Toktamışoğlu) онлайн бесплатно на Bookz (2-ая страница книги)
bannerbanner
Yeni bir hayat
Yeni bir hayat
Оценить:
Yeni bir hayat

4

Полная версия:

Yeni bir hayat

Şimdi yerini digital teknoloji aldı, artık fotoğraf stüdyolarına da gitmiyoruz aile fotoğrafları için. Çektirmiyoruz da, çektirdiklerimize bakmıyoruz da. Bir kenara atıyoruz. Yıllar sonra, ne kadar gençmişim diye hayıflanırken bakıyoruz belki de. Gençliğimiz, düşlerimiz, heyecanlarımız, umutlarımız siyah beyaz fotoğraf karelerinde kalıyor. Yıllar geçtikçe de sararıp soluyor. Ben tekrar çektireceğim o fotoğraflardan ve duvarıma asacağım. Arkasına da hayallerimi, hedeflerimi yazacağım ki sonradan nereye ulaşmışım bileyim.

Bir kitabın adı, en sık kullandığım cümlerden birisiydi çocukluğumda “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek”. Misafiri çok severdim. Gitmeyi de gelmelerini de. Evcilik oynardık kız çocukları ile. Biraz yaramazdım da galiba. Anneme sormalı doğrusunu. Evde her dolabı karıştırırdım. Annem çikolataları, şekerleri saklardı ben bulurdum. Muhallebileri soğusun diye yere bırakırdı ben hepsine parmaklarımı sokardım.

O zamanlar doğalgaz diye bir şey yoktu. Havagazı vardı, ispirto ocakları vardı. Evimizin o güzelim yemekleri orada pişerdi. Babamın gelmesini beklerdik akşam yemekleri için. Gelince ne kadar sevinirdim bilemezsiniz. Öğlenleri babam işten eve gelir öğle yemeğini yer öyle giderdi tekrar işe.

Ben de işe giderdim bazen onunla. Dairede resimler yapardım. Güzel resimler. Ben hiç çöpten adam çizmedim hayatımda biliyor musunuz? İlkokul ikinci sınıfta İsmet İnönü’nün karakalem portresini yapmış adamdım ben. Tarkan’ı, Karoğlan’ı severdim. Az mı Tarkan ve Kurt resmi çizdim. Fakat hep bir hobi olarak kaldı bu yeteneğim, sadece bir hobi. Çünkü metematik, çünkü coğrafya daha önemli ve ciddi işti resim çizmekten.

Siyah önlükle 10 Kasım günü ilkokulum Ergenekon İlkokulu’nda şiir okurken bir fotoğrafım var görmelisiniz. Saçlarım alaburus kesilmiş. Şimdilerde moda, fakat o zamanlar hiç de istemezdim böyle kesilmesini.

Kara kuru bir çocuktum. Bakınca ilkönce kara kaşlarını ve kara gözlerini gördüğünüz bir çocuktum ben o zamanlar. Öğretmenim karagöz diye severdi beni. Şimdi de oğluma “kara kuzu” diyorlar. İlkokul öğretmenimizi hiç unutmadık. Biz vefalıyız. Arar, sorarız birbirimizi hala.

Bana ilk alınan üç tekerlekli bisikletimi de hiç unutmam. Ben memur çocuğuydum birçoğunuz gibi. Annem ev hanımıydı. Bizsikleti ulustan almıştık. Dünyalar benim olmuştu. Babamı, annemi daha çok sevmiştim o gün. Sonradan öğrendim sevginin maddi şeylerle bağlantısı olmaması gerektiğini. Ama öğrendim ya önemli olan budur zaten. Öğrenmek.

Arçelik buzdolabımızın kapısı yıllarca çizik kaldı bisiklet sevdam yüzünden.

Daha sonra Pinokyo’m olmuştu. Bal renginde. Kız bisikleti diye alay edenler de olurdu, fakat ben ustalıkla binerdim ona.

Babam üstünde yelkenli resmi olan bir after shave kullanırdı. Old Spice marka. Ben de çok özenirdim o kokuya. O zamanlar modaydı Old Spice kullanmak. Fakat modası geçmeyecek, en çok özlenen koku sevdiklerinin kokusu bunu da biliyorum.

İncesu’da otururken derenin altında aktığı bir park vardı evimizin önünde. Çimlere basamak o zamanlar da yasaktı. Biz binlerce kez basardık, top oynardık. Bekçinin düdüğü ile korkarak kaçışırdık her seferinde etrafa. Bazen bekçi sinsice yaklaşır birimizin kulağından yakalardı. Belki de yakalanma riski oyundan daha çok keyif almamızı sağlardı. Bekçi de bekçiliğinden keyif alırdı.

Annem balkondan bağırırdı yukarı gel diye. Çıkarabilene aşkolsun. Sokak çocuğu olmuştum ben.

Kukalı saklambaç oynardık. Yakan top, aldım verdim ben seni yendim. Çivi oyunu vardı çamurda oynadığımız.

Müsellesi ve misketi iyi beceremezdim. Renk renk bilyalarım vardı benim o zamanlar. Yüzlerce, binlerce. Amcam Almanya’dan getirirdi. Bir seferinde hepsini ütülmüştüm. Nasıl da ağlamıştım tahmin edin. Evet o zamanlar da erkek çocuk olmama rağmen ağlardım ben. Bana içli çocuk derlerdi.

Komikçilik diye bir şey uydurmuştum, apartmanın kapısında doğaçlama tiyatro oynar herkesi güldürürdüm. Yetenekli çocukmuşum o zamanlar.

Bahçelere dalar, dut yemeye çalışırdık, heyecan içinde. Bahçenin sahibi her an çıkabilirdi.

Mahallemizin delisi vardı, Apti. Şimdi ne yapıyor acaba. Kurtulmuşmudur yaşamaktan acaba? Ondan da korakardık, fakat severdik de onu. Neden delirmişti ki? Peki biz çok mu normaliz? Bu korkular, heyecanlar hayatı daha keyifli yapardı o zamanlar.

Satıcılığımda iyiydi. Simitte sattım siyasi liderler gibi. Çekirdek de, su da, elma da sattım. “Var mı buzzzzzzz gibi soğuk su içeeeeeeen?” böyle bağırmak zordur. Hele biraz da içine kapanık, utangaç bir çocuksan daha zor. Ama ben bağırdım. Hayvanat Bahçesinin yolu üstünde buz gibi soğuk sular sattım, zabıtalardan kaçtım. Kendi kazandığın paranın tadını, değerini o zamanlar öğrendim ben.

Tommiks, Teksas, Tombraks, Yüzbaşı Volkan, Mandrake, Baltalı İlah Zagor, Kaptan Swing okurdum. Sonra da onları satardık.

“Şans Kader Kısmet Beş Kuruş” hazırlar çekiliş yapar para kazanırdık. Macuncudan rengarenk macunlar almayı, alıçları boynumuza asmayı, yeşil yeşil nohutları ağzımıza atmayı, pamuk şekerini büyük iştahla mideye indirmeyi, ara sıra elma şekeri ile dudakları kırmızıya boyamayı severdik.

Atalay en iyi arkadaşımdı. Annesi de annemin. Birbirimizi severdik. Uzun süredir görüşemiyoruz. İşte böyle oluyor. Büyüdükçe uzaklaşıyoruz birbirimizden, ailemizden, kendimizden, düşlerimizden.

Kamyonlar nedense hep kırmızıydı sanki o zamanlar. Oyuncak kamyonlar da kırmızıydı. Terzi Demir amca vardı allah rahmet eylesin babamın yakın arkadaşı. Alman kataoglara bakardım orada. En çok da iç çamaşırı sayfalarına.

Aşık da olurduk o zamanlar. Fakat sevdiğimizi söyleyemezdik. İlkokuldan itibaren sevdiğimi söyleyemediğim aşklarım oldu her zaman. Diyorum ya içine kapanık bir çocuktum ben diye.

Evimizin arkasında kömür deposu vardı. Odunları da balkona koyardık. Tahmin edeceğiniz gibi evimiz sobalıydı. Annemin hayali hep kaloriferli bir daireydi. Ne zaman “Devlet Lojmanı”na taşındık kalorifere kavuştuk.

Haftada iki veya bir gün banyo günüydü. Öyle her zaman yıkanamazdık şimdi ki gibi.

Sokaktan yoğurtçu ve kalaycılar geçerdi.

Yukarı mahalle ile maçlar, kavgalar yapardık. Biz arkadaşlarımızla gerçek bir takımdık o zamanlar. Kan kardeşim vardı benim de.

Kızlar ip atlar, lastiğe basarlardı, beş taş oynarlardı. Bir de sek sek. Bize aptalca gelirdi bu oyunlar. İp atlamayı becerememişimdir hiçbir zaman. Biz çelik çomak oynardık, topaç çeviren ustalar vardı aramızda. Telden arabalar yapar, tornetler inşaa eder binerdik. Biz hiç cam kırmadık ama.

Okullarda tırnak kontrolü vardı, temiz mendiller ve kesilmiş tırnaklara sahip olmamız gerekirdi.

O zamanlar simsiyah önlükler içinde beyinleri ve yürekleri apaydınlık olan çocuklardık. Büyüdük, apaydınlık, rengarenk giyisilere kavuştuk ancak yüreklerimiz karardı bu sefer.

“Pal sokağı kahramanları” romanındaki Nemeçek’i ve onun ölümünü unutmam mümkün değil. “Ormanın Sesi” ile Rudyard Kipling’i tanıdım.

Kemallettin Tuğcu okumadım hiç. Belki de bu nedenle umudum var hala. Milliyet Çocuk Kitapları ve Çocuk Dergisi öğretmenim olmuştu benim.

Okumayı babamdan öğrendim. Milli Eğitim Klasikleri vardı evimizde. Babam okurdu. Ben kendimi bildim bileli evimize günlük gazete Hürriyet girerdi. Kupon da yoktu o zamanlar. Anlayın işte.

Ortaokulda Aziz Nesin okumaya başlamıştım keyif alarak. Şimdi o kitaplar benim evimde. Daha da fazlası var.

O günlerde alışveriş merkezleri yoktu, süpermarketler de. Bakkal amcalarımız, kasaplarımız vardı. Bir de semt pazarları. Hala var ve iyi ki var. Annem hala pazardan alışveriş yapar. Ekmeği ben alırdım. Bakkala ben giderdim.

Şimdiki gibi o zamanlar sokağa çıkma özgürlüğümüz kıstlanmamıştı. Bilgisayar, windows, android, iPad, iPhone, sosyal medya, e-mail yoktu.

Uzay Yolu dizisinin kaptan Kirck’ü, Mr. Spock’u, Doktor’u, açılan kapanan kapıları, ışınlanma odası, telsiz telefonları ve lazer silahları vardı beyaz camda. Sonradan bunlar da gerçek oldu. Sir Ivanhoe’yu severdim. Kaygısızları da.

O zamanlar hayatı dışarıda yaşardık, komşularımızla, akrabalarımızla özgürce geçirirdik hayatımızı. Şimdiki çocuklar gibi bilgisayar ya da televizyon ekranları karşısında, fast food’cularda bitkisel şekilde değil.

Televizyondan önce radyo ile tanıştık. Babam ajansları dinlerdi. Annemle “Arkası Yarın”ı dinlerdim okula gitmeden, sonrasında “Okul Radyosu”nu. Sabahçılar ve öğlenciler için ayrı saatlerde yayınlanan derslerimizde bize yardımcı olan “Okul Saati” sonrasında “Çocuk Bahçesi” ile birlikte hayal dünyasına dalar, maceralar yaşardım radyonun karşısında kulaklarımı dört açmış şekilde.

“Şimdiki Aklım Olsaydı” diye bir program vardı severek dinlediğimiz. İnsanların yaşadıkları, yaptıkları veya yapmadıklarından dolayı sonradan pişman oldukları olayları radyoda bize yaşatırlardı. Şimdiki aklımızla nasıl yaşardık, ne yapardık diye dinler, üzülür, dersler alırdık. Radyo Tiyatrosu ile renklenirdi akşamlarımız.

TRT FM’de keşfetmiştim Jethro Tull’u, Alan Parson’s Project’i.

Arabeskçiler Polis Radyosuna takılırlardı. Kayıp şahısları, evden çıktıktan sonra bir daha haber alınamayanları dinler, merak ederek.

Şimdilerde sigortası iyi dileklerde bulunur ve tarihi bize hatırlatırken o yıllarda ve daha sonraki uzun bir süre Demirbank bize iyi günler dilerdi.

“Bir Roman Bir Hikaye” programında romanları, hikayeleri dinlerdik billur sesli spikerlerden. Radyo o günlerde daha lezzetliydi galiba diğer lezzetleri gibi dünün, ya da bana öyle geliyor. Solistler Geçidi, Beraber ve Solo Şarkılar, Türküler Geçidi, Yurttan Sesler Korosu bugünün aksine popülerdi o günlerde. Atilla Mayda’yı duymayan hatırlamayan yoktur aramızda. Tıpkı efektör Korkmaz Çakar gibi.

Daha Televizyon yoktu. Hafta içinde annem ve komşularla Türk filmi izlemeye giderdik Ankara Konak Sineması’na. Gong ile başlardı filmler. Babam ise pazar günleri sinemaya götürürdü beni. Barsolino Çetesi’ni, Zorro’yu onunla seyrederdim. Sinema benim için keyifli bir tutku olmuştu.

O günlerde bugünkü gibi neredeyse her gün değil haftada bir gün dışarda yemek yerdik annem ve babamla birlikte. Elimden tutarlardı benim ve Kurtuluş’tan Sıhhiye’ye yürürdük heyecan ve keyif içinde. Kebap 49 köftesi hayatımın önemli bir parçası olmuştu.

1970’li yıllara Televizyon denilen camdan kutu vurdu damgasını hayatımıza. Televizyon olmadığı günlerdi evimizde. Ev sahibine giderdim seyretmek için. Dünyadan kopardım. Onun da uykusu gelince eve dönmek zorunda kalırdım üzülerek. Vizontele filmindeki olayları yaşardık hep birlikte. Salı günleri Türk filmi vardı, Pazar sabahları ise kovboy filmleri. Ailece kahvaltı ederdik filmleri seyrederken. Annem ekmeğin kızarmışını almamızı tembihlerdi kardeşimle bana. Hala kızarmış ekmek ister.

Esem Spor’lar giyerdik. Renk seçeneği ve model farklılığı fazla değildi. Tek tip ayakkabılarla dolaşırdık. Bir de Çin kesleri vardı. Tezgah altı satarlardı. Lacivert renk zor bulunurdu. Ben bir lacivert orjinal Çin kesi bulmuştum. Arkadaşlar beyaz kesleri boyarlardı. Converse All Star gerçekten stardı o zamanlar. Bir de Pony’ler vardı.

Yıllar geçti aradan ortaokula başladım. Gittiğim Namık Kemal Ortaokulu’nda notlar yine beş üzerinden verilirdi. Uzun süre on üzerinden not alan arkadaşlarım alay ettiler benimle. Fakat ben okulumu seviyordum. Son yıl okulumu değiştirdim.

Orta sonda Ankara Deneme Lisesi’ne geçtim. Yine alay ettiler benimle “Neyi deniyorlar?” diye. Deneme Lisesi Basketbol takımı ünlüydü o zamanlar Ankara TED Koleji ile de rekabet vardı aramızda. Biz maçlarda bağırırdık “Siz paralı biz beleş … Kolej” diye. Tüm kızlar basketbolculara hayranken ben akıllık ettim(!) futbol takımına girdim. Maçlarımıza kimse gelmezdi, fakat antreman için izinli olur derslere girmezdik.

Yılbaşlarında öğrenciler torbadan isimler çeker kura ile hediyeler alırdık birbirimize. Eziyet ve stres oluştururdu bu bende.

1980 darbesinde bahçede maç yapıyorduk umarsızca. Tatil olunca sevinmiştim. Lise yıllarımda futbol oynadım. Oynadıkça notlarım düştü. Aslında bağlantı yoktu arada fakat ailem kurdu. Top oyanmayı bırakırsam düzeleceğine inandılar ve bıraktım top oynamayı. Ne ilginçtir ki düzeldi notlarım.

Doktor olmak istemiyordum aslında. Mimar olmak gönlümde yatıyordu. Arkadaşlarda tiyatrocu ol veya güzel sanatlara git diyorlardı. Buna rağmen hala anlamış değilim neden yıllığımda doktor olmamla ilgili bir hedef yazdığını.

Ve şans bu ya Tıp fakültesine girdim ve ilk kez ailemin yanından ayrıldım. Kayseri’ye ticareti öğrenmeye gittim(!). Bu arada Tıp Fakültesini de kazasız belasız bitirdim.

Ailemin gönderdiği aylıklarla bütçe yapmayı öğrendim orada, hem de para arttırmayı ve bir de bir memur maaşı ile iki çocuğun okutulup nasıl aile geçindirilebileceğini, alın teri ile kazanılan paranın bereketini.

O yıllarda müziğe daha çok merak saldım. Kasetlerle başlayan merakım CD’lere uzandı. Bülent Ortaçgil, Mike Oldfield, Traffic, Camel, Pink Floyd, Led Zeppelin, Leonard Cohen, Joan Baez, King Crimson, Janis Joplin, Jefferson Airplane, Eric Clapton, B.B. King, Robert Cray, Livaneli, Timur Selçuk hayatıma girdiler bir daha çıkmamacasına.

Kadın doğumcu olmak istiyordum nedense. Herhalde parası çok diyedir. Mezun olunca ne yapacağım diye düşünüyordum. İhtisas yapmalıyıdım yoksa doktora doktor demezlerdi bu ülkede.

Mecburi hizmete başladım. Bu arada uzmanlık sınavlarına da girdim bir dalın uzmanı olmalıyım diye. Sonunda iki yıl içinde vazgeçtim uzmanlıktan ve kendimi gerçekleştirebileceğim başka bir yol çizdim kendime. Farketmiştim ki çocukluğumun özgürlüğünü, özgünlüğünü, heyecanlarını, misafirliğe giderken bile mutlu olmayı, babamın her akşam eve gelmesinden mutlu olmayı, dışarıda yemek yerken tatığım mutluluğu, bir aileye, bir kardeşe sahip olmanın mutluluğunu kısaca küçük mutluluklardan mutlu olabilmeyi unutmuşum.

Hayallerimi büyürken yolda düşürmüşüm.

Ben büyürken düşlerimi küçültmüşüm.

Ben büyümüşüm ancak ruhum küçülmüş.

Ben, ben olmaktan çıkmış herkes gibi olmuşum.

Sonunda mutsuz olmuşum, heyecansız, tutkusuz, inançsız, düşsüz bir hayata sürüklenmişim.

Yeniden düşlere sahip olmam gerektiğine karar verdim. Kendime yeni, yeni düşler yarattım ve peşinde çocuksu heyecanlarla ve tutkularla koşmaya başladım. Hala da koşuyorum.

Aynaya bakınca bunları hatırladım.

İyi ki hala düşlerim var.

İyi ki hala umudum var.

İyi ki yüreğimde hala heyecan duyabiliyorum.

İyi ki ailem ve karım var.

İyi ki çevremde beni seven, değer veren, anlayan, anlayış gösteren dostlarım var.

İyi ki düştüğüm zaman ayağa kalkabilecek gücüm ve inancım var kendime…

Geleceğe olumlu bakıyorum.

Çünkü biliyorum ki gelecek benim elimde. Büyük oranda benim elimde. Oluşabilecek engelleri aşabilecek güç de benim içimde. Yüreğimde, beynimin kıvrımlarında.

İşte bu nedenledir ki ben aynaya her baktığımda gözlerimin içinde coşku, heyecan, inanç, umut, düşler ve tutku görüyorum. Ve biliyorum ki ölene kadar görmeye devam edeceğim, çünkü ben öyle istiyorum.

Aynada gözlerimin taaa içine bakıp kendime “Düşlerin nelerdi ve ne kadarını gerçekleştirdin?” diye sorduğum zaman “Çoğunu ve gerçekleştirmeye de devam ediyorum” diyebiliyorum. Ben kendimle her zaman aynada olumlu konuşuyorum, kendime hakkettiğim değeri veriyor ve çocukluğumun saflığını, heyecanını, coşkusunu, umutlarını bugün de yaşatabiliyorum. Ya siz?…

Ve biliyorum ki bir şeylerin, düşlerin peşinden koşmak insana yaşam isteği, coşkusu ve heyecanı verir. Merak etmek ve bir şeyleri başarmak için heyecan ve istek duymaksa hayatı renklendirir ve anlamlandırır. Metin Eryürek’in eski “Aynalar” şarkısını Zuhal Olcay farkı ile tekrar dinleyin geçmişinize dönerken.

“Harmanım ben harmanımKırk satırlık fermanımYok dizimde dermanım

Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar

İster anam darılsınİster babam darılsınVuran elim kırılsınHüznüm siz de görünürSaçım beyaz örülürYaşarken de ölünür

Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar

Yüzümde hep çizgilerİçimde hep ezgilerUçup gitti seneler

Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar”


Yeter ki siz yaşarken ölmeyin…

ZİHİNSEL FİTNESS

1.Geçmişinize döndüğünüzde sizde iz bırakan neler hatırlıyorsunuz?

2.Pişmanlıklarınız, sevinçleriniz, kazançlarınız, kayıplarınız?

3.Geçmişten geleceğe çıkardığınız dersler neler?

YANLIŞLARIMIZ…

Hayat bizden bazı dersler almamızı bekler. Hatta bunu zorunlu kılar. Kaybetmeyi, kazanmayı, sevmeyi, sevilmeyi, mutluluğu, gücü, zayıflığı, sabrı, öfkeyi, sevinci, korkuyu, suçluluğu, huzuru, affetmeyi, affedilmeyi vazgeçmeyi, vazgeçmemeyi öğrenmemizi ister hayat. Bunları öğrenmek herkes için kolay değildir. Adına olgunlaşma yolculuğu dediğimiz yaşam yolunda alırız derslerimizi.

Gücü, mutluluğu, huzuru, sevgiyi, saygıyı, sağlığı birden elde edemezsiniz. Yaşadığınız dünyaya, çevrenize, kendinize bakış açınız olgunlaşma yolunda size yardım eder. Kendinizi ve çevrenizdeki dünyayı doğru anlamaya başladıkça kendinizle barışık olmaya da başlarsınız. Aldığınız dersler yaşamınızı değiştirir gibi görünse de aslında değişen yaşam değil, sizin ona bakış açınızdır.

Dersler yaşamı mükemmel, kusursuz yapmaz. Yaşamı olduğu gibi görmenize ve kabul etmenize yardımcı olur. Yaşamın eksiklerinden, yanlışlardan da keyif almaya başlarsınız. Herkesin kendine özel alacağı dersler vardır. Yaşamda hepimiz kendimize düşen payı alırız. Kimse önceden bize dersimizi söylemez. Olgunlaşma yolculuğunda kendimiz keşfederiz onları. Zaten keşfettiklerimizdir bizi olgunlaştıran. Bu keşif yolculuğunda da yanlışlar yaparız. İyi ki de yaparız. Yanlışlarımız, dersimizin bir parçasıdır. Yanlışlarımız, bizim parçalarımızdır.

Yaşamda yanlış yapmaktan korkmayın. Yanlış seçim yapmaktan korkmayın. Seçim yap(a)mamaktan korkun. Yanlış yapmak doğaldır.

Yanlış yapmak sizin yaşamda seyirci değil, oyuncu olduğunuzun göstergesidir. Siz eylem insanısınız. Yanlışlar, emin olun sonunda sizi doğrulara götürür. Tabi ki sürekli aynı yanlışları yapmamanız koşuluyla.

Yanlış yapmamak, adım atmamak, hiç bir şey yapmamak, risk almamak demektir. Bu yerinizde saymanıza yol açar. Yanlış yapılmamış bir hayat boşa geçirilmiş demektir. İşte bitkisel hayat denilen şey budur. Ot gibi yaşarsınız.

Siz harekete geçmezseniz birileri sizin adınıza bunu yapar. Takip eden olursunuz, köle olursunuz. Yaşamda yanlışlarla ilgili öğrenmeniz gereken önemli bir beceri daha var, kendinizle birlikte başkalarını da affetmeyi öğrenme becerisi. Başkalarının ve kendinizin yanlışlarını affedebilmelisiniz. Bu beceri sizi geleceğe taşır.

İstediğiniz hayata, hedeflerinize ancak risk alarak, yanlışlar yaparak ve bu yolda acı çekerek ulaşabilirsiniz. Başkaları da öyle. Onlara şans tanıyın. Yanlışlar yapın, kabul edin, ders alın ve bir daha tekrar etmeyin. Vazgeçmeyin.

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Hayattan aldığınız en önemli üç ders nedir?

2. Hayatta aldığınız en büyük üç risk nedir? Sonuçları?

BAŞLAMAK…

Goethe “Neyi yapabiliyorsan, ya da yapabileceğini hayal ediyorsan başla. Cesarette; akıl, güç ve büyü vardır.” diyor.

Lao Tzu’da “Binlerce kilometrelik bir yolculuk atılacak tek bir adımla başlar.” demiş.

Başlamak, ilk adımı atmak, öncü olmak… Kısaca kendi kendinin lideri olmak. Zor iş be, hem de çoook zor iş. Yapılmışı yapmak, başkasının gittiği yollardan gitmek, taklit etmek, takip etmek… Tüm yaptığımız bu.

Robert Frost bir dizesinde “Ormanda karşıma iki yol çıktı, ben az kullanılmış olanını seçtim.” diyor.

Kaçımız az kullanılmış yolları tercih ediyor, kaçımız otobanları? Kaçımız açılmış kapılardan geçiyor, kaçımız yeni kapılar açıyor? Yeni kapılar açmaya gücümüz mü yok, cesaretimiz mi? Kime sorsam herkesin bir hayali var. Ulaşmak istediği bir yer, olmak istediği bir şey var. Fakat ilk adımı atacak cesaretleri yok.

Bu halimizle kurumuş cevizlere benziyoruz. Dışında sağlam ve sert bir kabuk, kırdıktan sonra ortaya çıkan büzüşmüş, çürümüş bir ceviz içi. Beyinlerimiz, yüreklerimiz ve ruhumuz bedenimizde gittikçe büzüşüyor, kuruyor.

Güvenli gördüğümüz kovuklarımızda, limanlarımızda konformist bir şekilde sakin sakin yaşıyoruz. Ya da yaşadığımızı sanıyoruz. Jack Nicholson’ın başrolünü oynadığı bir film vardı “One Flew Over The Cuckoo’s Nest-Kafesten Bir Kuş Uçtu” bizde “Guguk Kuşu” adıyla oynamıştı. 1975 yılında 5 oscar ödülü kazanmıştı film. Film bir akıl hastanesinde geçiyordu. Akıl hastanesindeki hastaların hayatlarını renklendirmeye çalışan, onların mutlu olmasına, kendilerine dönmelerine çabalayan sıra dışı McMurphy rolündeydi Nicholson. Rutine, statükoya karşı çıkan, mücadele veren McMurphy. Hastalardan birisi de hiç konuşmayan kızılderili şef. Film boyunca McMurphy şefli konuşturmaya, onunla iletişim kurmaya çalışmıştı.

Filmin bir sahnesinde McMurphy hastalarla banyodaki ağır bir mermer bloğu yerinden kımıldatmak için iddiaya girmişti. Bahis oynamışlardı. McMurphy bütün gücü ile bir iki kez mermer bloğu yerinden oynatmak için hamle yapmış fakat başaramamıştı. Hiç bozuntuya vermeden silkinip “En azından ben denedim” demişti.

“Ben denedim…”

Hüzünlü biten filmde fark yaratmanın statükoya, renklerin griye yenildiği görmüştük. McMurphy yaşayan ölü haline getirilmişti. Ancak son sahnede bir kişi hayatında fark yaratmıştı. McMurphy’nin istediğini yapmıştı. Şef, mermer bloğu yerinden söküp pencereye fırlatmış ve özgürlüğe doğru yola çıkmıştı. Denemiş ve başarmıştı…

Bir şeyler denerken başarısız olabilirsiniz. En azından denerken başarısız olmuş olursunuz. Bu hiç denememekten, “Deneseydim ne olurdu?” kaygısından, içinizdeki eziklik, pişmanlık duygusundan binlerce kat daha iyi bir duygudur.

Hayatında deneyen, sorgulayan bir insan artık çekingen, içe dönük, başarısız olma korkusu ile kovuğuna çekilmiş, içi kurumuş ceviz benzeri ruhlardan olmayacaktır. Onlar artık özgürdür.

Denemelerinizi, adımlarınızı ne kadar sıklaştırırsanız başarıya o kadar yakınlaşacaksınız. Sınırlarımızı zorlamıyoruz, çemberin dışına çıkamıyoruz, kendi sınırlarımızın ve yeteneklerimizin bile farkında değiliz.

McMurphy’nin mücadeleci ruhuna sahip olabiliriz. Hem kendi iç dünyamızı, hem de çevremizdeki dünyayı keşfetmeye çıkabiliriz. Filmi seyredin ve filmdeki rollerden hangisini hayatınızda oynuyorsunuz düşünün. Beğenmiyorsanız rolünüzü değiştirin.

Bunu yapabilirsiniz. Her şeye baştan başlayabilirsiniz. Evet, başlayabilirsiniz…

ZİHİNSEL FİTNESS

1. Hayatta denemeyi çok istediğiniz ama cesaret edemediğiniz şeyler neler?

2. Neden cesaret edemediniz, nedenleriniz nedir?

YİTİRİLENLER HAYATIMIZDAN…

Bir insanın sahip olduğu bir şeyi yitirmesi kötüdür. O zamana kadar değerini bilmese de en acı şekilde anlar değerini bir şeyi yitirdiğinde. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. Gırtlağında düğümler, midesinde kramplar, kalbinde çarpıntılar, gözlerinde yaşlar olur.

Yitirmek bir şeyleri kötüdür. Hayatında belki o güne kadar farkına varmadığı bir doluluğun boşluğu oluşur aniden. Bir şeyler eksiliverir hayatından. Fakat hayat devam eder. Etmek durumundadır zaten sizi bekleyecek hali yoktur.

Sevdiğini yitirir, anneyi, babayı yitirir, evladı yitirir, sağlığını yitirir. İşini yitiriverir insan birden. Hep orada onunla olacağını zannettiği şeyleri yitirir. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. O zaman anlar ki doyamamıştır.

Hayata bir başka bakar yitiren insan. Birçok şeyin önemi kalmaz artık onun için. Bir parçası dünde kalır hep. Artık bir ömür değerini bilir yitirilen şeyin. Yitirmek bombok bir şeydir.

Her geçen gün, her dakika, her saniye bir şeyleri yitiriyoruz. Yitiriyoruz da ne kadar farkındayız bunun orası şüpheli. Ya da ne kadar değerini biliyoruz sahip olduklarımızın?

Aslında farkında olmamak da bir kayıp değil mi? Büyüyoruz anneyi babayı yitiriyoruz daha onlar yaşarken. Bir tabak daha eksiliyor sofralarından. Gençliğimizi yitiriyoruz. En kötüsü bugünlerde de gururumuzu. Belki de en önemlisi umutlarımız eksiliyor hayatımızdan, soframızdan farkında bile olmadan. Ele ele tutuşmanın, bir sıcak busenin tadını yitiriyoruz. Sıradanlaştırıyor, standartlaştırıyoruz hayatı.

Eksilenlerin farkında olmadığımız için oluyor bunların hepsi. Yitirdiklerimizin farkında olmadığımız için bize ceza veriliyor sanki. Farkında olduğumuz zaman yitirmenin, acı çekiyoruz. Rezalet bir acı hem de. Sevdiğini onu en çok sevdiğinin farkında olduğun zaman yitirmenin acısı gibi bir acı.

Fakat yitirdiklerimizin çoğunun farkında bile değiliz ne yazık ki. Oysa onlar bir zamanlar bizi mutlu etmişti. Farkında olmasak da varlıklarından dolayı daha güçlü, daha tutkulu, daha umutla bakıyorduk hayata. Zaten farkında olmadığımız için yitiriyoruz ya onları.

Sağlığımız bile bir ömür boyu bizimle değil. Bugünlerde herkes, her şey kaypak, güvenilmez. En başta da biz, kendimiz…

bannerbanner