
Полная версия:
Mahallenin En Güzel Kızı
“Adanalıyım,” dedim, “Küçükken gitmiştim birkaç kez. Karataş’a, denize girmeye…”
“İyi, iyi,” dedi, arabamın motorundan tozlu bir kabloyu çıkarıp ucundaki plastik şeyi bana gösterdi, “Bunu değiştir. Kaza yaparsın sonra. Motor yağını da değiştir, seviyesi azalmış, contayı yakarsın. Eskiden araba tamircisiydim, oradan biliyorum,” dedi, tozlu ellerini pantolonuna sürdü.
“Çorlu’ya kadar götürür mü beni?” diye sordum.
Yaşlı gözlerini kısıp yolun yukarısına doğru baktı, eli belindeydi, “Çorlu uzak,” dedi, “Sen yine de yol üstünde tamirci görürsen arabanı yanaştır. En azından yarım litre yağ takviyesi yapsın.”
“Öyle yaparım. Sağ olasın,” dedim, kamyonu işaret ettim, “Seninkinin neyi var?”
“Balatalar… Herhalde içine taş girmiş. Patır kütür ses geliyor. Bizim oğlanı aradım, yarım saate gelir,” dedi. Sonra yaşına aldırmadan kamyonun kasasına doğru yönelip tırmandı, orta halli bir karpuzu çekip çıkardı, bana uzattı, “Yolda yersin.”
“Ne gerek vardı?”
“Olsun, havalar sıcak, çekinme, al yahu, alsana,” dedi, karpuzu ön koltuğa yatırıverdi. “Yolun uzun, insanlar da su kaynatır…”
“Doğru,” dedim gülümseyerek.
Kaputa doğru eğildi, elini motor bloğunun üzerine tuttu, “Hararet azalmış gibi görünüyor.”
Isıyı kontrol etmek için arabaya geçip kontağı çevirdim, gösterge birkaç tık aşağı düşmüştü, Akçatekir yokuşunu çıkana kadar idare ederdi.
İhtiyar arabanın yan tarafına gelince torpidonun üzerindeki şiirlerimi gördü. Emin olmak için başını içeri doğru uzattı.
“Anlaşılan şiir yazıyorsun,” dedi, kafa salladı.
“Birkaç karalama sadece.”
“Aşığın biliyor mu ona şiir yazdığını?”
“Hayır,” dedim çaresizce, “Hayır, bilmiyor.”
“Bu kötü işte… Gençliğimde ben de şiir yazardım,” dedi. Katarakt inmiş gözleri birkaç saniyeliğine daldı gitti, “O sıralar bir kıza vurgundum, adı Makbule’ydi… İncecik bel, dilber gibi dudak, billur gibi ses…”
“Makbule hı, peki ne oldu Makbule’ye?” diye sordum.
“Uzun hikâye,” diye geçiştirdi. Aslında anlatmak istiyordu çünkü bunu hissedebiliyordum. Ulubeyli Asker gibi, onu dinleyen birine ihtiyaç duyuyordu, “Hem de çok uzun hikâye,” dedi merak etmem için, “Ohoo, anlatmaya kalksam sabah olur! Sabahı geçtim roman olur!” Gülümsemeye çalıştı, kara bir gülümsemeydi, yaşlı yanakları artık daha da kırışmıştı.
Donuk gözleri torpidonun üzerindeki kâğıt parçalarındaydı.
“Ben de zamanında Makbule’ye âşık olduktan sonra şairliğe soyundum,” diye başladı konuşmasına, “Ona her gün şiir yazdım, bazısı birkaç dizeden oluşuyordu bazısı da sayfalarca uzayıp gidiyordu. Makbule’ye olan sevgimi ifade edecek bir şiir arıyordum sadece. Öyle bir şiir yazmalıydım ki Makbule şiiri okuduktan sonra kollarıma atlamalı ve yanaklarımı saatlerce öpmeliydi.”
“Eee? O şiiri yazabildin mi peki?”
“Yazdım,” diye başını salladı, “Hem de tam istediğim türden bir şiir. Otuz altı dizeden oluşan serbest nazım! İnci gibi dizmiştim kelimeleri. Yeri geldi beş dizeyi bir dakikada. Yeri geldi bir kelimeyi bir ayda yazdım. Şiiri temiz bir kâğıda aktardım kız kardeşimle Makbule’ye gönderttim. Makbule’nin evi bizim mahallenin hemen köşesindeydi. Erkekler onunla evlenmek isterdi. Kadınlar onun gibi görünmek isterdi. Makbule mahallenin gün ışığıydı. Ona yazdığım şiiri okuduktan sonra bana haber göndertmiş. Saat ikide Gülyazı Pastanesinde onu bekliyorum demiş. Düğünlerden düğünlere giydiğim bir kadife takım elbisem vardı. Hı bu arada sana tavsiyem sevdiğin kadının yanına takım elbiseyle git. Bu ona olan saygının bir göstergesidir.”
“Takım elbise mi? Gerçekten mi?”
“Tabi ya! Hem de en fiyakalısı. Takım elbise her kadının hoşuna gider. İşte ben de bu niyetle kadife takım elbisemi giydim, saçlarımı da taradım, elime de üç tutam kırmızı karanfil aldım…”
“Kırmızı karanfil mi?”
“Kırmızı olanlar aşkı temsil eder çünkü. Bir kadına kırmızı karanfil vermek demek ona âşık olduğunu ifade etmek demek. Eskiden böyleydi, insanlar duygularını çiçeklerle anlatabiliyordu. Her duyguyu yansıtan bir çiçek olurdu. Mesela hayal kırıklığına uğrayanlar sarı karanfil gönderirlerdi. Anlayış bekleyenler pembe lale gönderirlerdi. Sarı fulya beni asla unutma demekti. Beyaz karanfil de saflığı, temizliği ve sonsuzluğu simgelerdi. Gelin arabaları da beyaz karanfille süslenirdi… Neden bilmiyorum ama eskiden çiçeklerin bir hayli anlamı vardı. Şimdi internetten sipariş verilen bir obje oldu.”
“Doğru söylüyorsun, şu zamanda her şeyi internetten alıyoruz. Peki ya sonra ne oldu, yani Makbule’yle buluştunuz mu?”
“Hı, hı buluştuk. Gülyazı Pastanesi’nde buluştuk. Makbule ona yazdığım şiiri beğendiğini söyledi. Bir tane daha şiir yazar mısın diye sordu. Yazarım, dedim. Elimi tuttu, öne çıktı, yanağımı öpecekti ama pastane kalabalıktı. Eve dönüşte Makbule’yi bir sahanlığa çektim. Kapat gözlerini, dedim. Kapattı. Hazır mısın, diye sordum. Hazırım dedi. Makbule’nin göz kapaklarına bir buse kondurdum. Bu da neyin nesi diye şaşırdı. Bu dedim, bu bir şair öpücüğüdür, dudaklarından öpmem için karım olman gerek dedim. Bu bir evlilik teklifi mi diye sordu. Birkaç ay sonra düğün planları yapar olmuştuk ama…” Sustu, dudağı eğildi, karşıdaki tepeye doğru kırgın argın baktı.
“Ama?”
“Aması,” dedi ihtiyar. Hatırladıkça canı sıkıldı, derin bir nefes alıp verdi, “Aması, hayatın acımasız gerçekleri… Şairlerin ortak kaderi… Yaşadığım mahalle yoksuldu. Makbule ise mahallenin en güzel kızıydı. Anlayacağın kadere yenik düştüm. Yoksul mahallesinin en güzel kızını hep zenginler alır çünkü,” dedi, “Makbule benden ayrıldı. Müteahhittin biriyle evlendi. Bana da yaşadıklarımızı unutmamı öğütledi.”
İhtiyar Makbule dediği kadını hâlâ seviyordu. Yoksa neden anlatırken bile bu kadar acı çekiyor olsundu? “Müteahhitler hep kazanır,” diye fısıldadım.
“Doğru,” diye karşılık verdi, “Müteahhitler hep kazanıyor. Orospu çocukları…”
Güldüm, “Ya şairler?” diye sordum, “Onlar hiç kazanamaz mı?”
“Şairler mi? Şairler uzun vadede kaybedenlerdir. Çoğu yarım kalır. Çoğu eksik bir hayat yaşar. Ve çoğu da öldükten sonra hatırlanır.”
“Diyorsun ki şiir yazmaya devam ettiğin sürece er ya da geç kaybedeceksin, öyle mi?”
İhtiyar sigara izmaritini ayağıyla tepeledi, “Doğru, kaybedeceksin. Şairlik intihar sebebidir,” dedi, “Kimse sen şairsin diye sana saygı göstermeyecek, ancak bir limuzinden inersen orası ayrı.”
“Ya kadınlar?”
“Ne olmuş kadınlara?”
“Şairleri sevmezler mi?”
“Kadınlar,” diye tekrar etti, “Kadınlar duygusal canlılardır. Kolay sevebilirler ancak son sözü söyleyen hep mantıktır. Yani baldırı çıplak bir şairsen mahallenin en güzel kızını alamazsın,” dedi.
“Yine de ona şiir yazmak gibisi yok.”
“Doğru, sevdiğin insana şiir yazmak gibisi yoktur ama dikkat et şiir bağımlılık yapar, duygulara bağımlı olursun sonra. Yazdıkça kendini iyi hissettiğine inanırsın oysa yazdıkça ölüme daha da yaklaştığını anlarsın. Gerçek hayat asla şairler için ideal bir ortam değildir. Bir süre sonra mevsimler tat vermez; ağaçlar, çiçekler, denizler yalnızca hayallerde güzel gelmeye başlar. Şair, şiir yazarken öyle hayallere kalkışır ki sonunda gerçeklik onu boğan tek şey olur. Şairlerin yalnızlığı seçmesinin sebebi budur.”
“Belki de yalnızlık seçim değildir,” diyerek ihtiyara doğru döndüm, “Bir sürüklenmedir ya da geri çekilmektir. Bir çocuk düşün, canı acıdığını bildiği halde neden parmağını sobanın üstünde tutsun?”
“Peki ya her iki türlüsü de can acıtıyorsa? Yalnızlığı seçse de seçmese de aynı acıyı hissediyorsa?”
Anlamışçasına başımı salladım, “Şairlik intihara yaklaştırır,” dedim. İhtiyarın pamuk beyazı saçlarına baktım, “Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya, güle oynaya gitmek istiyorum sadece.”
“Bakmayın neşemin yerinde olduğuna ölü şairlerden biriyim bu gece,” dedi gülümseyerek, “Aldığım nefes seni yanıltmasın. Sevdamı bir dar ağacında astım. Bu bir şiir değil bu benim hayatım.”
“Geçen gün kütüphanede bir kitaba denk geldim. Şairlerin ilk yüreği ölür diyordu. Mademki sevdanı bir dar ağacında astın o halde neden Makbule’nin çıkıp gelmesi için ümitlisin?”
Yolun aşağı kısmına baktı, kamyonlar, tırlar, minibüsler, otomobiller, ardı arkası kesilmeden geliyordu. Yorgun gözleri dalıp gitti oraya doğru. Sonra arabamın üstüne vurdu avuç içiyle, “Şaire yol gerek,” dedi.
“O halde gideyim ben?”
“Durduğun kabahat…”
Motoru çalıştırdım, gaza basmadan önce ihtiyara baktım, “Demek Makbule’yi göz kapaklarından öptün… İşte bu fikri sevdim.”
“Şair öpücüğü,” dedi ellerini iki yana açarak.
Oradan uzaklaştım. Dikiz aynasından ona baktığımda beyaz başını yine gökyüzüne doğru kaldırmıştı. Makbule’yi düşünüyordu.
Ben de Yasemin’i düşünüyordum.
***İnsan çoğu zaman toplumdan kaçmak isterdi oysa asıl kaçmak istediği kendiydi. Bir terminalde herhangi bir otobüse binip ismini dahi duymadığı diyarlara doğru gitmek gelirdi içinden. Pencere kenarına oturmuş en sevdiği şarkılardan birini dinlerken son durakta onu bekleyen güzel günlerin hayalini zihninde canlandırmak isterdi. İnsan yolculuklarda kendini bulacağını düşünürdü çünkü aslında kimse olduğu yere ait değildi. Böylece hiçbir ağrı kesicinin tedavi edemediği varoluşsal sancılarıyla karşı karşıya kalırdı çoğu insan. İki dağın arasındaki uçurumdan aşağı doğru süzülüyormuş gibi bir çöküş yaşardı. Yerçekimi düşmeyi kolaylaştırırdı. Oysa her şeye rağmen uçurumun sonunda bir trambolin olacağını düşünürdü insan. Sürekli benzer sorularla karşı karşıya kalırdı. Dünya’ya ne için geldiğini bulmak isterdi. Yaşam amacıyla ve felsefesiyle karşılaşacağı günün hayallerini kurardı. Toplumun onu anlamasını ve kendini ifade etmenin hürriyetini kemik iliklerine kadar hissetmenin gururunu yaşamak isterdi. İçinde bulunduğum ruh halini ifade etmenin yolu yine kaleme sarılıp beni ölüme sürükleyen eyleme yenisi eklemekti:
Altı üstü insanım-Güzel anılar biriktirmeye geldim Dünya’yaKarınca değilim kırk kat derdi yüklemeyin sırtımaUçarı bedenim ihtiyar hayallerin esiri olmasınYaşadığım çağı rahat bırakınAğlaya ağlaya geldim Dünya’yaGüle oynaya gitmek istiyorum sadece.6
Günbatımı vakti arabamı ikinci sınıf bir pansiyonun önünde durdurdum. Yol üstündeki en ucuz en mide bulandırıcı ve en pespaye pansiyonlardan biriydi burası. Bir gece burada konakladıktan sonra sabah erkenden çıkacaktım yola.
Pansiyonun dar kapısından içeri girdiğimde burnuma keskin bir sidik kokusu geldi. Resepsiyonun arkasındaki dar kapılı heladan geliyordu bu pis koku. Personel harici girilmez tabelası vardı hela kapısının önünde. Tuvaletin kapısı o kadar kirliydi ki insan eldivenle dokunsa bile bulaşıcı hastalığa yakalanabilirdi.
Ürkekçe etrafa göz gezdirmeye başladım.
Resepsiyonun arka kısmında loş ışığın altında; yirmi ila yirmi dört yaşlarında, beyaz gömlekli, koyu renk papyonlu, eğik bir adam dikiliyordu. Geldiğimi fark etmemişti. Avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu telefona bir şeyler yazmakla meşguldü.
Resepsiyona doğru ilerlerken pansiyonun duvarlarını incelemeye başladım. Duvarlar o kadar kirliydi ki her santimetrekaresinde parmak izi vardı. Sanki biri garez olsun diye yağlı parmaklarını beyaz duvarlara sürmüştü. Resepsiyona doğru uzanan soluk renkli halının üzerinde birkaç tane kara sinek vızıldayarak dolanıyordu.
Resepsiyon görevlisi ona doğru yürüdüğümü fark ettikten sonra göz ucuyla beni süzdü. Sonra da hiç var olmamışım gibi başını eğdi ve telefona bir şeyler yazmaya devam etti. İçimden bir ses ardıma bile bakmadan bu pis yeri terk etmemi söylüyordu ancak neredeyse altı saattir araba kullanıyordum ve çok yorulmuştum.
“Ben… Şey… Tek kişilik bir oda rica edecektim,” diye seslendim resepsiyon görevlisine.
Telefondan başını kaldırdı. Bana baktı. Sanki içinden küfrediyordu, “Elli lira,” dedi.
Ona parayı uzattım.
Oda anahtarlarının olduğu kısma yöneldi. Bir süre düşündükten sonra yirmi bir numaralı odayı bana layık gördü. Tahta engeli kaldırmadan önce yine telefona gömülüp mesaj yazdı, sonra merdivenlere yöneldi, “Benimle gel,” dedi.
Eski ahşap merdivenleri titizlikle çıkıyorduk. Attığım her adımla merdivenler korku filmlerindeki gibi gıcırdıyordu. Hayatımda ilk defa bir pansiyonda kalacaktım bu yüzden sanki bir maceranın kollarında hissediyordum kendimi. Yine de içimde tuhaf bir korku vardı.
Merdivenleri aştıktan sonra düz bir koridorda ilerlemeye başladık. Resepsiyon görevlisi, “Kimliğin yanında mı?” diye sordu.
“Evet, yanımda.”
Kimliğime baktı, cılız sarı ışığın altında kimliğimdeki fotoğrafla beni karşılaştırdı, “Hiç benzemiyorsun,” dedi.
“Kim benziyor ki?”
Kuşku dolu bakışlarını bir süreliğine bana doğrulttu, “Doğru kim benziyor ki… Her neyse. Sabahleyin saat on olmadan odadan ayrıl. Gündelikçi kadın o saatlerde geliyor. Eğer gündelikçi kadın odayı temizlemeye geldiğinde sen hâlâ kıçını devirmiş yatıyor olursan bir günlük daha ödeme yapmak zorunda kalırsın. Sıcak suyumuz yok. Su tesisatında sıkıntı var, yarına kadar da yapılmaz. Eğer duş alacaksan -ki hiç tavsiye etmem- soğuk suyla yapmak zorundasın. Yemek servisimiz saat ikiye kadar yapılır. Eğer miden kazınır da tost filan yemek istersen tanesi beş lira. Tostun yanında çay ikramımızdır. Ancak tost yemeyip sadece çay içmek istersen o zaman da çay iki lira,” dedi.
Gelmeden önce yol üstünde bir şeyler atıştırdığımı söyledim. Gözlerim pansiyonun loş ışıklı koridorundaydı. Kel kafalı bir herif koridorun sonunda telefonla konuşuyordu, bizi görünce odasına girdi.
Resepsiyon görevlisi konuşmasını sürdürdü, “Eğer sigara içiyorsan, iyi haber şu ki odanda istediğin kadar sigara içebilirsin. Yalnız eşeklik etme, masanın üzerinde bir tane küllük var. Biz o küllüğü oraya boşuna koymadık, anlıyor musun? Sigara izmaritini o küllüğe at; bahçeye, lavaboya ya da çöp kovasına değil.”
“Aslında odanın içinde sigara içeceğimi sanmıyorum. Yorgunum, hemen yatıp uyuyacağım.”
“Öyle olsun, yine de ben uyarayım. Eğer sigarayı yatağında içip ve çarşafa kül düşürürsen, çarşafın parasını ödersin. Halıya kül düşürürsen, halının parasını ödersin. Koltuğu delersen, koltuk yüzünün parasını ödersin. Anladın mı beni? Biz o sigara küllüğünü boşuna masanın üzerine koymadık.” diyerek başını aniden arkasına, bana doğru çevirdi. Göz göze geldik, “Anladın mı beni?” diye tekrar sordu.
“Evet anladım efendim.”
Odanın kapısını açtı, “İşte kalacağın yer burası,” dedi, “Kokuya aldırma, içeriyi biraz havalandır geçer.”
Odanın içine girdiğimde küfle karışık iğrenç bir ter kokusu aldım. Çarşaflar da kirliydi. Odanın köşesinde küçük bir tane tüplü televizyon vardı, eminim ki o da çalışmıyordu. Köpek bağlasam on dakika sonra kuduz olurdu bu odada, “Şey, başka boş odanız var mı?” diye sordum.
Resepsiyon görevlisi öfkelenmişti, “Nesini beğenmedin?”
Gözlerim yatak başlığındaydı. Bir topak kurumuş burun boku, el izleri, yağ lekeleri, damla damla, parlak şeyler ve Tanrı bilir daha niceleri.
Elini beline dayadı, “Başka boş odamız yok,” dedi resepsiyon görevlisi, burnundan soluyordu, “İlle de kalmam diyorsan çek git, kimseye zorla oda vermiyoruz.”
Yatağın üzerinde eziş büzüş olmuş yastığın rengi hiç de iç açıcı değildi. Limon sarısı bir kir tabakası tarafından kaplanmıştı. Çarşaflar öyle bir şekle bürünmüştü ki sanki iki orangutan çarşafın üstünde erotik bir kavgaya tutuşmuştu. Eminim ki üzerinde küçük çaplı insan kılı ve iğrenç ter artığı da vardı.
“Eee,” dedi resepsiyon görevlisi, “Kalıyor musun? Gidiyor musun?”
Düşünedurmuştum, aslında kendi evimin bu pansiyon odasından geri kalır yanı yoktu, en az burası kadar pisti benim evimde. Resepsiyon görevlisiyle bu tartışmayı neden yaptığımı bilmiyordum. Elli liralık bir odadan ne bekliyordum ki?
“Kalıyorum,” dedim.
Resepsiyon görevlisi odanın anahtarını elime tutuştuktan sonra üfleyerek lobiye geri döndü.
Odanın içinde ucube bir hayalet gibi dolaşan iğrenç kokudan kurtulmak için pencereleri ardına kadar açtım. Belki de arabada uyumalıydım diye geçirdim içimden. Pencereden dışarı, arabama doğru baktım. Pansiyonun ön kısmındaki otoparkta birkaç tane otomobil ve yaklaşık bir düzine kadar da tır vardı, belli ki uzun yola gidenlerin sıkça durup dinlendikleri yarı yasal pansiyonlardan biriydi burası. Aldırmadım, zaten bir gecelik ücreti ödemiştim. Yatağa uzanıp bir an önce uyumak istiyordum. Hiçbir zırvalığı düşünecek halim yoktu.
Gece yarısı telefon sesine uyandım, Bay-T arıyordu. Nerede olduğumu merak etmişti.
Bay-T’ye ertesi güne Çorlu’da olacağımı söyledim. Neden bir gün geciktiğimi sordu.
“Konya’ya bizim Kahya’nın yanına uğrayacağım oradan da İstanbul’a bir arkadaşı görmeye gideceğim. Uzun zamandır onlarla görüşmüyordum.”
“Aile arasında bir akşam yemeği organize ettik. Katılman önemli. Yemek saat yedide…”
“Endişe etme, yemekten birkaç saat öncesinde orada olurum.”
“Ve,” diye sürdürdü konuşmasını Bay-T, sesi bir anda neşeye kesmişti, “Yemekten sonra meditasyon yapacağız. Ailecek. Evet, onları ikna etmeyi başardım. Belki sen de bize katılmak istersin.”
Bay-T ne zaman bu konuyu açsa, gözlerimin önüne; kel kafalı, şişko, ensesi sarkmış ve turuncu kıyafetli Uzakdoğulu herifler geliyordu. Katmandu, Nepal, Hindistan ve bunun gibi ülkelerde turist çekebilmek için açılan yoga okullarının olduğunu biliyordum.
Bay-T beni ikna etmek istercesine konuşmasını sürdürdü, “Meditasyon, ruhunla bütünleşmek, değişmek, soyut olabilmek, varlığın farkına varmak demek. Geçen gün yeni bir yöntem öğrendim, Psikanalizle meditasyonu teorik olarak birleştirmişler, hipnoz olmadan insan geçmişini hatırlayabiliyor. Sigmund Freud ve Buda’nın ruhu şad olsun!”
Zavallı Freud, yöntemlerinin nasıl kullanıldığını görse küfretmeyle ilgi bir kitap yazardı sanırım. “Umarım o yöntemleri güzel karının üstünde uygulamıyorsundur. Ayrıca balayına Katmandu’ya gitmek istemen de nereden çıktı? Memlekette tatil yeri mi kalmadı?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
Всего 10 форматов